HABERLER
Dini Haber

DİNDEN YENİ ÇIKANLARA TAVSİYELER

Yazan: Yıldırım Şimşek

DİNDEN YENİ ÇIKANLARA TAVSİYELER

Esenlikler arkadaşlar.

Buradaki tavsiyeler, ülkemizin çoğunluğunun Müslüman olması nedeni ile Müslümanlıktan çıkan arkadaşlara yapılacak tavsiyeleri içermektedir. Anlatımda geçen birçok olay başımdan geçmiş, bir kısmı da gözleme dayalı oluşturulmuştur.

Yıllarca, çevrenizdeki anlatılar ve kulaktan dolma sözlerle, yaşamınızın büyük bölümünü dine göre oluşturdunuz. Yaşadığınız bir olay ya da olaylar zinciri, sizi dininizi araştırmaya itti. Gerek kutsal kitabı okuyarak, gerekse başka türlü araştırmalar yaparak, dinin gerçek olmadığı kanısına vardınız. Aslında dinin toplumu şekillendirmediğini, toplumun dini şekillendirdiğini acı bir tecrübe ile öğrendiniz. Sonunda yaşamınızı kökten değiştirecek radikal bir karar aldınız ve dini terk ettiniz. Birçok birey gibi dinden çıkarken inanılmaz sancılar çektiniz. İlk zamanlarda kimselere anlatamadınız. Belki köşelere çekilip, sinirden ağlama noktasına geldiniz. Aldatılma hissine kapıldınız.

İlk başlarda kendinize yakın hissettiğiniz insanlara, toplum olarak aldatıldığınızı anlatmaya çalıştınız. Tabi ki süslü kelimeler seçerek ve onları korkutmadan, sizin artık bir dinsiz olduğunuzu hissetmelerini istemeden yaptınız. Fakat karşılık bulamadınız.

Bütün bu yaşadıklarınız, üzülerek söylüyorum ki sizi, din konusunda saldırgan bir havaya soktu. Bir anda tüm inananları kendinize düşman gözüyle görmeye başladınız. Özellikle sosyal medyada sahte hesaplar açarak, sağa sola saldırmaya başladınız. Çünkü intikam almak istiyorsunuz. Ama yanlış kişilerden.

Şunu unutmayın arkadaşlar. Bizim derdimiz Müslümanlarla değil. Aslında Türkiye’de birçok birey inanç olarak aslında Müslüman değil, deisttir. Kutsal kitapta yazanlardan haberleri yoktur. Kendi iyiliklerini inanca yükleyip, bu şekilde yaşarlar. Deistlerin ise dini bir inanca ihtiyaçları yoktur. Vicdanları dinleridir. Bu iki bireyin ortak noktası, yaşamlarını vicdanlarına göre düzenlemeleridir. Bu bizim için müthiş bir fırsattır. Hem ayetleri bilip, hem de ona göre davranan bir Müslüman bizi daha büyük zorluğa iterdi.

İnancınızı açıklamak ve tartışmak için belli başlı parametreler önemle dikkat çeker.

Medeni Durum: Özellikle bekârsanız ve ailenizle yaşıyorsanız, ailenizin dine bakış açısına bağlı olarak strateji geliştirmelisiniz. Muhafazakâr bir ailede olmak işleri oldukça zorlaştırır. Zaten yıllarını bu inanca veren bir aileniz varsa hiç zaman kaybetmeyin. Açıklamamak en iyisi. Çok zor olacak ama ritüellere de devam etmek zorunda kalabilirsiniz. Sizden sonraki nesil için kendi görüşünüzü devam ettirin. Liberal bir aileniz varsa abartıya kaçmadan açıklama yapmak daha verimli olabilir.

Ekonomik Durum: Kendi gelir kaynağınızın olması, fikirlerinizi özellikle ailenize açıklama konusunda önemli bir rol oynar. Eğer bir geliriniz yoksa aileniz tarafından maddi ve manevi yaptırımlara maruz kalabilirsiniz. Bir iş yeriniz varsa ya da bir iş yerinde çalışıyorsanız, dinden çıktığınızı açıklamak isterseniz, son derece dikkatli olmanız gerekir. İş yeriniz varsa küçük bir dedikodu müşteri kaybına yol açabilir. Daha da önemlisi iş yerinizi kapatmak zorunda kalabilirsiniz. İşçiyseniz, karşılaşacağınız baskılar nedeniyle işinizden olabilirsiniz. İnancınızı işinize karıştırmayın.

Bulunduğunuz Bölge: İnançlı bireylerin yoğun olduğu yerlerde azami dikkati göstermeniz gerekir. Bazen 1-2 arkadaş bile bulmakta zorluk çekebilirsiniz. Ben 3 yılda 2 kişi buldum. Özellikle bu 1-2 arkadaşla birlikte inançlı bireylerle yapacağınız konuşmalar size destek sağlayacaktır.

Öncelikle sakinliği elden bırakmamak gerekir. Çünkü saldırgan ve bağıran tipler, haklı olsalar bile haksız duruma düşerler.

Hem dini terk edip, hem de bunu açıklama gereği hissederseniz, tartışmaya açmak isterseniz, çeşitli küfür ve hakaretlere maruz kalacaksınız. Unutmayın, zamanında siz de az sövmediniz bu tiplere.

Değerlerle dalga geçmek, küfür etmek, incitici konuşmak vb. durumlar sadece kişisel egonuzu tatmin eder. Karşıdaki birey için hiçbir fayda sağlamaz. Aksine, tepkilerle karşılaşır, işi kavgaya kadar götürürsünüz.

Çoğu zaman açıklamalarınızı dolaylı yollardan yapmanız gerekecektir. Doğrudan yapılan anlatılar, olumsuz bir hava oluşturacağından, istediğinizi alamadan tartışma bitecektir.

Önce din konusu nasıl tartışılmaz ona bakalım;

“Yıllardır bizi aldatıyorlarmış. Allah da Peygamber de yalanmış.” derseniz, linç edilmenin kralını yaşarsınız. Bunu çok daha sonradan anlatacaksınız. Acele etmeyin.

“Sen önce Nisa Suresi 34. Ayeti açıkla bakalım.” derseniz, birçok insan önce şaşıracaktır. Çünkü kutsal kitabı daha önce okumamıştır. Dolayısı ile bu ayetten haberi yoktur. Kısa bir araştırma yapacak ve “Oradaki dövün kelimesi yanlış çevrilmiş. Aslında uzaklaştırın demek istiyor. Arapça çok kapsamlı bir dil. Sen anlamamışsın. Meal yetmez, tefsir, hadis ve siyer de okuman gerekiyor.” yanıtı gelecektir. Hem de hiçbirini okumadığı halde.

“Kadınlar insan yerine bile konmuyor. Resmen mal yerine konuyor. Miras ve şahitliği bile yarım.” derseniz, “Cennet anaların ayakları altındadır.” hadisi çat diye yüzünüze vurulur. Bu hadisin sahih olup olmadığı bile belli değil aslında. Üstelik dini kirletmeye çalışan, kâfir, münafık gibi yakıştırmalara maruz bırakılmanız işten bile değildir.

Şimdi de din konusu daha sakin nasıl tartışılabilir ona bakalım.

