Salih Gün 1946 yılında Kocaeli’ne bağlı Dilovası bölgesinde bulunan Tavşancıl’da dünyaya geldi. İlkokul mezunu olup sonraki eğitim sürecini okullarda olmasa bile kendi kendine geliştirip siyasete atıldı. 1989 ve 1994 yerel seçimlerinde doğup yaşadığı beldesinde Sosyal Demokrat Halkçı partiden Belediye Başkanı seçildi. 1999 yılında ise 22. Dönem Cumhuriyet Halk partisinden milletvekili seçilmişti fakat bu yazının konusu o değil.
Belediye başkanı seçildiğinde ilk yaptığı işlerden biri beldenin imar planını gözden geçirip deprem riski olan bir bölgede olması sebebiyle en yüksek 3 katı olan imar planı hazırladı.
Hazırlanan bu imar planı halk arasında tepkiyle karşılandı. Çok olumlu bulanlar olduğu kadar “Buna ne gerek vardı” diyenler de çoğunluktaydı. Hele ki en yakın akrabalarından en yakın arkadaşlarına kadar kendisine küsenler bile olmuştu. İstemeyen ve karşı çıkanların hepsi Tavşancıl’ın köy gibi kaldığından rahatsız olduklarına değiniyorlardı. Tüm şikâyet ve karşı çıkmalarına rağmen Salih Gün beldenin fay hattı üzerinde olduğunu hatırlatıp 3 katta ısrar etti.
17 Ağustos 1999 gece yarısı saat 03.02’de yer sallandı. Kocaeli Gölcük merkezli deprem Richter ölçeğine göre 7.4 olarak belirlenmişti. Ankara’dan Edirne’ye kadar etkisi hissedilen depremde resmi rakamlara göre 17480 kişi hayatını kaybetti. 23781 kişi yaralanmış, 500’den fazla kişi sakat kalmıştı. Toplamda 350 bin bina hasar görmüştü. Bu rakamlar daha sonraki Meclis araştırması raporlarına göre 18,500 kişinin öldüğü 50,000 kişinin yaralandığı şekliyle kayıtlara geçmişti. Bu deprem sırasında 16 milyon kişi değişik düzeylerde depremden etkilenmişti.
O gün o depremin gerçekleştiği sıralarda Salih Gün’ün belediye başkanlığı yaptığı belde olan Tavşancıl’da bırakın tek bir kişinin ölmesi, tek bir kişinin bile burnu kanamamış, hiç kimse yaralanmamış, hiçbir bina hasar görmemişti.
Tek sebep; akıllı, sorumluluk ve liyakat sahibi bir belediye başkanının, fizik kurallarını dikkate alarak bilimsel bir şekilde imar planını uygulamaya koyması idi.
Samuel 2 kitabında 3 büyük olay anlatılır. Her üç olay da Rab’ın yasalarında cezası ölüm olarak geçen konulardı. Rab’ın bizzat seçtiği ve meshettiği Davut’un böyle bir suçu işlemiş olması ayrı bir soru, Davut’un çocuklarının bu suçları işlemesi de ayrı bir konu. Kaldı ki Tevrat’ın kitaplarından biri olan Rut kitabından hatırlarsanız Naomi’nin dul gelini Rut, Boaz isimi yaşlı bir akrabası ile evlenmişti. Rut ve Boaz’ın Ovet isminde bir oğlu olmuştu. Daha sonra Ovet’in de İşaya isminde bir oğlu ve onun da Davut isminde bir oğlu olacaktır. Yani Davut öyle önemli biriydi ki soyu Rab’ın istediği şekilde oluşturulmuştu. Bununla da bitmeyecekti, bundan sonda Davut’un oğulları yine her seferinde Rab’ı kızdıracaklardı. Bunların içine yine çok sevip meshedeceği Kral Süleyman da dahil. Peki bu soy neden bu kadar lanetli ve sorunlu çıktı?
Üç olaydan birincisi, geçen yazıda bahsedilen Davut’un Bat-Şeba ile yaptığı zina idi. İkincisi ise bu yazının konusu Davut’un çocukları arasında meydana gelen kan davası. Olay Davut’un 3 çocuğu arasında geçer. Taraflardan biri ilk eşlerinden olan Yizreelli Ahinoam’dan doğan Amnon isimli oğlu. Diğer tarafta ise Geşur Kralı Talmay’ın kızı Maaka isimli eşinden doğmuş olan oğlu Avşalom ve kızı Tamar bulunuyor. Yani üvey kardeşler arasında yaşanan bir olay.
Davut’un Amnon ismindeki oğlu, üvey kız kardeşi Tamar’ı çok beğenmektedir. Hatta o kadar beğeniyordur ki bir türlü aklından çıkartamıyordur. Onun bu sıkıntılı hallerini gören kuzeni ve arkadaşı Yonadav, Amnon’a akıl verir. Amnon’a hasta gibi yatmasını, babası geldiğinde ondan Tamar’ın ona yemek yapması için gelmesini isteyecektir. Tamar geldiğinde de ona aşkını anlatmasını önerir. Amnon hasta gibi yattığında babası onu ziyarete gelir ve Yonadav’ın dediği gibi yapar, babasından Tamar’ın ona gelip gözleme yapmasını ister. Davut bu isteği olumlu karşılar ve sarayda yanında yaşayan kızı Tamar’a, “Haydi kardeşin Amnon'un evine gidip ona yiyecek hazırla” der. Tamar, Amnon’un yanına gidip gözlemeyi tavaya koyar ve pişirmeye başlar. Amnon ise bu sırada odada bulunan Tamar dışında herkesin dışarı çıkmasını ister. Amnon, Tamar’dan gözlemeyi yatak odasına getirmesini ister. Tamar yemeğini götürdüğünde Amnon Tamar’ı kolundan yakalayarak yatağa çeker ve “Gel, benimle yat, kız kardeşim” diyerek zorlar. Tamar buna cevap olarak; “Hayır, kardeşim, beni zorlama! İsrail'de böyle şey yapılmamalıdır! Bu iğrençliği yapma! Sonra ben utancımı nasıl üstümden atarım? Sense İsrail'de alçak biri durumuna düşersin. Ne olur krala söyle; o beni senden esirgemez” der. Amnon, buna rıza göstermeyen Tamar’la zorla yatarak üvey kız kardeşine tecavüz eder. Tecavüz sonrasında emeline ulaşan Amnon, kız kardeşinin kendisini istememesinden dolayı hiddetlenir ve onu evden kovar. Tamar, ağabeyinin kendisine yaptığından dolayı ona kızgın olsa da artık iş işten geçmiştir diye susar. Ancak bir de evden kovulması katlanılacak bir durum değildir ve buna itiraz eder. Fakat Amnon onu dinlemez ve uşağını çağırarak “Bu kadını yanımdan dışarı çıkar, ardından da kapıyı sürgüle” diye emir verir. Kovulan ve evden atılan Tamar, kızgınlığından, üzüntüsünden sinir krizi geçirir ve üstünü başını yırtarak başından aşağıya külleri döker ve saraya dönmek yerine öz ağabeyi Avshalom’un evine gider.
