"MİTOLOJİLERDE EŞCİNSELLİK"
başlıklı videoyu izleyerek çeşitli toplumlarda eşcinselliği dair
inanışları, tavrı öğrenebilirsiniz.
Mısır mitolojisinde eşcinselliğe dair farklı yönler görülür. Mevcut kaynaklarda
ve mitolojilerde erkekler arasındaki eşcinsel ilişki boyun eğdirici bir tutum
olarak tasvir edilir ve bu tür davranışlarda bulunanlar efemine olarak kabul
edilirdi. Ayrıca baskın gelmenin veya itaatkar olmanın, boyun eğmenin göstergesi
olarak görülüyordu. [1][2]
Bu yüzden mevcut tasvirlerde hakimiyet ve
güç eylemi olarak yansıtıldığı, utanç verici bir durum olduğu yansıtılır.
Akdeniz bölgesindeki yaygın görüş bu yöndedir.
Bir örnek vermek
gerekirse gök tanrısı Horus ile çölün yıkıcı tanrısı Seth arasındaki mücadele
sırasında, Set üstünlüğünü gösterip Horus'u aşağılamak için onun kalçalarına
iltifat eder, bununla da kalmaz ona cinsel yoldan zorla sahip olmak için planlar
yapar. Sarhoş ettiği Horus sızıp kalınca Seth tüm gece onunla birlikte yatarak
amacını gerçekleştirir. Bu hareketi ile rakibini yendiğini düşünür. Fakat
aslında Horus'un sarhoşluğu bir hiledir, Set boşaldığı sırada Horus onun
menisini avcunda toplayarak saklar. [3]
Ertesi sabah annesi Isis'e
koşan Horus ona yaptığını anlatır. Öfke içindeki Isis oğlu Horus'a sperm akıtıp
bunu Set'e yedirmesini ister. Annesinin tavsiye ve yöntemine kulak veren Horus
intikam almak ve hakimiyet kurmak için spermini Set'in en sevdiği yemek olan
marulun üzerine bulaştırır. Öte yandan Set'in spermlerini nehre atar, böylece
Set tarafından döllenmiş olduğu söylenemeyecektir.
Marulu yiyen Set,
Mısır'ın egemenliği konusundaki tartışmayı çözüme kavuşturmak için tanrılara
başvurur. Tanrılar Set ve Horus'un bedenindeki spermleri incelerler. Set'in
Horus üzerindeki hakimiyetini dinledikten sonra spermleri dışarı çağırırlar
ancak hepsi nehirdedir. Horus'un Set üzerindeki hakimiyeti için spermler dışarı
çağrıldığında Set'in içinden cevap gelir. Böylece Horus ona boyun eğdirmiş olur.
[4]
Tabi bu olayı farklı yorumlayanlar da olmuştu. Bazı yazar ve
araştırmacılar Horus ve Set arasındaki bu ilişkilerin uygunsuz bile olsa kendi
istekleri ile gerçekleştiğini, Horus'un menisini yiyen Set'in Thoth'un ay
diskini doğurması gibi olumlu sonuçları olduğunu iddia eder. [5]
Kültürümüze
yerleşmiş ve küfürlerimizde erkeklerin kavga ederken birbirlerine söylediği
cinsel içerikli küfür antik Mısır'daki inanışla paralel görünmekte. Yani Set ile
Horus arasındaki yaşananlarda gördüğümüz eski Mısır'daki bu aşağılama, galip
gelme sembolü bir şekilde Mısır'dan bizim kültürümüze yerleşmiş olabilir. Bu
transferin Araplar aracılığı ile gerçekleşmiş olması muhtemeldir.
KAYNAKLAR
Clarke W M. (1978). A Theology of Friendship. 106(3):381-96.
Stephen Omer Murray, Will Roscoe (1997). Islamic homosexualities: culture,
history, and literature, p. 61.
George E. Haggerty (2000). Gay histories and cultures: an encyclopedia, p.
423.
Richard Parkinson: Homosexual Desire and Middle Kingdom Literature. In:
The Journal of Egyptian Archaeology (JEA), vol. 81, 1995, pp. 57-76.
Bruce L. Gerig. "Homosexuality in Ancient Egypt". The Epistle: A Web
Magazine for Christian Gay, Lesbian, Bisexual & Transgender People.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Venüs gezegenine geçmişteki sayısız uygarlık tarafından tapılmış, ona türlü
anlamlar, sıfatlar yüklenmiş, haliyle bunlar da efsaneleri oluşturmuştur. İşte
bu efsaneler de bir süre sonra din halini almış ve kültüre yerleşmiştir. Dinde
yer edinen bu efsanelerden biri de düşmüş melek Lucifer'dır.
Aslında Lucifer, Venüs ile ilişkilidir.
Venüs'ün hem kendisi hem de yörüngesi güneşe daha yakındır. Bu yüzden dünya
gözüyle onu sadece güneş doğmadan yada batmadan önce görürüz. İşte bu durum
eski toplulukların ilgisini çekmiş ve onu tanrı-tanrıça yada melek gibi
mistik ögelerle ilişkilendirmişlerdir. Bu alışıldık bir durumdur çünkü
neredeyse hemen her dinin temelinde ışığa tapınma yatar. O halde Güneş
batarken yada doğarken gözle görülebilen bir başka ışık kaynağı olan Venüs
gezegeni de ilahlaştırılmadan bırakılmayacak, dahası onun güneşten önce ve
sonra doğuşunda ve diğer ışık kaynaklarına kıyasla sahip olduğu boyutta
anlamlar aranacaktır.
Tıpkı aydınlık olan "Gündüz'e" Dyeus-pat(h)er yani "baba tanrı" denmesi yada en
büyük ışık kaynağı olan Güneş'in İsa ile ilişkilendirilmesi gibi. Hristiyanlıktaki İsa en büyük ışık kaynağı iken, ona oranla daha az ışık saçan kaynaklar meleklere dönüşmüştür, tıpkı Lucifer gibi.
Nasıl ki Sümer, Babil, Mısır gibi birçok toplumda en güçlü ışık kaynağı olan
Güneş baş tanrı oluyor ve daha az ışık saçan Ay, Venüs ve Yıldızlar alt kademe
tanrılar yada mistik yaratıklar halini alıyorsa İbrahimi mitolojide de durum
aynıdır. Bu düşmüş melek motifi 2. Hanok (Enoch) 29:3-4'te ve diğer bazı bölümlerinde de karşımıza çıkar.
Latincede Venüs gezegeninin sabah saatlerindeki durumu için kullanılmış
isimlerden biri Lucifer'dır. [1]
Latincede Lux, lucis "ışık" demektir, İngilizceye "light" olarak geçmiştir.
Ferre ise "taşımak" anlamına gelir. Dolayısıyla Lucifer ismi Lux ve ferre
kelimelerinin birleşiminden türetilmiştir ve "ışık getiren" anlamına gelir.
[2][3] Tıpkı Prometheus gibi.
Venüs'e "ışık getiren", "ışık taşıyan" denmesinin nedeni ise belirttiğim üzere
sabah güneş doğmadan önce ufuğun az yukarısında görünmesi, dolayısı ile
gündoğumunun habercisi olmasıdır. İşte Venüs'e verilen bu Lucifer ismiyle
kastedilen şey, Venüs'ün gündüzü yani ışığı tutup getiriyor olmasıdır.
Venüs için kullanılan bu "ışık getiren" ismi daha sonra Hristiyanlarca şeytanı
yada onun oğlunu tasvir etmekte kullanılmıştır. Çünkü Venüs'ün yörünge
periyodundan kaynaklanan gökyüzündeki benzersiz hareketleri ve kesintili
görünümleri nedeniyle onu çevreleyen mitolojiler genellikle cennetten
(gökyüzünden) dünyaya veya yeraltına düşüşü içeriyordu. Tıpkı Sümer
mitolojisindeki tanrıça İnanna'nın gökten düşmesi yada ilk Sümer
hanedanlığının 13. kralı Etana'nın efsaneleri gibi. [14][15][16][17][18]
Peki Venüs'ün yörünge periyodu ile bu düşüş mitlerinin ne ilgisi var? Çünkü
Venüs hareketlerinden-yörüngesinden dolayı hiçbir zaman güneş kadar yüksekte
görünemez. Güneşten hemen önce veya sonra belirmesinin dışında, güneşe göre
çok daha aşağılarda görünüyor olması da onun cennetten düşme motifleri ile
ilişkilendirilmesine neden olmuştur.
Venüs'ün özellikle sabah görünümü Greko-Romen medeniyetinde kişileştirilip
bir tanrı olarak kabul edilmiş ve elinde meşale taşıyan bir erkek figürü ile
temsil edilmişti. [9]
Venüs'ün Yunanca adları da Latinceye benzer anlamlara sahipti: "Işık
getiren" anlamındaki Phosphoro(u)s ve "şafak getiren" yani Hesperus (Heosphoros). [1]
Hatta bazı mitoslarda Aurora'nın yani Şafağın oğlu, Ceyx'in babası
olarak kabul edilmişti. [10][21]
Zaten Lucifer'ın annesi Aurora, şafağın tanrıçaları olan Hinduizm'deki Uşas
(Ushas), Litvanya'daki Ausrin (Aušrinė), ve Yunandaki Eos ile soydaştır.
