HABERLER
Dini Haber

ÇİN TARİHİ - 5

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ - 5
DİNSEL İSYANLAR VE 1. JAPON SAVAŞI
TAIPING İSYANI (Hristiyanlar)


Fransızların Pekin Antlaşması ile ülkeye soktukları Hristiyan misyonerler birkaç yıl sonra etkisini göstermeye başladı. Yoksul bir köylü olan Hong Xiuguan Hristiyanlık öğretilerinden edindiği bilgiler ışığında yeni bir din üreterek kendini Tanrı’nın oğlu ve İsa’nın kardeşi olduğunu söyleyip, Çin’de reformlar yapmak üzere gönderildiğini anlatıyordu. Hong, arkadaşı Feng Yunshan ile beraber 1847 yılında Guangxi’nin yoksul mahallelerinde “Tanrıya Tapanlar Birliği” (Bai Shangdi Hui) isimli bir dinsel topluluk kurdu. Hong, 1850 yılında taraftarları ile beraber “Tanrısal Büyük Barış Krallığı” (Taiping Tianguo) adlı yeni bir oluşum kurarak kendini “Tanrısal Kral” (Tianwang) ilan etti.

Taiping, Hristiyan öğretisinde Yeni Ahit’teki iyilik, bağışlayıcılık gibi ilkeler yerine Yahudiliğin Eski Ahit’teki ibadet ve itaati emreden anlayışı savunuyordu. Yeni dinde fahişelik, zina, kölelik, kumar, afyon ve alkollü içkiler yasaktı. Bu kurallara uyanların öbür dünyada ödüllendirileceğine ilişkin inanç son derece güçlüydü. Taiping sisteminde Çince son derece basitleştirilmişti. Erkek ve kadınlar eşitti. Tüm üretim ve tüketim malları ortaktı. Topraklar halk arasında eşit paylaştırılacaktı. Hatta taraftarları içinde eğitim görmüşler tarafından bir Taiping Demokrasisi kurulup sanayinin geliştirilmesi yönünde çalışmalar başlatılmıştı.

Yeni dinin anlayışı mülkiyette ortaklık şeklinde ifade edildiğinden dolayı ekonomik sıkıntı içinde olan köylü, madenci, işçi gibi kesimlerden taraftar toplamayı başardı. Başlangıçta 2-3 bin kişilik düzensiz çetelerden oluşan topluluk kısa sürede 1 milyon kişilik disiplinli ve hırçın, kadın ve erkeklerden oluşan savaşçılara dönüşüverdi. Ordu 1853 yılında Kuzey Çin’deki Nanjing’e girip kentin ismini “Tanrısal Başkent” (Nianjin) olarak değiştirdi. Ordu, Pekin üzerine yürürken yol üzerinde birçok zaferler kazanmasına rağmen Pekin’deki çatışmalarda başarısız kalıp kenti ele geçiremedi.

Taiping ordusu 1. komutanı Yang Xiuqing tüm yetkileri elinde toplayıp muhalif taraftarları öldürttü. Hong’un desteğiyle Yang’ı ortadan kaldıran 2. Komutan Wei de güçlenmeye başlayınca Hong onu da öldürttü. 3. Komutan durumunda olan Shi Dakai ölüm korkusuyla bir grup taraftarı alıp Hong’u terk etti. Taiping ordusu Şanghay’ı da 1860 yılında alınca Qing Hanedanı önce Amerikalı Fredrick Townsend, sonra da İngiliz subay Charles George Gordon’un komuta ettiği batılı silahlarla donatılmış Çinli paralı askerler tarafından kontrolü ele aldı. Bu sırada Hong’un fikirleri, karşıtı olan yerel toprak ağaları; Qing hanedan komutanı Zeng Guofan önderliğinde silahlı birliklerle 1864’te Nanjing’i kuşatıp ele geçirdiler. Hong intihar etti. Taiping direnişleri 1868 yılına kadar sürdü. Yüzbinlerce Taiping taraftarı savundukları öğretiler doğrultusunda sonraki hayatta kazanacaklarını düşünerek teslim olmaktansa ölmeyi tercih ettiler. Sonraki yıllarda hem milliyetçiler hem de komünistler bu ayaklanmaya sahip çıkacaklardı.

DUNGAN – PANTHAY İSYANI (Müslümanlar)

Hristiyan öğretisine sahip taraftarlar Taiping İsyanını başlatırken isyanın sonlarına doğru Müslüman azınlıklar da harekete geçmişlerdi. Yuan ve Ming Hanedanı dönemlerinde Huiler etnik grup olarak oluşmaya başladılar. Qing Hanedanı sırasında Müslüman olan ve olmayan Çinliler arasında geçimsizlik başlamıştı. Qing Hanedanlığı kurban kesilmesini, cami inşaatını ve hacca gidilmesini yasaklamıştı. Hanedan, ülkedeki toplulukları (Çinliler, Müslümanlar, Tibetliler, Moğollar) birbirine çatıştırarak kontrol ediyordu. Bu baskılar sonunda isyanın oluşumunu tetikledi. Önce Yunnan eyaletinde Panthay daha sonra da Sincan, Shaanxi ve Gansu sınırları içinde Dungan isyanı başladı. Qing Hanedanı isyanları bastırmak için soykırımına girişti. Panthay isyanında 1 milyon, Dungan isyanında 2-3 milyon ve Guizhou baskını sırasında da yaklaşık 5 milyon Hui ve Miaolardan oluşan Müslüman öldürüldü. Bu soykırımlar Mançu yönetiminin savunduğu resmi bir politika olup adı “Müslümanlardan Temizlenme” olarak geçiyordu. Dunganlar bu saldırılardan sonra kitle olarak Rusya ve Orta Asya içlerine göç etti.

Taiping, Dungan ve Panthay isyanları sırasında Qing hanedanı çok güç kaybetmişti. Bunu fırsat bilen Japonlar 1894 yılında Kore üzerinden Çin’e savaş açtı. Savaşı zaferle sonuçlandıran Japonlar Asya’da Çin hakimiyetine son verip Japon siyasi gücünü kabul ettirdiler. Qing hanedanı neredeyse son günlerine yaklaşmıştı. Japonlar ise bu zaferden sonra yeniden yapılanmalarını sağlayacak Meiji Restorasyonunu gerçekleştirdiler. Meiji Yenilenmesi olarak da geçen bu yapılanma Japon İmparator Meiji, tarafından uygulanan bir dizi kararlar zinciriydi. 1868 yılında kendisini “Amaterasu” adlı güneş tanrıçasının soyundan geldiğine inanan Meiji, uyguladığı politik sistem sayesinde tüm Japonya’nın birleşmesini sağlamıştı. Meiji’nin 5 maddelik restorasyonu ile Japonya’daki geleneksel Shogun dönemi sona ermişti. Ordu batıdan sağladığı ateşli silahlarla donatılıp yeni bir döneme geçiyordu. Bunun yanı sıra sanayi ve endüstriyel gelişim ile Japonya 20. Yüzyıla hazırlanmıştı. (The Last Samurai filmi bu konuyu işliyordu)