Bir konu hakkında yeteri kadar bilginiz ve kanıtınız varsa, bir şeyleri ispat edebilecekseniz bile, bunu doğrudan söylemeyin. Yardım talep edermiş gibi söylemeniz işe yarayacaktır. Ben şimdiye kadar hiç bu taktikte çuvallamadım. Örnek olarak; arkadaşlarınızla veya ailenizle sohbet ederken, konu bir şekilde evlat edinmeye gelirse ki Türk dizisi izlerken bolca vardır zaten. “Geçenlerde internette gezerken karşıma iki ayet çıktı. Evlatlık almayı yasaklıyordu” derseniz, önce büyük tepkiyle karşılaşacaksınız. Sonraki adımda “Belki de ben yanlış anlamışımdır. Bir de siz okuyun. Bana anlatın ne demek istiyor?” deyip Ahzab Suresi 4 ve 5. Ayetleri okuyun ve telefonun ekranını çevrenizdeki insanlara gösterin. Bakmak isteyecekler. Çok şaşıracaklar. Hemen de kabullenecekler. Çünkü bu sizin değil, Tanrı’nın sözü olduğu için tepki gelmeyecektir. Kutlarım. Çevrenize İslam’da evlat edinmenin yasak olduğunu öğrettiniz. Çevrenizden yardım talep ederseniz, çevrenizin tüm saldırı ve savunma mekanizması çökecek ve sadece size yardım etmeye çalışacaklar. Siz de istediğiniz fikri kolayca karşıya iletebileceksiniz. Pek etik değil gibi görünüyor. Ama sistem bize belden aşağı vuruyor.

Kullandığınız sözcüklere son derece dikkat edin. Tesadüf sözcüğünü asla kullanmayın. Çünkü tesadüf sözcüğü dincilerin hışmına uğramış ve inanan topluluğa öcü gibi gösterilmiştir. Olasılık sözcüğü daha olumlu bir hava yaratacaktır. Yaratmak sözcüğü de son derece tehlikelidir. Oluşturmak diyebiliriz. Ateist sözcüğü de bunlardan biridir. İnançsız sözcüğü belki kullanılabilir. Fakat tam yerini tutmuyor.

Bir inançlı ile konuşurken birebir konuşmak daha etkili olur. İki ya da daha fazla inançlıyla konuştuğunuzda, birbirlerinden destek alacaklar (ya da birbirlerinden çekinecekler) ve ne kadar konuşursanız o kadar boşa olacaktır. Çünkü söylediklerinizi içten destekleseler bile bunu dile getiremeyecekler. Birebir yapılan görüşmede ise daha samimi yanıtlar ve sorular gelecek, siz de fikirlerinizi daha kolay anlatabileceksiniz.

Din konusunu konuşmak istemeyen, dinle ilgilenmeyen bireylerle uzun uzun bu konuları konuşmanıza gerek yoktur. Öncelikle kısa bir giriş yapın ve konuyu kapatın. Daha sonraki günlerde yavaş yavaş anlatmaya devam edebilirsiniz.

Katı kuralları olan muhafazakâr insanlarla, ne internette ne de sosyal yaşamda tartışmak hiçbir işe yaramaz. Zamanınızı boşa harcamayın.

Şaka kaldırabilecek ve kaldıramayacak bireyleri iyi seçin. Din konusunda ara ara çok fazla damara basmayacak şakalar yapmak da işe yarayabilir. Örneğin; “Ölümsüzlüğü buldum. Hadise göre resim ya da köpek olan eve melek girmiyormuş. İhtiyarlayınca evin her tarafına resim asıp, birkaç köpek alacağım. Azrail de melek değil mi sonuçta? Böylece canımı alamayacak.” Kabul ediyorum kötü bir şaka. Siz çok daha iyilerini yapabilirsiniz.

Yazının genelinde anlaşılacağı üzere sabırlı ve dikkatli olmak çok önemli. İnançlı insanlar daha doğar doğmaz inançlarına bağlandıkları için, öyle kolayca teslim olmayacaklar. Bu süreç çok çok uzun bir zaman alabilir. Hatta hiç çözüme ulaşmayabilir. Bu yüzden ısrarcı olmak hiçbir işe yaramaz. Bunun yanında inanç bir tercih meselesidir. Hiç kimse sizin görüşlerinize katılmak zorunda değildir. İsteyen istediği her şeye inanmakta özgürdür.

SABİİLİK NEDİR?

Yazan: A.Kara

SABİİLİK (MANDEİZM)

Sabiilik de diğer onca din gibi temelde "Işığa Tapınma"dır. Bu dinin mitolojik kısmını başka bir makalede ayrıca ele alacak ve bu makalede yalnızca teolojik kısmına, kısa tarihine ve benzerliklerine odaklanacağım.

Sâbiîlik, diğer adıyla Mandeizm beden ve ruh gibi zıtlık ilkelerinin temelini oluşturduğu kozmolojiye sahip tek tanrılı ve gnostik bir dindir [1]
Sabiiler, Doğu Aramice'nin bir lehçesini konuşurlar ve bu dil Mandence olarak bilinir. Aramice'de "mande" bilgi demektir ve Mandeizm'deki "Mande" teriminin buradan geldiği söylenir. [4][5] Bu terim İbranice'de מַדַּע‎ maddaʻdır.

Bu din esas olarak İran'ın Güney Irak ve Huzistan Eyaleti'nin bir parçası olan Şatt'ül-Arab su yolunu çevreleyen nehirlerde; Aşağı Karun (İran), Fırat-Dicle çevresinde ve  nehirlerde uygulanmıştır.

Sabiiler Adem, Habil, Şit, Enoş, Nuh, Nuh'un oğlu Sam ve Sam'ın oğlu Aram'a, özellikle de Vaftizci Yahya'ya büyük saygı duyarlar. Sabiilik karmaşık, birçok farklı dinden, özellikle de Hristiyanlıktan ögeler içeren bir dindir. Ağırlıklı olarak İbrahimi dinlerle bağlantılı olduklarından Sami ırkından sayılmışlardır.

Kur'an'da 3 yerde onlardan bahsedilmiştir:
Hristiyan ve Yahudilerle birlikte Sabiilere de seslenilen Bakara 62, Maide 69 ve Hac 17'de "ve-ssâbi-îne (va-ssâbi-ûne) [وَالصَّابِـ۪ٔينَ]" olarak geçerler. Muhammed'in yaşadığı coğrafyada Yahudi ve Hristiyanlardan sonra azımsanamayacak bir Sabi toplumu olduğundan bu ayetlerle onları da dinine çekmek istemiştir:

Bakara 62: Şüphesiz, iman edenlerden, Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sâbiîlerden Allah'a ve Âhiret Günü'ne inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükafatları alacaklardır; Onlara korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir.

Maide 69: İnananlar, Yahudilerden, Sâbiîlerden ve Hristiyanlardan Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanan ve iyi işler yapanlara korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir.

Hac 17: Gerçek şu ki inananlar, Yahudi inancına bağlı olanlar ve Sâbiîler, Hristiyanlar ve Mecusiler ve bir de Allah'tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yakıştıranlar arasındaki hükmü Kıyamet Günü Allah verecektir. Çünkü Allah her şeye şahittir.