Avsahlom olayı ve detayını öğrenince durumu babası Kral Davut’a iletir ve Amnon’un cezalandırılmasını ister. Bu suçun; üvey bile olsa kız kardeşe tecavüz olduğu için cezası ölümdür ve cezasını Davut vermek zorundadır. Ancak Davut öfkelenmekle kalır ve Amnona ceza vermez.
Avshalom kız kardeşine yapılan bu saygısızlığı affetmez. Üvey kardeşi Amnon’u cezalandırmak için fırsat kollamaktadır. Aradan 2 yıl geçip olay herkes tarafından unutulduktan sonra bir gün Avshalom, Baal-Hasor’da koyunlarını kırktırdığı yerde bir ziyafet verir. Bu ziyafete ailenin ve yakın akraba olan tüm erkekleri çağırır. Kral Davut, bu davete “Hayır, oğlum, hepimiz gelmeyelim, sana yük oluruz” diye cevaplasa da Avshalom kardeşi Amnon’un gelmesi için ısrar eder. Davut bir sorun olacağını düşünmese de tüm kardeşler hep bir arada olacağı için Amnon’un gitmesinde bir sakınca görmez ve izin verir.
Avshalom tüm hizmetkarlarını çağırarak onlara Amnon’un sarhoş olduğu bir anda onu öldürmeleri emrini verir. Hizmetkarlar uygun bir anı kollayarak Amnon’un sarhoş olduğu sırada onu kılıçla öldürürler. Kardeşlerinin ölümünü izleyen diğer kardeşler katırlarına atlayıp kaçarlar. Bu olayın haberi Davut’a Avshalom’un tüm kardeşlerini öldürdüğü şekliyle ulaşır. Davut üzüntüsünden elbiselerini yırtarak isyan eder. Bu arada Davut’a ağabeyi Şima’nın oğlu Yonadav, “Efendim kral bütün oğullarının öldürüldüğünü sanmasın; yalnız Amnon öldü. Çünkü o üvey kız kardeşi Tamar'a tecavüz ettiği günden bu yana, Avşalom buna kararlıydı. Onun için, ey efendim kral, bütün oğullarının öldüğü haberini dikkate alma; çünkü yalnız Amnon öldü” bilgisini verince Davut biraz daha sakinleşir. Bir süre sonra kralın oğulları Davut’un yanına vardığında hep beraber hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar.
Amnon’un öldürülmesinden sonra Avshalom, Geşur Kralı Ammihut’un oğlu Talmay’ın (Talmay, anne tarafından dedesi Geşur Kralı Talmay’ın torunuydu) yanına kaçtı. Avshalom Geşur’da 3 yıl kaldı. Bu sürede Davut oğlu Avshalom’u merak ediyordu ve duyduğu endişeden dolayı onun yanına gitmek istiyordu. Amnon’un ölümü Davut’u üzse de yaptığı suçun cezasını çektiğini düşünerek avunmuştu. (Tevrat, Samuel 2, 13. Bölüm)
Davut’un ve oğullarının bu ahlaksız yaşamı Tevrat’a Rab tarafından yazıldıysa Kuran’da neden yer almadı? Eğer Tevrat’a Ezra tarafından yazıldıysa Ezra neden bu konunun geçmesini gerekli gördü? Bunların açıklaması yok. Başka bir konuya gelirsek Rab koyduğu yasalara uymadığını görüyoruz. Bir başka konu da Rab nasıl bir tanrıysa ya adam seçmesini bilmiyor ya da kader yazmaktan haberi yok. Rab, Davut’un kral olmasına karar vermişti ve onu kutsayarak meshetmişti. Fakat Davut bu sevgiye karşılık Rab’ın yasalarına karşı gelerek zina suçu işlemekten geri kalmadı. Yasayı koyan Rab ise Davut’a ölüm cezası vermesi gerekirken günah çocuğu olarak dünyaya gelen oğullarının canını aldı. Amnon da kız kardeşine tecavüz ederek zina suçu işlemişti fakat Davut Rab’ın yasasına uymayarak oğluna ceza vermedi. Avshalom da her ne kadar hakkı olduğunu düşünürsek yine de kardeşini öldürdüğü için Rab’ın yasalarına karşı gelmişti ve suçluydu fakat o da ceza almadı. Bu durum gelecek konularda bu şekilde devam edecek. Davut’un soyu suç işleyecek ama hiçbiri Rab tarafından cezalandırılmayacak.
ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN
Holofira ile Orhan Gazi’nin karşılaşması aslında tesadüfen gelişen bir durumdu. Osman Gazi’ye Bilecik Tekfurunun oğlu ile Holofira’nın düğünü için tuzak amaçlı bir davet gelmişti. Birleşen Tekfurlar bu düğüne davet ettikleri Osman Gazi’yi eğlence sırasında öldürmeyi planlamışlardı. Haberi alan Osman Gazi bir oyun hazırlayarak önceden hazırlık yapmaları amacıyla kaleye kadın kılığındaki Alpleri gönderdi. Kaleyi ele geçirdikten sonra düğüne baskın yapmıştı. Tekfurun planladığı düğünün baskından dolayı gerçekleşememesi üzerine Osman Gazi gelin adayı Holofira’yı oğluna alarak onları evlendirdi.
Holofira için her ne kadar Yarhisar Tekfurunun kız denilse de bu iddia Aşıkpaşazade’den kaynaklanmaktadır. Oysa Bizans tarihçileri tarafında böyle bir bilgi yoktur. Bu durumda Holofira muhtemelen İznikli soylu bir aileden geldiği daha gerçekçi olabilir. Çünkü hayatı boyunca sürekli İznik’te yaşamayı tercih etmişti. Bu isteğinin kökeninde İznik’in Hristiyanlar için bir kutsallığı olmasından kaynaklanıyordu. Hristiyanlık İznik’ten dünyaya açılmıştı ve İznik’te ikinci Ayasofya Kilisesi bulunmaktaydı. Yani İznik aslında Hristiyanlık için Kudüs gibi kutsal bir yerdi o tarihte. Bu yüzden Müslüman olmuş olsa bile Hristiyanlığından hiçbir zaman vazgeçmemiş olduğu apaçıktır. Tekfur kızı olmamasına rağmen soyluluğunda da şüphe yoktur. Çünkü eğer soylu olmasaydı bir Tekfur oğlu onunla evlenmek istemezdi.
Holofira Orhan Gazi ile evlendikten sonra ismini Nilüfer (Ülüfer) olarak değiştirdiler. Nilüfer hem Holofira adıyla benzeşme yapıyordu hem de Türkçede çiçek adı olarak geçiyordu. Ancak İbn-i Batuta’nın aktardığı bilgiye göre İznik’te Nilüfer hatun ile tanıştığında kendisini Beylûn Hatun olarak tanıttığını söyler. Üstelik Orhan Gazi’nin hem ilk hem de baş hatunudur.
Holofira bir Bizanslı yani Rum idi. Ondan olan oğlu I. Murat ve sonrakiler de padişah olduğundan dolayı Osmanlı’nın devam eden soyu Türk ve Rum genleri ile devam edecekti.
Orhan Gazi’nin ikinci eşi ise Asporça Hatun idi. Asporça hatun da Bizanslı yani Rum olup Bizans İmparatoru III. Andronikos‘un kızıydı. Orhan Gazi’nin Asporça Hatundan İbrahim adında bir oğlu ve Fatma ile Selçuk adında iki kızı olmuştu.
Orhan Gazi’nin son eşi ise yine Bizans imparatorunun kızı Theodora Kantakuzini idi. Theodora, Bizans İmparatoru VI. Ioannis’in Cermen asıllı eşi olan Kraliçe İrini Asanina’dan olma kızıydı. VI. İoannis Bizans iç savaşı sırasında Orhan Gazi’nin desteğini almak için ona kızını verdi. Düğünden sonra Orhan Gazi kendi otağına döndü İmparator, kızı Theodora, Orhan Gazi’nin oğullarını ve akrabalarını alıp Konstantinopolis’e Kraliçeyi ziyaret etmeleri için götürdü. Dönüşte hediyelerle uğurladılar. Theodora evlendikten sonra diğerleri gibi devşirilmedi. Hristiyan olarak kalan tek Osmanlı geliniydi. Üstelik evliliği süresince bulunduğu her ortamda Hristiyanları desteklemişti.
Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Halil (Korsanlarca kaçırılan Şehzade) Theodora’dan olmuştu. Şehzade Halil evlilik çağına geldiğinde teyzesinin kızı (Theodora’nın kızkardeşi Eleni Kantakuzini’nin kızı) ile evlendi. Theodora evliliği boyunca Orhan Gazi ile beraber yaşadı. Ancak Orhan Gazi’nin vefatı sonrasında Konstantinopolis’e döndü. Bir süre IV. Andonikos Theodora’yı Galata’da hapsetti.
Kutsal Kâse hikayesi İsa’nın Son akşam yemeğinde kullandığı söylenen ve mucize
güçleri olan bir kadeh diye anlatılır. Ayrıca Aramatyalı Yusuf’un çarmıha
gerildiğinde İsa’dan damlayan kanları bu kadehte biriktirdiğine inanılır.
Ancak bu olaydan yüzyıllarca hiç söz edilmez. İsa ile ilgili olan her şey
şimdiye kadar yazılmış tüm İncillerde bir bir, harfi harfine ve en ince
detayına kadar anlatıldığı halde ne Matta’da ne Yohanna’da ne Luca da ne de
Markos da Kutsal Kâse ya da Kadeh ile ilgili tek bir kelime bile geçmez. Hatta
Son Akşam Yemeği ile ilgili bölümde dahi yedikleri kuru ekmekten içtikleri
şaraptan söz edilir ama Kutsal Kâse’den hiç söz edilmez.
Bir
kahramanımız daha var; Aramatyalı Yusuf. Yusuf, Roma İmparatorluğunun Yahudiye
Eyaletinin Aramatya kasabasında doğmuştu. Söylentilere göre Yusuf, Kutsal
Kâse’yi yanında taşıyordu ve İsa’nın bedeninden akan kanı bu kâse içinde
biriktirmişti. İsa’nın ölümü gerçekleştikten sonra onu mağaraya kadar taşımış
olan kişi de Yusuf idi.