Birinci Japon savaşı sonunda Çin, Mançurya, Kore ve Tayvan üzerindeki hakimiyetini Japonlara kaptırdı. Qing Hanedanlığı yeniden toparlanmaya çalışıyordu. Bu amaçla yeni iktidara geçen genç imparator Guangxu ve danışmanları reform sürecine giriştiler. Bu dönemde ordular yeniden örgütlendi ve 100 Gün Reformu (Wuxu Reformu) adı verilen kültürel, politik ve eğitim konusunda yenilenme girişiminde bulunuldu. Ancak arka planda iktidarın gerçek sahibi olan dul İmparatoriçe Cixi ve çevresindeki muhafazakâr muhaliflerle reform hareketlerine bir darbe ile son verdiler.

ÇİN TARİHİ - 4

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ-4
SON HANEDAN “QİNG (ÇİNG) HANEDANI”

Ming Hanedanlığının son imparatoru Cong Zhen’in kötü yönetimi sonucu ekonomik sıkıntı içinde olan halk Li Zicheng liderliğinde isyan etti. Çin ordusu içindeki bazı komutanların da kuzeydeki Mançularla iş birliği yapması ile Ming Hanedanlığı son buldu.

Hanedanlığın kurucusu Mançular, bilim dünyasında Tunguzlar olarak adlandırılan Turan ırkına ait halktı. Aisin Gioro kabilesinin şefi olan Nurhaci, Çin kültüründen etkilendiği için Çince öğrenip Çin kültürüne yakınlaşmaya çalışmıştı. Bu süre içinde Ming Hanedanlığı ile iyi ilişkiler kurmaya dikkat etmişti. Ordusunu güçlendirmek amacıyla yetersiz olan Mançu askerlerini Moğol savaşçıları ile destekledi. Ming Hanedanlığının krize girdiği ve halkın isyan etmesinden hemen sonra hazırlamış olduğu yeni ordusu ile Çin’i işgal edip imparatorluğunu ilan etti. 1644 yılında yeni yönetim Qing Hanedanlığı olarak ortaya çıkmış oldu. Hanedanlığa Qing adı verilmesi bir iddiaya göre Ming hanedanlığının anlamına karşı koyulmuştu. Ming, Çin zodyağında Ateş anlamına geliyordu, Qing ise zodyakta Su demekti. Yani bir anlamda su ateşi yok etmişti (Günümüzde kullanılan Çin adı, son hanedan olan Çing ‘Qing’ hanedanın isminden türetilmiştir).

Bulundukları coğrafyadan edindikleri Moğol kültürü ile hükümdarların unvanında Bogd Han unvanını kullandılar. Dini inanç açısından Tibet Budizmini ve yanında Konfüçyüs akımlarını destekliyorlardı. Yönetimin üst kademesi olan sarayda, hanedanlığın sahibi Mançular bulunurken yerel yönetimlerde Çinliler görev alıyordu. Mançuların da bu süreçte Çinlileşmeleri uzun sürmedi.

Qing Hanedanlığı 18. Yüzyılın sonlarına doğru her anlamda zirveye ulaşmıştı. Fakat sahip olduğu 400 milyonluk nüfusun yarattığı sıkıntı ile ekonomik durgunluk, üretimde düşme, yolsuzluk ve yönetimin çağın koşullarına uymadan klasik sistemi korumaya çalışması, modernize olamaması, imparatorda güç kaybı yarattı. Ülkenin mali krize girmesi aynı zamanda Avrupa ülkelerinin ticari baskıları ile zor durumlarda kalması sonucu merkez otorite kayboldu.

1800’lerden itibaren özellikle Britanya İmparatorluğunun ticaret gemilerinin ülkeyi sık sık ziyaret etmesi diğer Avrupalıların da ticari iş birliğine girmelerini sağladı. Qing Hanedanlığını sona doğru yaklaştıran en büyük sorun Britanya ile karşı karşıya kaldığı Afyon Savaşları olacaktı.

1830’lu yıllardan itibaren İngiliz tüccarlar kaçak yollardan ülkeye afyon sokarak ticaret yapmaya başladılar. Yerel yönetimlerin engel olmadığı afyon kullanımı bir süre sonra Guangzhou’da ciddi boyutlara vardı. 1839 yılında, bölgeye atanan yeni valinin bu olumsuz gidişe dur demek istemesi ile kantondaki tüm afyon depolarına el konularak imha edildi. Bu sırada sarhoş birkaç İngiliz’in bir Çinliyi öldürmesi ve suçlu İngiliz’in Çin mahkemesi yerine İngiliz mahkemesinde yargılanmasını istemeleri ortamı iyice gerginleştirdi. Meydana gelen küçük savaşta İngiliz gemilerini koruyan bir İngiliz zırhlı gemisi teknolojik üstünlükleri sayesinde savaşı kazandı. Savaşı kaybeden Çin Büyük Britanya ile 1842 yılında Nanjing Antlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Antlaşmanın ağır maddeler içeriyordu. Bu antlaşmaya göre; Çin, Hong Kong Adası ve bu adanın civarındaki adaları Birleşik Krallık'a verecek, Savaş tazminatı olarak 650 ton gümüş ödeyecek, İllegal olarak el koyduğu ya da imha ettiği afyonlar için Birleşik Krallık'a 6 milyon pound tazminat ödeyecek, Birleşik Krallık ile karşılıklı aynı ticari kurallara uyacak, 5 limanını düşük gümrük tarifeleriyle Birleşik Krallık'a açacaktı. Ayrıca Çin'de bulunan Britanya vatandaşları diplomatik dokunulmazlığa sahip olacak ve Çinlilerin ülke dışına çıkmaları için konulan yasak kalkacak ve yurt dışına gidebileceklerdi (Amerika’ya ilk Çin göçü bu dönemde başladı). Bu antlaşma maddeleri Çin açısından “Eşitsiz Antlaşma” olarak görülüyordu. Bunun dışında tüm yabancılara karşı “Dış Dokunulmazlık” uygulaması da geçerli oldu. Böylece Çin’de faaliyet gösteren yabancılar yerel yasalardan muaf tutuluyorlardı.

