HABERLER
Dini Haber

ANTİK YUNAN’DA TANRI DÜŞÜNCESİ

Yazan: A.Kara

ANTİK YUNAN’DA TANRI DÜŞÜNCESİ

Greklerin tanrı ve tanrıçaları eski Anadolu uygarlıklarında ve Arap coğrafyası gibi yayıldığı birçok bölgede ciddi derecede etkili olmuştur. Kadim Anadolu’da tanrı Zeus’a olan inanış oldukça baskın gelmiş, farklı isimlerle tapınılmış Zeus figürünün etkilerinden dolayı insanlar uzun bir süre tanrıyı koruyucu baba gibi görmüş [1] hatta Allah’tan bahsederken bile “Allah baba” demişlerdir. Benzer durum Kubaba, Gaia, Kibele gibi tanrıçalara olan inanışın etkisi ile doğa ya da topraktan bahsederken “ana” denmesiyle öne çıkar.

Anne, baba demek tuhaf görünse de Antik Yunanlılar için tanrılar insanlara oldukça benzerlerdir. Bu benzerlik görünüşleri konusunda da aynıdır fakat onları ayıran şey benzedikleri insanlardan daha uzun, güzel, güçlü ve estetik olmalarıdır. Güzel bir dış görünüş aynı zamanda güzel düşüncenin, zihniyetin dışa vurumu sayılmıştır. Uzun boy önemlidir çünkü Greklere göre kişiyi güzel olarak tanımlayabilmenin en önemli şartı boyunun uzun olup olmamasında yatıyordu. Bu yüzden Hint toplumlarındaki ciddi derecede kilolu veya kısa tanrı ya da tanrıça figürlerini Yunan mitoslarında görmek oldukça zordur.

Görünümleri ile ölümlü kulları olan insanlara benzemeleri dışında yaşantıları ve duyguları yönüyle de oldukça benzeşiyor, tıpkı insanlar gibi evleniyor, çocuk sahibi oluyor, aldatıyor, öldürüyor, çalıyor, kıskanıyor, intikam alıyor ve hileye başvuruyorlardı. Özellikle tanrıçalar söz konusu olduğunda duygusal olarak en çok öne çıkan yönleri kıskançlık iken erkeklerde genellikle bu özellik şiddet ve intikam oluyordu. İroniktir ki inanışa göre bu tanrılar kötü işler yapanları cezalandırıyorlardı.

Yunanlılar ufak istisnalar dışında genellikle bir tanrıyı bilmeleser, tanımasalar bile onlara saygı duyardı. Onların geleneğinde yabancı da olsa her tanrıya saygı göstermek vardı. Bu yüzden onların hayal dünyasını, efsanelerini ve tanrılarını etkileyen, tanrılarının daha zalim, cezalandırıcı ve sert olmasına neden olan en büyük faktör ilkel Keltler olmuştu. Çünkü Yunanlılar İtalya’ya yerleştiklerinde bu topraklarda Keltlere ait inanış ve efsaneler varlığını sürdürmekteydi. Yunanlılar gelenekleri gereği onlara saygısızlık yapmamış ve kendi tanrılarına en çok benzettiklerini benimsemişlerdi. Bu yüzden daha barbarca bir yaşantıya sahip olan Keltlerin tanrı ve inanışları Greklerin dini inanışlarını etkilemişti.

Birçok eski kültürde olduğu gibi Grek inancında da tanrılar insan kılığında dünyaya geliyor, faniler arasında yaşıyorlardı. Dilediğinde insanların arasında gezinebilen bu tanrılar zamandan münezzehtir ve uzay-zamandan bağımsızdır. Tanrı olmanın sonucu olarak görünmez olma, düşündükleri yere anında gidebilme, hayvan şekline girebilme gibi doğa üstü güçleri vardır.

Örneğin şarap tanrısı Dionysos genç bir adam şekline girerek yeryüzünde dolaşırken korsanlar tarafından kaçırılır. Gemi kaptanı Acoetes dışında hiç kimse kaçırdıkları adamda bir gariplik olduğunu hissetmez. Kaçırdıkları ve köle olarak satmak istedikleri adamın aslında bir tanrı olduğunu anlayan ve tayfasını vazgeçirmek isteyen kaptanın tüm çabaları boşadır, korsanlar Dionysos’u serbest bırakma fikrini kabul etmezler. Bunun üzerine Dionysos geminin içini sarmaşık ve hayvanlarla doldurur, korkuya kapılan korsanlar denize atladıkça yunus balığına dönüşürken kurtulan tek kişi kaptan Acoetes olur. [2]

Söz konusu şekil değiştirme olduğunda öne çıkan tanrılardan biri Zeustur.

Kral Thestius’un kızı Leda, Tyndareus ile evlendiği gün baba tanrı Zeus’un ilgisini çeker. Zeus bir kuğu şekline girerek Leda’yı baştan çıkarır. [3]

Başka bir efsanede Zeus, ölümlü bir kadın olan Europa’yı (Avrupa) kaçırmak için boğa şeklini alır. Tyre Kralı Agenor’un sarayında kendini beyaz bir boğaya dönüştüren Zeus, su perisi Io’nun soyundan gelen Europa’yı elde etmek için plan yapar ve boğa kılığında diğer hayvanların arasına katılır. Europa boğayı okşayıp sırtına bindiği an Zeus yakaladığı fırsat ile kadını Girit adasına kaçırır. Europa burada kraliçe olur ve Zeus günümüzde Avrupa olarak bilinen kıtaya onun adını verir. [4]

Zeus’un insan veya hayvandan çok daha farklı şekle bürünebildiği efsaneler de vardır. Kendini altından yağmur damlalarına dönüştürerek Danae’nin hapsolduğu zindana sızmayı başarır ve çatıdan Danae’nin kucağına dökülen altın damlacıkları şeklinde onunla ilişkiye girer. [5]

Tanrıların insan şekline girerek dünyada gezinmeleri hem tehlikeli hem de mutluluk verici sonuçlar doğurabiliyordu. İnsan kılığında dünyaya inen tanrı bir Yunanlının evinde misafir olabiliyor ve karşısındaki kişi ona iyi davranmaz, düzgün ağırlamazsa cezalandırılıyor, aksi durumlarda ise ödüllendiriliyordu.

Örneğin bir efsaneye göre Zeus ile Hermes Frikya boyunca yaptıkları yolculuk sonucunda yorgun düşer ve dinlenip kalacakları bir yer ararlar. Kimse onları iyi karşılamaz ve misafir etmez. Fakat Filemon ve Baukis isimli yaşlı çiftin mütevazi kulübesine gidip kapılarını çaldıklarında, çift Zeus ile Hermes’i misafir olarak eve buyur eder. İmkanları dahilinde en iyi sofrayı sunmaya çalışır ve tanrıları içtenlikle ağırlarlar. Bunun sonucunda aldıkları ödül ise hayatları olmuştur. Çünkü Zeus ile Hermes yaşlı çifte yaşadıkları yerdeki kötü insanlar yüzünden bir tufan felaketi gönderip orayı yıkacağını bu yüzden köylerine bakan karşı tepeye tırmanmalarını söyler. [6]

Bunun aksi yönünde misafir olan tanrıları iyi karşılamadığı için cezalandırılan insanların olduğu yönünde çokça efsane olduğundan tıpkı bizim toplumumuzdaki gibi Yunanlarda da kapıya gelen kişiyi misafir etmek, iyi ağırlamak, kendin yemeyip yedirmek adet olmuştur.

Söz konusu tanrıçalar olduğunda kıskançlık ve “en güzel olan” olma hırsı öne çıkar; ki bu durum Grek kadınlar için de güzel olmanın, beğenilmenin ne kadar önemli olduğunun göstergesidir.