Kanonik İnciller olarak geçen yukarıda
yazılı 4 İncil’de de Aramatyalı Yusuf hakkında Kudüs belediyesinde yüksek
mevkiye sahip bir üye olduğundan, zengin ve erdem sahibi olduğundan, Yahudiye
valisi Pontus Pilatus’tan İsa’nın cesedini isteyecek kadar cesur olduğundan,
bu yüzden Yahudi yasalarına aykırı davranarak İsa’nın suçlu sayılmasına ve
onursuz bir şekilde gömülmesi gerektiğine rağmen Yusuf tarafından alınıp
mağaraya götürülmesine kadar her şey yazılı iken Kutsal Kâseye İsa’nın
damlayan kanını topladığından hiç söz edilmez. Petrus’un yazmış olduğu
İncil’de Aramatyalı Yusuf hakkında hem İsa hem de Pontus Pilatus’un arkadaşı
olduğundan söz edilir. Nikodemus’un yazdığı İncil’de ise Yusuf hakkında
İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra tutuklandığı, İsa’nın dirilmesinden sonra
İsa tarafından kurtarıldığı yazılıdır ama Kutsal Kâse ile ilgili hiçbir yazı
bulunmamaktadır.
Peki bu insanlar neye inanıyorlar? Dedikodulara
mı?
Aslında hikâyenin orijinal hali daha farklı bir şekilde Kelt
mitolojisinde anlatılırken işgüzar bir Fransız şairin yazdıkları ile tüm dünya
Hristiyanları Kutsal Kâse’nin peşine düştü. Fransız şair Robert de Boron
Kâse’yi ilk kez Hristiyan dini açısından derleyen ve yaratan kişiydi. Boron’lu
Robert, döneminin efsanevi hikayelerinden etkilenerek kendi efsanelerini
yaratmıştı. Okuyup etkilendiği Kelt Mitolojisindeki sihirbaz Merlin
masallarından, Kral Arthur hikayelerinden esinlenerek Kutsal Kâse’ye dönüşen
bu efsaneyi ortaya çıkardı. 1200’lü yıllarda 4. Haçlı seferi sırasında
Haçlıları galeyana getirmek amacıyla, Tapınak Şövalyelerini onurlandırmak ya
da cesaretlendirmek amacıyla yarattığı yalana tüm Avrupa ve dünya sahiplenerek
sürdürmeyi tercih ettiler.
Robert de Boron anlattığı masalda Son
Akşam Yemeğinde kullanılan Kâse’nin Aramatyalı Yusuf’ta olduğundan söz ediyor.
Bu çok doğal çünkü İsa’yı en son gören ve mezara koyan o değil miydi? Daha
sonraki hikayelerde Aramatyalı Yusuf’un Kâse’yi de Kutsal olmasından ötürü
yanına alıp Havari Filipus tarafından İngiltere’nin Glastonbury kasabasına
gönderilen 12 Misyonerin başında buraya geldiğinden söz ediyor. Ve tabii ki
çok da doğal olarak Robert de Boron’un ortaya attığı bu yalan başka yazarların
da hoşuna giderek aynı masalı destekleyip yazdıkça halk tarafından doğru kabul
ediliyor. Bu da yetmiyor ve Avrupa’nın saygın Hristiyan devletlerinin
Hristiyan kralları ve tüm şövalyeler Kutsal Kâse’nin peşine düşüyor. Tam da
Türkçede dediğimiz gibi; “Delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı
çıkaramamış” gibi bir şey. Aslında çıkarmaya çalışan da yok hala taş atmaya
devam ediyorlar.
Peki işin gerçeği ne? Gerçek şöyle başlıyor;
Kutsal Kâse ile ilgili ilk söylenti 12. Yüzyılda yani 1100’lü yıllarda, Kral
Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili anlatılan efsanelerde geçer. Bu
efsanelerin genel adı “Graal Efsaneleri” olup tamamı Kelt Mitolojisine
dayanmaktadır. Kelt mitolojisi ise kullanılan eşyaların sağladığı mucizeleri
fazlasıyla işlemesiyle meşhurdur. Kayadan çıkarılamayan ve sadece Camelot
Kralı, Uther’in soyundan birisinin çıkarabileceği Excalibur gibi ya da bolluk
yaratan boynuzlar gibi veya hastaları iyileştiren, ölüleri dirilten kazanlar
gibi hikayeler Kelt Mitolojisini besleyen efsanelerdir. Bu efsanelerden birisi
Dagda isimli iyi bir Tanrıyı anlatır. Kelt Tanrıların babası olarak geçen
Dagda, Tuatha De Danaan ırkının lideridir. Tanrıça Danu’un da oğlu olan
Dagda’nın bir kazanı vardır. İşte bu kazan sihirli olup iyi tanrı Dagda’ya
sonsuz bir gençlik vermektedir. Başka bir efsanede ise yine Dagda’ya
benzetilen Kutsanmış Bran’a bu kazan ölümsüzlük vermekteydi.
Etimolojik
açıdan bakacak olursak “Holy Grail” olarak bilinen Kutsal Kâse Orta Çağ
Latincesinde “Gradalis” sözcüğünden geliyordu. Tam Türkçesi tabak anlamına
gelen Gradalis, Kelt Mitolojisinde ise geniş ağızlı veya kenarları alçak kap
anlamına gelen “Graal” kelimesi ile biliniyordu.
Kâse ile ilgili
ilk hikâye Fransa’nın Troyes kasabasında dünyaya gelmiş olan Chertien de
Troyes isimli bir halk ozanı ve hikayecisi (Türklerdeki Meddah’ın yazı ile
anlatanı) tarafından İngiltere’de Kelt, Fransa’da Gal olarak bilinen halkın
efsanevi hikayelerini yazmasıyla başladı. Kâse ile ilgili anlatılan ilk
hikâyenin asıl kahramanı Kral Arthur’un şövalyelerinden olan Percival idi.