Yapılan antlaşmalardan sonra Çin, bulunduğu durumu kabullenmekte zorlanıyordu. Yerel yöneticiler içinde antlaşma maddelerine uymak konusundaki isteksizlikleri 1856 yılında sorun olarak ortaya çıktı. O yıl bazı Çinli görevliler “Arrow” isimli İngiliz gemisine çıkıp bayraklarını indirmesinden sonra Büyük Britanya ile savaş yeniden başlamış oldu. Aynı dönemde Çin’in iç kısımlarında bir Fransız’ın öldürülmesi bu kez Fransızları da İngilizler yanında savaşa soktu. Böylece Çin’e karşı İngiliz ve Fransızların olduğu 2. Afyon Savaşı ortaya çıktı. 1857 yılında İngilizler ve Fransızlar askeri harekata başladıktan bir süre sonra Çin’i Tienstin Antlaşmasını yapmaya zorladılar. Bu antlaşma ile yabancılar elçilerle Pekin’e yerleşebilecek, yeni ticaret limanları açılacak, yerleşim amacıyla Batılılar Çin’e girebilecek, Çin’in iç bölgelerine doğru yolculuk yapabilecek, toprak satın alabilecek, Çin yasalarına tabi olmadan kendi konsoloslukları tarafından yargılanmalar gibi haklara sahip olacaklardı. Aynı yıl bu kez Şanghay’da yapılan görüşmelerde afyon ithali de yasallaştırıldı. Ancak Çinli yetkililer antlaşmayı imzalamayı reddettiler. Yeniden çıkan savaşta İngiliz ve Fransız kuvvetleri Pekin’i ele geçirip İmparatorun yazlık sarayını yaktı. Bu kez Pekin Antlaşması için masaya oturuldu ancak bir farkla, artık masada bir de Rusya vardı. Bu kez yapılan sözleşmede Çin’in toprak kayıpları da vardı. Daha önce İngilizlere kullanım amaçlı verdiği Hong Kong’un bulunduğu Kowloon yarımadası bu kez tamamen bırakılıyordu. Fransız misyonerlere ait el konulan dini ve hayır kurumlarının tamamen iade edilmesi gerekecekti. Ayrıca sonradan sözleşmeye dahil olan Rusya’ya da Mançurya bölgesinden toprak verilmesi, sözleşme maddeleri arasındaydı. Bu sözleşme 4 ülke arasında imzalanıp kabul edildi. Artık Qing hanedanlığı sonuna doğru sürüklenmekteydi.

KİNİZM, ANTİSTHENES, SİNOPLU DİYOJEN VE TEBAİLİ KRATES

Yazan: A.Kara

KİNİZM, ANTİSTHENES, SİNOPLU DİYOJEN VE TEBAİLİ KRATES

"Diğer köpekler düşmanlarını ısırır, bense kurtarmak için arkadaşlarımı ısırırım". - Sinoplu Diyojen

Antik Yunan'da birçok felsefi düşünce ekolü hakim olmuştur. Bunlar arasında pek bilinmeyen ve anlatılmayanlardan biri, saf, dürüst, ahlaklı ve erdemli bir yaşam arayışını amaçlayan bir öğreti olan Kinizm'di.

Yunan filozoflarının günümüzdeki zengin felsefe dünyasının temellerini atarken diğer yandan dünya ve insanlığın gelişimi üzerinde muazzam etkilere sahip olduklarından şüphe duyulamaz. Antik Yunan felsefi dünyası, Ksenofon'dan Sokrates'e, Platon'dan Aristoteles'e kadar birçok isim Yunan uygarlığının bulundukları dönemin ne kadar ötesinde olduklarının göstergesidir.

Grekçede "kyôn"* köpek demekti. Kinikler teriminin eski Yunanca adı "κυνισμός" enteresan bir şekilde "köpek benzeri, köpeksi (κυνικός : kynikos)" anlamlarına gelen terimden türemişti. [1] Bu yüzden Kinikler teriminin başlangıçta hakaret anlamı taşıyan bir söz olarak ortaya çıktığı düşünülür. Çünkü dönem felsefesinin bir parçası olan Kinikler basit, çileci ve geleneksel utanç duygusundan yoksun bir hayat yaşıyorlardı. Bunlar o zamanlar çok alışılan bir durum olmadığından sefil görünüşleri köpeklerle karşılaştırılarak aşağılanmışlardı.

* Genitif hali : "kynos"tur.

İsmin kökeninin 2. olasılığı ünlü Herakles tapınağı ve Atina'nın "Cynosarges" yani "Beyaz Köpeğin Yeri" anlamına gelen açık spor salonu ile ilgilidir. [2] İlk Kinik ve Sokrates'in öğrencisi olan Antisthenes felsefi görüşlerini burada öğretmişti. Kinik adı ve onlara "köpek" denmesi, kinik felsefesinin özünü oluşturan, aşırı çileci yaşam tarzı nedeniyle bu şekilde anılmış olan Sinoplu Diyojen (Diogenes) döneminde daha da popülerdi. [3]

Diyojen'e yaşam biçiminden dolayı "köpek" benzetmesi yaptıklarında şöyle karşılık vermişti:

"Diğer köpekler düşmanlarını ısırır, bense kurtarmak için arkadaşlarımı ısırırım". [4]

Aristoteles onlara köpek adının verilmesinin dört nedeni olduğunu söyler ve maddelerini şöyle sıralar:
  1. Birincisi kayıtsızlık üzerine kurulu olan yaşam tarzları, köpekler gibi halk içinde yemek yiyip sevişmeleri, yol kenarlarında ve fıçıların içinde uyumalarıdır.
  2. İkincisi köpeğin utanmaz bir hayvan olması ve onların utanmazlığı diğerlerinden üstünlük veya alçaklık olarak görmemesi, Kiniklerin de bir utanmazlık kültü oluşturmuş olmasıdır.
  3. Üçüncüsü köpeklerin iyi birer bekçi olması ve Kiniklerin de tıpkı köpekler gibi felsefelerinin ilkelerine bekçilik yaparak korumasıdır.
  4. Dördüncüsü köpeklerin dost ile düşmanı ayırt edebilen bir hayvan olması, Kiniklerin felsefeye layık olanları dost bilip seve seve kabul etmesi, layık olmayanları kovalamasıdır. [5]

Diyojen ve diğer filozoflar kendilerine verilen ve hakaret içeren bu takma adı benimseyerek onu kendilerine avantaj sağlayacak şekilde kullanmışlardı. Öğretileri ile yaşam tarzları mükemmel bir uyum içindeydi; ki bu da ideallerini ve iletmek istedikleri mesajı vurgulamalarını sağlıyordu.

Sıradan halk, bir sokak köpeğinde olumsuz yönler görürken Kinikler onlarda saflığı ve diğer iyi yönleri görmüşlerdi. Akabinde felsefelerini ve mantıksal sonuçlarını belirterek birçok durumu kendi lehlerine çevirmişlerdi.

Peki Kinizm felsefi öğretisi neydi, hangi mesajı iletmeye çalışıyordu?