Bunların dördü de İlk Hint Avrupa toplumlarında "şafak" anlamına gelen
"hewsṓs" [22] teriminden türemiştir. Bu terim daha sonraları "Ausṓs"a
dönüşmüştür. Ausṓs ise İlk Alman toplumlarında "Austrō", Geç Alman
toplumlarında "Ōstara" ve eski İngilizcedeki Ēostre / Ēastre
terimlerini doğurmuştur. [23]
Romalı şair Gaius Valerius Catullus Venüs'ün akşam görünümü için
Luficer'a benzer bir isim olan "Noctifer" (Night-Bringer) yani "Gece
getiren'i kullanmıştır. [11]
Venüs'ün şafağın oğlu olarak görülmesine benzer şekilde Arap mitolojisindeki
tanrı Efdar, Aşera ve El'in oğulları olan genç prensler Saḥar (Šhr) [Seher] ve
Salim'in (Šlm) erkek kardeşidir (fakat bazen kadındır). [12] Sahar ise
Mezopotamya rahiplerinin Ay için kullandıkları, uyanık anlamına gelen bir
terimdi. [13]
Tevrat'ta Yeşaya (İşaya) 14: 12-15'de cennetten kovulduğu ve düştüğü söylenen
parlak yıldız, Latince'de "Gün Yıldızı" ya da "Sabah Yıldızı" denen
Lucifer'dır. Yani Venüs. [7][8]
Yeşaya (İşaya) 14:12-15:
12) Ey parlak yıldız, seherin oğlu,
Göklerden nasıl da düştün!
Ey ulusları ezip geçen,
Nasıl da yere yıkıldın!
13) İçinden, “Göklere çıkacağım” dedin,
“Tahtımı Tanrı’nın yıldızlarından daha yükseğe koyacağım;
İlahların toplandığı dağda,
Safon’un doruğunda oturacağım.
14) Bulutların üstüne çıkacak,
Kendimi Yüceler Yücesi’yle eşit kılacağım.”
15) Ancak ölüler diyarına,
Ölüm çukurunun dibine
İndirilmiş bulunuyorsun.
Bu metinlerde Yahudi peygamberi Yeşaya tarafından Babil kralının kınandığı ve
ondan הֵילֵל בֶּן-שָׁחַר Helel ben Shachar yani İbranice "parlayan biri,
sabahın oğlu" olarak bahsedildiği söylenir. [25] Bu da הילל בן שחר Hêlêl
ben Šāḥar'dır, yani sabah yıldızı Venüs'e atıftır. [26][27][28][29]
Fakat bu metinler aynı zamanda düşmüş melek efsanesinin doğuşunda da rol
oynamıştır. [30] Bu efsaneye göre Lucifer, tanrının Safon dağındaki tahtına
sahip olmaya çalışır. Rab onu cezalandırarak gökyüzünden yani cennetten kovar.
Bu inanış sadece Yahudilerde yoktu. Örneğin; İslam öncesi Arapların inandığı
tanrılardan biri olan Efdar (Attar, Aştar) ölüp yeraltı dünyasına giden
Baal'ın, tanrıların dağı Safon'da bulunan tahtını ele geçirmeyi denemiş,
vasıfları yetmeyince yani bedeni taht'a uymayınca bu girişiminden vazgeçerek
cenneti terk edip dünyaya, yeryüzüne dönmüştü [19][20] [Tıklayarak Efdar kültüne ilişkin hazırladığım videoyu izleyebilirsin].
Bir de Hezekiel'e bakalım.
Hezekiel 28:11-19:"...güzellerin ve bilgelerin en
mükemmeliydin. Eden'de, Tanrı'nın bahçesindeydin. Giysilerin hep güzel
taşlarla –yakut, zümrüt, ay taşı, beril, onix, safir, turkuazla- ve altın
işlemelerle süslüydü. Bunlar sana sen yaratıldığın gün verildi. Seni
kudretinle ve gücünle bekçim yaptım. Tanrının kutsal dağına gidebiliyor ve
ateş tarlalarında yürüyebiliyordun. Yaptıklarından tamamen muaf tutulurdun
ta ki için kötülükle dolana dek. Bu varlık içinde bile daha büyük şiddet
yarattın vegünahkar oldun.Senitanrının dağından men ettimve seni
bekçilik ettiğin ateş tarlalarındansürgün ettim.Güzelliğin yüzünden için
kibirle doldu ve bilgeliğini kendi ünün için harcadın.Seni içine hapsettiğim ateşle beraber dünyaya attım.Seni takip edenlerle beraber sonunuz ateşler içinde küle dönecek. Çok
feci bir sona geldin."
Peki nasıl oldu da ışık için kullanılan Lucifer terimi şeytan için kullanılır
hale geldi?
Cevabı kullanım alanlarında yatmakta.
2.Petrus 1:19'un Latince metninde (Yeni Ahit) şeytanla ilgisi olmadığı halde
Lucifer kelimesinin kullanıldığı görülür:
Vulgata (Latince İncil)
Et habemus firmiorem propheticum sermonem: cui benefacitis attendentes quasi lucernæ lucenti in caliginoso donec dies elucescat, et lucifer oriatur in cordibus vestris:
Türkçe çevirisi:
"Peygamberlerin sözleri bizim için daha büyük kesinlik kazandı. Gün
ağarıp sabah yıldızı yüreklerinizde doğuncaya dek, karanlık yerde ışık
saçan çıraya benzeyen bu sözlere kulak verirseniz, iyi edersiniz."
Kral James İncili'nde, Kitab-ı Mukaddes'in Latince çevirisi Vulgata'da,
şeytanla ilgisi olmayan bu ve benzeri birçok metinde Lucifer kelimesinin "Gün
Yıldızı" kelimesinin yani Venüs'ün yerine kullanılması ve Yeşaya 14'deki
anlatılar Lucifer ismini şeytanı tasvir etmek için kullanılan bir sözcük
haline getirdi ve düşmüş melek mitinin doğumunda rol oynadı. [24]
Kohler, Kaufmann (2006). Heaven and Hell in Comparative Religion with
Special Reference to Dante's Divine Comedy. Whitefish, Montana: Kessinger
Publishing. pp. 4–5
Lewis, Charlton T.; Short, Charles. "A Latin Dictionary"
Dixon-Kennedy, Mike (1998). Encyclopedia of Greco-Roman Mythology. Santa
Barbara, California: ABC-CLIO. p. 193
Smith, William (1878). "Lucifer". A Smaller Classical Dictionary of
Biography, Mythology, and Geography. New York City: Harper. p. 235.
Catullus 62.8
Jacques Ryckmans, Die Altsüdarabische Religion, (siehe Lit.), S. 111
Teixidor, Javier (1979), The Pantheon of Palmyra p.44
Gary V. Smith (30 August 2007). Isaiah 1–30. B&H Publishing Group. pp.
314–315
Marvin Alan Sweeney (1996). Isaiah 1–39. Eerdmans. p. 238
Cooley, Jeffrey L. (2008). "Inana and Šukaletuda: A Sumerian Astral Myth".
KASKAL. 5: 161–172
Black, Jeremy; Green, Anthony (1992). Gods, Demons and Symbols of Ancient
Mesopotamia: An Illustrated Dictionary. The British Museum Press. pp.
108–109
Nemet-Nejat, Karen Rhea (1998). Daily Life in Ancient Mesopotamia. Santa
Barbara, California: Greenwood Publishing Group. p. 203
Day, John (2002). Yahweh and the gods and goddesses of Canaan. pp.
172–173.
Boyd, Gregory A. (1997). God at War: The Bible & Spiritual Conflict.
pp. 159–160
Auffarth, Christoph; Stuckenbruck, Loren T., eds. (2004). The Fall of the
Angels
R. S. P. Beekes, Etymological Dictionary of Greek, Brill, 2009, p. 492
Mallory, J. P.; Adams, D. Q. (2006). The Oxford Introduction to
Proto-Indo-European and the Proto-Indo-European World. p. 432
Strong's Concordance, H1966
Dunn, James D. G.; Rogerson, John William (2003). Eerdmans Commentary on
the Bible. p. 511
"ASTRONOMY – Helel, Son of the Morning.". The unedited full-text of the
1906 Jewish Encyclopedia
Wilken, Robert (2007). Isaiah: Interpreted by Early Christian and Medieval
Commentators. p. 171
Herzog, Schaff- (1909). Samuel MacAuley Jackson; Charles Colebrook
Sherman; George William Gilmore (eds.). The New Schaff-Herzog Encyclopedia
of Religious Thought: Chamier-Draendorf (Volume 3 ed.). USA: Funk &
Wagnalls Co. p. 400. Heylel (Isa. xiv. 12), the "day star, fallen from
heaven," is interesting as an early instance of what, especially in
pseudepigraphic literature, became a dominant conception, that of fallen
angels."
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
(Prof. Alicia R. Vestresca Miller'ın Araştırma ve Görüşleri)
Bozkırlarda yaşayan İskitler (Sakalar) için bunların bir kısmının yeni topraklar ve yaşam alanları için at sırtında yol alarak çok uzaklara seyahat ettikleri anlatılır. Fakat görülüyor ki bir çoğu göç etmeyerek doğup büyüdükleri, hazırda bulundukları topraklara yerleşmişlerdi. Hep göçebe, at sırtında çadır kurarak gezen savaşçılar olarak görülüyorlardı.