Örneğin Zeus’un esas eşi olan ve hava üzerinde egemenliğe sahip olan kibirli tanrıça Hera’nın da katıldığı bir düğünde en güzel olanın kim olduğu konusunda anlaşmazlık yaşanır. Hera, Afrodit ve Athena en güzelin kim olduğu konusunda bilgeliği ile ünlü çoban Paris’e danışırlar. Paris en güzel olarak Hera değil de Afrodit’i seçince öfkelenen Hera Paris’e işkence eder. [7]

Efsanelere en çok konu olan bir diğer duygu aşktır. Tanrıların kendi aralarındaki aşk ve tutkularına ek olarak aynı zamanda insanlara da aşık oldukları, hatta aşık olup karşılık alamadıkları, elde edemedikleri insanları cezalandırıp öldürdükleri, işkence çektirdikleri düzinelerce efsane vardır. Söz konusu aşk olduğunda adı en çok duyulan tanrılardan biri Apollon’dur çünkü bu konuda oldukça kısmetsizdir. Ya aşık olduğu kadınlar ona bakmaz ya da ölür-öldürülürler.

Örneğin Apollon’un ilk aşkı nehir tanrısının kızı Daphne’dir. Daphne asla evlenmek istemeyen, hayatı boyunca avcılıkla meşgul olmak isteyen bir kadındır. Apollon bir gün ok atacağı sırada aşk tanrısı Eros’a rastlar ve kendisi henüz Python’u yeni öldürdüğünden egosu kabarmış şekilde Eros’un yaptığı işi küçümser. Eros’un elindeki yayın Eros’a değil de korkunç yılanı öldürmeyi başarmış bir kahramana ait olması gerektiğini söylerek kendini işaret eder. Öfkelenen Eros iki ok çeker, altın olan ok atılan kişide aşk, kurşundan yapılmış ok ise nefret uyandıracaktır. Eros altın oku Apollon’un göğsüne, kurşun oku ise Daphne’nin göğsüne atar. Apollon Daphne’ye aşık olmuştur ama Daphne vurulduğu oktan dolayı Apollan’dan nefret etmekte, onu görür görmez kaçmakta, bayılana kadar koşmaktadır. Daphne korku içinde tanrılardan yardım isterken kolları uyuşmaya başlar. Bu sırada Apollon’un kendine sarıldığını görünce defne ağacına dönüşür. [8]

Tanrıların insanlarla olan ilişkilerinden dünyaya gelen çocuklar kahramanlar ya da yarı tanrılardır. Onları öne çıkaran yanları taşıdıkları güç ve sahip oldukları cesarettir. Yarı tanrı olarak isimlendirilmelerinin nedeni tanrısal olduğu kadar fani yani ölümlü olmalarıdır.

Yarı tanrıların insanlardan üstün, tanrısallığa yakın yönleri olduğunun bir örneği Chiron’dur. Kronos ve Philyra'nın çocuğu olan Kheiron (Chiron) bir Kentor'dur. Vahşi ve barbar olan diğer kentorların aksine, bilgeliği ve büyük tıp bilgisi ile ünlüdür. Herkül, Aşil, Jason gibi tanrı çocuklarına savaş eğitimi vermiştir. [9]

İbadet ve ayinler halk için oldukça önemli yer tutuyordu çünkü insanlar eğer onlara ibadet etmez ya da ayinlerini aksatırlarsa tanrıların kendilerini cezalandıracağına inanıyorlardı. Cezalandırma veya ödüllendirmeleri oldukça farklı şekilde olabiliyordu. Örneğin ceza olarak insanı taşa veya hayvana çevirebiliyor, ödül olarak ise onu ölümsüz bir ağaca dönüştürebiliyorlardı. Tapınma bu kadar önemli olunca tanrıları memnun etmek için onların şerefine görkemli tapınaklar inşa ediliyor, tapınağa gelen insanlar tanrılara değerli hediyeler ve hayvan kurbanları sunuyorlardı. Bazen insan kurban ettikleri de söylense de konuya dair kesin kanıtlar olmaması şuan için bu iddiayı ihtilaflı yapmaktadır.

Kurban önemli bir uygulama olduğundan bu konuda birçok efsane türetilmiştir. Bunlardan en meşhuru Minotor efsanesidir. Bu efsaneye göre Girit Kralı Minos güç ve ihtişamının göstergesi olması için tanrı Poseidon’dan onun adına kurban etmek üzere bir boğa ister. Poseidon’un krala verdiği boğa kralın öyle hoşuna gider ki kurban edilsin diye verilen boğa yerine başka bir boğayı kurban eder. Bunu fark eden Poseidon öfkelenerek kral Minos’u cezalandırır. Ceza kralın karısının boğaya aşık edilmesidir. Poseidon bu cezayı uygulayabilmesi için Eros’tan yardım ister. Eros’un oklarının etkisiyle kralın karısı boğaya aşık olarak onunla çiftleşir ve bunun sonucunda yarı insan yarı boğa olan bir çocuk doğar. Çocuğa Minos’un Boğası anlamına gelen Minotor adını verirler. Kötü tabiata sahip olan bu karakter labirente hapsedilir. [10]

Tanrıların kıyafetleri ve kullandıkları bazı silahlar insanların kullandıklarına oldukça benzer olsa da kalite ve güçleri bakımından ölümlülerden ayrılırlar. Kıyafetleri en kaliteli malzemeden iken kullandıkları silahlar genellikle sihirli güçler barındırmakta ya da inanılmaz dayanıklılığa sahip olmaktadır.

Örneğin Zeus’un yıldırımları bile aslında bir silahtır. Zeus Kronos’u yenip tepegözleri serbest bıraktıktan sonra tepegözlerin Zeus’a verdiği özel bir silahtır. [11]

Poseidon’un Yunan balıkçıların balık yakalarken kullandıkları 3 başlı mızrak üzerinden modellenmiş sihirli silahı vardır. Poseidon, demirci tanrı Hepaistos’un kendisi için dövdüğü bu sihirli silahı yere vurduğunda gemileri batırabilecek, tüm adaları sular altında bırakacabilecek dev tsunamiler üretebilir veya depremler yaratabilir. [12]

Tanrılar seyahat ederken Çariot benzeri arabalara biner ve bu arabaları kendi soylarından gelen atlar çekmektedir. Tanrıların büyük kısmının yaşadığı kutsal dağ Olimpos’a gidip gelme yöntemleri budur. Olimpos tanrıların yaşadığı yer olduğu kadar aynı zamanda onların toplanma, meclis kurma alanıdır. Bazen ziyafetler düzenlenir ve bu ziyafetlere tanrı Apollon’un lirinden çıkan tatlı melodiler ile periler eşlik eder. Tanrıların katı olan Olimpos’da her tanrının kendine ait bir evi vardır. Yani tanrılar için düşünülen yaşam biçimi insanlarınkine oldukça yakındır.

Yunan mitolojisinin hayal gücünü zorlayan renkli yapısının kökenini oluşturan şey Greklerin doğa olaylarını anlamlandırma çabasıydı. Bizler depremlerin nasıl ve neden oluştuğunu, yıldırımın neden düştüğünü, sellerin neden meydana geldiğini, heyelanları ve yer batmalarını bilimsel olarak biliyor ve anladığımız için bunlara mistik anlamlar yüklemiyoruz. Fakat kendinizi antik dönemde hayal eder ve bunların hiçbiri hakkında bilginiz olmadığını düşünürseniz sizin için doğa olaylarını tanrı ve yaratıklarla ilişkilendirmekten başka çıkar yol olmayacaktır. İşte bu yüzden Yunan efsanelerinde dev kayaları kopararak fırlatan devler, öfkelenip denizde dev dalgalar çıkaran, insanları uzun süren yağmurlar ya da gönderdiği depremler ile harap eden öfkeli tanrılar vardır. Kara bulutlar ve gök gürültüleri eşliğinde sık yağan yağmurlar, bu sırada gördükleri şimşek ve yıldırım ışıkları ya da denizde birden oluşmaya başlayan dev dalgalar Grekler için ilgili tanrının kızdığı anlamına gelirdi. Yani Grekler için tüm evren nefes alıp veriyordu. Doğayı anlama çabalarından dolayı her yerde bir tanrı görüyorlardı. Ağaçlar, ırmaklar, güneş, her şey onlar için tanrısal birer varlıktı.