Kinik öğretinin temelini "erdem" oluşturur. Kinik düşünürler için yaşamın amacı doğa ile mükemmel simbiyoz (ortak yaşam) içinde, erdem ve ahlaki mükemmel içinde yaşamaktı. Simbiyoz yani Ortakyaşam iki farklı canlının tek bir canlı gibi yardım ve dayanışma içinde bir arada yaşamalarına verilen addır.

Kinikler mutluluğun yüksek erdemle elde edilebileceğini, titiz bir eğitim ve ahlaki güçle insanların dünyevi arzuların yükünden kurtulabileceğini savunuyordu. Dolayısıyla insanlar şöhret, güç, zenginlik, şehvet gibi dünyevi arzuları reddederek, hiçbir şeye sahip olmadan sadece bir hayat yaşayarak mutluluğa ulaşabilirdi. [6] Böyle bir yaşam tarzı saf ve doğa ile uyumlu kabul edilir, aynı zamanda bilginin işareti olarak görülürdü. Çünkü bir insan ancak yeterince bilgi sahibi olursa kendini kuşatan ihtiyaçlardan sıyrılabilirdi.

Kişi dış etkilerden, özellikle zenginlik, güç ve şöhret kavramlarından kurtuldukça, çilecilik yoluyla mutluluk ve berraklığa ulaşabilirdi. Kiniklere göre bu gibi kavramların doğada hiçbir değeri yoktur. Sinoplu Diyojen, felsefenin bu yönünü mükemmel bir şekilde sergilemiştir.

Kinizmin temel yönlerinden biri basmakalıp davranışları, ahlaki normları reddetmesi, utanç duygusundan yoksun olmasıydı. Yaşamın amacı "eudaimonia" yani mutluluk ve en üst düzeyde zihinsel açıklığa erişmekti. Zihinsel açıklıktan kasıt, kişinin saf bir bilince erişmesi, kibir ve açgözlülük gibi duygulardan arınmasıydı. Onlara göre bir insan değerleri yanlış yargıladığında bu durum kişinin zihninin gaddarlık, açgözlülük, olumsuzluk ve alışılmışın dışındaki diğer duygular tarafından kuşatılmasına neden oluyordu. Mutluluk ve kişinin gelişimi, kendi kendine yetmeye, sükunete, insan sevgisine ve hayatın iniş çıkışlarına karşı kayıtsız kalmaya bağlıydı. [7]

Kısaca Kinik felsefeye göre kişi sadece yaşayabilmesi için gerekli olan temel ihtiyaçlara sahip olmalı kendini bunun dışındaki maddi varlıklardan arındırmalıydı. İnsan, hayatında hiçbir gerçek değer ve amaca hizmet etmeyen geleneksel ihtiyaçlardan ancak bu şekilde kurtulabilirdi.

Ek olarak kişi sadece zihinsel ve ahlaki yönden değil, fiziksel yönden de eğitimli olmalıydı. Zihinsel egzersizler gibi fiziksel egzersizler de bir gereklilikti ve biri olmadan diğerinin gelişmeyeceği söyleniyordu. [8]

Kinikler hakkında önemli bir noktaya işaret etmek gerek. Kendinden yüzyıllar sonra gelen çileci keşişler çileci inançlarını toplum dışında uygularken Kinikler bunun aksine alışılmışın dışındaki yaşam biçimlerini toplumun ortasında uygulamışlardır. Bu sayede halka felsefi görüşlerini ve toplumun yanlışlarını anlatan vaazlar veriyorlardı.

Herakles (Herkül) onlar için oldukça önemliydi. Kahramanları ve sembolleriydi. Çünkü onlara göre Herakles bir Kinik olmanın gerektirdiği tüm erdemleri bünyesinde barındırıyordu. [9]

SİNOPLU DİYOJEN (MÖ. 412/404-323)

Kendine "dünya vatandaşı" [10] diyen ve bir Kinik olan Diyojen her türlü mülkiyeti reddettiği için Atina pazarındaki büyük bir seramik kapta yaşıyordu (pithos). [11] Önemli şahsiyetleri eleştiriyordu ve genellikle Platon'un toplum öğretilerini bozuyordu.

Ne kadar doğru olduğu bilinmez ama şöyle bir anekdot anlatılır. Bir gün büyük İskender ile Diyojen karşılaşırlar. Büyük İskender saygısını göstermek için oturmakta olan Diyojen'in önünde durur. Onun için yapabileceği bir şey olup olmadığını sorar. Diyojen, Kinik felsefesi ile uyumlu şekilde cevap vererek: "Evet, güneş ışığımdan uzak durun" der. [12]

Karşılaşmalarına dair farklı bir anekdot daha vardır. Buna göre Diyojen yığın halindeki insan kemiklerini dikkatle incelerken onu gören İskender "ne yapıyorsun" diye sorar. Diyojen "Babanın kemiklerini arıyorum ama onları bir kölenin kemiklerinden ayırt edemiyorum" diye cevaplayarak öldüklerinde tüm insanların eşit olduğunu vurgular.

Elinde lamba tutar şekilde tasvir edildiği meşhur heykel ile uyumlu olan bir anekdot anlatılır. Gündüz vakti elinde lamba ile gezen Diyojen'e neden böyle tuhaf bir şey yapıyorsun, gündüz lamba ile geziyorsun diye sorulduğunda "Dürüst adam arıyorum" diye cevaplar. [13]

DİYOJEN'İN ÖĞRETMENİ VE İLK KİNİK : ANTİSTHENES (MÖ. 446-366)

Kinik felsefeyle tanınmış olsa da bu felsefenin yaratıcısı Diyojen değil, öğretmeni Antisthenes'di. [24] Antisthenes Klasik Yunan ve Batı felsefesinin önemli isimlerinden biri olan Sokrates'in öğrencisi ve takipçisiydi. Hayatta olduğu süre boyunca Antisthenes'in Kinizm felsefesinin yaratıcısı olduğu bilinmiyordu, hatta belki de bu felsefi akımı ifade eden Kinizm terimi onun zamanında bile kullanılmamıştı. Fakat yine de kendinden sonra gelen herkes için bu felsefenin temellerini atmıştı. 

Daha derin felsefi anlamları ifade etmek için kelime oyunları kullanan zeki biri olarak biliniyordu. Öğretmeni Gorgias'ı, Atinalı hatip ve general olan Alcibiades'i hatta Plato gibi kişileri hiç çekinmeden eleştirmesiyle tanınırdı. [14] Erdemin katı ahlaki disiplin yoluyla öğretilebileceğini veya elde edilebileceğini ileri sürmüş ve en yüksek erdemin en yüksek asaleti simgelediğini, mutluluk sağlayan şeyin zevk değil erdem olduğunu ifade etmişti. İnsanı köleleştirdiği için hazcılığa karşıydı. Hazzı kötülük olarak gördüğünden bundan kaçınıyor ve şöyle diyordu:

"Zevk (haz) hissetmektense delirmeyi tercih ederim" [15]

Yoksul bir hayatı ise şöyle öğütlüyordu:

Açlığım geçene kadar yiyip, susuzluğum giderilene kadar içeyim ve kendimi giydireyim yeterli. Ve kapının dışında oradaki Kallias bile tüm zenginliklerine rağmen titremekten korunaklı-yoksun değil. Kendimi içeride (fıçı-varil-seramik kap içinde) bulduğumda çıplak duvarlarımdan daha sıcak bir gömleğe ihtiyacım var mı? [16]

Tüm bu öğretileri ile Kinik felsefenin altyapısını oluşturmuştu. 