İskitler MÖ 700 ila 200 civarında antik Pontus bozkırından yani güney Sibirya'dan yola çıktılar ve Karadeniz ile Çin arasındaki bölgelere hakim oldular.
MÖ 5. yüzyılda yaşamış Yunan tarihçi Herodot, İskitler için şöyle diyordu: "İskitler Herakles'in oğlundan ve melez bir yılan-kadından türemiştir."
Michigan Üniversitesi'nden Profesör Alicia R. Vetresca Miller'ın, PLOS ONE adlı akademik dergide bir makalesi yayınlandı. Bu makalede İskit halkının sanıldığından daha karmaşık ve yerleşik hayat sürdüğünü öne sürüyor.
Bu çalışmasının amacı İskitlerin "beslenme düzeni ve hareketliliği" ile ilgili sırları ortaya çıkarmaktı. Bu makalede, bir araştırma ekibinin Ukrayna'daki İskit mezarlarından çıkarılan insan dişleri ve kemiklerinden karbon, nitrojen, oksijen ve stronsiyumun karmaşık izotopik analizi yapmasını sağladı. Çalışmanın sonuçları İskitlerin at binen, uzun mesafeler kat eden göçebe savaşçılar olduğu şeklindeki yaygın görüşü doğruluyor olsa da diğer yandan çoğunun "yaşamları boyunca uzun mesafeler kat etmediğini" söylüyor.
İskitlerin Ukrayna ve çevresindeki kalıntılarının konumunu gösteren harita. (Miller / PLOS ONE)
Hayatın pek çok alanında olduğu gibi herhangi bir gerçek ortaya çıktığında yada buna dair senaryolar öne sürüldüğünde insanlar o konuya hazırdaki algılarıyla bakar, görmek istemezler.
İskitlerin popülasyonları için geçerli olan durum da aynen böyledir. İskitlerin büyük ölçüde göçebe bir savaşçı kültür olduğuna inanılıyor olsa da yapılan kazıların bulguları İskitlerin kültürel açıdan çok daha çeşitli bir grup olduğu, çoğunlukla "tarıma bağlı, sabit yaşamlar sürdüğünü" gösteriyor.
Bu konuya dair çalışmanın yazarları, arkeologların yeni bulgularının, çoğu toplumun yada toplumun tamamının uzun mesafeler kat etmediğini ve bu durumun İskit tarihini değiştirebileceğini söylüyorlar. Ayrıca araştırmacılara göre Saka'ların gıda maddelerinin çoğunluğu yerleşim yerlerinde kurdukları düzenden geliyordu. Karma ekonomik sistemde yaşıyor, darı yetiştiriyor ve hayvancılık yapıyorlardı.
Tabi yaygın şekilde "savaşçı" olarak tanımlanan bir kültürün çiftçi olarak tanımlanması, onların daha az savaştığı, at binip kılıç-yay kuşanmadığı anlamına gelmez. Onlar sert insanlardı. Tarımsal yaşam tarzının antik dünyadaki savaş kültüründen daha kolay olduğunu zannetmeyin sakın. Her gün ve gece, genellikle haftalarca dinlenmeden çalışan İskitlerin aynı zamanda birkaç cephede düşmanla savaşması gerekiyordu. Çünkü rakip boylar-kabileler geceleri birbirlerinin çiftliklerine saldır düzenliyorlardı; ki çiftliğin yok olması birçok insan için ölümün habercisiydi.
"Yanan biri" anlamına gelen Seraf'tan İncil'in Kral James versiyonunda Serafim
şeklinde bahsedilir. Arapçadaki karşılığı مشرفين musharifin'dir. En yüce
meleklerdendir. Eski Yahudi kaynaklarında göksel varlıklar (melekler)
olarak geçerler. Bu varlıklar daha sonra Musevilik, Hristiyanlık ve İslam'da da
rol oynamışlardır. [1] "Seraf " İbranicedeki çoğulu olan "Serafim"den
türetilmiştir. Halbuki İbranicedeki tekili "śārāf (שָׂרָף)"tır. [2]
Hristiyanlık
Serafları'ı melek sıralamasında en yüksek seviyeye koyarken, 12. yy'da yaşamış
olan Sefaradi Yahudisi, filozof, başhaham, Talmud bilgini ve çoğaltıcısı Musa
bin Meymūn (30 Mart 1135 – 13 Aralık 1204) Musevilikteki melek hiyerarşisinde 10
melek statüsünün yer aldığı Musevi melek hiyerarşisinde onları beşinci sıraya
koymuştur. [3][4][5]
Yeşaya Kitabındaki bir bölüm bu terim hakkında oldukça farklı bir anlatıya
sahiptir. Onları tanrı'nın tahtı etrafında uçan altı kanatlı varlıklar olarak
tanımlar.
Yeşaya 6: 1-7:
Kral Uzziya’nın öldüğü yıl yüce ve görkemli Rab’bi gördüm; tahtta
oturuyordu, giysisinin etekleri tapınağı dolduruyordu. Üzerinde Seraflar
duruyordu; her birinin altı kanadı vardı; ikisiyle yüzlerini, ikisiyle
ayaklarını örtüyor, öbür ikisiyle de uçuyorlardı.
“Vay başıma! Mahvoldum” dedim, “Çünkü dudakları kirli bir adamım,
dudakları kirli bir halkın arasında yaşıyorum. Buna karşın Kral’ı, Her
Şeye Egemen RAB’bi gözlerimle gördüm.”
Seraflar’dan biri bana doğru uçtu, elinde sunaktan maşayla aldığı bir kor
vardı; onunla ağzıma dokunarak, “İşte bu kor dudaklarına değdi, suçun
silindi, günahın bağışlandı” dedi.
Gördüğünüz üzere bu metinler "Seraflar"ı, Tanrı'nın işlerini yapmak konusunda
tutkulu olan kanatlı göksel varlıklar olarak tanımlar. [8] Fakat metindeki bu
ifadelere rağmen Tevrat'ta yüksek melekler statüsünün bulunmadığını ve bu
durumun yalnızca De Coelesti Hierarchia veya Summa Theologiae gibi sonraki
kaynaklarda ortaya çıktığını ve ilahi elçilerin bir bölümü olarak kabul
edildiğini iddia eden bir İbrani bilgin de olmuştur. [9]
Seraflar'dan Hanok (Enoch) Kitabı'nda ve Vahiy Kitabı'nda da göksel varlıklar olarak
bahsedilir. MÖ 2. yüzyıla tarihlenen Hanok Kitabı'nda [10] Tanrı'nın tahtına
en yakın duran göksel yaratıklar olarak Kerub'lardan (çoğulu Kerubim yada
Keruvim) bahsedilen bölümde Seraflar yani yüksek meleklerden de birlikte
bahsedilir. Buradaki Keruvim'ler İslam'a Kerubiyyun melekleri olarak
geçmişlerdir. [20] İslami teolojide bazen cennetin 6. katında bazen ise
Allah'ın tahtının yanında bulunan melekler olarak tanımlanırlar.
İncil dışı kaynaklarda bazen Akyəst olarak adlandırılırlar. Eritre ve Kuzey
Etiyopya'da konuşulmuş eski bir Sami dili olan Geez (Ge'ez) dilinde
"yılanlar", "ejderhalar" anlamına geldiği gibi cehennem için kullanılan
alternatif bir terimdir. [11][12][13]
Kenan'da yüksek melekleri sergilemek için kullanılan motiflerin orijinal
kaynaklarının antik Mısır'daki Uraeus ikonografisine dayandığı konusunda
fikir birliği vardır. [6]
Seraf, Serafim kelimesi İşaya Kitabında dört kez geçmektedir (6: 2–6, 14:29,
30: 6). Fakat enteresan olan şudur ki İşaya 6: 2–6'da bir tür göksel varlığı
veya meleği tanımlamak için kullanılan bu kelimenin diğer kullanımları
yılanlarla ilgilidir, yılanlara atıfta bulunur. [7]
Dolayısı ile yılan = "melek"tir. Bazen düşmüş melek efsanelerinin etkisi ile şeytan-iblis ile ilişkilendirilmiştir. Bunun örneklerinden biri Şeytan'ın cennette, Aden bahçesinde Adem ve Havva'ya yılan kılığında görünmesi efsanesidir.
Hanok'un İkinci Kitabında Seraf ve Kerub meleklerin yanında iki göksel varlık
sınıfından daha bahsedilir. Bunlar feniks ve chalkydri'dir (khalkýdrai). Her
ikisi de 4. veya 6. cennette bulunan, on iki kanadı olan, gün doğumunda şarkı
söyleyen, "güneşin uçan ögeleri" olarak tanımlanır. [14]
Yeşaya'da 6 kanatlı Seraflar'ın tanrının üstünde durduğu söyleniyordu. Vahiy
kitabında bahsedilen 6 kanatlı melekler ise tanrının tahtının çevresinde
bulunmaktadır ve kanatları gözlerle kaplıdır.