Fakat bazı eleştirel bilim insanlarına göre burada "Sâbi-ûn" diye bahsedilenler Sabiiler değil, aşağı Mezopotamya'daki eski bir Yahudi-Hristiyan mezhebi olan Elkesai'ler ve Mani'yi takip eden Maniheizm dini mensuplarıdır.
Çoğu akademisyene göre Mandeizm, Mezopotamya'nın güneybatısında, MS ilk üç yüzyılda ortaya çıkmıştır. [3]
Sabiiliğin daha eski olduğunu, hatta Hıristiyanlık öncesi döneme dayandığı görüşünde olan akademisyenler de vardır. [8] Süryani yazar Thedoros Bar Konai, Güney Mezopotamya'da bir "Sabii mezhebi" bulunduğunu belirtir. [22] Ülkemizde bu görüşe sahip olan tanınmış isimlerden biri Turan Dursun'dur. Turan Dursun'a göre Sabiilik dünyanın en eski dinlerindendir. Turan Dursun İslam'daki ibadetlerden çok sayıda örnekler göstererek Sabiiliğin Müslümanlık üzerinde azımsanamayacak etkileri olduğunu belirtir. Hatta İbrahimi dinlerin babası İbrahimin bir Sabii olduğunu ve Muhammed'in ilk zamanlar Sabii olarak tanındığını söyler. [2]

Sabiiler Orta Doğu'da, kendi topluluklarının dışında Arapça Ṣubba (صُبَّة) olarak bilinirler. Bunun tekil hali "Ṣubbī"dir. "Ṣubba" Aramice'de vaftizle ilgili bir terimin kökünden türemiştir, Neo-Mandence'deki karşılığı Ṣabi'dir. [6] Yani açıkça anlaşılıyor ki "Sabi" aynı zamanda "vaftiz edilmiş" , "vaftiz olmuş" anlamına da gelmektedir, terimin kökenleri bunu gösterir. Hatta bazılarınca Sabiilere "Aziz Yuhanna Hristiyanları" denir. [7]

Sabi teriminin vaftizle ilgili bağlantısını İncil'de görmek mümkün. Elçilerin İşleri kitabının 19. bölümünde "Kutsal Ruh" inancından haberleri olmadığı halde vaftiz olduklarını dile getiren topluluk ile bahsedilenlerin Sabiiler olduğu ve Pavlus'un Efes'e gittiğinde onlarla karşılaşmış olduğu görüşü hakimdir.

Hristiyanlığa göre Yuhanna, Yahya'nın öğrencisidir. İlgili metinlere bakarken bunu aklınızın bir köşesinde tuttuğumuzda Sabiilere neden "Aziz Yuhanna Hristiyanları" dendiğini daha iyi anlamış olacağız:

1-2) Apollos Korint'teyken Pavlus, iç bölgelerden geçerek Efes'e geldi. Orada bazı öğrencileri bularak onlara "İman ettiğiniz zaman Kutsal Ruh'u aldınız mı?" diye sordu. "Kutsal Ruh'un varlığından haberimiz yok ki!" dediler.
3) "Öyleyse neye dayanarak vaftiz* oldunuz?" diye sordu. "Yahya'nın öğretisine dayanarak vaftiz olduk" dediler.
4) Pavlus, "Yahya'nın yaptığı vaftiz, tövbeyle ilgili bir vaftizdi" dedi. "Halka, kendisinden sonra gelecek Olan'a, yani İsa'ya inanmalarını söyledi."
5) Onlar bunu duyunca, Rab İsa'nın adıyla vaftiz oldular.

Sabiiliğin İbrahimi dinler içinden en çok Hristiyanlıkla benzeştiğinden bahsetmiştim. Şimdi bunu biraz daha detaylandıralım.
Mandeizm'deki en önemli iki tören "maşbuta" yani vaftiz ve ölüler için yapılan bir ayin yada 'ruhun yükselişi' merasimi "masikta"dır. Bu dindeki vaftiz diğer İbrahimi dinlerden farklı olarak tek seferlik bir olay değildir. Sabiilerin kutsal günü de Hristiyanlarınki gibi Pazar'dır ve vaftizleri her Pazar günü yapılır. Vaftizleri genellikle akan suya tamamen girmeyi içerir ve vaftiz için uygun olduğu düşünülen tüm nehirlere Yardena denir. İbadet eden kişi sudan çıktıktan sonra kutsal yağ ile mesh edilir, ekmek ve sudan oluşan bir komünyondan pay alır. Gördüğünüz üzere Hristiyanlığa oldukça benzer.

Ruhun yükselişi töreni çeşitli şekillerde gerçekleşse de genellikle ölülerin anısına verilen bir yemeği içerir. Tıpkı bizlerin ölülerin arkasından yemek vermesi gibi.
Yapılan bu törenin dünyadan ayrılanların ruhlarının Araf'tan Işık Dünyasına yolculuklarında yardım ettiğine inanılır. Bu dinin mensupları günde üç kez dua ederler. [17][18]

İbadet yerlerine Mandī veya Mişkan denir. [19] Mişkan'ın İbranicesi משכן "mesken, yerleşke", Latincesi ise Tabernaculum yani "çadır"dır.

Suyun temizleyici, ruhu arındırıcı etkisi olduğuna inanıldığından İslamiyet öncesi Türkler, Kızılderililer gibi birçok toplumda, dünya dinlerinin birçoğunda, özellikle de İbrahimi dinlerde önemli role sahip olmuştur. Su Mandeizm inancında da temel unsurlardandır; bu yüzden Mandi adı verilen bu ibadethaneler vaftiz (maşbuta) yapılabilmesi için bir nehrin yanına inşa edilmelidir. Her mandi bir darfaş ile süslenir. Darfaş, üzerine bir parça beyaz saf ipek kumaş ve yedi mersin dalı tutturulmuş, zeytin ağacından bir haçtır. Sabiilik'teki bu haç Hristiyan haçı ile tanımlanmamıştır. Bu inanışa göre haçın dört kolu evrenin dört köşesini, saf ipek kumaş Tanrı'nın Işığını, [20] mersin ağacının yedi dalı yaratılışın yedi gününü temsil eder. Fakat tüm bunlara rağmen Hristiyanlıkla ciddi oranda benzerlikleri göz önüne alındığında bu haçın aynı zamanda Hristiyanlıkta haç ile ilişkisinin olmadığını söylemek dürüst bir tutum değildir.

Sabiiler evliliğe, üremeye ve bu dünyada etik ve ahlaki bir yaşam tarzına sahip olmanın önemine inanırlar. Barış yanlısı ve eşitlikçidirler. MS 2. yüzyılda Sabiilerin kutsal kitabı Ginza Rabba'nın (Büyük Hazine) Sol Ginza'sını (Ginza Smala) kopyalayan en eski Sabii katibi Sehlama Bet Kidra (Shlama Beth Qidra) adlı bir kadındır. [21]
Sabiiler sofuluk-çilecilik yapmazlar ve aile hayatına büyük önem verirler. Sert içeceklerden ve kırmızı etten uzak dururlar.
Sünnet geçmişte bir dönem Hristiyan dini mensuplarınca bile uygulanan bir eylemdi ancak kısa süre sonra bu uygulama terk edildi ve Hristiyanlarca sünnete karşı bir nefret doğdu. Benzer şekilde Sabiiler de sünnetten nefret ederler. [16]

YAKIN TARİH
Dünya çapında 60.000 ila 70.000 Sabii olduğu düşünülmektedir. [9] Irak Savaşı gerçekleşene kadar neredeyse tamamı Irak'ta yaşıyordu. [10] 2003'de yaşanan Irak işgali ve ardından ABD silahlı kuvvetlerinin işgalinin yarattığı kargaşa ve buna bağlı olarak aşırı mezhepçilerin şiddet olaylarındaki artış nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kaldılar. [11] Öyle ki 2007'yılında Irak'taki Sabiilerin nüfusu yaklaşık 5.000'e kadar düşmüştü. [10]

Bu durumlardan dolayı Sabiiler ve Sabiilik bir şekilde daha kişisel, özel ve ayrık kaldı. Hatta onlara ve dinlerine ilişkin raporlar bile öncelikli olarak dışarıdan, özellikle doğubilimci Julius Heinrich Petermann'dan [12], 1887'de Musul'da Fransız konsolos yardımcılığı yapan ve Suriyeli bir Hristiyan olan Nicolas Siouffi'den [13][14] ve İngiliz antropolog E.S. Drower'dan gelir. Bunlara ek olarak Fransız gezgin Jean-Baptiste Tavernier'in [15] çok daha erken dönemden,1650'lerden kalma bir anlatımı vardır.