TEBAİLİ KRATES (MÖ. 365-285)

Söz konusu Kinizm olduğunda bahsedilmesi gereken önemli diğer isim Tebaili Krates'dir. Antisthenes'in öldüğü sıralarda, MÖ. 365 civarında Tebai'de doğmuş olan bu adam büyük servet sahibi, zengin biriydi. Bir zamanlar Diyojen'in öğrencisi olduğu söylenen adam [17] tüm servetinden vazgeçerek erdemli ve yoksul bir hayat yaşamayı tercih etmişti. Atina sokaklarında bir baston ve pelerinden başka hiçbir şeyi olmadan yaşıyordu. [18]

Hayatının aşkı Hipparkia'yı da bu sokaklarda bulmuştu. [19] Erkek kardeşi, Krates'in takipçilerindendi ve Krates ile tanışan kadın ona aşık olmuştu. Onun hem yaşam tarzına hem de öğretilerine aşık olduğunu söylüyordu. Ailesi bu evliliğe karşı çıkınca kadın tüm servetini ve rahat yaşamını reddetmişti. 

Evliliklerini eşitlik ve karşılıklı saygıya dayandırmışlardı. Kocası ile eşit konumda yaşıyor, erkeklerle felsefi tartışmalara katılıyordu; ki bunlar antik Yunan halkının alışık olmadığı durumlardı.

Kinik felsefenin gereği olarak çocuklarını sokak ortasında yaşadıkları cinsel birliktelik ile dünyaya getirmişlerdi. [20]

Krates, Antik Yunan felsefesinin bir diğer önemli okulu olan Stoacılığın kurucusu Kıbrıslı Zenon'un öğretmenidir. [21] Zenon ve onun gelecekteki öğretileri üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bilinen, başarılı olmuş Kinik öğrencileri arasında Monimus [22], Kleomenes ve Theombrotus gibi isimler vardı. [23]

Kinizm felsefesinin bazı yönleri eleştirilebilir. Fakat insan hayatının "sahip olma" üzerine kurulmaması gerektiği, sahiplik his ve arzusunun verdiği mutluluğun geçici olduğu, haz odaklı yaşanan hayatın asla gerçek anlamda mutluluk getirmeyeceği gibi görüşleriyle ve kadınla erkeği eşit konuma getirmiş olması ile takdire değerdir.

ÇİN TARİHİ - 3

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ-3
HANEDANLIKLAR DÖNEMİ-III

LİAO HANEDANLIĞI: Liao, 916 yılında Çin’in kuzeyinde Çinlileşmiş Moğol kökenli Karahitayların kurduğu bir hanlıktı. Liao nehri kıyılarında ikamet eden Hitaylardan Yelü Abaoji (Taizu) 907’de Hitay Kağan’ı olmuştu. 916 yılında kendini “Tanrı İmparatoru” ilan edip Büyük Kitan’ı kurmuştu. 947 yılında onun yerine gelen ikinci imparator Taizong (Yelü Deguang) ülkenin adını Liao olarak değiştirdi. Daha sonra 983 yılında bu kez “Kidan” ve 1066 yılında tekrar “Liao” oldu.

JİNN HANEDANLIĞI; Mançuların ataları Çurçenler tarafından kurulmuş hanedandı. Ülkenin ismi Çurçen dilinde “Altın Ulus” anlamına gelmekteydi.

BATI XİA HANEDANLIĞI: Batı Xia Hanedanlığı ya da diğer adıyla Tangut İmparatorluğu 1032 yılında kuzeybatı Çin’in Kansu bölgesinde kuruldu ve yaşadı. Hanedanlık Tangut kabileleri tarafından kurulmuştu. Köken olarak Tibet, Birman halklarından oluşuyordu. Varlıklarını sürdürdüğü dönemlerde Song ve Jinn Hanedanlıkları ile komşulukları oldu. 1227 yılında Moğol hakanı Kubilay tarafından yıkıldı.

SONG HANEDANLIĞI: ‘Beş Hanedan On Krallık’ dönemi Zhao Kuangyin’in Song Hanedanını kurmasıyla sona erdi. Song hanedanlığı Çin’deki bölünmüşlüğü kısmen de olsa ortadan kaldırdı. 960 yılından itibaren hüküm süren imparatorluk, kendi döneminde Asya’nın önemli devletlerinden biriydi. Bulundukları coğrafya, doğu Çin denizi yakınlarında Laos ve Vietnam gibi ülkelerin yeriydi. Batı komşuları Tibet, kuzey komşuları ise Uygurlardı. Song Hanedanlığı hüküm sürdüğü dönemde Jinn Hanedanlığını ele geçirerek sınırlarını büyüttü. Ekonomik anlamda geçmiş hanedanlardan daha zengindi. Kâğıt para ilk kez bu hanedanlık döneminde kullanılmıştı. Tarım ekonomisi gelişmiş, kentleşmede çığır açmışlardı. Ülke bugünkü anlamda tam bir liberal ekonomi seviyesindeydi. Mülkiyetçilik her noktada hakimdi. 1279 yılında Yuan Hanedanlığı tarafından yıkıldı.

YUAN HANEDANLIĞI

Moğol hanı Cengiz Han dünyayı ele geçirmeye çalışırken elbette güneyinde en yakınındaki Çin imparatorluğunu göz ardı edemezdi. Kendisi ve oğullarının hayatta olduğu sürece zaman zaman yaptığı baskınlarla büyük zararlar vermiş olsalar da tam olarak tüm Çin’i ele geçirmeleri 1270’li yıllarda torunu Kubilay döneminde gerçekleşti. Moğolların Çin toprakları içindeki yaşamları sırasında kültürlerinden etkilenerek asimile olup Çinlileşmeye yüz tuttular.