Fakat tabi ki tüm tanrı ve tanrıçalar doğa güçleri üzerinden var edilmiş değildi. Bunlardan bazıları muhtemelen dönem içinde yaşadıkları toplumda zeka ve yetenekleri ile öne çıkan, zamanla ozanlar tarafından anlatılan ve dilden dile gezinirken tanrısallaştırılan karakterlerdi. Bunu anlamak için efsanelerdeki bazı tanrıları o dönem yaşayan biriymiş gibi düşünmek, hayal etmek gerekir. Böyle düşünüldüğünde Apollon’un oğlu olduğu söylenen Orpheus’un diğer müzisyenlerden çok daha başarılı, etkileyici biri olduğu, olağanüstü silahlar döven topal tanrı Hepaistos’un gerçekten de çok iyi silah ve zırhlar yapan bir demirci olduğu fakat şairlerin süslü anlatımlarının da etkisi ile zamanla tanrısallaştırıldığı güçlü bir ihtimaldir.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-2

Yazan: Sedat Karadayı
Fotoğraf Bilgisi
Üstte: Erzincan Sovyet Cumhuriyetini kuran Kızıl Ordu mensupları
Altta: Koçgiri Aşiretinden bir grup, aşireti lideri Alişer Bey ve eşi Zarife

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-2
SOVYET KOMÜNİST EMPERYALİZMİ, “ERZİNCAN ŞURASI”


Sovyetler Birliğinde Bolşeviklerin devleti ele geçirmesi ile beraber Lenin, Komünist Partinin başına geçerek devleti yönetmeye başlamıştı. Ancak Bolşevikler tam olarak devletin tüm topraklarına hâkim olamamışlardı. Bolşevikler özellikle toprak aristokratlarının yoğun olduğu kırsal bölgelerde yeterince güçlü değillerdi. 1918 yılında Çar yanlısı generaller ABD’nin destek verdiği İngiltere ve Fransa’dan yardım alarak Komünist Partisinin Kızıl Ordusuna karşı savaş açmışlardı. Kızıl Ordu karşıtı olarak kurulan “Beyaz Ordu” ya da diğer adıyla “Beyaz Muhafızlar” yer yer Kızıl Ordu ve onun hâkim olduğu yerlerde katliamlar yaparak Çarlığı yeniden başlatmak arzusundaydı. Bir süre Batı Avrupa’dan aldığı yardımlarla direnmesine rağmen Komünist Parti etkin mücadele ile “Beyaz Terör” adını verdiği sorundan kurtulmayı başardı. Sovyetler Birliği topraklarında bulunan İngiliz ve Fransız askeri birlikleri daha fazla kayıp vermek istemedikleri için çekilmek zorunda kaldılar. Sovyetler birliği bu dönemde batıda Romanya ve Polonya’nın doğuda ise Japonya’nın işgal planlarına karşı mücadele veriyordu.

Bir yandan Sovyetler Birliğini sağlam temellere oturtmaya çalışırken, diğer yandan da sahip oldukları Komünist rejimi komşularına ihraç ederek dış güvenliklerini sağlamlaştırma gayreti içindeydiler. Özellikle doğuda Afganistan ve Hindistan ile yapılan ilişkilerde onlara da kendi siyasi rejimlerini oluşturmaya çalıştılar.

I. Dünya savaşı sürerken Ekim Devrimi adı ile yapılan hareket sonrasında Rus orduları Osmanlı topraklarında işgal ettikleri bölgelerden çekilme kararı almışlardı. Kızıl Ordu subayları ele geçirmiş oldukları toprakları doğrudan Osmanlı’ya teslim etmek yerine o coğrafyada bir Sovyet komün yapı oluşmasını sağlamayı denediler. Bu amaçla Kızıl Ordunun Bolşevik komutanı (Ermeni asıllı) Arşak Cemalyan tarafından ilk kez “Erzincan Sovyeti” (Şurası) adı altında bölgedeki Türk, Zaza ve Ermeni halkların ortak yönetimini gerçekleştirmeye çalıştılar. Zazaların lideri konumundaki Dersim yöresindeki Koçgiri aşiretinden Alişer ve Alişan Beyler ile Ermenilerin lideri Muradov bu oluşuma destek verirken Türk tarafını temsil eden Erzincan müftüsü karşı duruş sergiliyordu. Erzincan Müftüsünün itirazı dini kaygılar içermekteydi. Bir komünist yapının kendilerini dinsiz yapacağından tedirgin oluyorlardı.

Sovyetler Birliğinin Kızıl Ordusu barışçıl şekilde Osmanlı topraklarını terk ederken ellerindeki silahları, gelecekte ne olacağından habersiz bölge Ermenilerine veriyorlardı. Erzincan’da kurulmaya çalışılan Sovyet Cumhuriyeti için çalışmalara hızlı başlanmıştı. Ermenilerin lideri Muradov barışçı söylemlerle Türk, Zaza ve Ermenilerin kardeş olduklarını anlatıyordu. Zaza Alişer Bey ise kendi halkına “Rus Ordusu’nun yönetimini amele cemiyeti ele almıştır. Ordu geri çekilecektir. Şûra çalışması için Dersim’den bir komite tez elden Erzincan’a gelsin” diye sesleniyordu. Bu şekilde gelişen olaylar sonucu “Erzincan Sovyet Cumhuriyeti” Erzincan, Bayburt, Erzurum ve Sivas’ı da içine alacak şekilde kuruldu. Sovyetler Birliği RSDP üyelerinin askeri, siyasi ve ekonomik desteği ile kısa zamanda gerçek bir iktidar olup devlet yapılanmasını başardılar. Sovyetlerdeki gibi Kolhoz benzeri kollektif üretim çiftlikleri oluşturuldu. İstihbarat, askeri ve polis örgütleri kuruldu. Maliye kanunu dahi çıkarılarak ödenecek vergi miktarlarının İstanbul hükumetine değil Sovyetler Birliğine ödenmesi belirlenmişti. Toprak kanunu çıkartılıp topraksız köylülere toprak dağıtıldı. Bu olaylar böyle gelişirken Cemiyet-i İslamiye adı ile kurulmuş olan bir grup, anti komünizm propagandası yaparak halkı aydınlatma yoluna gitmişti. Kızıl Ordu bölgeden tamamen çekildikten sonra bölgeye Türk ordusu girdi. Sovyet delegeleri hükümet merkezini Erzincan’dan Ovacık Yeşilyazı’ya almak zorunda kaldılar. Bu arada Alişer ve Alişan Beyler hareketi siyasallaştırmak amacıyla “Kürt Teali Cemiyetini” kurdular. Üstelik Kurtuluş Savaşının devam ettiği sırada bir de isyana kalkıştılar. Bu isyanı Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki ordu ve Topal Osman emrindeki Giresun Alayları bastırdı. Böylece Erzincan Şurası (Sovyeti) resmen kapanmış oldu. Sovyetler Birliği açısından olumsuz gelişen bu duruma rağmen Sovyetler Birliği belki bir umut Mustafa Kemal yönetiminin bir gün kendileri gibi Komünist olabileceği ihtimaline karşın her türlü maddi ve askeri yardımı Ankara Hükümetine yaptı. Bu yardımların başka bir amacı da Avrupa’nın Emperyalist devletlerinin mağlup edilmesi içindi.