TAOİZMİN KURUCUSU VE TARİHİ

Yazan: A.Kara

TAOİZMİN KURUCUSU "LAOZİ" VE TAOİZMİN TARİHİ

Çince'de Dào: 道  'Yol' demektir. Taoizm yada Daoizm, Tao ile uyum içinde yaşamayı vurgulayan Çin kökenli bir felsefi gelenektir. "Tao" terimi Taoizm için var olan her şeyin kaynağı, modeli ve özü olan ilkeyi ifade eder. [1][2]

Kozmolojik temellerini, yani Yin ve Yang'ı ve Beş Aşama'yı MÖ 4. ila 3. yüzyıllar arasındaki "Savaşan Beylikler" döneminde gelişen Doğa Bilimleri Okulu'ndan almıştır. [5]

Bilinen "net" bir kurucusu olmasa da Lao Tzu (Laozi) felsefi Taoizm'in kurucularından biri olarak kabul edilir ve bu bağlamda "ilk" ve "özgün" Taoizm ile yakından ilişkilidir. [3][19] Fakat Lao Tzu'nun gerçekten yaşayıp yaşamadığı konusu tartışmalıdır [4][14] ve o aynı zamanda Çin dinlerinde bir tanrıdır. Kendisine atfedilen "Tao Te Ching" adlı bir eser vardır ve MÖ 4. yüzyılın sonlarına tarihlenmektedir. [15]

Yarı efsanevi bir figür olan Lao Tzu genellikle Konfüçyüs'ün MÖ 6. yüzyıldaki çağdaşı olarak tasvir edilse bile bazı modern tarihçiler onun MÖ 4. yüzyılda Savaşan Beylikler döneminde yaşamış olduğunu söyler. [20] Çin kültüründe merkezi bir figür olan Laozi, hem Tang hanedanlığının imparatorları hem de Li soyadını taşıyan günümüz insanları tarafından kendi soylarının kurucusu olarak kabul edilir. Onun çalışmaları hem çeşitli otorite karşıtı hareketler [21] hem de Çin Hukuk Sistemi tarafından benimsenmiştir. [22]

ORTAYA ÇIKIŞI VE TARİHİ

Robinet, Taoizmin ortaya çıkışını dört bileşen ile tanımlar. Bunlar:
  1. Felsefi Taoizm, yani Tao Te Ching ve Zhuangzi
  2. Coşku (iç huzur-mutluluk) elde etme teknikleri
  3. Uzun ömür veya ölümsüzlük elde etmek için uygulamalar
  4. Şeytan çıkarma. [4]
Çin'in tarih öncesi halk dinlerindeki bazı geleneklerde Taoculuğun izlerini görmek mümkündür ve bunlardan çoğu Taoizm'i oluşturan unsurlar olmuşlardır. [13] Taoizm'deki birçok uygulama özellikle Kuzey Çin'in şaman kültürü ile bağlantılı olan Wu ve Savaşan Beylikler dönemi fenomenlerinden ve muhtemelen "antik çağın arşivci-kahinlerinin yazdığı Fangshi'den türetilmiştir. Bu arşivci kahinlerden biri de Lao Tzu'dur. Taoistler durumun böyle olmadığı konusunda ısrar etseler de gerçek budur. [6]

Wu ve Fangshi terimleri "... sihir, ilaç, kehanet, ... uzun ömür sağlama yöntemleri ve mest olup kendinden geçme (ruhsal gezinti)" ve kendini şeytan çıkarmaya adamış kişileri belirtmek için kullanılırdı. "Şamanlar" veya "büyücüler" için genellikle "Wu" terimi kullanılırdı. [6]
Fangshi felsefi yönüyle Doğa Bilimleri Okuluna yakındı ve içerdiği kehanet uygulamaları büyük ölçüde astrolojik ve takvimsel tahminlere dayanıyordu. [7]

Taoizmin ilk organize biçimi ilerleyen süreçte Zhengyi okulu olarak bilinecek olan "Göksel Üstatların Yolu" adlı okulun kuruluşudur. Bu okul, MS 2. yüzyılın sonunda "Beş Kademeli Pirinç" hareketinden geliştirilmişti. İkinci okul ise 142 yılında, Taoizm'in kurucusu kabul edilen Lao Tzu'nun kendisine göründüğünü söyleyen Zhang Taoling tarafından kurulmuştu. [8]

Gök Ustalarının Yolu okulu 215 yılında Çin'in Doğu Han Hanedanı'nın savaş şefi Cao Cao tarafından resmen tanındı ve bu durum Cao Cao'nun iktidara yükselişini de meşrulaştırdı. [9] Böylece MÖ 2. yüzyılın ortalarında Lao Tzu imparatorluk tarafından "ilahi bir kişilik" olarak kabul edildi. [10]

Han hanedanı aracılığı ile (MÖ 206 - MS 220) Shu (modern Siçuan) eyaletindeki dini örgütlerin ve törencilerin (ayinciler) talimat ve gelenekleri ile Taoculuk bir araya gelmişti. Daha önce, antik Çin'de, Taocular siyasi hayata katılmayan inzivada, toplumdan uzakta yaşayan keşişler olarak görülüyordu. Filozof Zhuāngzǐ, diğer adıyla Chuang Tzu (莊子; okunuşu Cuangzı) bunlar arasında en çok bilinendi ve onun yerel Çin şaman geleneklerinin bir parçası olduğu güneyde yaşaması anlamlı ve önemliydi. [16]

Özellikle güneydeki Chu eyaletinde güçlü olan Taoist gelenekte kadın şamanlar önemli bir role sahipti. Erken Taocu hareketler şamanizmin aksine kendi kurumlarını geliştirdiler ancak bunu yaparken temel şamanik unsurları da özümsediler. Şamanlar erken dönemlerden, en azından 20. yüzyıla kadar Taoizmin temel metinlerini açığa çıkardılar. [17]
Taoizmin kurumsal düzenleri daha yakın zamanlarda geleneksel olarak iki ana dalda gruplandırılan çeşitli türlere ayrılarak gelişmiştir. Bunlar: Quanzhen Taoizm'i ve Zhengyi Taoizm'idir. [18]

Lao Tzu ve Zhuangzi'den sonra Taoizm literatürü istikrarlı bir şekilde büyümeye devam etti ve imparatorun emriyle bir kanon derlenerek -Tao Tsang- adıyla yayınlandı. Çin tarihi boyunca Taoizm birkaç kez devlet dini olmaya aday gösterildiyse de 17. yüzyıldan sonra gözden düştü.