Vahiy Kitabı 4: 4-8:
Tahtın çevresinde yirmi dört ayrı taht vardı. Bu tahtlara başlarında
altın taçlar olan, beyaz giysilere bürünmüş yirmi dört ihtiyar
oturmuştu. 5 Tahttan şimşekler çakıyor, uğultular, gök gürlemeleri
işitiliyordu. Tahtın önünde alev alev yanan yedi meşale vardı. Bunlar
Tanrı’nın yedi ruhudur. 6 Tahtın önünde billur gibi, sanki camdan bir
deniz vardı. Tahtın ortasında ve çevresinde, önü ve arkası gözlerle
kaplı dört yaratık duruyordu. 7 Birinci yaratık aslana, ikincisi danaya
benziyordu. Üçüncü yaratığın yüzü insan yüzü gibiydi. Dördüncü yaratık
uçan bir kartalı andırıyordu. 8 Dört yaratığın her birinin altışar
kanadı vardı. Yaratıkların her yanı, kanatlarının alt tarafı bile
gözlerle kaplıydı. Gece gündüz durup dinlenmeden şöyle diyorlar:
“Kutsal, kutsal, kutsaldır,
Her Şeye Gücü Yeten Rab Tanrı,
Var olmuş, var olan ve gelecek olan.”
Bu varlıklardan ayrıca Dünya'nın Kökeni Üzerine (On the Origin of the World)
adlı gnostik metinlerde de bahsedilmektedir. [15]
Seraf'lar Yahudi Kabalasında, Beriah (Briah) Alemi'nin yüksek melekleridir. Beriah ise
"Yaratılış", ilk yaratılmış alem, ve ilahi anlayıştır. [16]
İnanışa göre Beriah alemi Kabaladaki Yaşam Ağacı'nın tepesinde yer alan 4
alemden ikincisidir. Bu 4 alemin en tepesindeki alem ise Atzilut'tur. İşte
Kabala'ya göre 2. alemde bulunan Seraf meleklerinden 1.alemi görüp onun mutlak
tanrısallığından uzak olduğunu fark edenler yanmaya başlar. Bu yanma öyle uzun
ve süreklidir ki melek kendini geçersiz kılar. Böylece Tanrı'ya yükselir ve
yerine geri döner.
Bunların altındaki 3. alem Yetzirah'dır. Burası "Oluşum", arketipsel yaratılış
ve ilahi duygular alemidir. Bu alemde Hezekiel'in vizyonlarında bahsedilen,
kendisinin farkında olan ve içgüdüsel duygularla Tanrı'ya hizmet eden aslan,
öküz ve kartal suratlı Hayyot melekleri vardır.
Serafim, modern Ortodoks Yahudiliğin melek hiyerarşisinin bir parçasıdır.
Seraf'lardan İşaya'nın vizyonu, Yahudilerin ayinlerde okudukları temel dua
olan Amida ve onun bir parçası olan Keduşah da dahil olmak üzere günlük Yahudi
hayatında ve birkaç başka duada bahsedilir.
Muhafazakâr Yahudiler meleklerle ilgili geleneksel öğretileri korur ve
ayinlerde onlardan bahseder. Fakat bu meleklere olan inanç tüm Yahudilerde
aynı değildir. Reform Yahudileri ve Yeniden Yapılandırılmış Yahudiliğinin
inananları meleklerin tasvir ve görüntülerini genellikle sembolik işaretler
olarak ele alırlar.
MÖ 8. yüzyıldan kalma eski bir Yahudi mührü melekleri bir peygamber olarak
görevlendirirken diğer yandan onlardan tıpkı İşaya'nın vizyonlarındaki gibi
uçucu ama insani özelliklere sahip varlıklar olarak bahseder. [17]
MS beşinci yüzyıl ortalarında yaşamış olan ve gerçek kişiliğini gizlemiş olan
Hristiyan düşünürü Sahte Dionisos (Pseudo-Dionysius the Areopagite) kendi
Göksel Hiyerarşisini oluştururken (vii) yüksek meleklerin ortaçağ
tahayyülündeki ateşli doğasını tespit etmek için İşaya Kitabı'ndan yararlandı.
Onun görüşüne göre Seraf melekleri yalnızca tanrıyı öven ilahiler-sözler
zikretmiyor aynı zamanda tanrının kurduğu düzenin korunmasına da yardım
ediyorlardı. Haham geleneğindeki metinlerden yararlanan Sahte Dionisos,
Serafim kelimesine "tutuşanlar veya ateş sağlayanlar" gibi etimolojik anlamlar
verdi. [18]
Ne kadar tanıdık değil mi? Sizce Muhammed'e boşuna mı eskilerin masalları
demişler?
Musevilikteki sürekli Rabbi öven, tespih eden, onun işlerine
yardım eden melek inanışı İslam'a aynen geçmiş. Bu inanıştan dolayı her şeye
kadir, istediğini anında yapabilen, ol deyince olduran dedikleri Allah'a, Cebrail, Mikail gibi melekler yardım ederler. Halbuki her şey ol dediğinde
olan bir gücün hiçbir şeyi yaptırmak için başka varlıklara ihtiyacı olmaması
gerekir.
Seraf'lar Hristiyan teolojisinde ayrıca İsa ile de ilişkilendirilmişlerdir.
İskenderiye'li Kilise Babası Origenes, İlk İlkeler Üzerine (On First
Principles) adlı çalışmasında Yeşaya Kitabı'ndaki Serafim'in, Mesih ve Kutsal
Ruh'un fiziksel temsilleri olduğunu yazmıştır. Gerekçesi ise "Tanrı dışında
hiçbir gücün bir şeyin başlangıcını ve evrenin sonunu tam olarak bilemeyeceği"
görüşüdür. Bu yüzden Origenes, Serafim'i tanrının ilahi bilgeliğinden verdiği
tanrısal bilgilerle yükselen varlıklar olarak tanımlamıştır. Yazısında şöyle
der:
Yine de, bu güçler, Tanrı'nın Oğlu'nun ve Kutsal Ruh'un vahyiyle öğrenmiş
olsalar da - kesinlikle büyük miktarda bilgi edinebilecekler ve daha
yüksekte olanlar, daha aşağıda olanlardan çok daha fazlasını elde
edebilecekler - yine de onların her şeyi (bilgiyi) kavramaları
imkansızdır; çünkü şöyle yazılmıştır: "Tanrı'nın işlerinin çoğu gizlidir".
[19]
Origenes daha sonra Seraflar'ın bu bilgilere sahip olma nedeninin onların
Tanrının Oğlu ve Kutsal Ruh tarafından mesh edilmiş (kutsal yağ ile yağlanmış)
olmalarına bağladı. Bu tür iddialarda bulunduğu için eleştirilere maruz
kalarak Hristiyan kilisesi tarafından kafir ilan edildi. Bununla birlikte
Yeşaya'da da bahsedildiği üzere, onun Serafim hakkındaki teorisinin
yansımaları diğer erken Hristiyan literatüründe ve ikinci yüzyıl boyunca erken
Hristiyan inancında yansıtılacaktır.
Rahip Thomas Aquinas, Summa Theologiae adlı eserinde Serafim yani yüksek
meleklerin doğasına ilişkin şöyle bir açıklama sunar:
"Serafim" adı sadece hayırseverlikten değil, şevk ya da ateş kelimesiyle
ifade edilen aşırı hayırseverlikten gelir. Dolayısıyla Dionisos (Coel.
Hier. Vii) "Serafim" ismini aşırı ısı içeren ateşin özelliklerine göre
açıklar. Şimdi ateş ile ilgili üç ihtimali düşünebiliriz.
Birincisi, yukarı doğru ve sürekli olan hareket. Bu onların inatçı bir
şekilde Tanrı'ya ulaşma isteği taşıdıklarını gösterir.
İkincisi, ateşe bakıldığında gözle görülemeyen ancak belli bir
keskinlikle, en nüfuz edici eylem olarak var olan ve en küçük şeylere bile
büyük bir coşkuyla ulaşabilen, delici etkileri olan "ısı"dır. Bu
meleklerin kendilerine tabi olanlar üzerinde güçlü bir şekilde
uyguladıkları, onları benzer bir şevkle uyandıran ve onları ateşleriyle
tamamen temizleyen eylemleri anlamına gelir.
Üçüncüsü, ateşin netliği veya parlaklığının kalitesidir. Bu meleklerin
kendi içlerinde sönmez bir ışığa sahip olduklarını ve aynı zamanda
başkalarını da mükemmel şekilde aydınlattıklarını gösterir.
Birçok makalemde neredeyse her dinin temelinde Işığa tapınmanın olduğunu,
sadece her toplum ve dinin bunu farklı şekilde, farklı isimler, ayinler
altında uyguladığını belirterek bazı toplum ve dinlerde bunun Güneş yada Ateş
olabileceğini ifade ettim.
Ateşe, ışığa ilahi anlamlar yüklenen bu anlayışın izlerini çoğu kez bu
makalede, Seraf melekleri konusunda da görmek mümkün.
KAYNAKLAR
Britannica Concise Encyclopedia, 2008. Encyclopaedia Britannica. p. 1722.
The American Heritage Dictionary of the English Language.