Masal havasında yazılan bu eserin İngilizce adı “Percival, The story of the
Grail” olarak geçiyor. İngiliz ve Fransız edebiyatında daha sonra diğer bir
Yuvarlak Masa Şövalyesi olan Sir Galahad ile değiştirilmesine rağmen Kâse ile
ilgili hikâye aynen devam etti. Ve tabii ki daha sonra Hristiyan
metinlerindeki kahramanlar da ilave edilerek bugünkü konuma kadar geldi.
Percival’in
hikayesini de anlatmak gerek ancak burada değil. O ikinci yazının konusu olsun
çünkü o da yeterince uzun sayılır.
Azerbaycan’ın surlarla çevrili başkenti Bakü neredeyse 20.yüzyıla kadar
kanlı bir kargaşa içindeydi. Surlarla çevrili deyince şaşırmayın, çünkü Surlu
Şehir (İçerişehir), Bakü’nün en eski kısmıdır. M.S. 12. yüzyıla kadar uzanan
şehir birçok rejim değişikliğinden ve birkaç istiladan kurtulmayı
başarmıştır.
Şehrin çevresine sürekli olarak takviye yerler
yapılıyordu çünkü sürekli saldırıya maruz kalıyorlardı. 10.yy’dan önce Hazarlar
tarafından defalarca saldırıya uğramışlardı. 10.yy’dan itibaren Ruslar Bakü’ye
baskınlar düzenlemeye başladı. I. Şirvanşah Bakü limanında büyük bir donanma
inşa ettirip 1170’de büyük bir Rus saldırısını püskürtünce bu dönem sona ermiş
oldu.
1191’de Şamahı şehrinde büyük bir deprem olunca Şirvanşah’ın
sarayı Bakü’ye taşındı. Şirvanşah geçmişte komşularının onlara düzenlediği
saldırılardan habersiz değildi. Bu yüzden şehri güçlendirmek ve darphane inşa
ettirmek için çalışma başlattı. Ölümünden sonra, 12-14. yüzyıllar arasında Bakü
surlarında büyük bir artış olmuştu.
14.yüzyıl bu şehrin en iyi
dönemiydi denebilir. Çünkü şehrin sorumlusu olan Muhammed Olcaytu ağır vergileri
indirmiş, böylece büyüme başlamış ve refah artmıştı. Şehir kısa süre sonra bir
ticaret limanı haline geldi, öyle ki Marco Polo'nun kayıtlarında yazanların Bakü’deki petrol-yağ zenginliği hakkında olduğu düşünülür:
"Gürcistan sınırına yakın bir yerde, o kadar bol miktarda yağ fışkıran bir kaynak var ki yüz gemi oraya aynı anda yüklenebilir. Bu yağın yenmesi iyi değil; ancak yakmaya ve kaşıntı veya kabuktan etkilenen deve ve erkeklere merhem olarak faydalıdır. Erkekler bu yağı almak için uzun bir mesafeden geliyorlar ve tüm mahallelerde bundan başka petrol yakılmıyor."
Altın Orda Devleti, Moskova Prensliği ve
Avrupa ülkeleriyle ticaret yapılıyordu. Ani bir büyüme gösteren şehir kısa süre
sonra kendi başarısının kurbanı haline geldi. Çünkü Hazar Denizi’ndeki
zenginliği ve stratejik konumuyla ünlü olan şehir Safevi Devletinin kurucusu ve
ilk lideri olan Şah İsmail’in (1. İsmail) dikkatini çekmişti. 1501’de şehri
kuşattı. Bakü halkı direndi çünkü şehri geliştirmek için 200 yıldan fazla zaman
harcamışlar ve güçlü duvarlar inşa etmişlerdi. Bu duvarların onları koruyacağına
inanıyorlardı; ki pek öyle olmadı. İsmail adamlarına surları yıkma emri
verdikten kısa bir süre sonra şehrin savunması düştü. Halk İsmail’in adamları
tarafından kılıçtan geçirildi.
İsmail belli şartlar eşliğinde ve
Safevi yönetimi altında Şirvanşahların Bakü’de kalmasına izin vermişti fakat
halefi 1. Tahmasb onları iktidardan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Şirvan Evi
etkili bir şekilde yok edildi, zaten daha sonra tekrar da kurulamadı. Şirvanşah
9-16. yy aralığında Şirvan hükümdarları için kullanılan bir unvandı. [Barthold,
W., C.E. Bosworth "Shirwan Shah, Sharwan Shah]
RUSYA VE İRAN’IN BAKÜ İÇİN SAVAŞMASI
Rus İmparatorluğu ile İran (Kaçarlar) arasında 1813’de imzalanan Gülistan
Antlaşması ile Bakü resmi olarak Rusya yönetimine geçmişti. O zamana kadar şehir
çeşitli İran hanedanlıklarının egemenliği altında kalmıştı. Bu Bakü halkına en
büyük zararı getirmişti çünkü Bakü’deki kontrollerini sürekli olarak
kaybediyorlardı, barışçıl bir dönem değildi. Bu yüzden Bakü’nün nüfusu uzun bir
süre 5.000’in üzerine çıkma şansına sahip olamamıştı. Sürekli meydana gelen
savaşlar yüzünden bir zamanlar oldukça hareketli olan ekonomi büyük zarar
görmüştü.
1578-1590 Osmanlı-Safevi Savaşı sırasında Bakü Osmanlı’nın
eline geçmişti; ki kısa bir süre sonra, 1607’de tekrar Safevi Devleti’nin
kontrolüne geçti. 1722’de Safeviler İran’a geri dönünce Rus İmparatorluğunun
başındaki Büyük Petro fırsat bu fırsat diyerek Bakü’yü işgal etti. Safeviler
zaten kargaşa içindeydiler, bu yüzden Bakü’yü Ruslara bıraktılar. Fakat bu kısa
süreli bir zafer olmuştu. Çünkü hemen 3 yıl sonra, 1725’te Rus hükümdarı Büyük
Petro ölmüş, Rusya’da karışıklıklar başlamıştı. Böylece 1735’te imzalanan Gence
Antlaşması ile Rusya Bakü de dahil olmak üzere aldığı her bölgeyi onlara geri
vermeyi kabul etti. [Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Bilge Umar, İnkılap
Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 32.]