Shangqing Okulu (上清) "Yüce Berraklık" veya "En Yüksek Duruluk" olarak da bilinir, Batı Jin hanedanlığının aristokrasisi sırasında başlayan bir Taoist hareketidir. İmparatorların kendilerinin Lao Tzu'nun akrabaları olduğunu iddia ettiği Tang hanedanlığı döneminde (618-907) Taoizm, Shangqing okulu şekliyle Çin'de yeniden resmi statü kazandı. [11] Bununla birlikte Shangqing hareketi, 4. yüzyılda, 364 ile 370 arasındaki yıllarda tanrılar ve ruhlar vasıtasıyla Yang Xi'ye iletildiği söylenen bir dizi vahiy üzerinde durarak çok daha erken gelişti. [12]

Yang Xi (楊 羲, 330-c. 386); Teveccüh ve iltifat içeren adıyla Xihe (羲 和) "Shangqing vahiyleri" ile tanınan bir Doğu Jin hanedanı bilgini, hattat ve mistiktir. Bu metinlerin Taoist tanrılar tarafından kendisine yazdırıldığı iddia edilmiştir. Teveccüh içeren adı Xihe ise aynı zamanda mitolojik bir güneş tanrısıdır.

Tüm bunlardan su sonuç çıkıyor, Çin dinlerinde bir tanrı haline gelen Lao Tzu'nun kurduğu Taoizm; Chuang Tzu, Zhang Taoling, Yang Xi ve Shangqing Okulu ile gelişmiş, varlığını sürdürerek yayılma imkanı bulmuştur.

DABBE

Yazan: A.Kara

DABBETÜ'L ARZ (دابّة الأرض)

Dabbe İslam'ın kıyamete dair mitlerinden biridir ve ahir zamanda ortaya çıkacak bir yaratık olarak tasvir edilir. Bir rivayete göre ortaya çıkacağı yer Safa tepesidir. [1] 

Neml suresi 82. ayette ondan şöyle bahsedilir:
"O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize kesin bir bilgiyle inanmadıklarını onlara söyler.
► Veizē vegaal gavlu aleyhim e[k]hracnē lehum dâbbetem-minel-ardi tukellimuhum ennen-nēse kēnû biēyētinē lē yûginûn. [2]

Buna ek olarak Sebe 14'de de Dabbe kelimesinin kullanıldığı görülür fakat buradaki Dabbe, bir  kıyamet alameti değil, Süleyman'ın asasını yiyen yer kurtlarıdır:
“Ne zaman ki Süleyman’a ölümü hükmettik, cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği yere dayandığı asâsını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardı.”
► Felemmē gadaynē aleyhil mevte mē dellehum alē mevtihî illē dâbbetul ardi te’külu minseetehû felemmē [k]harra tebeyyenetil cinnu el lev kēnû yağlemûnel ğaybe mē lebisû fil azēbil muhîn. [3]

Dabbe, hafif yürüyen, debelenen, kımıldayan, ayakları üzerinde yürüyen gibi manalara gelir. Genellikle hayvanlar yada binek hayvanları için kullanılıyor olsa da bu sıfat insanlar için de kullanılabilir. Aslında tam da bu yüzden İslam alimleri arasında Dabbe'ye dair görüş ayrılıkları yaşanır ve net bir fikir ortaya konamaz. Çünkü bazısına göre Dabbe korkunç bir yaratık iken, bazısına göre bir insandır.

Örneğin Rağıb İsfehani'ye göre Dabbe, kıyamet sırasında ortaya çıkacak bir hayvandır. [4]

Elmalılı ise, Ebu Hüreyre'nin Dabbe'yi elinde Musa'nın asası ve Süleyman'ın mührü ile ortaya çıkıp kafir ve müminleri işaretleyeceği hadise dayanarak Dabbetü'l-arz'ın hem maddi hem manevi yönden büyük bir İslam devletini teşkil edeceğini, yani başkaldıran büyük bir zat olacağını söyler. [5]

Said Nursi'ye göre tıpkı Firavun'a musallat olan çekirgeler, Ebrehe'ye musallat olan Ebabil kuşları gibi Dabbetü'l arz'da canavarlaşmış, küfür ve fesada batmış olan insanların akıllarını başlarına getirmesi için Allah tarafından gönderilecek ve insanoğluna musallat olacak bir hayvandır. Fakat Nursi, bunun tek bir hayvan olmadığını çünkü tek bir hayvanın tüm insanlığa musallat olamayacağını söyler. Buradan hareketle Dabbe'nin, Sebe suresi 14.ayette Süleyman'ın asasını yiyen ağaç kurtları olduğunu, insanların kemiklerini de bu asayı kemirdikleri gibi yiyeceklerini, insanın dişinden tırnağına kadar her yerine yerleşeceklerini söyler.
Yani Nursi'ye göre konuşacağı söylenen bu hayvan ağzı ile değil, insanlara yerleşerek onları düşürdüğü hal ile konuşacaktır.
[6]

Gördüğünüz üzre çok farklı görüşler var; Öyle ki Dabbe'nin AİDS hastalığı olduğunu söyleyenler bile bulunmaktaydı. Fakat AİDS ciddi artış gösterip aşırı can kaybına sebep olamayınca bu iddia rafa kaldırıldı ve şuan dünyanın uğraşmakta olduğu Korona virüsünün Dabbe olduğuna yönelik görüşler ortaya atılmaya başlandı. Bu virüs zararsız hale getirildiğinde ve üzerinden birkaç yıl geçtiğinde kıyametin hala kopmadığını gören bu şahıslar Korona ve Dabbe konusundaki iddialarının fos çıktığını görünce nasıl hissedecekler şimdiden merak ediyorum.

Çoğu İslam aliminin üzerinde durduğu fikre göre Dabbe denen yaratığın ortaya çıkma nedeni, hem Allah'ın kendini bildirip tanıtması, "bakın işte, ben varım" demesi hem de Allah diyenlerin sayısının azlığıdır. Dabbe yeraltından çıktıktan sonra artık iman durumunun duraksayacağı, yani kimsenin iman edemeyeceği hatta gerileyeceği, bitip-tükeneceği, İslam'a ait her şeyin tükenme noktasına geleceği, iman kapısı kapandığı için kimsenin imanının kabul olmayacağı görüşü hakimdir.

Buradan hareketle yine İslam'ın teknoloji karşıtlığı öne çıkar. Çünkü onlara göre bunların gerçekleşmesinin, Dabbe'nin çıkıp gelmesinin ve insanların artık iman etmiyor olmasının en büyük nedeni teknolojinin aşırı derecede ilerlemesi, robotlar, tüplerde yetiştirilen bebekler yapılması ve insanların yaratma hevesine kapılacak olmasıdır.
Fakat bunu diyenler enteresan bir şekilde Allah'ın en başından beri tüm bunları, yani teknolojinin aşırı gelişeceğini, insanların ona inanmayı bırakacağını ve sonunda Dabbe'nin ortaya çıkacağını zaten biliyor olması gerektiğini göz ardı ediyorlar. Allah'ın olacak her şeyi bildiği halde buna rağmen her şeyi var edip sonunda da cezalandırması büyük bir mantık hatasıdır. 