S. R. Simon (1999). "Moses Maimonides: medieval physician and scholar".
159 (16): 1841-5.
"A Biographical and Historiographical Critique of Moses Maimonides"
T. N. D. Mettinger (1999). "Seraphim". In Karel van Der Toorn; Bob
Becking; Pieter W. Van Der Horst (eds.). Dictionary of Deities and Demons
in the Bible. p. 743.
"Strong's H8314 - Saraph". Blue Letter Bible.
Dictionary of deities and demons in the Bible. 1999. p. 746.
Kosior, Wojciech. "The Angel in the Hebrew Bible from the Statistic and
Hermeneutic Perspectives. Some Remarks on the Interpolation Theory". pp.
56–57.
Enoch, xx. 7, lxi. 10, lxxi. 7.
Sola, David Aaron. Signification of the Proper Names, Etc., Occurring in
the Book of Enoch: From the Hebrew and Chaldee Languages, 1852.
Rev. X.Y.Z. Merry England, Volume 22, "The Story of a Conversion" 1894.
pg. 151
Enoch 1 68:9-16
Davidson, Gustav. (1967) A Dictionary of Angels, Including the Fallen
Angels, Entries: 'Chalkydri', p. 84; 'Phoenixes', p. 224.
The Nag Hammadi Library in English. Harper & Row. 1977. p. 166.
Angels 2: Wings on Fire, kabbalaonline.org: "Beriah aleminin bu
yaratıkları en yüksek seviyeli meleklerdir, onlara serafim denir. İsimleri
İbranice yanmak anlamına gelen "saraf"tan gelir.
Berlin, Adele; Brettler, Marc Zvi; and Jewish Publication Society. (2014).
p. 779.
Dionysius the Areopagite. "Celestial Hierarchy".
Origen. De Principiis: On First Principle. pp. Chapter III section 14.
Calia, Michael "The Bastard Executioner" Recap: Episode 4, 'A
Hunger/Newyn'".
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Ahura Mazda ve Angra Mainyu, Zerdüştlüğün zıtlık öğretisindeki iki ana
tanrıdır. Ahura Mazda bu dinin yüce tanrısı iken Angra Mainyu yani Ahriman
(Ehrimen) kötü, yıkıcı ruhtur. Angra Mainyu veya Ahriman, Zerdüştlükteki
"yıkıcı / kötü ruhun" özünün adı iken Spenta Mainyu "kutsal / yaratıcı ruhlar
/ zihniyet"tir ve bunlar doğrudan Zerdüştlüğün en yüksek tanrısı Ahura
Mazda'nın adı-sıfatıdır. Fakat aynı zamanda hem Angra Mainyu hem de Spenta
Mainyu, Ahura Mazda'nın eserleri olarak kabul edilir.
Ahura Mazda'nın izlerini Zerdüşt dinini benimsemiş topluluklardan olan
Sasaniler'in kaya kabartmalarına işlediği tasvirlerde görmek mümkündür. Öte
yandan Angra Mainyu sanat eserlerinde nadiren tasvir edilmiştir.
Ahura Mazda, Ormuz, Ormız, Ormus, Hormuz, Hormus, Hurmus, Hürmüz gibi
çeşitli şekillerde yazılır veya söylenir. Avesta dilinden çevrilen bu
tanrının adı "Bilginin Efendisi" anlamına gelir. Öte yandan adı Yıkıcı Ruh
anlamına gelen Ehrimen'in ana lakabı "Yalan" anlamına gelen "Druj" dur.
Burada da zıtlık ilkesi karşımıza çıkar. Çünkü Ehrimen'in yalan olan
lakabına karşılık Ahura Mazda'nın lakabı "Gerçek" olarak tercüme edilen
"Aşa (Asha)"dır. Bu nedenle Zerdüştlükteki bu iki güç doğrudan veya dolaylı olarak
birbirlerine karşıdırlar.
Zerdüştlüğe dair inanış ve mitleri anlatmaya devam ederken unutmamanızı
istediğim şey şudur ki, Zerdüştlük İslam'dan, İbrahimi dinlerden çok daha eski
bir dindir ve bu dindeki birçok inanış çeşitli yollarla İbrahimi dinlere
geçmiştir.
Ahura Mazda ve Angra Mainyu'nun birbirleriyle nasıl ilişkili olduklarına dair
birkaç farklı açıklama vardır. Bu versiyonlardan biri Zerdüştlüğün kurucusu
Zerdüşt tarafından yazıldığına inanılan 17 Avesta ilahisi Gatalar'da yer
alır. Gatalar, Avesta'da toplanan kutsal dörtlüklerdir. Eski İran dini
Zerdüştçülük ile ilgili günümüze ulaşan tek belgedir. MÖ 14. veya 13. yüzyılda
yazıldığı ve yaklaşık MS 7. yüzyılda düzenlenerek Avesta'ya dahil edildiği
düşünülmektedir.
Gatalar'da yazdığına göre Vohu Manah adlı bir ruh Zerdüşt'ün önünde belirir
ve ona geleneksel İran kültlerinin kanlı kurban ayinlerine karşı çıkmasını
ayrıca fakirlere yardım etmesini emreder. Vohu Menah "İyi Niyetli", "İyi
Amaçlı" gibi anlamlara gelir. Bu vahiyci ruhun İslam'daki karşılığı
Cebrail'dir.
Zerdüşt ilk başta farkında olmasa da daha sonra bu ruhun Ahura Mazda
tarafından gönderildiğini öğrenir. Bunun ardından Zerdüşt, Ahura Mazda'nın
dünyayı, içindeki her şeyi ve insanları yarattığını, evrenin geri kalan
kısmının ise "Kutsal Ölümsüzler" anlamına gelen diğer altı Amesha Spenta
tarafından yaratıldığını vaaz etmeye başlar. [2] Yani bazılarının zannettiği gibi
Zerdüştlük tek tanrılı bir din değildir.
Evren bu iyi ruhlar tarafından yaratılır fakat mevcut düzen "kötü ruhlar"
(daevalar) yüzünden tehdit altındadır. Böylece iyi ve kötü ruhlar ebedi savaşa
başlarlar ve insanların hangi tarafa destek olacağına karar vermesi gerekir.
Zerdüşt'ün öğretilerine göre eğer insanlar ruhların bu savaşında iyi ruhları
desteklerlerse Ahura Mazda'nın kaçınılmaz zaferi hız kazanacaktı.
Peki Zerdüşt dini mensupları bu iyi ruhları nasıl destekleyeceklerdi? Onları
desteklemenin yolu yalan söylememek, fakirlere yardım etmek, kurban vermek ve
ateş kültü gibi yollardı.
Zerdüşt, zamanın sonu geldiğinde bir Son Yargı olacağını açıklar. Tüm insanlar
dar bir köprüden geçecek (İslam'a sırat köprüsü olarak geçmiştir) ve Spenta
Mainyu tarafından yargılanacaktır. İnanışa göre kötü ruhların destekçileri "En
Kötü Varoluş" adı verilen büyük bir ateş çukuruna düşerken, Ahura Mazda'nın
takipçileri Cennet'in Zerdüşt varyantı olan "En İyi Amaçlı Ev" e
gideceklerdir.
Zerdüşt, Gatalar'da Ahura Mazda'nın baş düşmanı olan kötü güçten Angra Mainyu
olarak değil de "Yalan" olarak bahseder. Bazıları Zerdüşt'ün
oldukça uzun olan 17 Gata'da, Angra Mainyu'dan bahsetmek için yeterli fırsatı
olduğunu söyler. Fakat Zerdüşt, ilahileri boyunca tutarlı bir şekilde “Yalan”
dan bahsetmiştir. Bu nedenle Angra Mainyu'nun Zerdüşt'ün orijinal
öğretilerinin bir parçası olup olamayacağı da tartışılan bir konudur.
Diğer taraftan "Angra Mainyu" adının antik bir isim olduğunu belirtenler de
vardır. Akademisyenlerin görüşüne göre Zerdüşt, Kötü ruh Angra Mainyu'yu daha
soyut bir kavram olan "Yalan" ile değiştirerek takipçileri arasında daha büyük
oranda kişisel sorumluluk hissi yaratmaya çalışıyordu.
Ahura Mazda ve Angra Mainyu ile ilgili bir başka kaynak Partça yazılmış olan
Bundahişnih metinleridir. "İlk Yaratılış" anlamına gelen bu eser Pehlevi
alfabesiyle yazılmıştır ve Zerdüşt'ün kozmogoni ve kozmolojisini
anlatmaktadır. Bundahişnih'de Ahura Mazda ve Angra Mainyu sonsuza kadar var
olmuşlar gibi görünürler ancak bir boşlukla ayrılmışlardır.
Angra Mainyu, Ahura Mazda'ya saldırmaya başladığında yaratma süreci başlar.
İşte Dünya da Ahura Mazda'nın Ehrimen'i yenebileceği bir savaş alanı olarak
yaratılır. 9.000 yıl sürmesi gereken bu savaşın 6.000 yıl süren Zerdüşt'ün
ortaya çıkışıyla Ahura Mazda'nın zaferi ile sona ereceğine inanılır. Son 3.000
yıl boyunca Ahura Mazda ve Angra Mainyu eşit düzeyde savaşacaktır ve inanışa
göre "gerçek" yani "Ahura Mazda" galip gelecektir.