Kubilay Han babası Tuluy Han’dan sonra tahta geçti. Kubilay Han, başkenti Hanbalık (Balık Türkçede Kent anlamına gelir. Hanbalık, Han’ın kenti demektir) olan büyük bir imparatorluğun sahibiydi. Hanbalık’ın Çincedeki anlamı ise Dadu idi. Dünyanın en büyük ve geniş topraklarına sahip imparatorluk Moğol olmasına rağmen kendilerini Çin İmparatorlu olarak tanımlıyorlardı. (Fatih de Türk olmasına rağmen kendine Rum Kayzeri diyordu)

Moğollar Çin’deki hakimiyetleri sırasında devletin yönetiminde yerli halka (Çinli) fırsat vermiyorlardı. Yuan ordusunun piyade askerleri çoğunlukla bölgedeki Moğol kabilelerinden geliyorlardı. Süvariler ve üst rütbeli subaylar ise Uygurlar başta olmak üzere diğer Türk kabilelerinden sağlanıyordu. Türkler, devletin yönetiminde de söz sahibiydiler. Moğol kökenli Yuan hanedanı Uygur Türklerinin bilgi, zekâ ve deneyimlerinden her fırsatta yararlanıyorlardı. Moğollardan yüz bulamayan Çinliler ise başka bölgelere göç ederek katliamlardan kaçınmaya çalışıyorlardı.

Moğolların yükseliş dönemlerinde yerli Çin halkına dayanılmaz baskı uygulayıp sömürü düzeni oluşturuyorlardı. Bu baskıcı yönetim bir süre sonra Çinlilerin birçok sayıda dini ve milli gizli örgütler kurarak organize olmalarını sağladı. Halk üzerindeki olumsuz baskılar bu örgütlerin birleşerek 1333 yılında ayaklanıp isyan çıkarmasına sebep oldu. O yıl, Altın nehir de denilen Sarı Irmak’ta yapılan ıslah çalışmaları sırasında halkın simge olarak başlarına bağladığı kırmızı örtülerden dolayı “Kırmızı Başörtülü Ordu” denilen birliklerin “Kızıl Türban İsyanı” adı verilen bir isyanı gerçekleştirdi.

1333’de Haozhou bölgesinde Zhu Yuanzhang liderliğinde başlayan isyan büyüyerek 1340’da “Çin’i yeniden kurmak” sloganıyla tüm Çin’e yayıldı. Zhu Yuanzhang, son Yuan İmparatoru Togon Temür dönemi olan 1368 yılında birlikleri ve halkla başkent Dadu’yu ele geçirip Yuan Hanedanlığını yıkarak yerine Ming Hanedanlığını kurdu.

MİNG HANEDANLIĞI

Halkı birleştirip isyana kaldırarak imparatorluğu ele geçiren Zhu’ya Ming Taizu denildiği için hanedanlığın adı Ming Hanedanlığı olmuştu. 31 yıllık yönetimi sırasında devlete büyük katkıları olan vezirleri ve devlet adamlarını ortadan kaldırarak merkezi yönetimi güçlendirdi. Taizu döneminde Çin altın dönemini yaşamaktaydı. Deniz ticaretinin gelişmesiyle devlet istikrar kazanmış ve ekonomi güçlenmişti.

Ming Taizu’nun ölümünden sonra yerine torunu Jianwen geçti. Ancak o da amcası tarafından tahttan indirildi ve yerine Zhu Di geçip kendini Chengzu İmparatoru ilan etti. 1421 yılında başkent, Pekin’e taşındı. 1400’lü yılların sonlarına doğru zengin Çin, Japonlar tarafından tehdit edilmeye başlandı. Japonya’yı birleştiren Toyotomi Hideyoshi Kore üzerinden Çin’i ele geçirme planları yapmaktaydı. Japonya, askeri harekata girişmiş olmasına rağmen Çin’in Kore’ye destek olmasıyla amacına ulaşamadı. Fakat bu sırada Çin ekonomik olarak çok zayıflamıştı. Üstüne üstlük 150 milyona yaklaşan nüfusuyla Çin, sorunlarla başa çıkamamaya başladı. 1600’lü yıllarda köylü isyanları başladı. 1627 yılında Şansi eyaletindeki afet sonrasında imparatorun zorla vergi toplamak istemesi yüzbinlerce köylülerin isyana kalkışmasını tetikledi. İsyancıların 1644 yılında Pekin’e girmeleri sonucunda son imparator Cong Zhen kendini asarak intihar etti. Bu Ming hanedanının sonu oldu. İsyandan sonra yerine 1644 yılında Qing Hanedanlığı kuruldu.

ÇİN TARİHİ - 2

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ-2
HANEDANLIKLAR DÖNEMİ-II

Güney , Kuzey Hanedanları

420’li yıllarda Çin, Kuzey ve Güney olarak iki ayrı devlete ve hanedanlığa ayrıldı. Jin Hanedanlığının parçalanmasından sonra güneyde Doğu Jin, Liu Song, Güney Qi, Liang ve Chen hanedanlıklarına ayrıldı. Kuzeyde ise çoğunlukla Çinleşmiş Türkler “On Altı Krallık” olarak bilinen krallıkları kurdular. Türk kökenli Çin krallıkları Hun, Siyenpi (Xianbei) ve Tabgaç halklarından doluşuyordu. Bunların dışında tamamı Çinlilerden oluşan Di ve Han Krallıkları bulunuyordu.

Ülkenin bu bölünmesi durumunda bile Budizm tüm coğrafyada hakim inanç şekli olarak yaygınlaşmıştı. Kuzeydeki Budizm Hint ve Sogd kültürü sonucu ticaret yoluyla benimsenmişti. Güneyde ise Budizm zaman zaman yasaklanma yolu ile Taoizm’e destek verilmekteydi.

589 yılında Sui Hanedanı dağılmış krallıkları birleştirerek 400 yıllık bölünmüşlüğe son verdi.

Sui Hanedanı

Hanedanlığın ömrü çok fazla uzun olmadı. Kurucusu İmparator Wen aslında Türk kökenli Siyenpi’li biriydi. Hanedanlığın süresi 29 yıl sürdü. Budizme daha çok destek verilmesi ve Çin seddinin geliştirilmesi ile standart sikke basılması bu dönemlerde başlamış ve daha sonra devam edilmiştir.

Tang Hanedanı

618 yılında Li Shimin tarafından kurulan Tang Hanedanı, yıkılmasına sebep olduğu Sui hanedanlığının politikalarını devam ettirdi. Geçmiş hanedanların içinde en güçlüsüydü. Tang döneminde Çin, uygarlığının en üst seviyeye ulaştı. Bu dönemde Çin’in sınırları orta Asya’ya kadar uzandı. Deniz yolu ya da İpek yolu ile yapılan ticaret, ülkeye zenginlik getirmişti. Ticaretin getirdiği zenginlik uğruna Tang Hanedanı güçlü olmasına rağmen kendisi gibi güçlü olan kuzeydeki Türk devletleri ile iyi geçinmek zorunda kalıyordu. Zaman zaman Göktürk kağanlığı ve Doğu Göktürk Kağanlığı Tang Hanedanının egemenliği altına girmiş olsa bile Göktürk Kağanlığı, Uygur Kağanlığı ve Karahanlılar gibi Türk Devletleri ile iyi ilişkiler içinde bulunmuşlardı. Bu yüzden 590-610 yılları arasında Çinli prensesler Türk devletlerinin önde gelenleri ile evlendiriliyorlardı. Bu iyi ilişkiler sonucunda Türkler 20 bin kişilik ordu ile Çinlileri rahatsız eden kuzey komşuları Moğol Hitaylara saldırmış ve onların hayvanlarını, kadınlarını savaş ganimeti olarak almışlardı. 635 ve 636 yılında iki kez Tang kraliyet ailesinden prensesler Çin ordusunda komutanlık yapan Türk generaller ile evlenmişlerdi. Daha sonra da 755 yılına kadar Türk komutanlar Çin ordusunda görev yapmayı sürdürdü.