1921 yılında Lenin’in ölümü ile Sovyetler Birliğinin yönetimi bir süre Kollektif Üçlü (Troyka) ile yapıldı. Daha sonra Lenin’in hiç istemediği Stalin, partinin dolayısıyla da devlet yönetiminin başına geçti. O güne kadar nispeten daha sosyalist olan Sovyetler Birliği Stalin ile beraber bir ekonomik kalkınmaya başlarken, siyasi yapı sosyalizmden komünizme doğru kaydırılması amacıyla özellikle tarımdaki köylünün daha doğrusu Kulak’ların (büyük toprak sahibi zengin köylüler) yarı mülkiyet hakları elinden alınarak topraklar kollektifleştirildi. Topraklar Kolhoz ve Sovhoz olarak ikiye ayrılıp köylülerin üretimine bırakıldı. Yine Stalin döneminde yapılan beş yıllık kalkınma planları ile Sovyetler Birliği bir ekonomik kalkınma sürecine girmişti.

Bu sırada Avrupa ise kendini yeni yeni toparlamaya çalışıyordu. I. Dünya savaşının sonunda mağlup Almanya topraklarının bir kısmını kaybetmişti. Büyük bir ekonomik çöküntüye girdi. Ancak Avrupa’nın galip devletleri de çok iyi durumda değillerdi. Ne İtalya ne Fransa ne de İngiltere artık yeni bir savaşı göze alabilecek ekonomik yapıya sahip değillerdi. Mağlup Almanya ise hiç hak etmediğini düşündüğü bu acı tablodan kurtulmaya çalışıyordu. I. Dünya savaşı sonrasında yapılan Versay antlaşmasına göre bir miktar topraklarını Litvanya, Polonya ve Çekoslavakya’ya kaptırmıştı. Bunun yanında ekonomisi çökmüş ve silah üretimi hakkı elinden alınmıştı. Buna rağmen antlaşma maddelerinde bulduğu açıkları kullanarak silah üretimini devam ettirdi. Antlaşmaya göre kendi ihtiyacı için Almanya topraklarında silah üretimi yapamayacaktı. Bu maddeyi delebilmek için Almanya dışında Hollanda ve İsveç topraklarında fabrika satın alarak kendine silah üretmeye başladı. Ayrıca bu fabrikalarda ve kendi topraklarında ürettiği silahları Çin’e satarak büyük gelir elde etmiş oldu. Almanya bu antlaşmayı imzalamasına rağmen 5-10 yıl sonra kendi yararına uygulamamaya başladı. Yer yer vermek zorunda kaldığı toprakları yeniden işgal edip bünyesine aldı. 1931 yılında yönetimde etkin olan H!tler, Avusturya topraklarını ilhak edip Alman topraklarına kattı. İngiltere ve Fransa tüm bu gelişmeleri izlerken geçmiş tarihin verdiği sıkıntılardan henüz kurtulamadıkları için sessiz kalmayı uygun buluyorlardı. Bir yandan Neo Sosyalist Almanya’nın dizginlenemeyen gelişmesi diğer yandan da Komünist Sovyetlerin yükselişe geçmeleri Batı dünyasında tedirginlik yaratıyordu.
Yazan: Sedat Karadayı

ŞAMAN KESKİNDİL | TANRI'YA - 1 (RUBAİ)

A.Kara

ŞAMAN KESKİNDİL | TANRI'YA - 1 (RUBAİ)

Özgün bir çalışma ile karşınızdayım : "Şaman Keskindil".

Edebiyat, mizah, sanatı harmanlayarak rubailer okuyan geleneksel, mitolojik motiflerimizi taşıyan bir şaman karakteri yarattım. Tek kişilik bir ordu olarak karakteri çizmem, animasyona dönüştürmem, tasarlamam, rubailer yazmam çok uzun zaman almış olsa da yarattığım karakterin güzelliği ve özgünlüğü bana tüm yorgunluğumu unutturdu :) Umarım sizler de beğenirsiniz. Rubailerin devamı gelecek, hatta ilerleyen süreçte belki ekibe yeni karakterler bile katılacak ;)

●► Çizim yaparken aldığım ve meraklısına animasyon mantığını kabaca anlatmaya çalıştığım kayıt yan kanalımda yüklüdür: İzlemek için tıklayınız.

Yan kanala çizim, animasyon konusunda öğretici videolar yükleyecek, yapacağım yeni animasyon çalışmalarının süreçlerini paylaşacağım.

Yayıncılığıma ve çalışmalarıma destek olmak için:
●► Patreon'dan ya da Katıl'dan üye olabilirsiniz
Patreon | ● Katıl

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-1

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-1
SOSYALİZM VE KOMÜNİZM

Orta çağın sonlarına doğru 1700’lerde dünyada sayılı imparatorluklar bulunuyordu. Toplam 10 tane sayılabilecek imparatorluk seviyesindeki devletlerden üçü Türk kökenliydi. Avrupa’da Britanya, Avusturya-Macaristan, Alman, Fransa İmparatorlukları ve Rus Çarlığı hüküm sürüyordu. Avrupa ve Asya’yı birleştiren Osmanlı İmparatorluğu yanında komşusu Safevi Devleti, Hindistan’da hüküm süren Babür Devleti (Mughal İmparatorluğu) ile Çin’de hüküm süren son hanedan Çing (Qing) İmparatorluğu son dönemlerine doğru yol alıyorlardı. Bunların içinde batılı imparatorluklar daha avantajlı durumdaydı. Çünkü bilim ve bilgi onlarla beraber olmasının yanında denizaşırı fetihleri ve ticaretleri ile sürekli büyüyorlardı. Çok geçmeden Asya’da İmparatorluk seviyesinde yalnızca Osmanlı ve Qing Hanedanları kaldı. Onlar da zayıflamayı ve toprak kaybetmeyi sürdürürken batıdaki İmparatorluklar büyümekteydiler.

Batıda en büyük gelişmeyi Britanya İmparatorluğu sağlıyordu. Özellikle denizdeki başarısıyla yeni yerler ve yeni topraklar ele geçirmesi devleti zenginleştirdiği gibi bilimdeki çalışmaları ile sanayi devrimine geçişi tetiklemekteydi. Sanayi devrimine geçiş ile ilgili her türlü yan etkiler İngiltere’de mevcuttu. İngiltere’deki anayasal monarşi kişisel mülkiyet hakkının ve bireysel hak ve özgürlüklerin sağlanması ve korunması açısından önemliydi. Bunun sonucu olarak gelişen ticaret ve üretim çalışmalarında ihtiyaç olan finansman, bölgeye yerleşen diasporadaki Yahudi bankerlerin sayesinde daha büyük gelişme gösteriyordu. Ülkede sanayi gelişmesini hızlandıran en temel hammaddelerden olan demir ve enerji kaynağı olan kömür bol miktarda bulunuyordu. Bunun yanında ihtiyacı olan diğer hammaddelere, sahibi olduğu sömürgelerden en ucuz şekilde tedarik edebiliyordu. Ayrıca kuvvetli donanması sayesinde denizaşırı ticareti kontrol edebilmekte sorun yaşamıyordu. Bu faktörlerin ışığında 1763 yılında İskoçya’da James Watt tarafından buharlı makinenin icat edilmesi ile makine çağının başlaması ve üretimin hızlanmasını sağladı. 1807’de İngiliz kökenli Amerikalı Robert Fulton buharlı makineyi gemilere uyarladı ve 1840’ta ilk kez düzenli okyanus aşırı gemi seferleri yapıldı. 1812’de buharlı motor lokomotiflerde kullanıldı. 1844’te Samuel Morse ABD’de telgraf servisini kurarken 1876’da Graham Bell telefonu kullanılmasını sağladı. Bu arada Almanlar da boş durmuyorlardı, pancardan şeker ürettiler, suni gübre ve 1834’te biçerdöverin kullanılmasını ile tarımdan daha çok verim alınmasını sağladılar. İngiltere’deki kömür üretiminin artırılması ile yüksek kalitedeki demir ve çeliğin üretimi sağlanabildi. Bunun sonucu olarak demir ve çelikten imal edilebilecek her türlü araç, gemi, köprü, kanal ve demiryolu üretimi artırıldı. Avrupa’nın bir köşesinde başlayan sanayi devrimi kısa zamanda Amerika’ya sıçradı ve hızla devam etti.