Bundahişnih'deki anlatımlarla ilgili sorunlardan biri Ahura Mazda ve Angra
Mainyu'nun kökenlerinin tartışılmamasıdır, bu konu hakkında söz edilmemesidir.
Çünkü eğer Ahriman'ın doğrudan Ahura Mazda'nın düşmanı olmadığı versiyon
reddedilirse bu bir sorun teşkil edecektir. Bundahişnih, Ahura Mazda ve Angra
Mainyu'yu doğrudan zıt güçler olarak sunduğundan kökenlerinin ne olduğu sorusu
gündeme gelmişti. Bu durum Zerdüştlüğün bir dalı olan Zurvanizm'in gelişmesine
yol açtı.
Peki Zurvanizm nedir? Kısaca değinmek gerekirse Zerdüştlüğün günümüzde inananı
olmayan, eski kollarından biridir ve zamanı esas alır. Onlara göre
Zerdüştlerin tanrısı Ahura Mazda ve onun karşıt gücü Ehrimen'i yaratan güç
Zurvan'dır. Yani ilk yaratıcı odur. Adının anlamı ise "zaman" dır.
Zerdüştlüğün özünü bozduğu düşünüldüğünden Zurvani Zerdüştler kınanmış ve
sapkın ilan edilmişlerdir.
Zerdüştler kötü bir ruh olduğundan Angra Mainyu'ya tapmıyor öte yandan Ahura
Mazda iyi ruh olarak görüldüğünden ona tapılıyordu. Bu durum Zerdüştlükteki
başlıca ibadet eylemi olan Yasna töreninde de görülür. Avesta'nın birinci ve
en eski bölümü olan Yasna, Zerdüşt özdeyişlerinden oluşmuştur. Zerdüşt
inancının temel ilkelerini ve ibadetlerini açıklar. 72 bölümden oluşur ve
Zerdüşt'e ithaf edilen Gatalar ile Ahura Mazda'ya kurban verilirken okunacak
duaları içerir. Aynı zamanda törenlerde okunacak dini özdeyişleri, ilahileri,
tapınma şekillerini, adakları, ibadetlerin başında okuması gereken metinleri
kapsar. [1]
Yasna töreninin esas yönü "haoma"dır.; Yani ölümsüzlüğün kutsal içeceği
hazırlanması ve tüketilmesi. Bu ayini öyle herkes yapamaz. Sadece nitelikli
din adamları bu ritüeli gerçekleştirebilir ve her günün sabahı yapılması
gerekir. Sıradan insanların ayinin yapıldığı kutsal alana girmesi yasaktır.
Bu törende iyi ruhlar töreninin yapıldığı kutsal alana davet edilirler.
Bunlardan ilk davet edilen Ahura Mazda'dır. Ardından ise kutsal ölümsüzler
yani Ameşa (Amesha) Spenta ve bir dizi başka iyi ruh davet edilir. Bu davet, törende
okunan Yasna'daki belirli ayetler aracılığı ile gerçekleşirdi. Bu ayin
sırasında Ahura Mazda'nın görkemli saflığının büyüdüğüne ve Yasna törenini
yöneten rahip aracılığıyla parladığına inanılır. [7][8]
Ahura Mazda'ya tapınmanın başka bir yolu da Afringan ayinidir. Ayinin amacı
dünyaya bahşettiği iyilik için Ahura Mazda'ya övgüler sunmaktır. Ek olarak bu
törende Ahura Mazda'dan Zerdüştleri daha fazla kutsaması talep edilir. Ahura
Mazda'ya meyve, yumurta, su, süt, üç bardak şarap ve sekiz çiçekle kaplı tepsi
gibi teklifler sunulur. Bunlar onun insanlık üzerindeki kutsamalarını
simgelemek için kullanılır.
Fakat Zerdüştlerin sayısı o kadar azalmıştır ki birçoğu artık halka açık
törenlere erişemiyor. Bu nedenle günümüz Zerdüştleri için bu halka açık
ritüellerin yerini her takipçinin bireysel olarak Ahura Mazda'yı andığı
dualar almıştır. Bu duaların en dikkate değerlerinden biri "Ahuna Vairya"
duasıdır. En kutsal Zerdüşt duası olarak kabul edilir. Çünkü inanışa göre
bunlar, 9.000 yıllık savaşın başında, kötü güç Angra Mainyu'yu bastırmak
için Ahura Mazda'nın bizzat kendisi tarafından kullanıldığına inanılan
sözlerdir.
Ahura Mazda, Ahuna Vairya duasının yardımıyla düşmanını 3.000 yıl perişan
etmiştir. Bu dua Hristiyanlıktaki Rab'bin Duası ile de
karşılaştırılır.
Zerdüştler Ahura Mazda'yı dünyanın yaratıcısı olarak gördüğü için onu her
şeyde hatırlamaları gerekir. Buna insanın fiziksel ve zihinsel sağlığını da
dahildir. Çünkü kişinin fiziksel ve zihinsel sağlığına özen göstermesi,
yaratıcıları olan Ahura Mazda'yı onurlandırmanın yollarından biridir.
Ahura Mazda, tutarlı olmasa da çağlar boyunca sanatta tasvir edilmiştir.
Örneğin Ahameniş dönemindeki Pers hükümdarları Zerdüşt olmamalarına rağmen
Ahura Mazda'ya tapıyorlardı. [3] Ahura Mazda'dan pek çok Ahameniş metninde
bahsedilmiştir [4] ki bunlardan en meşhuru "Behistun Yazıtı"dır. Bu yazıtta Pers
Kralı I. Darius “Bana bu imparatorluğu Ahura Mazda bahşetti. Bu imparatorluğu
kazanana kadar bana yardım etti; O'nun lütfuyla bu imparatorluğu elimde
tutuyorum” demiştir.
Fakat Ahura Mazda'ya yapılan bu tarz metinsel referanslara rağmen
Ahamenişlerin bu tanrıyı nadiren tasvir etmiş gibi görünmektedir. Bu durum
Herodot gibi eski yazarlar tarafından da not edilmiş ve mevcut arkeolojik
kanıtlarla desteklenmiştir. Herodot, Ahameniş ordularında beyaz atların
çektiği boş bir arabanın bulundurulması geleneğinden bahseder. Bu savaş
arabasının Perslerin yüce tanrısı için kutsal olduğu sanılıyordu. Savaş
arabasının temsil ettiği yüce tanrının Ahura Mazda olması daha olasıdır fakat
Herodot'a göre bu tanrı Zeus'dur.
Ahura Mazda'nın görünümüne ilişkin bilinen en eski referans, Ahameniş
imparatoru II. Artaserhas'ın 39. yılında (yaklaşık MÖ 365), dönemin Lidya
sömürge yöneticisinin bir tanrı heykeli diktiğini anlatan metinde bulunur. [5] Metinler bir Yunan tarafından yazıldığı için, tanrı, kanun koyucu "Zeus"
olarak anılıyordu fakat muhtemelen yine Ahura Mazda'dan söz ediyordu.
Sasaniler döneminde de Ahura Mazda bir süre tasvir edilmeye devam etmiştir. Bu
tasvirlerden en bilineni Sasani krallarının yatırımlarını tasvir eden kaya
kabartmalarıdır. Bunlara bir örnek, MS 3. yüzyılda oluşturulan Nakş-ı
Rüstem'deki I. Ardeşir ile ilgili olan Atama Kabartmasıdır (Rölyef). Bu
rölyefte solda Ardeşir, sağda ise Ahura Mazda tasvir edilmiştir. Her iki figür
de at sırtındadır ve tanrı, Sasani kralına hükümdarlığının meşrulaştırılmasını
simgeleyen krallık halkasını (taç-yüzük) sunarken resmedilmiştir.
Ayrıca son Part hükümdarı olan IV. Erdevân ve Angra Mainyu'nun cesetleri
atların toynakları altında kalacak şekilde tasvir edilmiştir. Bu da kralın ve
onun tanrılarının zaferini simgelemektedir.
Görüşler Sasaniler'in resmetmeye karşı olmasından dolayı Ahura Mazda'yı tasvir
etmekten uzak durdukları yönündedir. [6] Bununla birlikte bunun tanrıya ibadet
için geçerli olduğu ve kaya kabartmalarının dini nitelik taşımaması nedeniyle
üzerlerinde tanrının tasvir edilmesine izin verildiği düşünülmektedir. Her
halükarda zaman geçtikçe Zerdüştlükteki Ahura Mazda da dahil olmak üzere
tanrıların insani betimlemelerini reddetmek-yasaklamak yaygın hale gelmişti.
Deniz kaplumbağaları tüm hayatları boyunca genellikle suda bulunurlar.
Dişi deniz kaplumbağası yalnızca yumurtlama döneminde kumsallara çıkar.