Tang Hanedanlığı döneminde Çin ilk kez batıdan gelen misyonerler vasıtası sonucu Hristiyanlıkla tanıştı. Yine bu dönemde Çinliler ilk kez Müslümanlarla tanıştı. O güne karşı Çin ile mücadele edemeyen Müslümanlar, Talas savaşında Karluk Türkleri ile birleşerek 751 yılında Çinlileri savaşta yendiler. Bu savaştan sonra Araplar kâğıdı, pusulayı ve barutu öğrendi.

Hanedanlığın başkenti olan Changan dünyanın en büyük şehri olma özelliğini taşıyordu. Çin’in zenginlik, uygarlık ve kültür seviyesi o kadar yükselmişti ki Japonlar Çin yazı karakterlerini kendi yazı dillerinde kullanmaya başladılar.

Çin tarihinin en büyük imparatorları bu hanedanlık döneminde ortaya çıktı. Ancak 715 yılından sonra gelenler diğerleri kadar yetenekli değillerdi. Ağır ilerleyen bir çöküş döneminde siyasi kavgaların artması ve hadımların devlet yönetimini ele geçirmesi, ardı arkasına bitmeyen köylü isyanları ve en sonunda Huang Chao isyanını organize eden Zhu Wen, Tang Hanedanı imparatorunu tahttan indirerek 907 yılında yeni imparator oldu.

Beş Hanedan, On Krallık

Tang Hanedanlığının yıkılmasından sonra oluşan Beş hanedanlık, On Krallık döneminde 907’den 960 yılına kadar çok devletli bir yönetim sistemi uygulandı. Kuzey Çin’deki geleneksel imparatorluk merkezini Hou Ling, Hou Tang, Hou Jin, Hou Han ve Hou Zhou isimli 5 hanedan kontrol altına aldılar. Bunların içinden Hou Tang ve Hou Jin aslında “Şatuo” Türk kabilelerinin kurduğu hanedanlardı. Hou Han ve Hou Zhou ise Şatuo Türklerinin bir yapılanma şekli olan bölgesel valilikleri Jiedushi’lere bağlı garnizon komutanları tarafından kurulmuşlardı.

Bu 5 hanedanlığın yönetiminde Wuyue, Min, Jing Nan, Chu, Wu, Nan Tang, Nan Han, Bei Han, Qian Shu ve Hou Shu isimli 10 krallık hüküm sürmekteydi. Bu dönem de 960 yılında Hou Zhou generali Zhao Kuangyin’in darbesi sonucu Song Hanedanlığını kurması ile sona erdi.

TOLKİEN, ORTA DÜNYA VE MİTOLOJİ - 1

Yazan: A.Kara
TOLKİEN'E VE ONUN ORTA DÜNYASINA ESİN VEREN MİTOSLAR |1

Tolkien'in esin kaynaklarını ve bağlantılı mitosları anlatacağım bu makalede önem arz eden bir nokta varsa o da Tolkien'in okumayı seven, efsanelere, epik şiirlere, halk masallarına hatta tarihe ilgi duyan biri olduğudur.

Yüzüklerin Efendisi'nin yazarı J.R.R. Tolkien'in belki de en çok ilham aldığı bölgelerden biri İzlanda'dır. Bu bölgenin sahip olduğu eşsiz manzaralar, halk masalları ve İskandinav mitolojisi Orta Dünya evreninin şekillenmesinde büyük role sahiptir. Peki Tolkien bu bağlantıyı nasıl kurmuş, neden onca kültür ve yer varken İskandinav, Cermen mitolojisinden ve İzlanda'dan etkilenmişti?

1930'ların başında İngiltere, Oxford'da yaşayan Tolkien'in ailesiyle birlikte yaşayan bir dadısı vardı. Bu dadı Batı Fiyortlardan, İzlandalı bir kadındı. Yani nasıl ki farklı kültürden dadıyla yaşayanlar o kültürün diline, masallarına yönelik bilgiler edinebiliyor ise aynı durum Tolkien için de geçerliydi. İzlandalı dadısı sayesinde İzlanda halk masallarını ve İskandinav mitolojisini öğreniyordu. Ayrıca Birmingham'daki eğitimleri sırasında boş zamanlarını Eski İskandinav dilini okuyarak, onların efsanelerini tercüme ederek geçiriyordu. İşte Tolkien bu süreçte Hobbit (The Hobbit) adlı kitabını yazmaya başlamıştı. Dolayısı ile basit gibi görünse de ona ilham sağlayan en büyük kaynaklardan biri dadısıydı.

Yüzüklerin Efendisinde öne çıkan ögelerde bu kültürün efsanelerinin izlerini görmek mümkündür. Örneğin Völsunga Destanı, tüm güçleri barındıran bir yüzükten, yeniden dövülerek birleştirilen güçlü, görkemli bir kılıçtan bahseder. Bunlar Tolkien'in romanlarında, Yüzüklerin Efendisi'nde "hepsine hükmedecek tek bir yüzük" ve "Anduril, Narsil" adlı kılıçlar olarak karşımıza çıkar.

İskandinav mitoslarının anlatıldığı Manzum ve Nesir Edda'larda yüzük ve kılıç motifleri oldukça yaygındır. Hatta en büyülü ve güçlü olan yüzükleri cüceler dövmüştür. Bu yüzükler, Odin'in yüzüğü ve Niflungların (Almanca: Nibelung) yüzükleridir.
Niflung, diğer adıyla Nibelung Kraliyet Ailesini belirtmek için kullanılan bir terimdir. Bu terim İskandinav efsanelerinde cüce ve devlerin yaşadığı efsanevi topraklarda (Nibelungenlied) da karşımıza çıkar. Daha sonra bu Nibelung teriminin bir cüceyi veya cüce ırkını ifade eder hale geldiği görülür.

Bu yüzükler genellikle İskandinav şiirlerinde güç kullanılan bir metafordu. Bu yüzüklere sahip olmak,  güce sahip olmak demek iken bu yüzüklerden birini diğerleriyle paylaşmak, bir malı biriyle paylaşmak anlamı taşıyordu.