Sanayi devriminin bu denli gelişip büyümesi toplumlarda siyasi ve sosyal değişikliklere yol açtı. İşletme sahipleri, üretici yatırımcı ve tüccarların oluşturduğu seçkin burjuva sınıfının yanında yeni bir sınıf olarak işçi sınıfının doğuşu gerçekleşti. Zengin burjuva sınıfının her şeye sahip olmasına karşın işçi sınıfı siyasal ve sosyal haklardan mahrum ve gelir açısından düşük seviyede var olmaya çalışıyordu. İşçi sınıfının yanında köylü sınıfı da hak ettiğine sahip olamıyordu. Bu durum bir süre sonra sosyoloji bilimi ile uğraşan bazı bilim insanları arasında sosyalizm görüşünün ortaya çıkmasına ve farklı açılardan geliştirilmesine sebep oldu. Bu konuda çalışmalar yapan ve fikirler üreterek insanları etkisi altına alan akımlar yaratıcılarının isimleri ile anıldılar. Önceleri “Ütopik Sosyalizm” olarak başlayan düşünce akımları daha sonra Karl Marx, Friedrich Engels tarafından “Bilimsel Sosyalizm” olarak yorumlandı. Böylece zenginlerin sınıfı olarak ortaya çıkan “Burjuva” karşısında işçileri temsilen “Proleterya” sınıfı oluştu.

Sosyalizm genel olarak halkın yönetiliş biçimi olarak algılanabilir. Temel özelliği sınıfların eşitliği üzerinedir. Sosyalizm, ekonomide üretim gücünü devletin elinde tutmasını tercih etmesine rağmen burjuva rolündeki kapitalist yatırımcılara da engel olmamaktaydı. Bunu yaparken proleterya sınıfındaki işçilerin haklarını koruması gözetmesi en birinci göreviydi. Ancak farklı siyasal yapıdaki fikirlerle beraber sosyalizm bir süre sonra devletin mutlak gücünü varsayan komünizme dönüşüverdi. Komünizm sistemde tek patron ve yatırımcı yani tek burjuva devlet olarak var olacaktı. Diğer yatırımcı rolündeki kişiler en büyük patron olan devletin emrindeki yöneticilerden ibaretti. Komünizm sisteminde işçi ve köylü devlet yöneticilerinden sonra en kutsal varlıklar olarak kabul ediliyordu.

Sosyalizm ve Komünizm Avrupa’da sanayi devriminin yaşadığı toplumlarda konuşulmaya başlandı. En çok tartışılan yerler ise işçilerin ya da köylülerin haklarına sahip olamadıkları ülkelerdi. Sosyalizm ve komünizm ilk çıkışlarını Almanya’da yaptılar. Daha sonra çevresindeki diğer ülkelerde de birlikler oluşarak gelişmeyi sürdürseler de bu gelişme yeterince olamadı. Olmamasının en büyük sebebi genellikle demokratik haklara sahip olan batılı ülkeler bu tür sosyalizme soğuk bakmalarıydı. Oysa en büyük nüfus yapısıyla Rusya Çarlığında işçilerin ve köylülerin yaşam standartlarını Çarlık ailesinin huzuru ve rahatı yolunda hiçe sayılmaktaydı. Bu yüzden komünizmin ilk dalgası Lenin vasıtasıyla Rusya’da kabul gördü.

I Dünya savaşının patlak verdiği 1914 yılından itibaren savaşa İtilaf Devletleri saflarında giren Rusya, savaşın verdiği ağır ekonomik yükü işçi ve köylülerin sırtına atmıştı. Bunun yanında burjuva sınıfının zenginleri savaşın getirdiği sıkıntıları yaşamıyordu. Diğer İtilaf Devletleri olan Fransa ve İngiltere’nin Rusya’nın savaşa devam edebilmesi için silah ve teçhizat yardımı yapmaları zorunluydu. Ancak bu yardımın kara yolu ile yapılması Alman ve Avusturya-Macaristan orduları nedeniyle olanaksızdı. Tek çare savaş halinde oldukları Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki Çanakkale boğazından geçerek İstanbul ve Karadeniz üzerinden Rusya’ya silah yardımı yapmalarıydı. Ancak bunu Mustafa Kemal yüzünden başaramadılar. Rus Çarı siyasal olarak direnemedi ve 7 Kasım 1917 tarihinde Bolşevikler geçici hükümeti devirerek yönetimi ele geçirdiler. Böylece 19. Yüzyılda ortaya çıkan Sosyalizm 20. Yüzyılda Rusya’da Komünizm olarak yerleşmiş oldu.

Dipnot: Sovyetler Stalin ile komünizme geçmeyi denediyse de hiçbir zaman geçemedi. Yine de diğer ülkeler Sovyetleri komünist olarak adlandırdığı için onlardan bu şekilde bahsettim.
 
Yazan: Sedat Karadayı

MAHMUT EFENDİ'DEN AGNOSTİKLİĞE ♀


HELEN'İN DİNDEN KURTULMA SÜRECİ

Merhaba. Yaptığınız işi çok beğeniyor ve destekliyorum. Size ve eşinize selam gönderiyorum. Kendi dinden çıkış hikayemi anlatmak istiyorum. Ama adımı değiştirmenizi istiyorum. Helen diyebilirsiniz.

Şuan 25 yaşında, mesleğini eline almış evli bir bireyim. Ben küçükken ailem çok dindar değildi. Müslümandılar ama ne Kur'an'ı anlayarak Türkçe okumuşlar ne de Müslümanlığın bütün vazifelerini yerine getiriyorlardı. Yerine getirdikleri dini vazifeler benim ve ablamın kısa giymemize karışmaları, annemin namaz kılması ve oruç tutmasıydı.

Aslında ailem laik Müslüman ve eskiden Hristiyan göçmenler olan ailemizi dedem Müslüman yapmış. Bu arada babam ben küçükken sürekli içer ve annemi dövermiş. Hala içiyor ama dövmesine izin vermiyorum tabi ki.

Annem dindar, babam yarı dindar. Tabi evde sürekli annemle babamın tartışması oluyor. Küçüklüğüm hep böyle geçmişti. Babam erkek olduğu için evin dokunulmazı reisi olduğunu zannederdi. Her zaman keyfine göre davranır, sonra namaz kılıp tövbe eder, yeniden aynı hataları yapardı. Babamın tek sevdiğim yönü bazen yemek yapması ve Chp'ye oy vermesiydi. Kendinde bunlar hariç bütün pislikler mevcuttu. Bize hiç yaklaşmadı, ne sevdi ne de makas aldı. Sadece melek annemin sevgisiyle büyüdük.