Yumurtadan çıkan kaplumbağaların ilk işi denize doğru ilerlemek ve kendini bir
an önce suya atmak olur. Peki kıyıda yumurtadan çıkan yavru kaplumbağalar denize
doğru gitmeleri gerektiğini nerden anlıyorlar? Bilim insanları buna iç güdü
diyorlar. Peki nedir içgüdü? Bu yazıda içgüdü ve aklın bilimsel tariflerini
anlatarak sizleri yormayacağım. Genellikle bu iki kavramın felsefi yönlerini ele
alacağım. Öncelikle şunu söylemem gerekir ki ben içgüdü ve aklı aynı şey olarak
kabul ediyorum. Bunun nedenlerini biraz sonra açıklayacağım.
Türk dil kurumunun (TDK) içgüdü için yaptığı açıklama şu şekildedir:
- Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak
doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranış, insiyak,
sevkitabii
- Organizmayı o türe özgü olan bir amaca ulaşmaya
sürükleyen davranış eğilimi
Açıklamada kullanılan
“akıl ve düşünceden bağımsız olarak”
ifadesi yanlıştır. Genellikle bu tarz izahlar yüzünden insanlar aklın ve
içgüdünün farklı şeyler olduğunu zannediyorlar. Peki bu neden yanlış? Çok
basit. İnsanlar kendi türlerine (yani etrafında bulunan insanlara) bakarak
akıl ve düşünce diye tabir ettikleri şeyin tüm canlılarda yalnızca
kendilerinde bulunduğu şekilde bulunması gerektiğini düşünüyorlar. Bu yüzden
insanlar deniz kaplumbağasının yavrusunun yumurtadan çıktıktan hemen sonra
denize doğru gitmesinin akılla verilen bir karar olmadığını aksine bunun
içgüdüsel bir şey olduğunu düşünüyorlar. Doğru ya bir kaplumbağa denizde
dolaşırken balıkçının av için bıraktığı yemin tuzak olduğunu anlamayarak balık
toruna yakalanıyorsa onda akıl ne arar. Tıpkı kolay yoldan zengin olmak için
parasını saadet zincirine yatıran insanlar gibi. Saadet zincirine inanmayan
insanlarda var diyorsanız o zaman balıkçı toruna yakalanmayan kaplumbağalarda
var derim. Mesele şu ki insanlar kendilerinin daha üstün olduğuna inanmak için
hayvanların yaptıklarına iç güdü kendi yaptıklarınaysa akıl diyorlar. Esasında
bunların her ikisi de aynı şey. Fark yalnızca içgüdü ve akıl dediğimiz şeyin
işleyişi kısmındadır. Bu farklılığı yaratan en önde nedenler çevresel
faktörler ve türüne göre gelişim sürecidir. Bunu daha iyi anlamanız için kendi
hayatınız boyu yaptığınız her şeyi her hangi bir hayvan dediğimiz farklı
türden olan canlının yaptıklarıyla kıyaslayın. Örneğin bizler yani insanlar
yaşamımız boyunca 3 ana yoldan yürürüz. 1-Beslenme 2- Hayatta kalma 3-Üreme
Bunu yapmayan her hangi bir canlı türü biliyor musunuz? Tabi ki hayır. Tüm
canlılar bu 3 şeyi bire bir yada dolaylı yollarla kendi yaşamları boyunca
yapıyorlar. Fakat bazı sivri akıllı arkadaşlarımız bir takım örnekler vererek
insanı diğer tüm canlılardan farklı yapan bir şeyin olduğunu iddia ediyorlar.
Söyledikleri argümanların zaten saydığımız 3 esas kolun birer parçaları
olduğunu ise unutuyorlar. Şimdi o örneklerden bir kaçına hep birlikte
bakalım.
1. Örnek: İnsanlar Hayvanlardan Farklı
Olarak Konuşabiliyor
Sıradan bir örnek fakat bazı kesimler bu örneği insanla
hayvanları ayırt eden en net argüman hesap ediyorlar. “Hayvanlar koklaşa
koklaşa insanlar konuşa konuşa anlaşır” atasözü boşuna söylenmemiş. Argümanın
yanlış yahut doğru olduğunu eleştirmeden önce önemli bir şeyi dikkatinize
sunmak isterim. Öncelikle insan türünün bilimsel sınıflandırılması nasıldır
ona bakalım.
İnsanın bilimsel sınıflandırması:
Âlem: Animalia
Şube: Chordata
Sınıf: Mammalia
Takım: Primates
Alt takım: Haplorhini
İnfra takım: Simiiformes
Familya: Hominidae
Alt familya: Homininae
Oymak: Hominini
Cins: Homo
Yani insanların hayvanlar aleminin bir parçası olarak memeliler sınıfına
ait olması nedeniyle insanları ayırt etmek için kullanılan her türlü örnek
bizzat hayvanlar aleminin kendisine aittir. Bu örnekler farklı türlerin farklı
evrim süreçlerinde edindikleri bir takım becerilere verilen isimlerdir. Hayvan
ve insan ayrımı yapmak bilimsel olarak bir hata olsa da bu yazımda öne sürülen
örnekleri tek tek ele alacağız.
Lafı fazla uzatmadan konumuza dönecek olursak insanın konuşabilmesi onun
hayvanlardan daha üstün olması yahut hayvanda olmayan akla sahip olması
anlamına gelmez. Bir yunusun yahut bir maymunun çıkardığı seslerin aslında
onların konuştuğu diller olmadığının kanıtı nedir? İlla senin yahut benim gibi
birbiriyle karşılaştığında selam vermesi, naber-nasılsın demesi mi gerek?
Yer yüzünde farklı dilleri konuşan milyonlarca insan var. Neden konuşma
dediğimiz eylemin bir tek bizim çıkardığımız seslerden ibaret olduğunu
düşünelim ki? Türkçe bilmeyen bir İngilizin önünde saatlerce konuşursak onun
bizim söylediklerimizi anlama oranı bir kedinin miyavlamasını anlayacağı
kadardır. O zaman bir kuşun bize bakarak ötmesi bir Türkün kendi dilinde bir
İngiliz'e bir şeyler anlatmaya çalışmasından farkı ne? Aslında hiç bir şey
sadece kendisine hayvan denilince bunu hakaret olarak kabul eden insanlar
kendilerini üstün ırk yapmak için “konuşmayı yalnızca biz beceriyoruz” diye
yalanlar uydurup kendilerini avutuyorlar. Kendisinden zayıf olan ve ona bir
şeyler anlatabilmek için sürekli miyavlayan yahut havlayan kedi köpekleri
öldürerek susturabilme yetkisini de üstün ırklarının temel hakları ilan etmeyi
unutmamışlar. Kim bilir belki sokak köpekleri de insanların konuşmasından
rahatsız olup onları sustura bilmek için saldırıyordur, olamaz mı?
Peki konuşabilme becerisi bir ayrıcalık mı? Konuşma eyleminin nasıl ortaya
çıktığı hala kesin olarak bilinmiyor. Fakat bazı teoriler vardır. Dilleri
dolayısıyla konuşma tarihimizi iki döneme bölebiliriz:
İşaretleşme dönemi
Yazı dönemi (sözel iletişim)
İnsanların yazılı iletişim döneminin genellikle yerleşik toplumların
oluşmasıyla ortaya çıktığı düşünülüyor. Avcı ve toplayıcı topluluklarda (ilk
insansı türlerde) genellikle işaret yöntemiyle konuşuluyordu. Nitekim
günümüzde bile konuşurken kendimizi el kol hareketleri ve mimiklerimizle ifade
etme yöntemi o dönemlerden kalan içgüdülerdir diyebiliriz. Dini kesim
insanların konuşmasının Tanrı tarafından verilen bir şey olduğunu düşünüyor.
Örneğin Rahman suresi 4. ayet.
Bu yüzden konuşmanın insanları diğer tüm canlılardan ayırt eden ve onu Tanrı
katında özelleştiren bir şey olduğu kanısındalar. Tanrı insanlarla konuşarak
kendini ifade ediyor ve harflerden oluşan kutsal kitaplar gönderiyor. Peki ya
hayvanlar?
Ben insanların konuşmaya çevresinde olup bitenleri sesli olarak yansıtma
yaparak başladıklarını düşünüyorum. Nitekim modern dillere baktığımızda bu
sesli yansıtmayı tasdikleyen fosil kelimelerin hala yaşadığını görüyoruz.
Örneğin İngilizcede var olan boom, bang gibi kelimeler. Bu kelimeler duyulan
gürültülerin sesli yansımalarıdır.
Örneğin sizin bir çocuğunuz oluyor ve çocuğunuzun ilk sözü anne oluyor.
Peki anneyi neden İngilizce yahut Almanca değil de Türkçe söylüyor? Çünkü onun
çevresinde konuşulan dil Türkçe ve duyduğu Türkçe sesleri yansıtmaya yani
taklit etmeye çalışıyor. Nitekim taklit yöntemiyle insanlarla konuşan
hayvanlar dahi olmuştur.
1971 yılında San Francisco Hayvanat
Bahçesi'nde doğan Koko isimli bir goril Amerikan İşaret Dilinin (ASL)
değiştirilmiş bir versiyonundan birçok el işareti öğrenerek insanlarla
iletişim kurabiliyordu. Hatta bu goril bir yavru kediyi evcilleştirerek ona
isim bile vermişti. Eğitmeni ve bakıcısı Francine Patterson Koko'nun "Goril
İşaret Dili" (İngilizce: Gorilla Sign Language=GSL) olarak adlandırdığı
1000'den fazla işaretten oluşan aktif bir kelime dağarcığına sahip olduğunu
söylemişti. Bu kadar kelime bilen bir goril 3 yaşında bir çocukla aynı konuşma
düzeyine sahip demektir. Koko'nun çevresinde küçük yaşlardan itibaren
İngilizce konuşulduğu için işaretlere ek olarak yaklaşık 2.000 İngilizce
kelime anlayabiliyordu.