Kılıç konusuna gelirsek; İskandinav mitolojisindeki tüm ünlü kılıçların, Orta Dünya'nın birçok ana karakterine ait kılıçlara çok benzeyen, tarihlerini anlatan isimleri vardır.

William Morris'in, Volsung Sigurd'un 389. sayfasındaki metinler cücelerin yarattığı yüzüklerden ve ölü krallar tarafından taşınan kılıçlardan bahseder. Tolkien bunu öğrenci iken okumuştu.


Wagner'in "Der Ring des Nibelungen" yani "Nibelung Yüzüğü" adlı opera dizisi, büyülü ama lanetli bir altın yüzükten ve yeniden dövülmüş kırık bir kılıçtan bahseder. Völsunga adlı destanda bu öğeler sırasıyla Andvaranaut ve Gram'dır. Bunlar da tek yüzük ve tek kılıç olan Narsil'e (Andúril olarak yeniden dövülmüştür) karşılık gelirler.

Hikayelerin geçtiği fantezi dünyası olan Orta Dünya coğrafyası, İskandinav mitolojisindeki coğrafi anlatılara büyük ölçüde benzemektedir. İskandinav mitolojisinde 'Midgard', insanların, cücelerin, elflerin ve devlerin yaşadığı evreni oluşturan üç dünyadan biridir. Benzer şekilde, Tolkien’in evreninde Valinor adlı yer vardır. Tolkien'in Valinor adlı diyarına oldukça benzer şekilde, İskandinav mitolojisindeki Asgard, Midgard'ın üzerinde bulunur. Burası barış ve mutlu yaşamın yeri, Tanrıların ve en yüksek dünyanın evidir.

Tolkien, Eski İngiliz edebiyatı konusunda, özellikle de Beowulf destanı konusunda uzmandı ve Yüzüklerin Efendisi'nde bundan pek çok kez yararlanmıştı.


Beowulf Destanı'nda (epik şiir) Ogreler, Elfler ve İblis Cesetlerinden "eotenas [ond] ylfe [ond] orcneas," olarak bahsedilir. Bu destan da Tolkien'e Orklar, Elfler ve diğer ırkları yaratması konusunda ilham vermiştir. Elflerin tam olarak neye benzediğine dair fazla bilgiye sahip olmadığından bulabildiği Eski İngilizce dilindeki tüm kaynakları birleştirmek zorunda kalmıştır.

Yine Beowulf'ta "marifetli bir demirci ustası tarafından dikilmiş ağ (zincir zırh)" [searonet seowed, smiþes orþancum] ifadesi geçer. Tolkien buradaki "searo" sözcüğünü Mersiya* dilindeki formuyla *saru olarak kullanmış, bununla Orthanc hükümdarının, Saruman'ın adını yaratmıştır. Saruman, kurnaz, bilge ve teknolojik fikirleri olan büyücüdür.

Peki Entleri yani devasa ağaç adamları nereden esinlenmişti?

Entleri, başka bir Eski İngiliz şiiri, II. Maksimlerdeki (Maxims II) "devlerin becerikli eseri" (orþanc enta geweorc) ifadesinden türetmiştir. Buradaki Orþanc [Orthanc] ifadesine dikkat etmek gerekir çünkü bu ifade Orta Dünya evrenine Entlerin Saruman'ı hapsettiği Orthanc kulesi ve Entlerin Orthanc adlı ağaçlık alanı olarak girmiştir.

Tolkien, Rohan Süvarilerinin pek çok yönü için Beowulf ve diğer Eski İngiliz kaynaklarından yararlanmıştır. Örneğin Rohan topraklarının adı Mersiya lehçesindeki "Marc" dan türetilen Mark'tır.

Tolkien'in yazıp göndermemiş olduğu bir mektupta yazdıkları, Rohan'ın hem kurgusal hem de gerçek etimolojik kökenine ışık tutar:

... Rohan, Britanya'da, eski gururlu ve güçlü bir aile tarafından taşınan, ünlü bir isimdir. Bunun farkındaydım ve kelimenin bu şeklini beğendim. Ama aynı zamanda (uzun zaman önce) Elfçe "at" kelimesini icat etmiştim ve Rohan'ın atlılar tarafından işgalinden sonra Mark'ın (önceden Calenarðon '(büyük) yeşil bölge' olarak adlandırılıyordu) geç bir Sindarin adı olarak dilsel duruma nasıl uyum sağlayabileceğini görmüştüm. Britanya'nın tarihindeki hiçbir şey Éorlingas'a ışık tutmaz.

Peki ya Gandalf, onun esin kaynağı kimdir, nedir?

Gandalf, uzun-ak sakallı, yaşlı, geniş siperli şapka takan ve asa taşıyan gezgin İskandinav tanrısı Odin'in yeniden yapılandırılmış halidir. Bunu Tolkien kendisi söylüyor. 1946 tarihli bir mektupta, Gandalf'ı "Odin'e benzeyen bir gezgin" olarak düşündüğünü yazmıştır.

Balrog ve Moria'daki Khazad-dûm Köprüsü'nün çöküşü, İskandinav mitolojisinde, güneydeki ateş devlerinin başı, Surtr adlı dev ile ve Asgard köprüsü Bifröst'ün** yıkımı ile benzerlikler taşır. Orta Dünya'nın yaratıcı tanrıları Valar'lar, Aesir'e, Asgard tanrılarına benzer.
Orta Dünya'da tanrıların fiziksel olarak en güçlüleri Tulkas ve Orome ikilisidir. Tulkas ve Melkor'un yaratıklarıyla savaşan Orome, İskandinav mitolojisindeki Thor'a oldukça benzerken Valar'ın başı olan Manwe, Baba Odin ile benzerlikler taşır.

Işığın Elfleri, Kalakendi (Calaquendi) ve Karanlığın Elfleri, Morikendi (Moriquendi) tarzındaki ayrım, İskandinav mitolojisindeki ışık elfleri ve kara elflerin bölünmesini yansıtır. İskandinav mitolojisinde ışık elflerinin tanrılarla ilişkilendirilmesine benzer şekilde Kalakendi'ler de Valar'lar ile bağlantılıdır.

Tolkien'in etkilendiği mitoslardan diğeri ise Finlerin "Kalevala Destanı"dır. Buna ve ek olarak Yunan, Kelt, Slav mitoslarından temel aldığı ögeleri de makalenin 2. bölümünde ele alacağım.

DİPNOTLAR
* Merciya, 7 Anglosakson krallığından (heptarşi) biriydi. Günümüzde Midlands olarak bilinen bölgenin Trent nehir vadisinde bulunan Tamworth krallığının başşehriydi.
** Bifröst, Cermen mitolojisinde gökkuşağı şeklindeki köprüdür. Bu köprü tanrıların dünyalar arasında seyahat etmesini sağlar.