Bir de üstüne "sadece annenizi seviyorsunuz" diyerek annemi kıskanırdı. Bende büyük bir baba boşluğu olduğu için o sevgiyi dinde aradım. Komşumuz vardı, kendisi benim süt annem oluyordu. Bir de kızı vardı o da süt kardeşimdi, birlikte büyüdük. Bahsettiğim aile Cübbeli Ahmet hayranıydı ve inanılmaz dindardı. Kendini üfürükçü zanneden, keramet sahibi olduğunu düşünen çarşaflı bir aileydi. Süt annem çok tatlı dilli, dindar ama tontiş, güzel, al yanaklı, çarşaflı bir hanımdı. Süt kardeşim Müslümanlıkla alakası olmayan ve zorla kapatılan biriydi. Okula gönderilmek yerine Kur'an kurslarında kafası karıştırılan bir kızdı. Ben de süt annemin etkilerinden dolayı 8 yaşımda inanılmaz dindar bir kız olmuştum. Sürekli bu aile ile gezen, başını kapatan, namaz kılan, oruç tutan, 8 vakit namaz kılan bir kıza dönüştüm. Evet 8 vakit. Süt kardeşimi zorla kapattıkları için üzülmesin diye ben de kapanmıştım. Bu aile şuan ki Mozambik başkanına taparlardı.

Onların etkilemesiyle liseye kadar kapalı, onların deyimiyle namuslu gezindim durdum. Lise 1, 2, 3, 4 e geldim ki tasavvuf ilmine merak saldım. Okulda öğretmenlerim beni hep desteklerdi. Bu arada düz lisede okuyordum. Lise 1 de okul takımında jimnastik kulübüne katıldım ve 4 sene Türkiye şampiyonu oldum. Jimnastiğe eşofman ve bandanayla katılıyordum. Bu yüzden "kapalısın, bu sporu yapamazsın" diyerek beni kıranlar olmuştu. Jimnastik uğraşımdan dolayı süt annemin ailesinden benim için "orospu" diyenler bile oldu çok af edersiniz. Süt annem tatlı dille "vazgeç jimnastikten" dedi ama ben vazgeçmedim. Vazgeçmedim çünkü inanılmaz iyiydim.

Tabi hala kapalı, namazında niyazındaydım. Hatta süt annemin ailesinin olduğu yani onların öğretmenlik yaptığı, sohbetlerin yapıldığı bir kuruluş vardı, Tügva mı neydi adı. Ona da gidiyordum sürekli. Süt annem ve tayfası, bir sürü çarşaflı ehli sünnet kadın ve süt kardeşim dediler ki Mahmut efendi hazretlerini ziyarete gidelim. İşte şöyle kerametli böyle kerametli. "Eğer sende Allah aşkı varsa onu görür, senin yüzüne bakar sende cennete gidersin" gibi şeyler söylediler. Ben de salak gibi inandım. Hani Allah aşkı da var ya, kendimi ona adamışım, Mahmut'ta aşkı bulacağım hahaah.

Tabi çarşafsız gidemezsin oraya. Biz giydik çarşafları, bir sürü tatlış çarşaflı hanımefendi ile birlikte gidiyoruz. Otobüsten çıktık, bizi Mahmut'un olduğu villanın karşısındaki inşaata götürdüler. Herhalde efendi hazretleri yeni villasını yaptırıyor karşıya hahahah.

Orada namaz kıldık. Süt annem de diyor ki "bak efendi hazretlerinin villasına, aynı Kabe gibi görünüyor." Lan bakıyorum bakıyorum, ne Kabe'si, daha çok Kardaşyan kardeşlerinin villası gibi hahahah.

Dediler ki "vakit geldi, efendiyi göreceğiz." Bir sürü çarşaflı kadın çıktık sokağa, sokakta Cüppeli'nin kitap satıcıları falan var. Parayı cukka ediyorlar. Villanın merdivenlerinden çıkmaya başladık ama nasıl, tam bir izdiham. Efendiyi gördüm, camekanda sergileniyordu, biraz güldüm bu işe tabi. Biz de baksın diye birbirimizi eziyoruz. Ben de diyorum ki "kesin bana bakar abi, 8 vakit namaz kılıyorum, 8 yaşından beri tesettürlüyüm, üstelik bir sürü insana iyilik yapıyorum, elime erkek eli değmemiş, Allah aşkıyla yanıyorum, süper bir insanım". Peki ne oldu? Bana bakmadı adam hahahaha. Ben de gittim "bana bakmadı, demek ki bende Allah aşkı yok" diye otobüste ağladım.

Sonra bu saçmalığın içinde ne yapıyorum diye aydınlandım birden bire. "S-kerim dedim böyle işi" dedim. Herkeste zannediyor ki ben kerametten ağladım.

Hayal kırıklığı sonrası gözüm açıldı resmen. Bu kadar manyağın içinde ne yapıyorum? Bu Mahmut bu kadar zenginlikle ne yapıyor? diye düşündüm. Aklıma durumu kötü olan insanlar, annem geldi, biz bu çileyi neden çekiyorduk?

O günden sonra araştırmaya başladım. Acaba efendi hazretleri gerçekten kerametli miydi? Okul bitti, 1 yılım araştırmakla geçti. Hem yetenek sınavı hem de Ygs'ye hazırlanıyordum. Okulu kazanamadığım için benimle dalga geçen bu aileden uzaklaşmıştım. Boş gezenin boş kalfasıymışım.

1 sene daha köpek gibi çalıştım, hem Ygs'ye hazırlanıyor, hem de koşuyor, jimnastik antrenmanı yapıyor ve çocuklara jimnastik dersi veriyordum. Ama onlara göre boştum.

Okulumu kazandım, sonra tesettürden çıkıp özgürlüğüme kavuştum. Kur'an'ın mealini okudum, yıllardır salak gibi okumamıştım. "Dedim dostum bu ne" hahahah. Bunu mu kutsal saydık? Bunun içerisinde sevgi yok. Yani onca senemi, eğlenmem gereken, saçlarımı özgürce dalgalandırabileceğim yıllarımı bunların beyin yıkamaları yüzünden harcamıştım.

Eşimle tanıştım, birlikte Yakup Deniz'i dinlemeye başladık. Turan Dursun'un, Richard Dawkins'in kitaplarını okuduk, sizi dinledik. Ben bu işi kafamda bitirdim. Şuan agnostik olduğumu düşünüyorum ama eşimin dinini bilmiyorum, asla söylemiyor ama bana da karışmıyor.

Bu arada bu süt ailenin içi çocuk ve kızına tacizde bulunanlar ile dolu. Bu yüzden uzaklaştım ve tahmin edin ne oldu? Tesettürlü süt kardeşim zengin ve yabancı bir damat buldu. Bu namus abidesi aile 1 külçe altın karşılığında kızları ile bu adama imam nikahı yaptı. Neyse herkesin yolu açık olsun.

Şuanda kendimi çok yalnız hissediyorum, çevrem bana Müslümanmışım gibi davranmaya devam ediyor, sürekli onlarla tartışıyorum. Umarım herkes din olgusundan kurtulur.
Teşekkür ediyorum.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Helen

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar (uygun ise )sitede adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir.

HER ŞEYİN KÖKENİ, KOZMOS ve MİLETLİ ANAKSİMANDROS

Yazan: A.Kara

HER ŞEYİN KÖKENİ, KOZMOS ve MİLETLİ ANAKSİMANDROS

"Varolan şeylerin ilkesi, apeiron'dur. Şeyler ondan meydana gelir ve yine zorunlu olarak onda ortadan kalkarlar; çünkü onlar zamanın sırasına uygun olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların cezasını (kefaretini) öderler." - Miletli Anaksimandros [1][2]

Sokrates öncesi filozoflardan biri Miletli Anaksimandros'tur. MÖ. 610'da doğmuş 546'da ölmüştür. Çok yönlü biridir, matematikçi, devlet adamı, astronom, doğa bilgini ve kartograftır. Onun çok seyahat ettiğine ve muhtemelen geçmişte Miletlilerin Karadeniz kıyısında kurduğu Apollonia adlı koloninin başında bulunduğuna inanılır. [3]

Diogenes'in bahsettikleri bize Anaksimandros'un kişiliğine dair fikirler verir. Onun ağırbaşlı olduğunu ancak gösterişli giyinmekle ilgili bir sorunu olmadığını, şarkı söyleyerek çocukları güldürdüğünü yazmıştır. Kahkahaları duyduğunda şöyle dediği rivayet edilir:

"Çocukların iyiliği için daha iyi şarkı söylemeliyiz." [4]

Greklerde ilk kez kara ve deniz haritasını çizerek bunları bir küre içine alan odur. [5] Her ne kadar haritacılığın tarihi çok daha eskilere, Mısır, Babil, Sümer'e dayanıyor olsa da onların haritaları belirli bir bölgeyi ele alırken daha geniş, evrensel bakış açısına sahip olan Anaksimandros bir dünya ve gök haritası yapmıştır.

Diogenes'in çalışmasında hayatı hakkında çok az şey bilinen Anaksimandros'un bir gnomon** yani düz taban üzerine yerleştirilen dik çubuğun günün çeşitli saatlerinde oluşturduğu gölgelerin yer ve uzunluklarına bakarak zamanı belirlemeye yarayan bir güneş saati tasarladığı yazmaktadır.

** Grekçede (γνώμων, gnōmōn) gösterge anlamına gelir.

Sonsuzluğa olan inancından dolayı birçok bilim insanı tarafından ilk metafizikçi olarak kabul edilir. Tabi her filozof gibi onun da hataları olmuştu fakat hatalı da olsa kozmos fikrini başkalarına açmış ve kuramsal astronomlardan biri olmuştu.

Adından da anlaşılacağı gibi Milet okulu öğrencilerindendi. Milet Okulu MÖ. 6.yy'da Batı Anadolu'daki Milet şehrinde kurulmuştu. Anaksimandros bu felsefe okulunun önde gelen üç isminden biriydi, diğer ikisi Thales ve Anaksimenes'ti. Anaksimandros Thales'in (MÖ 624/23-548/45), Anaksimenes (MÖ 586-526) ise Anaksimandros'un öğrencisiydi.

Coğrafi konum ve okul nedeniyle aynı grupta bulunuyor olsalar da bu üç filozof çoğu konuda oldukça farklı görüşlere sahipti. "Evrenin en önemli tözü nedir?" gibi doğayla ilgili sorulara odaklanmış olmalarının da birlikte gruplandırılmalarında rol oynadığı söylenebilir. Çünkü Milet Okulu doğa felsefesinin öncüsüydü.

* Diğer adıyla Diogenes Laertius

FELSEFİ GÖRÜŞLERİ

İlk Neden

Tıpkı Thales gibi Anaksimandros da her şeyin arkhe'sini yani ilksel unsurunu, kökenini aramak üzerine çıktığı yolda maddesel bircilik (maddi monizm) ile yani fiziksel dünyanın, dünyadaki tüm nesnelerin tek bir unsurdan oluştuğu fikri üzerinde duruyordu.

Ona göre varlıklar doğaüstü bir neden olmaksızın kaynaklarını birbirinden alıyor, oluş ve yok oluşlar ilahi bir buyruk ile değil "zorunlu" doğa yasalarından kaynaklanıyor, varlıklar birbirleri ile etkileşimlerinde belli ölçüler ve sınırlamalar ile dengeleniyor, bütün bu oluşum ve ilişki yasaları zamana tabi olduğundan zamanın düzenine uygun olarak değişiyordu.

Thales'e göre ilk neden, köken su olsa da Anaksimandros bu konuda öğretmeni ile aynı fikirde değildi. İlk nedenin su olduğu görüşüne karşı sunduğu argümanlardan biri şuydu: Hiçbir element doğada bulunan tüm karşıtları içeremez. Örneğin su sadece ıslak olabilir ve asla kurumaz. Bu argümanını diğer elementler için de kullanıyordu. [6]

Thales'ten farklı olarak Anaksimandros ve öğrencisi Miletli Anaksimenes'e göre ilk prensip su değil, toprak ve denizi her yönden kuşatarak her ikisini de bereketli hale getiren bir maddeydi. Anaksimandros apeiron* dediği bu ilksel unsuru "sonsuz, sınırsız, belirsiz ya da içinden geçilemeyen, uçtan uça geçilemeyen şey" olarak tanımlıyordu.

* Apeiron [a (-sız) + peras (sınır-)] = Sınırsız.

Bu yüzden Anaksimandros'un apeiron terimi ile iki anlamdan hangisini iletmek istediği belirsizdir. Bazılarına göre tükenmez ve tanımsız bir maddeye atıfta bulunmuşken diğerlerine göre ilk unsuru açıklarken bahsettiği şey onun uzamsal ve zamansal özelliğiydi.

İlk varsayıma göre apeiron'a dair sözleriyle kast ettiği şey nicelik bakımından sınırsız olanı kastetmesidir. Söylediğinden anlaşılacağı üzere "şeyler" apeiron'dan çıkıp yine onda yok olmaktadırlar. Çünkü birbirlerine karşı haksızlık yapmışlardır ve cezalarını çekmeleri gerekir. Yani bir dualizm söz konusudur. Dünya zıt veya karşıtlardan meydana gelmekte ve onlar dünyaya ve evrene hükmedip sonunda ortadan kalkmaktadırlar. Burada bir sorun ortaya çıkmakta çünkü arkhe veya ilke kendisinde yok oluyor. Halbuki evrenin yeniden meydana gelmesi için kendisinden meydana geleceği şeyin tükenmek bilmeyen, sonsuz bir varlık kaynağı olması gerekir. Bu da bambaşka bir sorun doğurur. Çünkü ona göre birden fazla evren vardır. [15] Bu teorisindeki evrenlerin zamansal olarak birbirinden farklı olup olmadıkları belirsizdir. Eğer bu evrenler eşzamanlı iseler, birden fazla evren için daha fazla madde gerekeceğinden ana maddenin nicelik yönüyle tükenmek bilmeyen sonsuz bir şey olması gerekir. İşte bu yüzden bazıları onun apeiron terimi ile nicelik yönünden uzayda sınırları olmayan, sonsuz olan şeyden bahsettiği fikrini savunmaktadırlar. [16]

Diğer ihtimal Anaksimandros'un ilksel unsuru apeiron'un niteliksel olarak belirsiz bir varlık olabileceğidir. Çünkü kendisi evreni ve doğayı gözetleyen biriydi ve evrendeki farklılıklar, sıcak ateşe karşı soğuk hava, kuru toprağa karşı ıslak olan su gibi zıtlıklar arasındaki ilişkiye odaklanmış ve bunu bir mücadele olarak ele almış olması bir başka ihtimaldir. Zaten girişte paylaştığım sözünde de "olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların cezasını (kefaretini) öderler" diyordu. Yani ateşin ısıtıp buharlaştırdığı su yağmura dönüşüp yağarak ateşi söndürmekte, intikamını almaktadır. [20]

Dolayısıyla hayatın devamlılığı zamanı geldiğinde var olan her şeyin karşıtından aldığını ona geri vermesi ile olur. Her şey apeiron'da birbirini tarafsızlaştırır ve ilk kaosta* bulunmayan sıcak ve soğuk gibi antitezler derece derece bundan ayrılarak birbirinden farklı maddeleriyle tabiatı, evreni oluştururlar. Örneğin sıcakla kuru ve soğuk ile yaş birbirinden ayrılır. Sıcak ile kuru toprakta, soğuk ile yaş gökte toplanırlar.

* Bkz : Migma kavramı.

Sırasıyla oluşup yok olan birçok alem (theoi) vardır. İlk hayvan türleri su içinde oluşmuş ve gelişen türler zamanla buradan çıkmıştır. İnsan da bu hayvanlar arasından, balıktan gelmektedir. [17] [18] [19] Yani insan ve hayvanlar durmadan değişiyor olsa da özlerini oluşturan madde, apeiron yok olmaz çünkü yaratılmamıştır, her şeyi kuşatan, meydana getiren odur. [20]

Oluş sorunu konusunda Arkhe üzerinde kısaca tekrar durmam gerek. Su, hava, nefes, sonsuz denen bu ilk prensip nedir? "Prensibin özellik gereği ezeli ve ebedi olması gerekir, fakat arkhe'nin halleri sürekli değişiyor, madde değişmez. Üstelik ondan oluşan şeyler meydana gelip daha sonra kaybolabiliyor, ölüyor ya da değişebiliyorlar. Nasıl oluyor da var olarak kalırken aynı zamanda var kalamıyor, hem var olup hem olamıyor?" diyebilirsiniz.

Bunun için oluş kavramının (ginesthai) ne olduğuna bakalım.

Bunlara cevap veren üç sistem var: [20]
  1. Elea sistemi : Oluşu inkar eden Elea sistemine göre varlık her şeydir, değişik görünüyor olsa da bu sadece görünüşten ibarettir, özünde aynıdır.
  2. Herakleitos sistemi : Herakleitos sitemine göre değişiklik her şeydir ve varlık, süreklilik ancak kuruntudur.
  3. Atomcu sistem : Atomcular süreklilik ve değişikliği kabul ederler ve sürekliliğin varlıklarda, sürekli değişikliğin ise onların bağlantılarında olduğunu söylerler.

Kozmos , Dünya

Antik fiziğin dört elementi olan hava, toprak, su ve ateşin oluşumunu Dünya ile karasal varlıkların etkileşimleri yoluyla açıklıyordu. Ona göre evren, ilkel maddedeki karşıtların ayrılmasından meydana geliyordu. Sıcak ile soğuk, ıslak ile kuru karşıtlarını kucaklayarak nesnelerin hareketini yönlendiriyordu. [7]

Öğretmeni Thales ile felsefi görüşü konusunda farklılık yaşadığı bir diğer konu kozmosu algılama biçimidir. Thales dünyanın su üzerinde duran bir disk olduğunu öne sürmüştü. Ona göre eğer böyle olmasa tıpkı her şeyin düştüğü gibi dünya da aşağı düşerdi.

Fakat Anaksimandros aynı fikirde değildi ve şöyle düşünüyordu: "Dünya suyun üzerinde duruyorsa su neyin üzerinde duruyor?"

Bu yüzden O, dünyanın bir silindir olduğunu öne sürmüştü. Dünya, düz , tepsi biçimli değil, genişliği yüksekliğinin 3 katı olan bir silindirdi. [9] Boşlukta hareketsizce asılı duran dünya kozmosun merkezinde [10] olduğu için uzaydaki her yere eşit mesafedeydi ve dolayısıyla düşmesine neden olacak aşağı-yukarı doğrultularına sahip olmadığından dengede durmak için hiçbir desteğe ihtiyacı yoktu. Bu yüzden hiçbir şeyin hakimiyeti altında da değildi. [8] [21]

Güneş battığında bu silindirin altından dolaşarak sonraki gün doğudan tekrar doğuyordu. Başımızın üzerindeki gök kubbenin benzeri bir yapı dünyanın altında da vardı.

Başlangıçta sıcak ve soğuk ayrıldıktan sonra dünyayı saran bir alev topu ortaya çıkmıştı. Bu top parçalanıp evrenin geri kalanını oluşturmuştu. Yani silindir şekilli dünyanın etrafında sisle çevrili ateş halkaları vardı. Sis öyle yoğundu ki ateş neredeyse görünmüyordu ve bu halkalarda ateşin parlamasına-görünmesine izin veren delikler vardı. İçi boş, eş merkezli bir tekerlek sistemi gibiydi. En uzak çarktaki Güneş, dünya ile aynı büyüklükteki delikten görülebilen bir ateşti. Bu yüzden güneş tutulması olduğu sırada o deliğin kapandığını düşünüyordu. Ona göre en uzakta olan güneş çarkının çapı Dünya'dan yaklaşık 27-28 kat, ateşi daha az olan ay çarkından ise 18-19 kat daha büyüktü. Daha yakın konumda bulunan yıldız ve diğer gezegenler [11] de aynı model üzerinden açıklama getiriliyordu.

Ona göre yıldızları, Güneş ve Ay'ı görmemizi sağlayan şey bu deliklerdi. Daha dikkat çekici olan görüşü "dünyanın, kozmosun merkezinde dengede durduğu" yönündeki ifadesiydi. Onun bu görüşünün MS. 16.yy'da Kopernik yönetimi altında modern astronominin doğumuna kadar haleflerinin çoğu tarafından kabul gördüğü söylenir.

Yanlış yönleri fazla olsa da Güneş'i Dünya'ya oldukça uzak dev bir kütle olarak kabul eden ve gök cisimlerinin farklı mesafelerde dönmekte olduğu bir sistem sunan ilk astronom Anaksimandros'tu. Aynı zamanda bir gök küre oluşturması sayesinde Zodyak eğikliğini ilk fark eden kişi olmuştu. [12]

Vernant'a göre Anaksimandros'un dünyayı evrenin merkezinde hayal etmesinin nedeni Greklerdeki toplumsal-sosyal görüşlere dayanır. Çünkü Greklerin politik yapılanmasında şehir-devlet yani polis herkese eşit uzaklıkta olan bir merkezilik ve ortaklık ile örgütlenirdi. Düzen bunlardan birinin desteği ya da egemenliği ile değil, yasaların kamuya açık şekilde ortada/merkezde olması sayesindedir. Halk bir kralın buyruk ve yaptırımlarına tabi değildir, kendi kurdukları meclis ve mahkemelerin oluşturduğu yasalar ve kararlar ile yönetilir. Halk siyasetin hem öznesi hem de nesnesidir. Gücün merkezde, ortada ve açıkta durması sayesinde dengede duran bir düzen vardır. İşte hiçbir dayanağı olmadan ayakta duran bu politik düzenin Anaksimandros'un kozmos tasavvuru üzerinde etkili olduğu düşünülür. [13][14]

Onun doğa olaylarını anlamlandırma biçimi de onları ilahi sebeplere dayandıran filozoflardan farklıydı. Ona göre şimşek, yıldırım gibi gök olayları ilahi sebeplerden değil de elementlerin birbirine müdahale etmesine, karışması sonucu meydana geliyordu. [23] Gök gürültüsünün bulutların birbirine çarpması ile meydana geldiğini, çarpmanın şiddetine bağlı olarak gök gürültüsü sesinin de farklılık gösterdiğini söylüyordu. Yıldırım ve şimşeklerin görülmediği gök gürültülerinin nedeni rüzgarın alev yayamayacak kadar zayıf, yine de ses çıkaracak kadar yeterliliğe sahip olmasının sonucuydu. [24]

Deniz ise bir zamanlar Dünya'yı çevrelemiş olan nem kütlesinin bir kalıntısıydı. [Pseudo-Plutarch, III, 16] Bu kütlenin bir kısmı güneş ısısı ile buharlaşarak rüzgarlara ve gök cisimlerinin dönmesine neden olmuştu. Buharlaşan suyun büyük kısmı suyun daha bol olduğu yerlere çekilmişti. Ona göre yağmur, güneş ısısı ile dünyadan gökyüzüne çıkan nemin sonucuydu. [25]

Ayrıca Anaksimandros, evrenin bir süre ortaya çıkıp sonra kaybolduğunu, bazıları yok olurken diğerlerinin doğduğunu, bu hareketin ebedi olduğunu iddia eden Leukippos, Epikür ve Demokritos gibi birden fazla evren olduğunu söylüyordu. Onların böyle düşünmesinin nedeni "hareket olmazsa hem nesil hem de yıkım olmaz" görüşüne dayanıyordu. [22]