Dolayısıyla konuşma bir tek bizim
yaptığımız şekilden ibaret değil, tüm canlılar kendi evrim süreçlerinde
kendilerine has olan iletişim becerisi kazanmıştır. İnsanlarınki bu iletişim
şekillerinden sadece birisidir. Bu yüzden konuşma örneği hayvanları içgüdü,
insanları akıl sahibi olarak ayırmamız için yeterli değildir.
2. Örnek: İnsanlar Hayvanlardan Farklı
Olarak Sanat Yapabiliyor ve Zevke Sahip.
Şimdi sizlere resim yapan bir kaç hayvan fotoğrafı göstereceğim. Bu
fotoğraflara bakıp düşünmenizi istiyorum.
İlk bakışta “bu ne ya, böyle resim mi olur!” dediğinizi duyar gibiyim. Bunu
söylemenizdeki neden resmin yalnızca sizin anladığınız ve sizin hoşunuza
gidecek tarzda olması gerektiği önyargısıyla yaklaşmanızdan kaynaklıdır.
Örneğin siz bir resim galerisine giderek hoşunuza giden bir resim alıyorsunuz.
Fakat sizden önce o resme bakarak beğenmediği yada anlamsız bulduğu için satın
almayan insanların olduğunu hiç düşündünüz mü? O zaman neden bir maymun yahut
bir fil sizin hoşunuza gidecek resim çizmek zorunda olsun ki? Ya bu
fotoğraftaki hayvanların çizdikleri resimleri anlayacak kadar gelişmediysen,
yada onların gözüyle bakamıyorsan? Sonuçta senin anlamsız dediğin resimlere
binlerce lira para veren insanlar var. Size çok basit bir örnek daha vereyim.
Sevdiği kadını etkilemek için hoşuna giden bir müzisyenin yaptığı aşk
şarkısını söyleyen herhangi bir erkek de aslında o şarkıcıyı taklit ediyor
değil mi? Peki kendi dişi türünü etkilemek için duyduğu tüm sesleri taklit
eden Lir kuşunun insandan farkı ne? Kuşlar insanlar gibi şarkı bestesi
yapamıyor diyorsanız yanılıyorsunuz. Şu resme iyi bakın.
1 numaralı görsel kuş melodilerinin zamana bağlı frekans değişimini
göstermektedir. 2 numara kuşun melodilerinin notaya dökülmüş halidir. 3 ve 4
numaraysa insanlara ait bestelerdir.
Lir kuşu da duyduğu sesleri
taklit ederken zaten bir nevi o duyduğu sesleri kendi enstrümanıyla notalara
dökmüş oluyor, tıpkı insanlar gibi. Zaten müzisyenlerde yaptıkları tüm
müziklerini notaları farklı kombinasyonlarda kullanarak oluşturdukları farklı
dizilimler sonucu ortaya çıkarmıyor mu?
Örneğin sivrisineklerin
vızıltısı sizi rahatsız edebilir fakat bir dişi sivrisineğin çıkardığı ses bir
erkek sivrisinek için aşk şarkısı gibi bir şey. Önemli olan kimin hangi
şekilde algıladığıdır.
Bir başka müzik yapan hayvansa Manakin
kuşlarıdır. Tırtıklı, tarak benzeri tüylere sahip bu kuş kanatlarını bir
sinekkuşundan bile daha hızlı titreştirerek kemana benzer bir müzik sesi
çıkarır. Manakin'in kanatlarında diğer kuşlarda bulunmayan, müzik yapmaya
yarayan kemikler vardır.
Dolayısıyla bizim hayvan ve insan diye
ayırdığımız tüm canlılar kendi beden yapıları ve evrimsel süreçlerinde
edindikleri beceriler sayesinde seslerden ve renklerden ibaret olan, sanat
dediğimiz şeyi yapabiliyorlar. Yaptıkları sanatın sonunda ödül olarak bir
dişiyle çiftleşmek varsa emin olun yaptıkları sanattan zevk te alabiliyorlar.
Nitekim biz insanlar da sanatı ya birilerini etkilemek yada maddi anlamda
hayatımızı sürdürebilmek için yapmıyor muyuz?.
3. Örnek: Hayvanlarda Duygu Yok
Dindar insanların genellikle duygu ile kast ettikleri şey,
hayvanların insanlar gibi dini inanca sahip olamayacağıdır. Enteresan olan şu
ki bunu Müslümanlar da iddia ediyor. Fakat her ne hikmetse secde yapan kuş,
Kur'an'a basmayan kedi, Allah diyen aslan videolarını mucize diye paylaşmayı
da ihmal etmiyorlar.
Gelelim asıl anlamıyla var olan duygunun hayvanlarda olup olamayacağına.
Duyguya bir örnek olarak intikamı gösterebiliriz. Birisi bize kötü bir şey
yaptığında ondan intikam alma duygusuyla yanıp tutuşuruz değil mi? Hatta tek
bir kişinin intikam duygusu yüzünden koca devletler savaşlar dahi yapmıştır.
Şimdi sizlere kısas duygusuyla ordu toplayıp savaş yapan hayvanları, hatta bu
hayvan savaşının Türkiye'de yapıldığının tarihini anlatacağım.
Kuşların İlk Dünya Harbi
Olay 1934 yılında Aydın, Trakya ve Bursa'yı da kapsayan geniş bir arazide
gerçekleşmiş. Bursa'nın Orhangazi ilçesinde 6 kartal bir leylek yuvasına
saldırıyor. Anne ve baba leylek te dahil tüm yavrularını öldürüyorlar. Bu
olaydan bir kaç gün sonra kartallar saldırmak için yeni leylek yuvaları
aramaya başlıyorlar. Fakat buldukları yuvaların hepsi boş durumunda. Çünkü
leylekler bir gün önceden yavrularını korunaklı bir bölgeye taşımıştılar.
Fakat asıl ilginç olan kısmı çok başka. İnsanların savaş zamanı devletin her
bölgesinden kendi rızasıyla orduya katılması gibi Türkiye'nin dört bir
tarafından leylekler Orhangazi'ye gelmeye başlamıştı. Büyük bir kalabalık
şeklinde kartalları aramaya başlayan leylekler sonunda onları bulup kanlı bir
savaşa girişmişler. Bu savaş öyle bir merak uyandırmış ki çevre halkı
yaralanmış leylekleri tedavi edip yeniden savaşa gönderiyordu. Bunun yanı sıra
leyleklere yardım için av tüfekleriyle bir kaç kartalı dahi vurmuşlar. 18
Ağustos 1934 yılında The Times'ın İstanbul muhabirinin haberine göre çevre
halkı dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’ya haber
göndererek savaşa müdahale etmelerini rica etmişler.
1934 yılının gazete kupürlerinde bu olay şöyle anlatılmış: Üç gündür süren leylek ve kartallar savaşında bugün leylekler üstün duruma
geldiğinden leylekler yuvalarına gelip yavruları ile meşgul olmuşlardır.
Aldıkları yaralarla yuvalarına gelen leylekler ölen yavruları yuvadan
atmışlar sonra dönüp tekrar savaşa gitmişlerdir. Halk yavru leylekleri
gözetip kolluyor. Menderes yakınında çalışan çiftçiler 2000 kadar leyleğin
takviye birlik olarak savaşa geldiğini bildirmişlerdir.
Savaşın sonucunda 29 leylek ve 33 kartal hayatını kaybetmiş ve
savaş leyleklerin kazanmasıyla sonuçlanmıştı.
Aklı ve duyguları
yok dediğimiz hayvanlar yavrularının öldürülmesi nedeniyle ordu toplarcasına
organize olarak savaşa tutuşabilir mi? Leyleklerin eğer savaşmazlarsa
kartalların geri kalan yavrulara da zarar vereceğini düşünmesi gerçeklik
değilse nedir? Soruyorum sizlere; Çocuğunu öldüren insan anne ve babalar mı
akıllı yoksa ölmüş yavrusu için ordu toplayıp savaş yapan leylekler mi?
Sonuç
olarak insana özgü dediğimiz her şeyin karşılığı diğer tüm canlılarda dolaylı
yahut birebir aynısı olarak mevcuttur. Zira insanın kendisi hayvanlar aleminin
bir parçası olduğu için sizin "insana has" dediğiniz her türlü beceri aynı
zamanda hayvanlar aleminin bir parçası olmuş oluyor. Fakat insan türünün
yaptığı şeyleri göstererek başka canlılar bunu yapamıyor, onun için tek akıllı
biziz diyemeyiz. Zira her türün kendine özgü bir evrim süreci vardır. Siz buna
ister içgüdü deyin ister akıl. Sonuçta hem içgüdü hem de akıl canlıların
hayatta kalma, beslenme ve üremesi için gerekli olan unsurların ve bu
çabalarının birleşmiş halidir.