Yine de Bakü sevdaları bitmemişti.
Bu sefer Rusya, Kırım’ı Rus topraklarına katmasıyla tanınan II. Katerina emrinde
1796’da 13.000 kişilik ordu ile Bakü’ye saldırdı, kolayca ele geçirdi. Yine de
bu Bakü’nün tarihteki en kısa işgali olmuştu. Sadece 1 yıl sonra, Katerina’nın
oğlu I. Pavel Rusya’nın yeni imparatoru olmuştu. Rus-İran düşmanlığına son
verilmesini emredince Ruslar Bakü’yü geri vererek terk etmişlerdi.
Ne
yazık ki Bakü’deki kargaşa bitmiş değildi. Kısa bir süre sonra Rus İmparatorluğu
ve İran tekrar savaşmaya başladılar ve 1804-1813 Rus-İran savaşının sonucunda
imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü Ruslara geri verildi. Birkaç yıl sonra,
1826-1828 yılları arasında tekrar Rus-İran savaşı patlak verdi. Kısa bir
süreliğine de olsa Bakü tekrar İran’ın eline geçti. Ancak bir kez daha Rusya’ya
yenildiler. Bu çok daha kötü bir sonuç doğurdu çünkü 1828’de imzalanan
Türkmençay Antlaşması ile Bakü’yü resmen Rusya’nın kalıcı parçası
yapmışlardı.
Rus hükümdarları şehrin surlarını onarmak ve genişletmek
için çalışmışlar yaptırmış, bu sırada surlara “artık burada kalıcıyız” mesajı
veren düzinelerce top yerleştirmişlerdi. Sürekli ortaya çıkan savaşlar sona
erince Bakü halkı tekrar ticarete odaklandı, liman yeniden açıldı. Yani Bakü
tekrar işbaşı yaptı.
Surlu Şehir geliştikçe surlarınının dışında yeni
mahalleler inşa edildi. Bu sırada Bakü, İç Şehir ve Dış Şehir olarak ikiye
ayrılıyordu. Surların içinde yaşayanlar kendilerini gerçek Bakü yerlileri olarak
görüyor, surların dışında yaşayanlara tepeden bakıyorlardı. Şehre para geldikçe
mimari de değişmeye başlamış, bir kısmının yerini Gotik ve Barok tarzındaki
Avrupa mimarisi almıştı.
PETROL
Bakü’de petrol keşfedilmesiyle şehrin büyümesi hız kazandı. Rus
yetkililer Bakü topraklarını özel yatırımcılara satmaya başladı. Bunlar arasında
Nobel Kardeşler ve Rothschild Ailesi gibi tanınmış isimler vardı. Bakü’nün
petrol dolu olduğu ortaya çıkmıştı. 18.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar neredeyse
uluslararası olarak satın alınan petrolün yarısı buradan çıkarılıyordu. Petrol
parayı, para gelişim ve genişlemeyi getirdiği için surlarla çevrili şehir
büyüyemezken dış şehrin nüfusu oldukça hızlı artmıştı. Ancak bu refah ortamı
Bakü’de tekrar kan dökülmeyeceğinin garantisi değildi; hatta Bakü’nün en kanlı
dönemi yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği yıkılana kadar defalarca kan akacaktı.
1905’te
Rus işçi sınıfı Çar’a ve soylulara karşı ayaklanınca (1905 Rus Devrimi) Rusya’da
siyasi huzursuzluk patlak vermişti. Bu sırada Bakü’de Ermeni ve Tatarlar
(Azerbaycan Türkleri) arasında şiddet olayları yaşandı ve iki taraftan da
binlerce insan hayatını yitirdi.
Bakü bir türlü nefes alamadı, 1.
Dünya Savaşı sırasında Almanların hedefi oldu. Almanya, müttefiklere petrol
tedarik etmekle sorumlu olan Bakü topraklarına girmek için Gürcistan’a asker
gönderdi. Karşı hamle olarak İngiltere bölgeye kendi askerlerini gönderdi.
1917’de
Bakü sokakları bu sefer Rus devrimi ile kana bulandı (1917 Şubat Devrimi). Rusya
İmparatorluğunun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğu sırasında Bolşevik ve
Taşnaklar (Ermeniler) Bakü’yü ele geçirmeye çalıştı. Azerbaycan Türkleri şehri
korumak için dirense de gerçekleşen katliamlarda yaklaşık 13.000 kişi hayatını
kaybetti. Bunlar 1918 Mart Olayları adıyla bilinir.
Dökülen onca
kanın sonunda Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Fakat Cumhuriyetin bir
sorunu vardı. Ordu olmadan kendilerini savunamazlardı. Geçmişte yaşadıkları onca
işgal ortada iken bu oldukça önemli bir sorundu. Azerbaycan Osmanlı’dan yardım
isteyerek Bakü’ye yürüyüşe geçti. Böylece 1918 Bakü Muharebesi gerçekleşti.
Savaş kazanılmış, Bakü Azerbaycan’ın olmuştu.
Ama hasta adam denen
Osmanlı zaten zayıftı ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti savunmasız kalmıştı.
Diğer yandan Ruslar kaybettiklerini geri almaya can atıyorlardı. 28 Nisan
1920’de Bakü Kızıl Ordu tarafından işgal edilince Bolşevikler yeniden iktidara
geldi.
Sovyetler Birliği’nin ele geçirdiği Bakü tekrar
zenginleşmişti. Sovyet ülkeleri Bakü’nün petrolüne bağımlı olduğundan şehir
Sovyetlerin baş tacı olmuştu. Ruslar Bakü petrol sahalarına büyük yatırımlar
yaparken Bakü’nün çehresi büyük oranda değişti.
1991 yılında
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bakü ve Azerbaycan bağımsızlıklarını kazanmış
oldu.