Çoğu kez olduğu gibi Kur'an, Dabbe konusunu da üstü kapalı bir şekilde geçiştirmiş, detay veya doyurucu anlatımda bulunmamıştır. Bu yüzden de Dabbe'den kast edilenin ne olduğunu tam olarak anlayabilmek, bu yolda daha açık tanımlamalar elde edebilmek için bazı hadislere ve çoğu kez olduğu gibi Musevi ve Hristiyan teolojisine ait metin ve inanışlara bakmak gerek. Hadislerden başlayalım.

HADİSLERDE DABBETÜ'L-ARZ

Ebu Hüreyre buyurdu ki: "Dâbbetü'l-arz, beraberinde Hz. Musa'nın asası ve Hz. Süleyman'ın mührü olduğu halde çıkar. Asa ile mü'minlerin yüzünü cilalar, mührü de kafirlerin burnuna basar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine (yüzündeki parlaklıktan dolayı) "Ey mü'min!" der, diğeri de (öbürüne, burnundaki mühür damgası sebebiyle): "Ey kafir!"der. (Yani mü'min de kafir de yüzünden tanınır). [7]

İbnu Amr İbnu'l-As anlatıyor: "Resulullah buyurdular ki: "Çıkış itibariyle, kıyamet
alametlerinin ilki güneşin battığı yerden dogması, kuşluk vakti insanlara Dabbetu'l-arz'ın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir." [8] 

"Üç şey vardır ki onlar çıktığı vakit «önceden inanmayan veya îmânıyla bir hayır kazanmayan kimseye, artık îmânı fayda vermez». Bunlar; Güneş’in battığı yerden doğması, Deccâl ve Dâbbetü’l-Arz’dır.” [9]

Bazı hadislere göre Dabbe; deve ayağı gibi dört ayaklı, kuş kanatlı, öküz başlı, fil kulaklı, koç kuyruklu dev bir yaratıktır. [10]

HRİSTİYAN & MUSEVİ TEOLOJİSİ

Hristiyan-Yahudi teoloji ve mitolojisine bakıldığında İslam'daki Dabbe, Deccal gibi ögelerin esin kaynağının neler olduğu görülmektedir.

Daha önce hazırladığım bir video ile Livyatan (Leviathan) adlı dev deniz yaratığı mitolojisini sizlere anlatmıştım. İslam'daki Dabbe'ye benzer şekilde Yahudi & Hristiyan teolojisinde Rahav (Rahab), Canavar ve Ejderha gibi isimlerle anılan çeşitli yaratıklar bulunur.

Livyatan videomda anlatmış olsam da tekrar kısaca değinmekte fayda var. Cinni bir çöl yaratığı olan Behemot ve Rahav ile bağlantılı olan Livyatan'a dair çeşitli görüşler olsa da temelde kötü, şeytani bir varlık olduğu ve tanrının ilerde gerçekleştireceği bir plan için başlangıçta onu yaratıp bekletmekte olduğu açıktır. Tıpkı İslam'daki Dabbe gibi. Çünkü Talmud'da tanrının çift olarak yarattığı Livyatanlardan dişi olanı öldürdüğü yazar [11] fakat erkekten bahsetmediğine göre inanışa göre onu bir amaç için sakladığı düşünülebilir.

Eyüp 3:8'de "Livyatan'ı uyandıracak olanlar" derken;
Vahiy 20:2-3'de "Melek, ejderhayı -o eski yılanı- yakalayıp bin yıl için bağladı. Bin yıl tamamlanıncaya dek ulusları bir daha saptırmasın diye onu dipsiz derinliklere attı, oraya kapayıp girişi mühürledi. Bin yıl geçtikten sonra kısa bir süre için serbest bırakılması gerekiyor." der.
Yani tıpkı İslam'daki Dabbe gibi Livyatan'ın da bir vadi olduğu ve belli bir amaç için beklemekte olduğu açık.

Buna ek olarak Dabbe benzeri diğer yaratıklardan yıkım-dehşet-korku temaları işlenirken nasıl bahsedildiğine bakalım:

Mezmurlar 89.Bab'da Rab'be methiyeler düzülürken şöyle denir:
Mezmurlar, 89:9-10:
Sen kudurmuş denizler üzerinde egemenlik sürer,
Dalgalar kabardıkça onları dindirirsin.
Sen Rahav’ı leş ezer gibi ezdin,
Güçlü kolunla düşmanlarını dağıttın.

Eyüp, 26:11-12:
Göklerin direkleri sarsılır,
Şaşkına dönerler O azarlayınca.
Gücüyle denizi çalkalar,
Ustaca Rahav’ı vurur.

Eyüp, 9:12-13:
Evet, O avını kaparsa, kim O’nu durdurabilir?
Kim O’na, ‘Ne yapıyorsun’ diyebilir?
Tanrı öfkesini dizginlemez,
Rahav’ın yardımcıları bile
O’nun ayağına kapanır.

Yahudi folklorundaki "Denizin Şeytanı", "Suların Ejderhası" gibi sıfatlarla bahsedilen Rahav (רַהַב) adlı yaratık tıpkı Livyatan gibi bir deniz canavarıdır. [17]
Onu Dabbe'ye benzeştiren yanı, tanrının onu zapt ettiği ve dünyanın sonuna doğru bu canavarın tekrar yeryüzüne dönüş yapacak olmasıdır. [18]

Mezmurlar 74:13-14
Gücünle denizi yardın,
Canavarların kafasını sularda parçaladın.
Livyatan’ın başlarını ezdin,
Çölde yaşayanlara onu yem ettin.

Vahiy, 13:11-18'de denizden çıkan Livyatan (Leviathan) adlı canavarın güç ve yetkisini kullanan ve bazı yönleri ile kısmen Deccal özellikleri de taşıyan bir başka yaratıktan bahseder:
[●►Kalın yerler, İslam'daki Deccal anlatısı ile de benzeşen kısımlardır◄●]

Bundan sonra başka bir canavar gördüm. Yerden çıkan bu canavarın kuzu gibi iki boynuzu vardı, ama ejderha gibi ses çıkarıyordu.
İlk canavarın bütün yetkisini onun adına kullanıyor, yeryüzünü ve orada yaşayanları ölümcül yarası iyileşen ilk canavara tapmaya zorluyordu.
İnsanların gözü önünde, gökten yere ateş yağdıracak kadar büyük belirtiler gerçekleştiriyordu.
İlk canavarın adına gerçekleştirmesine izin verilen belirtiler sayesinde, yeryüzünde yaşayanları saptırdı. Onlara kılıçla yaralanan, ama sağ kalan canavarın onuruna bir heykel yapmalarını buyurdu. 
Canavarın heykeline yaşam soluğu vermesi için kendisine güç verildi. Öyle ki, heykel konuşabilsin ve kendisine tapmayan herkesi öldürebilsin.
Küçük büyük, zengin yoksul, özgür köle, herkesin sağ eline ya da alnına bir işaret vurduruyordu.
Öyle ki, bu işareti, yani canavarın adını ya da adını simgeleyen sayıyı taşımayan ne bir şey satın alabilsin, ne de satabilsin.
Bu konu bilgelik gerektirir. Anlayabilen, canavara ait sayıyı hesaplasın. Çünkü bu sayı insanı simgeler. Sayısı 666’dır.

Bunlara ek olarak İslam hadislerindeki Dabbe'yi andıran anlatımlara benzer anlatılara Daniel (Danyal) Kitabı'nda (דניאל) rastlanır:
Denizden birbirinden farklı dört büyük yaratık çıktı. Birinci yaratık aslana benziyordu, kartal kanatları vardı. Ben bakarken kanatları koparıldı, yaratık yerden kaldırıldı, insan gibi ayakları üzerine durduruldu. Ona bir insan yüreği verildi. İkinci yaratık ayıya benziyordu. Bir yanı üzerinde doğrulmuştu. Ağzında, dişleri arasında üç kaburga kemiği vardı. Ona, ’Haydi kalk, yiyebildiğin kadar et ye!’ dediler. Sonra baktım, parsa benzer bir başka yaratık gördüm. Sırtında dört kuş kanadı vardı. Bu yaratığın dört başı vardı ve ona egemenlik verilmişti. [21]

İslam kaynaklarına ve ondan önceki Musevi-Hristiyan teolojisine bakıldığında çoğu zaman olduğu gibi Yahudilerin Babil gibi çevre toplumlardan duyup kendine uyarladığı, türettiği efsaneleri daha sonra Muhammed'in de alarak Kur'an'a ilave ettirmiş olması güçlü bir ihtimaldir. Neticede Yahudi-Hristiyan teolojisine dair birçok konuyu ilan ettiği dinine eklemesi, diğerlerinin onun dinine geçmesini kolaylaştıracaktır.

Tuhaf olan ise Kur'an'da Muhammed'in eşleri ve onlarla ilişkileri hakkında yüzlerce ayet varken kıyamete dair önemli bir tema olan Dabbe'ye dair doğru düzgün, elle tutulur ifade ve anlatımlar bulunmamaktadır.

İSKANDİNAV MİTOSLARINDA EŞCİNSELLİK

Yazan: A.Kara

İSKANDİNAV MİTOSLARINDA EŞCİNSELLİK

"MİTOLOJİLERDE EŞCİNSELLİK" başlıklı videoyu izleyerek çeşitli toplumlarda eşcinselliği dair inanışları, tavrı öğrenebilirsiniz.

İskandinav destan ve efsanelerinde eşcinselliğe dair çeşitli motifler bulunur. Bu konuda yine hiç bilmediğiniz yönü ile önümüze tanrı Loki çıkar.

Çoğu İskandinav tanrısı gibi Loki de dilediğinde cinsiyet değiştirme özelliğine sahipti. Bunu kullanarak hile yapmak için sık sık kadın kılığına girerdi ama bu şekil değiştirmeler sadece şeklen kadın gibi görünmekle kalmıyordu. Aynı zamanda cinsiyetini de değiştiriyordu.

Örneğin bir efsanede Loki kendini kısrağa dönüştürerek Svaðilfari adlı aygır ile birlikte olduktan sonra sekiz bacaklı tay Sleipnir'i doğurur. Evet, erkek olan Loki, dişi hayvan şekline bürünmekle kalmaz aynı zamanda hamile kalıp doğurur.
[Margaret Clunies Ross (1998). Old Norse myths in medieval northern society, 36: 131-140]

Njal Destanında Flosi adlı adama Skarphedinn adlı diğer adamın sarf ettiği sözler önemlidir. Skarphedinn, Flosi'ye "Eğer adamların da dediği gibi seni [goblin] her dokuz gecede bir kadına çevirmiyorsa sen gerçekten de Domuz tepesi goblininin [erkek] sevgilisisin." der.

Yani Skarphedinn, Flosi'yi bir goblinle ilişkiye girmekle suçlayarak onun erkek olmadığını iddia eder. Bununla kalmayan Skarphedinn söylemlerinin devamında kanunda yasak olduğunu söyleyerek onun erkekliğine hakaret eder.

İskandinav şiirlerinde erkek kıyafeti giyen kadın temsilleri daha yaygındır ve kadın kıyafeti giyen erkek temsili görmek zordur. Örneğin bir şiirde (Þrymskviða) erkekliğin temsili olan Thor'un çekicini geri alabilmesi için kadın gibi giyindiğinden bahsedilir. Enteresan olan şiirde Thor'un süslü mücevherler takması gerektiğinin yer almasından çok kadın göğüslerine sahip olduğunun işaret edilmesidir. Thor'a kadınsı bir imaj çizilmiştir. Yani muhtemelen Thor da Loki gibi kılık değiştirmiştir.

Burada Thor isteyerek kadınsı giyinen ve erkeklerle ilişki yaşayan diğer erkekleri eleştirir. Şöyle yazar:

"Ardından güçlü Thor yanıtını verdi: "Eğer kadın kıyafetlerini üzerimde tutup çıkarmazsam tanrılar bana argan* desinler"

"Látum und hánum hrynja lukla ok kvenváðir um kné falla, en á brjósti breiða steina ok hagliga um höfuð typpum. Þá kvað þat Þór, þrúðugr áss: "Mik munu æsir argan* kalla, ef ek bindask læt brúðarlíni!

* Burada kullanılan kelime arg, argan'dır. Kendi isteği ile pasif olarak başka erkeklerle birlikte olan erkek anlamına gelir.

Lokasenna adlı şiirde baba tanrı Odin, Loki'yi sekiz kış boyunca yer altı dünyasında bulunmakla suçlar. Kendini gizlediği için korkak olduğunu söylenir ve korkaklığından dolayı kadına benzetilir ve kadınsı olmakla suçlanır.

Aynı şiirde tanrı Njördr devlerle cinsel ilişkiye girmek ve idrar içmekle suçlanır. Loki şöyle der:

"Kapa çeneni Njördr, buradan doğuya tanrılara bir rehine olarak gönderildin. Hymir'in hizmetçileri seni sidikleyip ağzına işediler."

"Loki kvað: Þegi þú, Njörðr, þú vart austr heðan gíls of sendr at goðum;
Hymis meyjar höfðu þik at hlandtrogi ok þér i munn migu."

BEYAZ KÖLELER VE BERBERİ KORSANLAR

Yazan: A.Kara

BERBERİLERİN BEYAZ KÖLE TİCARETİ

16 ve 19. yüzyıllar arasında gerçekleşen Afrika köle ticareti trajedisi hakkında büyük kınamalar yapılır. Bu süreçte gerek Avrupa gerek İslam ülkeleri Afrikalıları köle olarak satmış, harem, hizmetli ve cinsel haz gibi türlü konularda kullanmıştır. Fakat aynı zamanda, Akdeniz'de eşit derecede Berberi köle ticareti yapılıyordu. 1,25 milyon kadar Avrupalının Berberi korsanlar tarafından köleleştirildiği ve hayatlarının aynı kaderi paylaştıkları Afrikalı köleler kadar acınası olduğu tahmin edilir. Öyle ki bir dönem Berberlerin beyaz köleleri olarak biliniyorlardı.

Kölelik insanoğlunun bildiği en eski ticaretlerden biridir. Bunun kayıtları ilk olarak MÖ 18. yüzyıl Babil'inde, Hammurabi Kanunlarında görülür. Geçmişte neredeyse her kültürden, medeniyetten ve dinden topluluk, diğer insanları kendi kölelerini yapmış veya satmıştır. Bununla birlikte şu anda Fas, Cezayir, Tunus olarak bilinen yerde dönem Avrupalılarının Berberi kıyısı olarak adlandırdığı kıyı boyunca korsanlar tarafından Berberi köle ticareti yapılıyordu fakat nispeten az ilgi görüyordu. MS 1600'lerden itibaren Akdeniz'de seyahat eden herkesin korsanlar tarafından yakalanma, Berberi Sahil kentlerine götürülme ve köle olarak satılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını unutmamak gerek.

Gemilere ve denizcilere saldırmakla yetinmeyen korsanlar bazen İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz, İngiltere, İrlanda hatta Hollanda ve İzlanda kadar uzaktaki kıyı yerleşimlerine baskın düzenlerdi. Kurbanlarını yakalamak için karanlıkta sürünerek köylere, korunmasız kıyılara inerlerdi. İrlanda'nın Baltimore köyünün hemen hemen tüm sakinleri 1631'de bu şekilde ele geçirildi. Bu tehdit sonucunda halk korktu, kendini ve ailesini korumak istedi. Böylece Akdeniz'deki çok sayıda kıyı kenti 19. yüzyıla kadar sakinleri tarafından neredeyse tamamen terk edildi.

İrlanda’nın güneybatı kıyısındaki Baltimore sahil köyüne yapılan baskın, Berberi korsanları tarafından gerçekleştirilen en korkunç eylemlerden biridir. 20 Haziran 1631 günü saat 02:00'de tüfekler, demir çubuklar ve yanan odun sopalarıyla silahlanmış 200'den fazla korsan sessizce Baltimore kıyısına dağılır, ana köydeki kulübelerin ön kapılarında ve içerideki evlerde bekler. Sinyal verilince eş zamanlı olarak evlere hücum eder, uyuyanları yataklarında yakalayarak çekip çıkarırlar. Toplam 107 erkek, kadın ve çocuk gemilere sürüklenir ve Cezayir'e geri dönüş yolculuğu başlar.

Cezayir'e varınca yakalanan Baltimore halkı zincirlenmiş ve neredeyse tamamen çıplak şekilde potansiyel alıcılarına sergilenmeden önce köle bölmelerine götürülür. Yaygın olarak erkekler işçi, kadınlar cariye olarak kullanılırken, çocuklar genellikle Müslüman olarak yetiştirilir ve sonunda Osmanlı ordusu içindeki köle birliklerinin bir parçasını oluştururdu.

Şimdi lütfen bunu duyunca yine "Sen Osmanlı düşmanısın" diye çığırtkanlık yapmayın. Gereği yok. Çoğu padişahın hareminde siyahi cariyeler vardı, herhalde bunlar bahçede yetişmedi değil mi?
Osmanlı hepimizin geçmişidir fakat ben onları ilahlaştırmak yerine hataları ne ise anlatıyorum. Hiçbir imparatorluğa tanrısal kimlik yüklenmemesi gerektiğini biliyorum, bazılarınız bu mantıktan çok uzak.

Konumuza devam edelim. 13 ve 14. yüzyıllarda denizlere hakim olan ve Berber köle tüccarları için tehdit oluşturanlar başta Katalonya ve Sicilyalı Hristiyan korsanlardı. Fakat ironik olan şu ki Hristiyan korsanlar da köle ticareti yapıyorlardı.

Avrupalı korsanlar MS 1600 civarında gelişmiş yelken ve gemi inşa tekniklerini Berber kıyılarına getirince Berber korsanların faaliyetlerini Atlantik Okyanusu'na doğru genişletmelerine olanak tanımış oldular. Böylece Berberlerin köle toplama amaçlı baskınları 17. yüzyılın başlarından ortalarına kadar zirveye ulaştı.

Berberi köle tacirleri genellikle beyaz Hristiyanları yakalayan Müslüman korsanlar olarak tasvir edilse de bu her zaman doğru değildir. Çünkü istisnalar dışında korsanlar yakaladıkları kişilerin ırkı veya dini yönelimleri ile ilgilenmiyorlardı. Bu yüzden Berberlerin sattığı köleler siyahi veya beyaz, Katolik, Protestan, Ortodoks, Yahudi veya Müslüman da bulunabilir. Zaten sadece Müslümanlar korsan değildi. İngiliz korsanlar ve Hollandalı kaptanlar dostların bir kalem darbesiyle düşman olabileceği bir çağda yaşıyorlardı ve bağlılıklarını istismar ediyorlardı.

"Hıristiyan Köleler, Müslüman Sahipler: Akdeniz'de, Berber Kıyısı ve İtalya'da Beyaz Köleliği" kitabının yazarı, tarihçi Robert Davis şöyle der:
"Hem halkın hem de birçok akademisyenin kabul etme eğiliminde olduğu şeylerden biri köleliğin doğası gereği her zaman ırksal olduğudur. Ancak bu doğru değildir."

Davis ayrıca beyaz köle ticaretinin en aza indirildiğini veya göz ardı edildiğini çünkü akademisyenlerin Avrupalıları kurban olarak değil de kötü sömürgeciler olarak görmeyi tercih ettiğini söyler.

Peki Berberi korsanlar tarafından ele geçirilen kölelere ne oluyordu? Korkunç bir gelecekle karşı karşıya kalıyorlardı. Birçoğu Kuzey Afrika'ya gerçekleştirilen uzun yolculuklar sırasında hastalık ya da yiyecek ve su eksikliği nedeniyle ölüyordu. Hayatta kalanlar saatlerce ayakta bekleyecekleri köle pazarlarına götürülürken, alıcılar onları müzayedede satılmadan önce kontrolden geçirirdi. Geceleri ise genellikle sıcak ve aşırı kalabalık olan bagnios adı verilen hapishanelere konurlardı.

Bununla birlikte bir Berberi kölesi için en kötü kader muhtemelen gemi kürekleri görevine verilmesiydi. Kürekçiler oturdukları yerde zincirlenir ve asla ayrılmalarına izin verilmezdi. Yani oracıkta uyur, yemek yer, tuvaletlerini yaparlardı. Gözetmenler ise yeterince sıkı çalışmadıkları düşünülen kölelerin çıplak sırtlarını kırbaçlarlardı. Yani filmlerde gördüğümüz bu sahneler aslında gerçek tarihin ta kendisidir.

Gelişmiş Berberi gemilerinden daha güçlü Avrupalı donanmalar bu korsanlar üzerinde baskı kurdukça 17. yüzyılın ikinci yarısında korsanlık faaliyetleri azalmaya başladı. Bununla birlikte 19. yüzyılın ilk yıllarına kadar Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Avrupa ülkeleri Berberi korsanlarına karşı daha hararetli bir şekilde savaşmaya başladı.

Cezayir 19. yüzyılın başlarında Fransızlar, İspanyollar ve Amerikalılar tarafından sık sık bombalandı. Sonunda 1816'da Cezayir'e yapılan bir Anglo-Hollandalı baskının ardından korsanlar Avrupalı olmayanların köle ticaretinin devam etmesine izin verilen fakat Hristiyanların köleleştirilmesini hariç tutan şartları kabul etmek zorunda kaldılar. Yani bu anlaşma ile Berber korsanlara "Hristiyanları köleleştirmeyin de ne yaparsanız yapın" dediler.

1824'te Cezayir'e başka bir İngiliz saldırısı gerçekleşene ve 1830'da Cezayir'i sömürge yönetimi altına alan Fransız işgaline kadar ara-ara benzer olaylar yaşanmaya devam etti. Benzer şekilde Tunus 1881'de Fransa tarafından işgal edildi. İlerleyen süreçte Avrupa hükümetleri köle ticaretini yasaklayınca Berberi kıyılarındaki bu durum nihayet son bulmuş oldu.