Dünyanın birçok bölgesinde karmaşaya neden olan insan benzeri
küçük varlıklara dair efsaneler bulmak mümkün. Bunlar karşımıza goblin, golem,
elf ya da cin gibi efsanevi varlıklar olarak çıkarlar. Benzer şekilde Meksika
bölgesinde de Mayalardan kalma bir "küçük insan" efsanesi vardır. Onların
inandığı efsanevi küçük insan ırkı olan Aluş, kargaşa çıkaran, yıkıma neden
olan bir tür ruhsal varlık gibidir. Türk mitolojisindeki iyeler ile benzer yönlere sahiptir.
İnanışa göre Yucatan Yarımadası'nın civarında yaşadığına inanılan bu küçük
varlıklar genellikle insanlar tarafından görülemezler. Fakat yaramazlık yapmak
istediklerinde ve eğlence arayışına girdiklerinde kendilerini görünür hale
getirebilirler. Genellikle orman, tarla, mağara gibi yerlerde bulunurlar.
Yiyecekleri ve içecek suları olduğu sürece hemen hemen her şeyin içinde
yaşayıp onu yuvaları haline getirebilirler. [1]
Tasvirlere göre aluş, çoğul adıyla aluşob denen bu varlıkların boyu insanların diz
hizasındadır ve baykuş benzeri gözlere sahiptirler. Hızlı hareket etmelerinin
yanı sıra inanışa göre kimi aluşların vücutlarının bir kısmı panter, iguana, geyik,
papağan, çakal gibi hayvanlardan oluşur. Fiziksel
görünüşlerine dair diğer tasvirler genel olarak onları peri benzeri yaratıklar
olarak tanımlar. Yucatan yerlilerinden bazıları aluşların gölgeler
içinde saklanıp kırmızı gözleriyle etrafa baktığını belirterek onları daha korkunç
varlıklar olarak anlatır.
Yerliler bu varlıkların ormanda yaşadığına inanıyor ve eğer
ormandan ayrılmayı ve kasaba, şehir gibi yerleşim yerlerine doğru gitmeyi daha
faydalı bulacak olurlarsa buralara hücum edeceklerini düşünüyorlar. Bu yüzden
günümüzde bile ormandan ayrılıp dışarı çıkmasınlar, kasaba ve şehirlere inmesinler diye
onlara yiyecek içecek sunuları bırakılıyor. İnanışa göre onlara verilen
bu sunular devam ettikçe yaşam yerlerinden ayrılmayacak, ormanda yaşamaya devam edecekler.
Kimi çiftçiler hem onlardan korunmak için hem de ormandan çıkmamaları için içine girip yaşayacakları minik evler, sunaklar inşa ederler. Bunlara "kahtal" denir. Bu aynı zamanda çiftçinin de çıkarınadır. Çünkü iyi davranılan bir aluş tıpkı Türk mitolojisindeki Ev İyesi gibi insanlara yardımcı olur. Fakat evlerin geçerliliği yedi yıldır. Kendisi için inşa edilen evin içinde yedi yıl boyunca yaşayacak olan aluş bu süre içinde çiftçilerin ekinleri ile ilgilenecek, hatta daha çok yağmur yağmasını sağlayarak toprağı bereketlendirecektir. 7 yıl dolduğunda aluş için yapılan sunak evin kapı ve pencereleri kapatılmalı, böylece aluş içinde hapsedilmelidir. Eğer bu yapılmazsa peri zararlı ve hilekar yüzünü göstermeye başlayacaktır. [Theresa Bane. Encyclopedia of fairies in world folklore and mythology (2013), sf. 25.]
Kolay memnun olabildikleri gibi çabuk sinirlenebilen bu varlıklara saygısızlık
edilir ve dikkate alınmazlarsa bölgede yaşayan yerlileri korkutur, rahatsız
etmek için harekete geçer ve daha tehditkar olurlar. İnsanların eşyalarını
çalar veya ormanda gezenlere can sıkıcı şakalar yaparlar. Bu yönleriyle Türk mitolojisindeki Orman iyesi ile de benzeşirler.
Bir efsaneye göre bu varlıklara kilden yapılmış bir put şeklinde rastlanırdı ve eğer 9 gün 9 gece boyunca önlerinde tütsü yakılırsa canlanırlardı. Eğer bir insan belli bir aluşun sorun çıkardığından eminse onun evinin önüne giderek yiyecek içecek sunarak barış yapardı. [Nelson Reed. The Castle War of Yucatan. 1964. Sf. 38.]
Kimi bölge insanları yaşadıkları şanssızlıkları bu
efsanevi varlıklarla ilişkilendirmiş, onları memnun etmediklerini, saygısızlık ettiklerini düşünmüşlerdir. Bu durumu telafi etmenin yolu onlara
yeni sunular sunmak ve yaşamaları için bir ev inşa etmektir.
Peki insanlar bu varlıklardan neden korkuyor? Sadece eşya çalacak ya da can
sıkacaklar diye mi? Şimdi o kısma gelelim. İnanışa göre bu küçük yaratıklar
siz ormanda dolaşırken birden önünüze geçip sizden bir sunu isteyebilirler. Eğer
reddederseniz öfkelenen Aluş diğer Aluşlara haber verip hepsini
toplayacaktır. Toplanma nedenleri her zaman fiziksel olarak saldırmak değildir. Hepsi bir araya gelip ona sunu vermeyi reddeden kişiye hastalık
büyüsü yaparlar.
Aynı zamanda Müslümanlar arasındaki cin inanışına benzer şekilde
eğer onların adını söylerseniz çağırmış olursunuz. Geldiğinde çağırdığınız
için rahatsız olacak ve kargaşa yaratacaktır. Bu yüzden isimlerini söylemekten
uzak durmak gerekir. Özellikle çocukları ormana sürükledikleri gibi bir inanış da mevcuttur. Bazıları hala bu varlıklara inanmaya devam ederken kimileri inanmayı bırakmış
durumda.
Biliyoruz ki mitolojiler genellikle öyle birdenbire ortaya
çıkmazlar. Genelde hepsinin bir çıkış noktası olur. İşte tarihçilerin
iddiasına göre aluş ismi zaman zaman İspanyolcada gnomlar, leprikonlar ve
goblinler gibi insan benzeri varlıklar için kullanılan "duende" terimi ile
karıştırılmıştır. Benzerlikleri dikkate alındığında karıştırılabilmeleri tabi
ki muhtemeldir. [2]
Duende kavramını Yunanistan, Portekiz, Filipinler gibi İspanya'nın ötesindeki
birçok ülkenin halk masallarında, geleneklerinde görmek mümkündür. Bölgeden
bölgeye göre terim ufak farklılıklar gösterse de hepsinin ortak noktası küçük ve
kargaşaya neden olan varlıklar olmalarıdır. Yiyecekleri yaktıklarına,
başkalarının yemeklerini yediklerine, şiddetli yağmur veya kar
yağdırdıklarına, geceleri insanları rahatsız edip uyandırdıklarına, küçük
çocukları yaramazlık yapmaya teşvik ettiklerine dahi inanılır.
Diğer yandan tıpkı Aluş gibi insanlara şans getirebilir ve yıkılan binaları
yeniden inşa edebilir, ormanda kaybolanlara yardım edebilir, araziyi kutsayıp
daha verimli kılabilir, yaşlı balıkçıların kürek çekmelerine yardımcı olmak
gibi iyi işler de yapabilirlerdi.
Kimi tarihçiler duende teriminin bazen aluş sözcüğünün yerine kullanılmasının
ve Aluş efsanesinin ortaya çıkmasının 15.yy'da Mayaların İspanyollar ile olan
etkileşiminden kaynaklandığını düşünür. Diğer yandan Mayalar benzer efsanevi
varlıklara inanan Britanya Adaları korsanları ile temas kurup bu varlıklara
dair inanışları onlardan alıp türetmiş de olabilir. Ancak kimi Maya insanları
için Aluşlar diğer topluluklardan alınmış efsanevi varlıklar değildi. Onlara
göre kökenleri çok daha eskiye dayanıyor. Bu yüzden kimileri Aluşlara atalarının ve ülkelerinin
ruhları olarak tapıyorlardı.
Mayaların Aluş tasvirlerini okuduğumda aklımda oluşan fikri destekler şekilde
bazı kriptozoologlar* Aluş efsanesinin o dönemde yaşamış cüce insanlardan
kaynaklandığını öne sürerler. Fakat zannedilenin aksine cücelik o dönemde yaygın görülen bir durum değildi. Bölgede onlarca kazı yapılmasına rağmen cüce insan iskeletine rastlanmamış olması da bunun kanıtıdır. [Virginia E. Miller. The Dwarf Motif in Classic Maya Art. Sf. 114.] Haliyle nadiren cüce birine tanık olan Mayalar onlarla karşılaşmalarını
sözlü ve yazılı olarak aktarırken karşılaştıkları cüceleri efsaneleştirerek
iyi-kötü yönlere sahip cüce varlıklar inancını var etmiş olabilirler. Çünkü
kayıtlar onlardan yaklaşık 1 metre boyunda varlıklar olarak bahseder, bu da
cücelerin efsaneleştirildiği ihtimalini güçlendirir.
Hala Maya soyundan gelen insanlardan kimileri aluş denen varlıklara inanıyor.
Özellikle çiftçiler 7 yıl boyunca topraklarını verimli kılması için onları
davet eden törenler yapıyorlar. Bu sırada onlara kalacakları yeri verip sunular
sunuyorlar. Kimi çiftçiler bu varlıkların gerçekten var olduğuna inanmasa da
gelenekleşmiş bir batıl inanç olarak bu uygulamayı devam ettiriyorlar.
Tabi bu varlıklara inanmayı devam ettirenler sadece çiftçiler değildi. Örneğin aluşlarla ilişkilendirilen ve çok yakın tarihlerde yaşanmış olan bir olay
vardır. Bu anlatıya göre 1990 yılında iki noktayı birbirine bağlamak için bir
köprü inşaatı başlatılır. İnşaatta çalışan Maya yerlileri diğer işçileri aluşlardan izin almadan yapıma başladıkları için sorun çıkacağı konusunda uyarana
kadar köprü inşaatı üç kez başarısız olur. Bölgedeki bir çiftçi onlara tavsiye verir: aluşlara bir ev inşa ederek onları ikna etmeli, yatıştırmalı ve böylece saldırılarından
korunmalılardır. Bu yüzden işçiler bir Maya şamanından yardım almaya gider ve sonrasında onlara ufak bir ev yaparlar. Tekrar iş başına döndüklerinde
işleri yolunda gider ve köprü inşaatı başarıyla tamamlanır.
Günümüzde bile birçok otel, dükkan ve restoranda aluşların gönlünü almak,
hoşnut etmek için yapılmış minik evler vardır. Bu evlerin geçerlilik
süresi 7 yıl olduğundan 7 yıl dolduğunda eski evlerin mühürlenip yenilerinin
yapılması gerekir. Bu yüzden bazı mekanlarda çok fazla minik eve
rastlanır. Batıl inançları geride bırakmak kolay olmadığından bu efsanenin
izleri Maya kültürünün hakim olduğu topraklarda hala görülebiliyor.
DİPNOT: Kriptozoolog halk efsanelerinde yer alan, kanıtlanmamış doğaüstü varlıkları araştıran kişilere verilen addır.
KAYNAKLAR
Montemayor, Carlos; Frischmann, Donald H. (2004). Words of the True
Peoples: Anthology of Contemporary Mexican Indigenous-language Writers.
University of Texas Press. p. 265.
Garza, Xavier (2004). Creepy Creatures and other Cucuys, pp. 2-11).
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL