HABERLER
Dini Haber

VİCDAN VE AKLA UZANAN SÜREÇ



VİCDAN VE AKLA UZANAN SÜREÇ
(Takipçilerimden Devrik Tümcelerim'in Hikayesi)

Yaklaşık bir yıldır bu vb kanalları takip ediyorum. Hazırlanan videoları dikkatlice izliyorum.  Ben de aydınlanma sürecimi sizlerle paylaşmak istedim.  Adım Mustafa. Annem bu ismi kulağıma fısıldarken benimle ilgili kim bilir ne hayalleri vardı. ;)

Ben hikayemi taa ortaokuldan başlatmak istiyorum: Ortaokulda okurken İslam Tarihi isimli bir dersimiz vardı. O dersin öğretmeni bize Arapların İslam öncesi yaşamlarından bahsetmişti.  Hepiniz bilirsiniz hikayeyi... Kız çocukları canlı canlı toprağa gömülüyordu vs... Tabi bizde inanmaya gönüllüydük. Hani "kız çocukları canlı canlı toprağa gömülüyorsa erkekler bir biriyle mi çiftleşip çoğalıyorlardı?" gibi bir soru sormak aklımıza gelmedi. Gelmezdi de... Sonuçta anneden deden öğrendiğimiz dindi bu.

O dersten hatırladığım diğer ikinci bir konu ise Zeyd Bin Harisi idi. Hani şu Hatice'nin kölesi olan Zeyd. Peygamber ile evlenirken peygambere hediye edilen Zeyd. sonra peygamber tarafından azat edilip evlat edinilen Zeyd... Öğretmenimiz bize Zeyd'in hikayesini bu şekilde anlatınca hepimizin kalbi yumuşamıştı adeta. Sevinçliydik, mutluyduk. Çünkü biz Müslümandık.

O yıllar pek bir şey sorguladığımı hatırlamıyorum. Ramazanlarda orucumu tutar akşamları da teravih namazlarına giderdim. Daha sonraki yıllarımda pek dindar bir insan olmadım, olamadım. Bilmiyorum neden? Cumaları da bırakınca arkadaşlar arasında kendime "Ben az Müslümanım" demeye başladım.

Daha sonraki yıllarımda hac ibadetini çok sorguladım. Yani her şeyi, kainatı, evreni, güneşi,  yıldızları yaratan tanrı neden insanları bir şehre çağırsın ki? Yemen'de ya da Dünya'nın değişik coğrafyalarında bir yığın insan açlıktan ölürken neden bütün Müslümanlar Arabistan'a gidip kurban kesip gelsin?

Sonra üç semavi dinin de kutsal mekanları neden hep aynı bölgede diye bir soru takıldı aklıma. Filistin örneğin. Üç din için de kutsal. Tanrı acaba bu üç dine inanan insanlara gidin Filistin'de bir birinizi kesin mi diyordu?  Ve peygamberler neden hep aynı bölgeye gönderildi. Sorular... sorular...

15 temmuz bendeki uyanışın başka bir sebebiydi.  Hani  bunlardan zarar gelmez dediğimiz namazlı, niyazlı insanların topluma neler yapmaya çalıştığını canlı canlı izledik.

Sonra İŞİD beni çok aydınlattı. Adamlar İslamı hiç eğip bükmeden dosdoğru uyguladılar. Hani bizim ilahiyat profları ayetlerin orasını burasını düzeltmeye çalışıyorlar ya; onlar öyle yapmadı. Ne yazıyorsa o. Gerçek İslamı gözümüze gözümüze soktular.

Neyse yıllarım geçti böyle... Şu an 40 yaşımdayım. Twitter'da gezinirken bazen ülke gündeminde "Kuran oku ateist ol" gibi başlık etiketleri görüyordum. İlgimi cezbeden birkaç tweet görmüş olmalıyım ki araştırmaya koyuldum. Youtube 'ta Yakup Deniz isimli bi abinin videosuna denk geldim. Video başlığında "Muhammet'in geliniyle olan evliliği" gibi bir şey yazıyordu. O video beni çok sarstı. İzledim. Adam iftira da atmıyordu. Anlattıklarını Azhap suresinin ayetleriyle delillendiriyordu. Yıkılmıştım. İlk olarak ortaokuldaki öğretmenim aklıma geldi.
Hani Zeyd azat edilmişti?
Hani evlat edilmişti Zeyd?
O nasıl bir azat edinmişlik ki adam karısına bile sahip çıkamıyordu? Bi erkek olarak kendimi Zeyd in yerine koydum, kaldıramadım durumu.

Sonra bu tarz videoları izlemeye ve videolarda anlatılan ayetleri incelemeye başladım. Tam bir şok hali içindeydim. O koskoca, her şeyi yaratan Tanrı, Muhammet istediği karısıyla yatar diye ayet bile göndermişti güya.

O uyanışımın başladığı günler geceleri uykuya dalmadan önce hep yaratıcıya dua ettim; Allah'ım ben bir yol ayrımındayım. Eğer yanlış yoldaysam döndür beni diye. Güya kendimce rüyada bir işaret bekledim safça. :)

Birileriyle konuşmak istiyordum ama kiminle? Herkesle konuşulmazdı bu durum. Bazen sokağa çıkıp "Muhammet hepimizi kandırmış!" diye haykırmak istiyordum. İlk olarak Twitter'dan bazen sohbet ettiğim bir arkadaşıma anlattım durumumu. Nasılsa tanıdığım biri değil, sadece Twitter'dan tanışıyoruz diye düşündüm sanırım. ;)Terslemedi beni. Neden, niçin anlamaya çalıştı. Ben de gerekçelerimi sıraladım. Arkadaşımın bana ters tepki göstermemesinden  epey cesaret aldım.

Sonra çok eskiden beri arkadaşlığım olar bir yakınımla konuşmak istedim. Konuşmak diyorum da yazıyordum aslında. Konuşacak kadar cesaretim yoktu henüz. Yine bir gün Twitter'da gezinirken karşıma  Muhammet'in hayatını kolaylaştıran ayetler ile ilgili bir görsel çıktı. Bir fotoğraf karesine 3-5 ayet yazılmıştı. Eminim hepiniz görmüşsünüzdür bu vb. görselleri. O görseli indirip arkadaşıma gönderdim. Sordum bunlar ne diyor diye. Arkadaşım bana cevap olarak Kur-anda bu ayetler yok; bunlar iftira atmak için hazırlanmış dedi. Ben de aynı ayetleri diyanetten alıp tekrar gönderdim. Arkadaş biraz sessizleştikten sonra savunmaya geçti. Oradan buradan bir şeyler kopyalayıp atıyordu bana. Ben de ona öğrendiğim yeni ayetleri gönderdim. Kabuğuna çekildi arkadaş. Yazdıklarımı okumamaya başladı. Çok gitmedim üstüne. Sonuçta onu ikna komasına sokmaya hakkım yoktu.

Oğlum 2 yaşlarındayken ona kendi uydurduğum masalları anlatırdım. Bazen yanım uzanıp "Baba hadi bana masal anlat" derdi. Ben de başlardım anlatmaya. Masalda hayvanları konuştururdum. Oğlum bazen dinlerken uyuyup kalırdı. Üç yaşına gelince anlattığım masalları sorgulamaya başladı. Masalda  oğlum güya ormanda gezinirken sevimli bir ayıyla karşılaşıyor, ayı ona gel oyun oynayalım diyordu. Oğlum o gün sordu bana "Baba ayılar konuşur mu?" diye. Üç yaşındaki çocuk ayının konuşmasını sorgularken koca koca insanlar denizin yarılmasına veya bir peygamberin hayvanlarla konuşmasına nasıl inanabilir ki? Din bence büyüklere anlatılan masallardan başka bir şey değil.

Ben şu an ne olduğuma karar vermedim. Deist miyim, ateist mi? Kavramlara ve isimlere pek takılmıyorum artık. İçimde birkaç bin yıllık uykudan uyanmış olmanın dinginliği var. Benim dinim vicdanımdır. Ve bana göre yaratıcının en büyük ayeti AKILdır.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Devrik Tümcelerim

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

TANRILARIN ZİRVESİ : NEMRUT

Yazan: N.Kara


TANRILARIN ZİRVESİ : NEMRUT


Nemrut Dağı, yaklaşık 10 yıl önce gidip görebilme ,gezebilme,oradaki tarifi imkansız havayı soluyabilme fırsatı bulduğum eşsiz yer. Öyle gizemli,öyle esrarengiz,öyle muhteşem bir his veriyor ki insana;gidince bir gününüzü rahatlıkla sıkılmadan geçirebileceğiniz bir yer. Öyle hızlıca gezip ,dolaşıp inilecek bir yer değil. Ama maalesef orada çok uzun süre vakit geçirmenin imkanı yok. Dağın yüksekliğinden dolayı ortam öyle soğuk ki,üstünüzde kat kat mont ,battaniye olsa da bir süre sonra soğuktan yüzünüzü,ellerinizi,ayaklarınızı hissetmiyorsunuz. Ağustos ayı gibi bir ayda gitmiş olmama rağmen üstümüzde mont,atkı,bot,eldiven olmasına rağmen dondum :)
Dayanabilenler çok daha uzun süre kalıp her şeyi inceleyebiliyor ama benim gibi soğuğa çok gelemeyen biri iseniz çok da katlanamıyorsunuz :) Şimdiden söyleyeyim eğer bu eşsiz yeri görmeyen varsa ilk fırsatta gitmeli,çocuklarını götürmeli ve o muazzam havayı solumalısınız. Buraya giderseniz özellikle ya gün doğumu vaktinde ya da gün batımında gidin ve o anı yaşayın...
Sizin için bu yazıda Nemrut'un bilinmeyen gizemini, mitlerde geçen hikayeleri ve aklımda kalan bazı şeyleri derleyip anlatmaya çalışacağım. İyi okumalar (dinlemeler),umarım bir nebze de olsa sizi oraya götürebilirim.

Nemrut Dağı Adıyaman ilinin Kahta ilçesinde 2150 metre yükseklikte, Toros ve Ankar Dağları sırasında bulunan dağdır. Bu dağın üzerinde bulunan Nemrut Heykelleri ya da en iyi bilinen adı ile Nemrut Harabeleri ile dünyanın sekizinci harikası olarak Unesco Dünya Mirası Listesi‘nde yer alıyor. Adıyaman’da bulunan, MÖ.130'larda bağımsızlığını kazanan ve tarihte sadece 234 yıl hüküm sürmüş olan Kommagene Krallığı’nın bize en büyük mirası olan bu muazzam dağ yaklaşık İki bin yıldır tepesinde bulunan dev heykellerle varlığını korumakta. Ve güneşin doğuşunun ve batışının en iyi izlendiği tepe olarak geçer.

TANRILAR VE KRALLAR SOFRASI

Kommagene Krallığı’nın birinci kralı olan Kral I.Antiokhos (Antiochus) insanların gelip ona dua edebileceği 2,150 metre yüksekliğindeki Nemrut Dağı'nın zirvesine gizemini hala koruyan bir tümülüs yaptırdı. Kısaca tümülüs içerisinde mezar veya mezarlık bulunan üzerine toprak yığılarak yapılmış veya oluşturulmuş olan küçük tepelere ya da tepeciklere verilen isimdir . Yani kral kendine bir nevi muhteşem bir dini sığınak(mezar) inşa ettirdi.
Antiokhos, sığınağını yüksek ve kutsal bir yere kurdurdu. Bunun sebebi ise tanrılarla eşit seviyede olabilmek, onlara yakın olmak ve tüm krallığın onu görebilmesi ve hatırlayabilmesiydi. Mezar MÖ.62'de inşa edilmiş ,145 m çapında ve 50 m yüksekliğinde piramit şeklindeki taş yongalarından oluşmaktadır. Doğu ve batı teraslarına da yükseklikleri dokuz metreye yaklaşan devasa heykellerle donatmıştır. Bu heykeller batı ve doğuya bakan teraslara yerleştirilmiş. Tahtlarında oturur vaziyette betimlenen tanrıların başları devrilerek çevreye yayılmıştır. Bu yapının ölçeği ve onu inşa etmek için gereken emek miktarı düşünüldüğünde oldukça etkileyicidir. Bununla birlikte, bu anıtta yansıtılan kültürel asimilasyon, onu diğer üst yapıların çoğundan ayıran şeydir.

Antiokhos, anne tarafından Büyük İskender'in, baba tarafından ise Pers Kralı Darius'un soyundan gelmektedir. Bu yüzden I. Antiokhos, Nemrut Dağı'nın zirvesinde bulunan bu tanrı heykellerini her iki uygarlığın mitolojik tanrılarından esinlenerek yaptırır. Bu heykellere ek olarak da halka hitaben yazdığı metinlerden oluşan yazıtlar diktirir. Ama Kommagene halkı okuma yazma bilmemektedir. Peki neden bu yazıtları diktirmiştir? Zaten Onun amacı da kendini anlatmak değil tam tersine anlaşılmaz olmaktır. Kendisini her zaman tanrı-insan olarak gören ve göstermek isteyen Antiokhos'un, Nemrut'un zirvesine mezar yaptırıp etrafını da tanrı heykelleriyle donatması bu ruh halinin getirdiği sonuç olarak görülmektedir.

Osmanlı’nın son dönemine kadar dağa çıkan çobanlar haricinde kimse tarafından bilinmeyen Nemrut Dağı’nın tepesinde yalnızlığa terk edilen bu heykeller ve diğer Kommagene Krallığı dönemine ait kalıntılar o yıllarda biri tarafından keşfedildi. O süreçlerde Osmanlıların Almanlarla ortaklaşa yaptığı Anadolu-Bağdat demir yolu hattının keşif çalışmaları sırasında çalışan Alman Mühendis Karl Sester köylülerin de ısrarıyla Nemrut Dağı’na tırmandı. O muazzam heykelleri görünce de hemen Berlin’deki Prusya Kraliyet Bilimler Akademisi’ne bir mektup yazdı. Yazdığı mektubun ardından, bilim adamı Otto Punchtein başkanlığındaki bir ekip Nemrut Dağı’na geldi. Uzun incelemeler sonucu, buldukları kitabeyi çözerek eserlerin Kommagene Uygarlığı’na ait olduğunu ve Kommagene Kralı I. Antiokhos tarafından yaptırıldığını ortaya çıkardılar.

Antiokhos diktirdiği bu yazıtlar, taş bloklara Grek harfleriyle yazılmıştır. Toplam 237 satırlık vasiyetnamesinde bu durumu anlatırken, mezarının Nemrut'un zirvesinde olduğunu işaret eder . Nemrut Dağı’nın sırrını ve Antiokhos’un yasalarını içeren bu yazıttan sizlere kısaca vasiyetnamesi ile kanunkarından bir maddeyi aktaracağım:

"Ata hükümdarlığını devraldığım zaman tahtıma bağlı krallığı, tüm tanrıların ortak yurdu yaptım. Onları, şekillerini kendi soyumun geldiği Pers ve Helenlerin eski usullerine göre yaparak, kurbanlar keserek ve şölenler düzenleyerek, eskiden beri insanlar arasında adet olduğu üzere onurlandırdım. Zamanın tahribine dirençli bu tapınaksal mezarın temellerini göksel tahtların yakınında atmaya karar verdiğimde, bu kutsal mekan, Zeus-Oromasdes'in göksel tahtlarına yolcu olduktan sonra, ebedi bir istirahatgah olsun istemedim, buranın aynı zamanda bütün tanrıların ortak tahtları olmasını da kararlaştırdım."
Yazmaktadır.

123 / Kanun 
Toros Dağları’nın zirvesine tarafımca diktirdiğim, bedenimi saran bu kutsal mezarın yanı başına mezarımı kutsayarak dizdiğim atalarım olan tanrıları ve de resimlerini rahmete kavuşmuş atalarım için tayin edilen halihazırda bulunan rahip ve gelecekte bu görevi devralacak olan rahip, bütün diğer görevlerinden azad olunmalıdır. Emir buyurduğum rahip bahane bulunmadan ve engel olunmadan bu kutsal tapınak mezardaki görevini kült törenlerine ve kutsal heykellere uygunca süslenmelerine vakfederek görevini yerine getirmelidir.

Her ay olmak üzere tüm yıl boyunca sürekli kutlanmalarını emir buyurduğum, atalarm olan tanrıların ve benim doğum günlerimizde görevlendirilen bu rahibe emrimdir. Ona benim lûtfumla verilmiş olan bu imkanlarla,soyumun ata geleneği icabı gereği takdir edilmiş olan Pers giysisini giymeli ve tanrıların dindar onurlarına vakfettiğim bütün heykelleri altın çelenklerle süslemelidir.

 Rahmetli soyumun aziz menfaatlerine adamış olduğum köylerden sağlayacağı gelirlerle oradaki  sunaklar üzerinde kokulu otlar sunmalı, bol bol tütsü yakmalı ve besili kurbanlıkları ata tanrılarımızın ve bizlerin onuruna yakışır şekilde kurban etmelidir. Ayrıca kutsal masaların tümünü bol ziyafet malzemesiyle donatmalı ve testileri suyla karıştırılmış bol miktarda şarapla doldurmalıdır.
Buraya gelen yerli ve yabancı bütün ahaliyi büyük bir ihtimamla karşılamalı ve bir araya gelen cemaate herkesin eşit derecede keyif alacağı bir şölen hazırlamalıdır.

Adet olduğu üzere kendisi için de, rahiplik makamının onursal hakkı olarak pay ayırmalıdır. Bunu uygularken geri kalanların da lûtfumdan rahatça yararlanmalarını sağlamalıdır. Öyle ki, her bir kimse, kutsal günlerde kafi miktarda yiyecek içecek alabilmek için, gözetildiği hissine kapılmaksızın şölenin keyfini çıkarsın ve dilediği köşede, istediği kadar yiyip içsin. Tapmak hizmetine sunmuş olduğum içki kupalarını ise, ancak kutsal alanda birlikte bulundukları sürece kullanabilirler.

NEMRUT'UN SIRRI

Nemrut Dağı hep gizemli iddialara hedef oldu öyle ki , 19 ve 20. yüzyılda Nemrut Dağının yerel halkı tarafından lanetli bir yer olduğuna inananların sayısı oldukça fazlaydı. Hatta zamanında uzaylıların gizli üssü olduğu bile iddia edildi. Bu eşsiz yerle ilgili kesin olan tek şey, dağda bilinmeyen veya henüz keşfedilmemiş tünellerin olduğu ve efsanevi Kommagene Kralı I. Antiokhos´un kayıp mezarıdır. Dağın gizemi, çok değişik alanlara açılıyor. Örneğin; İsa´nın doğumundaki simgesel anlamdan tutun da,Hristiyanlığın burada başlamasından  ve de Noel´in yanlış zamanda kutlanmasına kadar... Musevi kaynaklarda da;Efsaneye göre, Hazreti İbrahim'i ateşe attıran Babil Hükümdarı Nemrut'tan adını alan ve Adıyaman ilinin Kahta İlçesi'nde bulunan büyüleyici dağ olarak da geçer.
Hatta pek çok altın ve kralın mezarını bulabilmek amaçlı bir sürü halk ve define avcıları dağın altındaki tünellere girdi, Kimisi ise bedenleri sanki birden bire yanmış yıldırım düşmüş veya elektrik çarpmış bir şekilde cesetleri bulunduğu söylenilir, diğer taraftan kimisi kaybolmuş ve halen bulunamamıştır. Halk bu yüzden lanetli olduğunu uzun yıllar boyunca savunmuş.

BULUNAMAYAN MEZAR

Aslında bu dağa sahiplik eden Kommagene Krallığı, tarih sayfalarına MÖ.850 yıllarında Asur kayıtları ile tarih sayfalarına girmiştir. Konum olarak Anadolu’nun güneydoğusunda Kuzey Toroslar, Hatay, Pınarbaşı ve Fırat Nehri’nin çevrelediği verimli topraklarda kurulan Nemrut Dağ’ının engebeli yollarından geçerek tepesine ulaştığınızda, kuzey, doğu ve batı teraslarından oluşan bir tepe sizi karşılıyor. Bu tepede Kommagene Kralı I. Antiokhos‘un kendisi için yaptırmış olduğu anıt mezar ve mezar odasının üzerinde kırma taşlardan oluşan bir tümülüs, tümülüsün de üç tarafını çevreleyen kutsal alanlar bulunuyor. Bu gizemli mezarda tıpkı bir kartalın başı gibi tanrıların taş oymaları bulunmaktadır. Heykellerin diziliş şekli ise hiyerotesyon olarak bilinir.

Nemrut Dağı ile ilgili 19.yüz yıldan bu yana İngiliz-Alman-Fransız ve Türk arkeologlar tarafından yüzlerce kazı başlatılmış ancak günümüzde Kommagene Kralı Antiokhos Theos’un mezarı halen bulunamamıştır. Yani yıllarca süren bu çabalara rağmen Antiokhos'un tümülüsün altındaki mezarına ulaşmak mümkün olmamıştır.

Son yıllarda yapılan çalışmalarla da mezar odasının sanıldığı gibi tümülüsün altında değil, ana kayaya oyulmuş olduğu kanıtlanmıştır. Toplam yüksekliği 50 metreye yaklaşan tümülüsü oluşturan  bu yumruk büyüklüğündeki taşların akışkan olması, tümülüsü kazmayı imkansız hale getirmiştir. Zamanında Antiokhos'un yetenekli mühendisleri kullandıkları bu teknik sayesinde mezarını bugüne kadar koruyabilmişlerdir.

Nemrut’tan etkilenerek araştırma yapan ve kitap yazan onlarca yazarın arasında en bilinen ve çarpıcı araştırmalara, konulara değinen Orion Gizemi (The Orion Mystery) ve Maya Kehanetleri (The Mayan Prophecies) kitaplarının yazarlarından araştırmacı Adrian Gilbert da bu sırrın peşinden gitti. Bu araştırmayı yapmak için Fransa´dan, Rusya´ya ve Mısır´a, Filistin´den, Güneydoğu Anadolu´ya uzanan yorucu bir çalışmadan sonra edindiği bilgileri, inanılmaz iddialarla bütünleştirerek, bir kitap yazdı ve gizem büyüdü.
Bu esrarengiz bölgede Kommagene Krallığı'na ait görülmesi gereken mekanlar tabi ki sadece Nemrut'un zirvesiyle sınırlı değil. Kral Antiokhos'un ailesinin kadınları için yapılan "Karakuş Tümülüsü" ismini önündeki kartallı sütundan alıyor.
Bu tepeye dikilen hayvan figürlerinin Kommegene halkı için anlamları vardır. Aslan heykeli, yeryüzündeki gücü, yani krallığı temsil ediyor. Mitolojide ise tanrıların habercisi olan kartal heykeli göksel olanı, yani tanrısal gücü ifade ediyor. Yani bunlara istinaden o dönemlerde kartal ve aslan heykellerinin tapınak, mezar gibi yerleri koruduğuna inanılırdı. Fakat, inanılan bu batıl inancın koruyucu etkisi mezar hırsızlarını pek etkilememiş olacak ki Karakuş Tümülüsü daha antik çağda iken soyulmuş.

Bu gizemli tepede tümülüsün etrafında gezerken üst üste yığılmış taşlardan oluşan o meşhur dev heykeller, kabartmalar ve yazıtlar karşımıza çıkıyor. Hayvan heykellerinden sonra sıra kral ve tanrılara geliyor. Burası adeta Tanrılar’ın zirvesi ki buraya çıktığınızda ; Önce Kral I. Antiokhos, Kommagene Tanrıçası Fortuna, Yunan mitolojisinde tanrılar tanrısı Zeus, güneşin, sanatın, şiirin kâhin tanrısı Apollon ve kudretin simgesi olan Herakles heykelleriyle karşılaşacaksınız. Ayrıca onlarla birlikte Helios, Mitra, Oramasdes, Hermes ve Ares’in de orada olduğunu göreceksiniz. Buraya dikilen heykellerin hikayelerini ve anlamlarını ayrı ayrı incelediğinizde hiçbirinin rastlantısal bir şekilde yerleştirilmediğini, adeta krallığı kuş bakışı izleyerek ömür boyu korumakla görevlendirildiklerini anlayacaksınız.

GÜNEŞ'İN HAKİMİ NEMRUT 

Nemrut,dünyanın en güzel gün batımı ve gün doğumunun izlenebildiği, yeryüzünün en özel noktalarından biri. Daha önce bu eşsiz dağın fotoğraflarını görmüş, methini duymuş olabilirsiniz. Ama hiçbir fotoğraf ya da anlatım orada olmanın yerini tutamaz.
Bence Nemrut'un insan üzerinde yarattığı etkinin nedeni,orada bulunan heykellerin büyüklüğü ya da üzerlerindeki ince işçilik değil. Bence insanda bıraktığı bu muazzam etkinin nedeni, bulundukları eşsiz yer... Orada heykellere bir süre baktıktan sonra yüzünüzü heykellerin baktığı coğrafyaya dönüp,gün batımında veya doğumunda, rüzgarın sesi eşliğinde sonsuzluk izlenimi veren manzarayı izlerseniz; Hayatın ve zamanın sizin için ne anlama geldiğini değil, hayat ve zaman için sizin ne ifade ettiğinizi düşünmeye başlarsınız.

MEHDİ

Yazan: Kirpi


MEHDİ


Tüm dinlerin kıyamet senaryoları vardır ve yine neredeyse tümünde kıyamet zamanında ortaya çıkacak ve inançlı insanları kurtaracak bir kurtarıcı vardır. İslam da istisna değil. İslam dininin mezheplerinin çoğunda kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacak olan Mehdi isimli birinin geleceğine inanılıyor..
Fakat mezheplerin bazısı Mehdinin daha gelmediğine, bazılarıysa Mehdinin geldiğine fakat saklandığına inanıyor. Örneğin Şiiler Mehdinin insanların arasında yaşadığına fakat kimliğini sakladığına inanıyor. Kimden ve neden saklandığı henüz belli değil. Bununla ilgili farklı teoriler söylense de tabi eğer gerçek olsaydı saklanma nedenini saklanan kişinin kendisi bilirdi değil mi? Bu yüzden hiç birine kesin doğrudur diyemeyiz. Öncelikle Mehdi kimdir ona bakalım.

Genellikle Şii mezhebinde Muhammed'den ve Ali'den sonra iktidarın imamlar vasıtasıyla ilerlediğine inanılıyor. Sünniler her ne kadar mevcut halifelerin (bir kaçı istisna) iktidarını kabul etse de Muhammedin soyundan (kızından) geldiği için  12 imamı da kabul ederler. Lakin  Şiiler Aliden önce halife olan şahısların iktidarını kabul etmez. Muhammedin halifeliği Aliye vasiyet ettiğine fakat Muhammedin kayın pederi Ebu Bekir'in, Ömer ve Osman'la birlik olup Ali'nin hakkına girerek halifeliği gasp ettiğine inanıyorlar. Peki 12 imam kimlerdir:

Ali, Hasan, Hüseyin, Zeynelâbidîn (Ali bin Hüseyin), Muhammed el-Bakır, Cafer-i Sadık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rıza, Muhammed el-Cevâd, Ali Naki, Hasan-ul Askeri, Muhammed Mehdi.

Şii mezhebinde İmamet çok önemli. Şiiler ilk 6 imamda (Cafer-i Sadık'ta dahil olmak üzere) ittifak etmişler fakat ondan sonra imametin Cafer'in evlatlarından hangisine geçtiği konusunda fikir ayrılığı mevcuttur. Büyük çoğunluk imametin Musa el-Kazım'a geçtiğine inandığı için genel olarak bu görüş kabul edilir. Fakat Musa el-Kazım'ın gerçekten ölüp ölmediği konusunda da ihtilaflar mevcut. Genel görüş olduğu yönünde olsa da bunun aksini savunan insanlarda azımsanmayacak kadar fazla. Şii mezhebinde Musa el-Kazım'ın öldüğüne inanan gruplara "el-Kut'iyye" deniliyor. [1]

12 imamdan sonuncusu olan Muhammed Mehdi bazı kaynaklara göre 5 bazı kaynaklara göre 6 yaşındayken babası Hasan-ul Askeri'yi kaybetmiş. Şii mezhebinde Mehdinin bir kaç sıfatı vardır. Örnek vermek gerekirse el-Mehdî, el-Muntazar, Sâhibu'z-Zaman, el-Hücce, el-Kâim gibi.

Şiilere göre Mehdi on yaşlarındayken babasının evinde Serdab'a (yeraltı odası) girmiş ve bundan sonra onu bir daha gören olmamış. İnanışa göre Mehdi hala saklanıyor ve kıyamete yakın zamanda ortaya çıkarak tüm dünyaya barış ve adalet getirecek.

Şii kaynaklarında Mehdi hakkında rivayetlerin bir kaçına göz atalım.
Caferilik mezhebinin ünlü alimlerinden Şeyh Kuleyni kendi kitabı olan El Kafi'de şunları aktarıyor.

Ahmed bin Muhammed bin Abdullah şöyle rivayet etmiş: Zubeyr'in (Allah ona lanet etsin) öldürüldüğü vakit Hasan ibni Ali bana şöyle bir haber getirdi: “Allah'ın dostlarına zulüm yaparak Allah'a karşı iftira atanların cezası budur. O beni ve tüm zürriyetimi öldüreceğini söylüyordu. Şimdi Allah'ın kudretini gördün mü? 256 senesinde imamın bir erkek çocuğu oldu ve ismini “Mim.Ha.Mim.Dal” koydu” [2]

Muhammed Bakır şöyle rivayet ediyor: “Mehdi ortaya çıktığında tüm düşmanlara iman etme şansı  sunacak. Gerçekten iman etmezse onların boynunu vuracak yahut simdi olan zimmiler (gayri Müslimler) gibi cizye (haraç) alacak. O kişileri şehirlerden uzaklara sürgün edecek. [3]

Cafer-i Sadık, Mehdinin saklanma sebebini soran insanlara şöyle cevap vermiş:

“Bunun nedenini sizlere söylememe iznim yok. Abdullah ibn Fuzeyl imama “O zaman saklanmasının hikmeti nedir? diye sorduğunda imam şöyle cevap vermiş: “Onun saklanmasının hikmeti onun zuhurundan (ortaya çıkışından) sonra kesin olarak aydınlatılacak” [4]

Fakat İslam ulemasının içinde (buna Sünniler de dahil)  Mehdinin vefat ettiğine inanan kişiler de vardır. Bir grup İslam tarihçileri Hasan el-Askerî'nin hiç çocuğunun olmadığını ve dolayısıyla Mehdi diye birinin olmadığı konusunda rivayetler aktarmışlardır. Örneğin Buhari, Müslim gibi hadis kaynaklarının kitaplarında Mehdi hakkında bir şey aktarmamış olması onların da Mehdi diye birinin yaşamadığına inandıklarına delalet ediyor.
Mehdi hakkında rivayetler özellikle Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mace, el-Bezzar, Hakîm ve Taberanî gibi hadisçilerin kitaplarında aktarılıyor ve bu hadislerin büyük bir kısmı zayıf olarak kabul ediliyor. Mehdi hakkında hadislerin bir kaçına göz atalım:

"Dünyada yalnızca bir gün kalsa bile, yeryüzünü zulmün kapladığı gibi adaletle dolduracak, ismi benim ismime, babasının ismi benim babamın ismine uyan benden veya Ehl-i beyitimden birisini göndermek için Allah o günü uzatacaktır." (Ebû Davud).
"Ehl-i beyitimden ismi benim ismime benzer bir adam Araplara hakim olmadıkça dünya gitmez (Kıyamet kopmaz)" (Tirmizî).
"Biz Abdülmuttalip oğulları ehli cennetin büyükleriyiz. Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi." (İbni Mace)
"Siyah sancakların Horasan tarafından geldiğini görürseniz ona katılınız. Çünkü içinde Allah'ın halifesi Mehdî vardır." (Ahmed ve Beyhaki).
(Kaynak: sorularlaislamiyet.com)

Mehdi hakkında aktarılan hadisler bir biriyle çelişkili durumdadır. Çoğu hadis Mehdinin Muhamed'in kızı Fat(ı)ma'nın zürriyetinden olduğunu anlatıyor. Bazı hadisler Mehdi'nin Mekke ve Medine'de, bazıları Horasanda ortaya çıkacağını söylüyor. Bu yüzden İslam dünyasında Mehdi konusunda ortak bir karara varılamamış, tüm mezhepler kendi kaynaklarının aktardığını doğru diye kabul etmiştir.

Mehdi hakkında söylenen hadisler ahad (subutu kat’i olmayan haberler) hadislerdir.

KUR'AN'DA MEHDİ

Kuranda Mehdi kelimesi 2 yerde işlenmiş. Birincisi Ali İmran suresi 46.ayet, ikincisi Maide suresi 110. ayet. Fakat her iki ayette de Mehdi kelimesi ahir zamanda gelecek olan bir insan için kullanılmamış.

Âli İmrân Suresi 46. Ayet
وَيُكَلِّمُ ٱلنَّاسَ فِى ٱلْمَهْدِ وَكَهْلًا وَمِنَ ٱلصَّٰلِحِينَ
Diyanet İşleri Başkanlığı: O, sâlihlerden olarak beşikte iken (الْمَهْدِ fîl mehdi) ve yetişkinlik halinde insanlara (peygamber sözleri ile) konuşacak.

Mâide Suresi 110. Ayet
O gün Allah, şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerindeki ve annen üzerindeki nimetimi düşün. Hani, seni Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim. Beşikte iken (الْمَهْدِ fî-lmehdi ) de, yetişkin iken de insanlara konuşuyordun…

Gördüğünüz gibi Kur'an'da Mehdi kelimesi çocuğun beşikteki dönemi için kullanılmış. Ahir zamanda gelecek ve insanlara adalet dağıtacak ve ismi Mehdi olacak olan insan hakkında Kur'an'da tek bir  ifade bile YOK.
Kur'an'daki bazı ayetlerin Mehdinin geleceğine dair işaretler barındırdığı öne sürülse de bu kesin olarak ispat edilemez. Zira o ayetlerin hiç birinde Mehdi diye bir ifade geçmiyor. Şimdi kendiniz düşünün. Yecüc ve Mecüc'den bile bahseden Kur'an Mehdi gibi önemli bir kişiyi unutmuş olabilir mi?

MEHDİLİK

Zulüm ve despotizm altında inleyen toplumların bir kurtarıcı beklentisi olmuştur. İnsanlar mevcut diktatörlerin zulümlerine karşı çıkmaya korktukları için ilahi bir kudret tarafından gönderilecek ve gözetilecek olan insanın gelişini beklemiştir. Neticede bir insanın içinde bulunduğu topluma zulüm yapan despotlara karşı çıkması onun yolunu ölüme, hapse ve akıl almaz işkencelere kadar götürebilir. Dolayısıyla bir direniş  başlatacak olan ve adalet getirecek olan kişinin Tanrı tarafından korunması gerekir. Toplumlardaki muhalif kişiler kendilerini Tanrı tarafından korunacak kadar kutsal saymadıkları için halk kendilerinden daha üstün, Allah dostu birilerinin varlığına inanmış ve bir gün mutlaka onları kurtaracağı umuduyla yaşamıştır.

Bu baskıcı politika süren devlet yapısı içinde yaşayan tüm halkların ortak özelliğidir.  Bu eskiden de böyleydi. Örneğin Emeviler döneminde Sufyânî adında bir kurtarıcı bekleniyordu. [5]  Daha sonra bu Sünniliğe İsa'nın gökten ineceği, Şiiliğe de Mehdi'nin geleceği şeklinde geçti.

Kısacası aklını ve yapmaları gerekeni zamanında kullanamadığı için ezilen kitleler iyice bunaldıkları zaman ütopik bir kurtarıcı beklerler. İslam dünyasında en fazla en ateşli kurtarıcı beklentisinde olanlar tarih boyunca en çok ezilen ve baskı gören Şii-Alevi toplumlarıdır. Sonuç olarak eğer bir Mehdi varsa  o da zulme, despotizme susmayan ve kendi hakkını koruyan insandır.

“Uyuyan Milletler Ya Ölür Ya Da Köle Olarak Uyanır”
Mustafa Kemal Atatürk

KUDÜS SENDROMU

Yazan: Set


KUDÜS SENDROMU NEDİR?


Kudüs bilindiği üzere semavi dinler için son derece önemli bir şehirdir. Hatta öyle ki geçmişte bu şehiri yönetmek için çeşitli din mensupları birbirleri ile savaşmıştır. Günümüzde bile bizzat bir savaş olmasa da birçok kişinin ölümüne sebep olmuştur. Hem tarihi ve kültürel bir öneme sahip olması hem de dinler tarafından bir kutsiyet atfedilmesi Kudüs’ü oldukça mistik bir yer yapıyor. Şehre gerek dini gerekse başka amaçlarla giden turistler de bu atmosferden oldukça etkileniyor. Hatta bu etkilenme sonucunda yaşadıkları şeyler öyle etkilere yol açıyor ki sonuç olarak akıl hastası olabiliyorlar. Kudüs sendromu ise bu insanların şehrin etkileyici atmosferinden etkilenmeleri sonucu tetiklenen dini temalı çeşitli düşünceler veya sanrılar gibi psikozların sebep olduğu sendroma denmektedir.

Turistlerin kimi kendini kutsal kitaplardaki bir karakter olarak görüyor kimi ise kendini doğrudan İsa, Musa gibi insanlardan biri olarak görüyor ve genel olarak beyaz kıyafetler giyerek çevreye vaaz vermeye çalışıyor. İsrail kaynaklarına göre her yıl 2 milyona yakın turist alan şehirde bu durum turistlerin sadece %2’sinde görülüyor ,bunlardan  küçük bir kısmı ise klinik müdahalesi görüyor. İlk kez 1930’larda psikiyatrist Heinz Herman şuan kabul edildiği şekilde bir sendrom olarak tanımlandı. Fakat önceden psikolojik problemleri olan insanların yaşayabileceği bir çeşit nöbet olduğu da iddia ediliyor.

Sendrom üç çeşit görülmekte:
Bir grup insan orada aydınlandığını düşünerek diğer insanlara doğru yolu göstermek için vaaz vermeye başlıyorlar.
Bir grup insan ise inandıkları dini sınıfı kurtarmaya ömrünü adamaya karar veriyor.
Diğerleri ise kendini dini liderlerden biri sanıyor. Genel olarak bu gruptaki insanlar kendini Mesih, Musa ya da Vaftizci Yahya sanıyorlar. Fakat insanların bir çoğu herhangi bir tedavi görmeden bunu atlatabiliyor.

Hristiyanlık’ta Mesih olan İsa’nın dünyaya ikinci kez geleceğine dair bir inanç vardır. Bu İncil’de şöyle anlatılır :

İsa tapınaktan çıkıp giderken, öğrencileri, tapınağın binalarını O'na göstermek için yanına geldiler. 2 İsa onlara, “Bütün bunları görüyor musunuz?” dedi. “Size doğrusunu söyleyeyim, burada taş üstünde taş kalmayacak, hepsi yıkılacak!”
3 İsa, Zeytin Dağı'nda otururken öğrencileri yalnız olarak yanına geldiler. “Söyle bize” dediler, “Bu dediklerin ne zaman olacak, senin gelişini ve çağın bitimini gösteren belirti ne olacak?”
4 İsa onlara şu karşılığı verdi: “Sakın kimse sizi saptırmasın! 5 Birçokları, ‘Mesih benim’ diyerek benim adımla gelip birçok kişiyi aldatacaklar. 6 Savaş gürültüleri, savaş haberleri duyacaksınız. Sakın korkmayın! Bunların olması gerek, ama bu daha son demek değildir. 7 Ulus ulusa, devlet devlete savaş açacak; yer yer kıtlıklar, depremler olacak. (Matta 24:1-7)

Musevilik’te ise Hristiyanlığın aksine Mesih’in dünyaya ikinci kez değil ilk ve son defa geleceğine inanılır fakat yine Kudüs’e geleceğine ve barış ile adalet getireceğine inanılır.

İslamiyet’te ise bu iki dinin aksine Mesih’in Kudüs yerine Şam’dan geleceğine inanılır. Bu konuda şöyle bir hadis de vardır:
"İsa Dımaşk (Şam)’ın doğusunda bulunan beyaz minareye iner ve Lud kapısının yanında deccalı öldürür.” (Ebu Davud, Melahim,14; Tirmizi, Fiten, 59, 62, İbn Mace, Fiten, 33)

Peki şimdi birkaç soru sormak istiyorum. Her yıl onlarca insan Kudüs’te yaşadıklarından deli muamelesi ile akıl hastanesine kapatılabiliyor iken kendisine peygamber gibi sıfatlar söylenen, meleklerle ve tanrıyla konuştuğunu iddia eden onlarca insanı bunlardan ayıran nedir? Veya bundan 2000 yıl önce Kudüs’te vaazlar vererek Mesih olduğunu iddia eden İsa’nın Eski Ahit’i okuyarak bu sendroma yakalanmadığı ne malum?

Ya da şuan Mesih Kudüs’e gelse ve vaazlar vererek Mesihliğini ilan etse onu insanlar nasıl ayırt edecek ve her yıl bir sürü insana yaptıkları gibi akıl hastanesine kapatmayacaklar?

Peki neden insanlar sürekli olarak kendilerine bir kurtarıcı arıyorlar? “Aslında cevabı basit. ‘Şuan kötü durumdayız ama ileri de iyi olacağız. Hem de hiç çaba sarf etmeyeceğiz çünkü Mesih bizim için yapacak!’ şeklinde düşünmek insana umut aşılıyor. Her peygamberlik iddia edenin de ‘Benden sonra X kişisi gelecek.’ Şeklindeki söylemler de bu insanlara umut veriyor. Dinin de insanlara öğrettiği bh değil mi zaten? Neyse bu dünyada çok iyi yerde değiliz ama üzülmeye gerek yok. Ne de olsa ölünce cennet var :’)

NASIL ATEİST OLDUM? (Hayırsız Evlat)



NASIL ATEİST OLDUM?
(18 Ayar Ateistin 24 Ayar Ateist Olma Süreci)

Sürecimi okuyan herkese esenlikler diliyorum.

Bu, kendini 24 ayar ateist zanneden 18 ayar bir ateistin, 24 ayar ateist olma hikayesidir.

Babam, annemle evlenip üç çocuktan sonra köyden ''ilk'' çıkan olup Ankara'ya taşınmış. Sonra ben doğmuşum. Ankara dediysem, merkezine değil kenarına. Bahçeli Evlerinin üst tarafı, Emek Mahallesinin yanı. Diğer yanı Balgat'tı. Bizim evin bahçesinin dibinden devletin buğday tarlası başlıyor, 300 metre ilerideki Amerikan Üssüne kadar. Deniz Gezmiş'in Amerikalıları kaçırdığı üs..

Bahçeli, Emek, Balgat arasında devasa bir arazi içinde, üçerli-dörderli, ''grup gecekondulardan'' oluşan, toplamda 60-70 haneden ibaret bir mahalle. Adı ''Serpme evler''. Bizim ev kenarda, üç haneli gurubun içinde.

Yıl 1966 ya da 67. O yıllarda mahalle arasında yoğurtçu, kalaycı, bileyici, lahmacuncu, dondurmacı, elma şekerci, pamuk şekerci, berber, velhasıl aklınıza gelebilecek bütün satıcılar fazla bağırmadan gezerlerdi. Sünnetçi de bunlardan biriydi..

Sünnet olduğum günün bazı ayrıntılarını hala hatırlıyorum. Evin ortasında, seyrek saçı olan bir sünnetçinin elindeki çantayı halının üstüne koyması, içinden parlak bir ustura çıkarması, benim bakışlarımın parlak usturanın keskin kenarında kilitlenmesi, sünnetçinin önümde eğilmesi, kısa ve  eskin bir acı... ve hemen peşinden pudra sürülmesi ..İslam'la ilk tanışmam böyle oldu. Girerken kesmişlerdi. Ama ben bunun farkında değildim tabi. Bu her çocuğun başına gelen bir şeydi. Allah'ın adı henüz yoktu.

Yıl 1968, Altı yaşındayım.. Dayım köyden bize gelmiş, bizim evde kalıyordu.. İki odalı evimizin salonunda bütün çocuklar bir yatakta ve dayım öteki yatakta yatardık. O zaman henüz lambalı radyomuz yoktu...

Dayım her gece ışığı söndürdükten sonra, yataklarımızda yatarken bize masallar anlatırdı.. En çok da Adem ile Havva'yı anlatırdı. Bu masalı defalarca dinledik ama bıkmadık hiç..

Bu yüzden İslam'da en iyi bildiğim şey, hatta tek şey, Ademle Havva'nın hikayesidir. Onların Cennetten kovulmalarına çok üzülürdüm. Şeytan kötü biriydi, Adem'le Havva'nın kovulmasını istiyordu ve bunu başarmıştı. Allah iyi biriydi, onları uyarmıştı ''bu elmayı yemeyin'' demişti. Ama onlar yiyince, Allah da mecbur kalmıştı onları cennetten kovmaya. Keşke yemeselerdi de Allah da onları kovmak zorunda kalmasaydı. Allah ne yapsın dı?. Aynen böyle düşünüyordum o zaman, hala aklımdadır böyle düşündüğüm. Allah'ın suçu yok, bütün suç kötü Şeytanda..

Allah adını ilk defa dayımdan duymasam da, ne işe yaradığını ilk defa dayımdan öğrenmiştim. Allah, Adem'le Havva'yı yaratan kişiydi..
Şeytan'ı Allah'ın yarattığını söylememiş, ya da az söylemiş olmalı ki, ben şeytanı ayrı bir kötü kişi  olarak biliyordum. Daha önce Allah adını sadece küfürlerde veya birine kızdıklarında duymuştum.. Annem bana kızdığı zaman ''Allah belanı versin senin'' diye bağırırdı. Burada sözü geçen ''Allah'' kelimesi beni hiç ilgilendirmezdi, beni ilgilendiren şey annemin bana kızdığıydı. Bu küfürler arasında ''Ermeni dölü, Yezit tohumu'' da vardı. Bir de annem başka birine kızdığında ''Firavun, firavun bu'' derdi. ''Şeytan'' da başkalarına karşı kullanılan kötü bir sözdü. Bizden büyük çocuklar kavgalı tartışmalarında, birbirlerinin Allah'ına küfrediyorlardı. Bir de kitaplarına. Başka küfürler de ediyorlardı ama konumuz bu değil şimdi.

Dediğim gibi Allah adı küfürler sayesinde kelime dağarcığıma girmişti. İslam dinini küfürler sayesinde zorlanmadan öğreniyordum. İlerleyen gecelerde dayımdan, annemin ve babamın bile Allah tarafından yaratıldığını öğrendim. Ve hatta dayımı bile.. dünyayı ve kedileri, ağaçları ve bütün her şeyi o yaratmıştı..

Dedemin sakalları gibi bembeyaz sakalları olan birini tasvir ettim hayalimde. Allah gökyüzünde bir yerlerdeydi..

İyi biriydi, çocukları severdi, onları korurdu. Herkesin yiyeceğini o verirdi. Elden yiyecek vermezdi ama yiyecek bulmalarını o sağlardı.. Babamın bile işe gidip çalışarak eve yiyecek getirmesi onun sayesindeydi. Allah olmasaydı hepimiz açlıktan ölürdük. İyi ki vardı.

Bu bilgileri çoğunlukla benim sorularım üzerine cevap olarak vermişti.. Çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Artık ''her şeyi'' biliyordum ve arkadaşlarıma bunları anlatarak, onlara ne kadar bilgili olduğumu gösterecektim..

Şimdi düşünüyorum da peygamberden hiç bahsetmedi, ya da bir-iki kere adı geçtiyse bile benim dikkatimi çekmemiş olsa gerek ki aklımda kalmamış. Peygamberi okulda öğrenecektim.
Bizim aileden ve diğer büyüklerden hiç kimsenin beni karşısına oturtup Allah, veya din üzerine vaaz verdiğini hatırlamıyorum. Yaşım küçük olduğu için değil, ilerleyen yıllarda da böyle bir girişim olmadı.

Din, bizim ailede, mahallede ve çocuklar arasında çok az konuşulan bir konuydu. İslami şartlar, Kur'an, namaz, peygamber gibi konular çok az yer tutardı. İslam'ın korkutucu figürleri, cinler, periler. cehennem, İslamcıların şiddet hareketleri daha fazlaydı sohbetlerde.. Siyaset yüzde doksan ağırlıklıydı. Ecevit, Demirel, Yurt haberleri en çok konuşulan konulardı. Bundan sonra anlatacaklarımdan, cin-periyle yatıp, cin periyle kalktığımız zannedilmesin. Konumuz bu olduğu için, diğer faaliyetlerin arasından cımbızladığım anılarımdır.

Yıllar sonra annemle bir sohbet sırasında, ilkokula başlamadan önce direkten döndüğümü öğrenecektim.

Babam beni ''Kur'an kursuna'' göndermek istemiş, annem buna şiddetle karşı çıkmış, babama kızmış ve ''çocuğun zihni bulanır, o okuyup büyük adam olacak'' demiş, bu konu bir daha açılmamak üzerine kapanmış..

Sonraki yıllarda bizim eve misafirliğe gelen babamın iş arkadaşlarının konuşmalarından Müslüman olduklarını anladım. Çünkü hep onlar geldiğinde dinden namazdan Demirel'den bahsederlerdi. Demirel' ciydiler. Biz Ecevit'ciydik. Çoğu zaman tartışmalar yüksek sesle olurdu. Misafirsiz geçen gün kayıp gündü.

Büyük ihtimalle babam arkadaşlarından etkilenip beni Kur'an kursuna göndermek istemişti. Sonraki yıllarda babamı bir-iki kez namaz kılarken gördüm. Babam Müslümanmış. Annemi de sanki bir kere namaz kılarken gördüm, ama tam emin değilim.

Aslında ben de Müslümandım. Dayımdan öğrenmiştim Müslüman olduğumu.. Biri bana ''Müslüman mısın?'' diye sorduğunda ''evet Müslümanım'' demeyecektim. ''Elhamdürillah Müslümanım'' diyecektim.

''Evet Müslümanım'' dediğimde Müslüman olmuyormuşum. Bunu öğrendiğim iyi olmuştu.
Sonraki günlerde arkadaşlarıma ''sen Müslüman mısın?'' diye sorduğumda, bir kişi hariç, hepsi de ''evet Müslümanım'' diye cevap vermiş, ben de gülerek, onlarla ''Müslüman değilsiniz işte'' diyerek alay etmiştim. Doğru cevabı onlara öğretmiştim. Doğru cevap veren o bir kişi de benden büyüktü, okula bile gidiyordu.

İlk orucumu okula başlamadan tuttum. Oruç ayı başlamış, annem babam gece kalkıp yemek yiyor, sonra akşama kadar aç duruyorlardı.

Ben de heveslendim, anneme ısrar ettim, beni de kaldır, ben de oruç tutacağım diye. Annem de kaldırdı gece, birlikte yemek yedik, çok güzel bir duyguydu.

Büyüdüm artık oruç tutmaya başladım diye seviniyordum. Biraz uyuduktan sonra kalktım. Arkadaşlarla evcilik oynarken cebimde sakız varmış, çıkarıp çiğnemeye başladım. Bir süre sonra ''eyvah ben oruçtum tüh'' deyip sakızı tükürdüm yere. Ama iş işten geçmişti. Orucum bozulmuştu. Zaten karnım da acıkmıştı, eve girdim, ekmeğin ucundan büyükçe böldüm, içini boşalttım, içine biraz ''sana yağ'' sürdüm sonra toz şekeri basa basa doldurdum, azıcık suladım, şerbetini yere damlata damlata bir güzel yedim...

Bu tuttuğum son oruçtu. Bir daha oruç tutmadım hiç. Bütün gün aç kalmak saçmaydı. Zaten birkaç ay sonra Allah'la kavga edecektim ve kavgalı olduğum biri için oruç tutmamın da bir anlamı yoktu.

Allah'la kavgam yavru kediler yüzünden olmuştu.. Evimizin arkasında, biraz uzakta yavru kediler bulmuştum 4 tane. Çok küçüktüler. Anneleri yoktu. Ekmek götürdüm verdim, yemediler. Ekmeği ıslattım gene yemediler. O kadar küçüktüler ki, ağızlarını açmayı bilmiyorlardı. Allah onlara yardım eder diye kendimi avuttum, arkadaşlarımla oyuna daldım, unuttum kedileri.

Ertesi gün hala oradaydılar, ve ekmek duruyordu. Susamışlardır diye su koydum önlerine içmediler.
Tekrar yeni ekmek götürdüm ama bu sefer ekmeğe sana yağ sürdüm. Gene yemediler. Açlıktan ölecekler. Allah'a yalvardım ne olur yesinler, ölmesinler diye.
Allah hiç bir şey yapmadı. Bu yüzden Allah'a kötü sözler söylediğimi hatırlıyorum, ama ne söylediğimi hatırlamıyorum...Sonra Allah'tan özür dilediğimi. Sonra tekrar kötü sözler söylediğimi ve tekrar özür dilediğimi.. Sanırım bana bir şey yapar diye ondan korkmuştum, bu yüzden özür dileyip durmuştum..

Bu olaydan sonra bir daha Allah'tan hiç bir şey istemedim. Allah'tan soğumuştum, iyi biri değildi ..hatta kötüydü, vicdansızdı. Var olduğundan bile şüphelendim bir an.. Var olsa zavallı yavrucaklara yardım etmez miydi?.. Ama vardı.. Yoktu da biz nasıl gelmiştik dünyaya?.. Adem ile Havva'yı cennetten Allah kovmuştu?. Dayım bunları nasıl biliyordu?.. Çok bilgiliydi dayım. Her şeyi biliyordu..

Allah'ın varlığından şüphe ettiğim için pişman oldum. Günaha girmiştim. Kediler bende derin biz bıraktığı için o günlerdeki duygularımı hala büyük oranda hatırlarım. Şimdi düşünüyorum da sanırım ''ateist'' olmanın ilk adımını o gün atmıştım. Zaten İslam hakkındaki bilgim ''elhamdürillah Müslümanım'' dan ibaretti. Allah ilk darbesini almıştı..

Okula başladım. Yaz tatiline girdik. Artık mahallenin ortasında oyunlar oynamaya başlamıştık. Mahalle arazisi çok geniş ve evler seyrek olduğu için, bir-kaç tane mahalle ortası vardı ve bizim eve uzaktı.

Gündüz sadece erkeklerle maç yapar, kızlı erkekli yakan top voleybol, hava kararınca da saklambaç oynardık. Eğer ortalık zifiri karanlıksa saklambacın tadına doyum olmaz. Bazı kızlar bu oyuna katılmazdı. Saklambaç oyunu bitince kızlar evlerden çağrılır, erkekler mahallenin ortasında kocaman ateş yakar, üstünden atlar, ateşle oynar, sonra ateş azalınca çevresinde oturup, çeşitli konularda sohbet ederdik. Ateş yaktığımız akşamlar kızların bir kısmı eve daha geç giderdi. Bazen ''cinler'' hakkında olurdu sohbet. Bazen bütün hafta cin hikayeleri anlatılırdı. Bazen bir ay boyunca farklı konular gündemde olurdu.

Cin hikayelerini çoğunlukla dehşet içinde dinler ve korkardık...Korkmaktan da çok hoşlanırdık.
Sohbetlerde lafın bir an önce cinlere gelmesini sabırsızlıkla beklerdik. Bizden daha büyükler sohbetten sıkılınca ''ayı gördüm'' oynamak için eşleşip, gecenin karanlığında kaybolurlardı. Çok uzak ve karanlık yerlere gittiklerinden, hatta bazen yakın mahalle aralarına saklandıklarından ve oyun çoğu zaman gece iki-üç gibi ancak bittiğinden şimdilik bize göre değildi bu oyun. Üç-dört yıl sonra, biraz büyüyünce biz de bol bol bu oyunu oynayacaktık. Gece meyve bahçelerine dalmaya gidecek, bazen yakalanıp dayak yiyecektik. Başkasının bahçesinden meyve çalmak bana utanç verici gelirdi, her gidişimizde vicdanım rahatsız olurdu ama guruptan da kopamazdım. Çünkü çok heyecan verici ve maceralı olurdu bu seferler. Herkesin uykuya daldığı gecenin geç saatleri en iyi zamandı.

Cin hikayelerini en çok ''cinci hoca'' nın çocukları anlatırdı. Cinleri en iyi bilenler onlardı. Onlarda yalan olmazdı. Bu çocuklardan biri benden bir yaş büyük, öbürü de 1 yaş küçüktü. Bütün çocuklar hemen hemen yaşıttık. Büyük çocukların anlattıkları daha korkunç olurdu.. Mezarlıklarda yaşanan gizemli olayları, ruhların insanlara musallat olup onları çaat diye nasıl çatlattıklarını, büyüklerinden dinledikleri canavar hikayelerini anlatırlardı. Biz küçüklerin korkması büyüklerin hoşuna gider, biz korktukça daha da korkunç hikayeler anlatıp, gece sonunda evlere dağılırken bizi tek başımıza eve gidemez hale getirirlerdi. Sonra çok korkanlara ve evi uzak olanlara eşlik edip eve kadar götürürlerdi.. Allahtan bizim evle toplandığımız yer arası yaklaşık 150 metrelik artık ekilmeyen taşlı, çimenli bir tarlaydı. Ben tek başıma eve gidebiliyordum. Bizim evin bahçe ışığı genelde yanardı. Işığın verdiği güçle bir koşu evdeydim...Henüz çok küçük olduğum için eve herkes yatmadan giderdim. Ama benden 3 yaş ve 6 yaş büyük olan abilerim gece herkes yattıktan sonra da eve gelebiliyorlardı. Onlar büyüktü. Hatta onlar geniş, meyve ağaçlarıyla dolu bahçemizde oturmak için, tahtadan yaptığımız divanda da yatabiliyorlardı. Eve bile girmiyorlardı. Biraz büyüyünce ben de yatmaya başlayacaktım bahçede..

Sohbetlerde Allah'ın adı hemen hemen hiç geçmezdi. İslam'la, dinle, Kur'an'la ilgili kimse konuşmazdı.
Siyaset konuşulurdu biraz. Deniz Gezmişin maceralarından, Cüneyt Arkın filmlerinden, kızlardan, çevredeki evlerin bahçelerindeki meyve ağaçlarına dalmalardan, ev sahiplerinden kaçış planlarından vs. bahsedilirdi.

Biz küçüklerin dini ''cinler''di..Allah'ın adı yoktu, onun yerini cinler almıştı. Cinler Allah'tan daha gerçekti.

Cinler de Allah gibi kötüydüler ama, daha içimizdeydi, çevremizde ve bize daha yakındı.. Çok geçmeden ne kadar yakın ve gerçek olduklarını gözlerimle görecektim.. Allah uzaktaydı, taa göklerin kim bilir, neresindeydi..

İkinci sınıfın sonundaki yaz tatili de aynı geçti. Gene cin, peri sohbetleri yapıldı. Ama bu arada kendimi cinlerden koruma yolunu da öğrenmiştim. Besmele çekince cinler yanaşamıyormuş insana, kaçıyorlarmış. Artık her gece yatmadan besmele çekiyordum. Bir de çok karanlık yerlere girerken. Besmele ''bismillah'' dı.
Sıcak bir yaz gecesi gene böyle cinli-perili sohbet toplantısından sonra herkes evine dağıldı. O gün de hava çok karanlıktı, her zamanki Ay yoktu gökyüzünde.
Ben de eve doğru yürümeye başladım, koca bir araziden geçecektim. O gün de ev ne kadar uzakta görünüyordu. Bahçedeki ağaçlar simsiyahtı. Zaten karanlık olan arazinin içinde ondan daha da karanlık dev bir gizemli kütle gibi görünüyordu bahçedeki ağaçlar. Bahçe ışığı yanmıyordu. Saat kaçtı bilmiyorum ama, gece yarısını geçtiği kesindi. Mahalledeki diğer evlerin ışıkları da sönüktü..

Kendimi huzursuz hissettim. Tarlaya adım atar atmaz biraz ötemde bir ışık parladı yukarı doğru sonra kayboldu. Işığın parlamasıyla birlikte saçlarım kirpi dikeni gibi oldu. Hatta bütün tüylerim havaya kalktı. Bir an görüşüm kayboldu, yere çöktüm...Arkama baktım kimseler yoktu. Bir-iki evin ışığı yanıktı. Tek başımaydım...Önümde cin vardı, eve nasıl gidecektim?. Ağlamaklı oldum ama ağlamadım. Yerde kaldım bir süre. Işığın tam olarak neye benzediğini göremeden sönmüştü. Ama ''cin'' olduğu kesindi.

Geri dönüp yardım istemeyi düşündüm. Işığı yanan evlerden biri bizim köylüydü. Diğerleri de tanıdık komşulardı zaten. Ne diyecektim ki?.. Korkaklığımdan dolayı bana nasıl alaycı bakacaklarını canlandırdım gözümde. Ertesi gün arkadaşlarımın arasında alay konusu olacaktım.. Yardım yok, ya ölecektim, ya da tek başıma eve ulaşacaktım. Bir süre kendimi cesaretlendirdim. Koşarak tarlayı geçmeye karar verdim. Birden fırladım, koşmaya başladım, sonra bu koşma birinden kaçmaya dönüştü, kaçıyordum.. Bu defa arkamdan geliyorlardı. O anda bir ışık daha patladı ileride, hemen peşinden ikinci ışık.. Gözlerim sonuna kadar açık, ışığın patladığı yere baktım, bir hareket aradı gözlerim korkuyla.

Gölgeler de vardı, hareket ediyorlardı sanki. Durdum tekrar, çöktüm. Yolu da yarılamıştım. Allah geldi aklıma. Yardım istese miydim?.. Ne diyecektim.?. Sonra Allah'ın kimseye yardım etmediği geldi aklıma.

Kedilere bile etmemişti. Birden kendime çok kızdım. Nasıl unuttum bunu?. Besmeleyi.. Cinleri benden uzaklaştıracak olan besmeleyi.. Her gece yatarken aklıma geldikçe çektiğim besmele. Cinlerin korktuğu besmele. Hemen 3 defa bismillah, bismillah bismillah dedim. Öyle bir rahatlamıştım ki. Allah gibi bir işe yaramazdan yardım isteyeceğime, işe yarar bir besmele çekmek en iyisiydi. Ama gene de bu aşamada Allah hakkında ''işe yaramaz'' diye düşündüğüm için pişman oldum, Allah'tan da özür diledim. İçinde bulunduğum bu zor durumda Allah'ı da kızdırmamak lazımdı..

Besmele işe yaradı. Üç defa besmele çektikten sonra 10-15 metre koşar adım yürüyor, sonra yere çöküp sağa sola arkama bakınıyorum. üç defa daha besmele çekip tekrar yürüyordum. Sanki besmelenin etkili mesafesi 10-15 metreymiş gibi. Artık cinler korkmuş olmalı ki parlamıyorlardı. Sonunda sağ salim eve ulaşabildim..

Bir parantez daha. Dokuz yaşındaki bir çocuğa ailesi bu kadar geç saatlere kadar nasıl izin verir? sorusu aklınıza takılmış olabilir. 1960 lı yıllarda, köylerinden göç edip kent halkını oluşturan insanlar henüz ''saf köylülerdi''. Yani kent halkı ''saf ve henüz bozulmamış köylülerden oluşuyordu.. Mahalle halkı birbirini tanıyor ve nerdeyse her gece birbirlerine misafirliğe gidiyorlardı. Televizyon yoktu.

Hırsızlar ev sahibine yakalanabiliyorlardı.. Babam bizim eve giren bir bir hırsızı yakalayıp polise haber göndermişti. Tek bir polis bizim eve gelip, hırsızı önüne katmıştı. ''Yürü bakalım, sakın kaçma ha!'' diyerek hırsız önde, polis üç-dört adım arkada karakola doğru yürüyerek gitmişlerdi. Devlet (asker) ''irtica-i faaliyetleri'' önleme adı altında yobaz, gerici Müslümanlara göz açtırmıyordu. Yani ortalıkta yobaz yoktu. Yobazlar evlerinde kuluçkaya yatmış, ''gelecekteki güzel günler'' için yavrularını yetiştiriyorlardı. Yani çevre bizim için güvenliydi.

O sene, benden 5 yaş büyük olan halamın oğlu, gündüz vakti, durup dururken kolunun birini yukarı kaldırdı. Sanırım bir futbol maçı yapmıştık, maç sonrasıydı. Çünkü bu olay maç sahasının kenarında olmuştu. Çoluk çocuk çimenli bir yerde oturuyorduk. Halamın oğlu ayakta, ortadaydı. Kolunu yukarı kaldırdı, yumruğu sıkılı bir vaziyette başını yukarı kaldırıp ''Ey Allah varsan eğer bu kolumu taş yap'' diye gökyüzüne bağırdı ve öylece kaldı.

Bekledi bir süre, biz de bekledik. Kolu taş olmadı. Cesareti hayranlık vericiydi. Halamın oğlunun da bu cesur davranışından dolayı memnun olduğu yüzünden belliydi. Kolunu indirdi, ''demek ki Allah yokmuş'' dedi. Allahın yokluğunu ispatlamış olmanın verdiği gururla kendi yaşıt gurubuna katıldı.. Aslında bize hava atmış, ne kadar cesur olduğunu göstermişti.

Allah ikinci darbesini aldı.. Bu olay, sonraki birkaç gün aramızda konuşma konusu olmuştu. Onun bu davranışı çocukların çoğunu etkilemiş, Allah'ın olmayabileceği fikri kafalarının bir köşesine yazılmıştı. Ama çok inananlar ''belki daha sonra taş yapacak'' diyerek Allah'tan umutlarını kesmediler..

Daha sonra Allah onu elli beş yaşında kanser yapıp öldürerek intikamını alacaktı.. Şüphesiz Allah sabrediciydi ve öç alıcıydı. Cenazeye katılanların bir kısmı, o günkü çocuklardı ve şimdi yaşlanmış olan o çocukların yarısı cenaze namazının dışındaydılar. Namaza katılan birine yanaşıp usulca ''sen ateist değil miydin'' dediğimde, ''ayıp olur şimdi, gelenek böyle '' cevabını vermişti. Ben namazın dışında kaldım. Rahmetsizi bir Müslüman gibi gömdüler.. ''Hiç olmazsa ayaklarını kıbleye çevirselerdi, ruhu şad olurdu'' dedim yanımdaki ateiste. Her cenazede ettiğim vasiyeti tekrarladım eşime. ''Ben ölünce beni dik gömün, daha az mezar parası verirsiniz''
Bu olay Allah'ın varlığından duyduğum şüpheyi iyice güçlendirdi. Allah'tan şüphelenen tek ben değildim.

Allah'a meydan okuyan halamın oğlu hala sapasağlam aramızdaydı. Bu şüphemin benden daha büyük biri tarafından desteklenmesi ayrıca gurur vericiydi.
Bu arada cinler hakkındaki bilgi dağarcığım giderek artıyordu. Gene bir sohbette, gene cinci hocanın çocuklarından; cinlerin aynı insanlar gibi birbirleriyle evlendiklerini ve gece düğün yaptıklarını öğrendim. Gece açık arazide işerken çok dikkatli olmalıydık. Eğer yanlışlıkla cinler tam düğün yaparken üstlerine işersek, çarpılabilirdik. Şimdiye kadar çişimiz geldiğinde geze geze, keyif ala ala, şekiller çize çize, birbirimizle en uzun çizgi yapma, en uzağa işeme yarışına gire gire işerdik. İşemek ayrı bir oyundu bizim için..

O günden sonra işeyeceğimiz yeri önce ayağımızla korka korka dürtükleyip, düzeltiyorduk. Cinlerin düğün yapmadığından iyice emin olduktan sonra çabucak, çişimizi fazla dağıtmadan, tek noktaya nişanlayarak işemeye başladık. İşeyeceğimiz yer seçimi de önemliydi. Cinlerin düğün yapmayacağını düşündüğümüz taşlık, kayalık, kötü yerleri seçmeye özen gösterirdik. Çimlik çimenlik düz yerler düğün yapmak için idealdi. Bir de zifiri karanlıkta işemek sakıncalıydı. İşediğimiz yeri görmemiz daha güvenliydi.

Aydınlık yer bulamadığımda, çok karanlıkta, yere diz üstü çöker gözlerimi iyice açarak dikkatle işerdim. Gelinle damadın üstüne işemenin sonuçları korkunç olurdu. Eskiden işeme süresi uzadıkça zevk alırdım. Ama şimdi bir an önce bitsin diye kendimi sıkarak daha tazyikli işemeye çalışıyordum. Buna rağmen bir türlü bitmiyor, bu süre uzadıkça uzuyordu.

Tamam, başlarken düğün yoktu ama her an bir düğün konvoyu benim çişimin altına girebilirdi. Bu da benim oracıkta çarpılmam demekti. Bu yüzden sağa sola da bakıyordum düğün konvoyu geliyor mu diye.
Bir de çiş süresini kısaltabilsem daha iyi olacaktı.. Çarpılmak deyince, elimin, kolumun, bacaklarımın, hatta tüm vücudumun yamuk yumuk olması geliyordu aklıma. Bunlara ek olarak, ağzım yamulacak, gözlerim şaşı olacaktı..
Daha sonra cinci hocanın çocuklarından cinlerin düğünlerde davul zurna da çaldıklarını öğrendik. Bu yeni bilgiler ışığında işeme yerini kontrol etmeye dinleme de eklendi..
Zamanla, korkarak işemeyi bıraktık. Birlikteyken birbirimizden aldığımız cesaretle normal işemeye başladık. Belki de ne kadar cesur olduğumuzu birbirimize göstermek için normalleştik. Ama gene de ben yalnızken tedbirimi alıp da işiyordum. Noolur noolmazdı. Eminim onlar da yalnızken tedbirli davranıyorlardı.
Cinci hoca beni de okuyup üflemişti. O zaman daha da küçüktüm. Belki de cinli miyim diye bakmıştı.

Annemle babam yanımdaydı. Cinci hoca içi su dolu tasa, şimdi hatırlamıyorum, bir şeyler yaptı, sonra suya parmaklarını sokup ıslak elini üzerime silkeledi, sonra sudan bana bir yudum içirdi. Kötü bir tadının olduğunu hatırlıyorum. Midem bulanmıştı. O zaman daha da küçüktüm. Cinci hocanın gözleri masmaviydi. Sakalı yoktu, bıyıklıydı. Chevrolet arabası vardı, ama bizim mahallede oturuyordu. Şimdi anlıyorum ki o arabanın bir kısım parası da babamdan çıkmıştı. Kim bilir kaç para vermişti beni üfletmek için..

Artık uykumdan korkuyla uyanmalar başlamıştı. Eskiden de sıçrayarak uyandığım oluyordu ama şimdi bu daha da çoğalmıştı. Canavar çeşitliliği artmıştı. Koca bir canavar ağzını açıp beni yemek üzereyken uyanıyordum. İnsan olmayan ''şeyler'' sürekli beni kovalıyor, yakaladıklarında da uyanıyordum. Bazen bir gölge üzerime eğiliyor, bir türlü kurtulamıyordum ondan. Korkuyla uyandıktan sonra da evin bir köşesinden bir gölge çok hızlı bir şekilde açık kapıdan yan odaya kaçıyordu. Tekrar uykum geliyor, göz kapaklarım demir gibi ağırlaşıyordu. Ama gözlerimin açık olması gerekiyordu, ya gölge tekrar gelirse?

Zorla gözlerimi tekrar açıp, kapanmadan önce odayı kolaçan ediyordum. Sonunda göz kapaklarımın ağırlığı üstün geliyor, derin uykuma dönüyordum..
Yaz tatili bitmek üzereydi. Bir ay sonra üçe başlayacaktım. Artık yeterince büyümüştüm. Benim olmadığım sınır ötesi bir keşif gezisinde arkadaşlar büyük bir inşaat çukurunun suyla dolu olduğunu, tıpkı göl gibi kocaman olduğunu söyleyince oraya gidip yüzmeye karar verdik. Akşama doğru gittik. On kişiden fazlaydık, belki on beş tam hatırlamıyorum. Şimdiki Milli kütüphanenin oralarda bir yer. Apartmanlar uzaktı. Anadan doğma soyunup girdik suya. Tertemiz su çamur gibi oldu, çok eğlendik. İlk defa bu kadar büyük kütleli bir suya giriyorduk. Beş-altı sene sonra Ankara Göl başında gerçek göle girip, su yılanı tutup, mahalledeki kızları korkutacaktık. Şu anda koyu bir ''hayvan sever'' olarak yılanlara çektirdiğimiz eziyet için kendimi affetmedim hala.

Hava kararmaya başladı, sudan çıkıp giyindik. Sonra apartmanların olduğu tarafta on beş-yirmi metre ötede, belki daha yakın, bembeyaz uzun elbisesi ile, bembeyaz sakallı ve bembeyaz saçlı, altı katlı apartman yüksekliğinde yaşlı bir adam bize doğru bakarak kahkaha atıyordu. Kahkaha sesi şiddetliydi. Hah hah hah ha tarzındaydı. Aniden belirmişti orada. Gövdesi bize dönüktü ve gövde genişliği boyunun yüksekliğiyle orantılıydı. Elbisesi boynundan başlayıp ayaklarına kadar inen bir entariydi. Önce kahkahayı duyup, sonra mı gördük, yoksa biz onu gördükten sonra mı kahkaha attı, bundan tam emin değilim. Ama kahkaha atarken her ''hah'' deyişinde kafası yukarı kalkıyordu. Yani bildiğimiz ''Erol Taş'' kahkahasıydı..

Bütün çocuklar, hep birlikte, telaşla aksi yönde kaçmaya başladık. Kaçış yönümüz engebeli, yer yer yüksek tümsekli, kurumuş otlarla doluydu. Düz bir yere varınca durduk. Çocuklardan birinin elinde ayakkabısı ve elbisesi vardı, ama külotluydu. Çıplak ayakları ne haldeydi bilmiyorum. Çocuklardan biri ''gördünüz mü?'' dedi. Sonra her kafadan bir ses çıkıyordu. Sonra biri ''beyaz sakalları vardı'' dedi, diğerleri onayladı. Onaylayanlardan biri ''dev gibiydi'' dedi, o da onaylandı. Herkes gördüğü bir şeyi söylüyor diğerleri ''evet evet aynen öyleydi'' diye onaylıyordu. Benim yaptığım tarif de onaylandı. Kahkahasını duydunuz mu?... Duymayan yoktu.
Şimdi, şu anda, bunları yazarken düşünüyorum da, bunu hala açıklayamıyorum. O adamı gördüğümü net bir şekilde biliyorum, bundan hiç şüphem yok. Aynen tarif ettiğim gibiydi. Tek başıma olsam, beynim bana oyun oynadı, bana bunu gösterdi diyeceğim ama, diğer çocuklar?. Hep birlikte kaçmayı da açıklayabiliyorum. Ağaçtaki kuş sürüsü misali, bir kuş telaşla havalanınca, anında bütün kuşlar havalanır. Nitekim bu konuda antrenmanlıyız. Birinin bahçesine daldığımızda aramızdan biri aniden kaçarsa, diğerleri tehlikeyi görmesine gerek kalmadan kaçar.

Birinin tarifini, diğerlerinin onaylaması nasıl açıklanacak?. Belki de zaman içinde kendimi bunun böyle olduğuna inandırdım ve beynim bunu gerçek olarak kabul etti. Adamı sadece ben görmüştüm. Ve ben kaçınca herkes kaçmıştı. Ve ben adamı tarif edince biri bu tarifi onaylamış, diğerleri de tasdik ettikten sonra benim tarifimin bir ayrıntısını kendi görmüş gibi ortaya atmış ve bu tarif de onaylanmıştı. Başka bir açıklama aklıma gelmiyor.. Adamı tarif ettiğim şekilde gördüğüme ve kahkaha attığına eminim. Ben görmediysem bile beynim bunu hayal etti... Özellikle atmış olduğu kahkaha ve yüzünün ayrıntıları hala gözümün önünde. Sizin farklı bir yorumunuz var mı?.

Yıllar böyle geçti. Yıllar içinde ateist olma yolunda epeyce mesafe kat ettim. Tam ''artık ben bir ateistim'' diyecekken, orta okul ikinci sınıfta çok sevdiğim tarih öğretmenim sınıfa hitaben ilk defa duyduğum şu sözleri söyledi. ''Çocuklar, Allah'a inanmak lazım. İnanmazsanız ve Allah varsa neler kaybedeceğinizi düşünün. İnanıyorsunuz ve Allah yok. Bu durumda bir şey kaybetmezsiniz.''

Bana gayet mantıklı geldi bu sözler. Öyle ya!. İnanmanın ne gibi bir kaybı olabilir ki?..Kafam karıştı.
Olmadığından emin olduğum bir şeye inanıyor görünmek kendini kandırmaktan başka bir şey değildi.
Daha da kötüsü kendime olan saygımı zedeleyen bir şeydi bu. Allah'ın olmadığından ne kadar eminim, bundan da emin değildim. Bu sözler ''tam bir ateist'' olmamı en az iki yıl engelledi. Tam kişilik arayışında olduğum bir dönemde Bence ben, kendimi kandırıyordum. Sağa sola ben ''ateistim'' diye hava atıyordum. ama, bazen Allah'a laf sokuşturduktan sonra bismillah bile değil, ''bismillahirrahmanirrahim'' çekerken kendimden utandığımı, sonra utancımı türlü bahanelerle arsızca yendiğimi ve rahatça uyuduğumu kendimden daha ne kadar saklayacaktım.?
İnanılmaz bir şeydi bu. Allah'ın yokluğundan o kadar emindim ki. Ama gene de Allah'la kavga ettiğimde içime bir huzursuzluk çöküyordu. Sanki var olan birine hakaret ettikten sonra ''ayıp etmenin'' pişmanlığını yaşıyordum..

Orta okul yılları Cumhuriyet Lisesinde böyle geçti. Bu arada taşındık. Liseyi Dikmen Lisesinde, siyasi olaylara fazla bulaşmadan bitirdim.
Bu arada dinlerin tarihi ile ilgili çeşitli kitaplar elime geçti, okudum. Mealen, hemen hepsi de dinlerin ''sosyolojik veya ideolojik bir durum'' olduğu konusunda birleşiyorlardı. Yani ''tanrıları insanlar yaratmıştı'' Bunu açıkça yazmıyorlardı ama dinlerin ortaya çıkışını, gelişimini yorumladığımda bu sonuç çıkıyordu..
Artık tam ve kesin olarak ateisttim. Allah'la kavga ettikten sonra bismillah çekmiyordum. Ezan okuyan hocadan başlayıp, ne kadar İslami değerler varsa hepsini rahatça eleştiriyor, hatta hakaret ediyordum. Bundan dolayı da pişmanlık duymuyordum. Allah falan kesinlikle yoktu, hepsi de eskilerin masallarıydı.

Kur'an mealini de okumuştum baştan sona. Bir şey anlamamıştım, sıkıcıydı ve bana göre yazanları çoğu saçmaydı. Okuduğum en sıkıcı romandan daha sıkıcıydı bu Kur'an'ın meali. Yine de bir gariplik vardı, bir eksiklik, ama neydi?. çözemedim.

Yıl 1980 lise bitti, askeri darbe ve üniversite hayatı başladı. Gazeteler Kur'anın yeni mucizesi haberleriyle dolup taşıyordu. Kur'an'daki mucizeler bitmiyor, neredeyse her hafta bir mucize haberi yayımlanıyordu.. Tabi bu haberler benim gibi koyu ateisti etkileyecek şeyler değildi. Hepsi uydurma yalan haberdi..

Ama bir şey vardı, çözemediğim bir şey. O şeyin ne olduğunu bilmiyordum.
Bazı geceler kötü rüyalar görüp, yaratıklar tarafından uyandırılıyordum. Karanlıkta hala ürperiyor, koyu karanlıkta bir canavar çıkma ihtimaline karşı adrenalim yükseliyor, vücudum her an bir şey olma ihtimaline karşı kaçmak ya da karşı koymak için geriliyordu. Vücudumun tepkisi mantıksızdı. Beynimde bitirdiğim Allah'ın ''yan etkileri'', yani cinler, insanüstü yaratıklar bitmemişti. Nasıl olurdu?.. Allah yok olduğuna göre onların da yok olması gerekiyordu. Ama vardılar. Gece rüyalarımdaydılar. Ayda bir-iki defa da olsa beni ziyaret ediyorlardı..
Allah hala ölmemişti. Ağır yaralıydı ve gizlenmişti beynimin alt logosuna. Allah bana şah damarımdan daha yakındı.

Müslümanlar yorumlara sık sık şu sözü yazarlar; ''düşmekte olan bir uçakta ateist kalmaz'' Tam da bu durumdaydım. Her şey normal iken ateistliğime kimse laf söyleyemezdi. En ateist bendim. Ama düşmekte olan bir uçakta ateist kalabilecek miydim? Bana kalsa ben kalırdım. Ama beynimin derinliklerinde gizlenen ''bir asi nöron gurubu'' yere çakılmadan önce iktidarı ele geçirip, şu bildiriyi okumam için emir verebilirdi; ''Bismillahirrahmanirrahim.'' Bunca yıllık emeklerim bir anda boşa gidecek ve Müslüman olarak ölecektim. Ne acı!..

Uçağa binmemeye karar verdim.
Yıllar geçti, hangi yıl hatırlamıyorum, elime Turan Dursun DİN BU-1 ve DİN BU-2 kitapları geçti. Turan Dursun, yüzyılların ölümü.. Okudum. İnanılmaz ayrıntı, netlik. Basit ve etkili. Allah'ın aleyhindeki maddi ve manevi deliller çok fazlaydı. Her şey ortadaydı. Maddi delil Kur'an kitabındaki kelime ve cümlelerdi. Manevi delil, bunların akıl, vicdan ve mantıkla bağdaşmaması. Bilime aykırı bir sürü laf.
İlk defa bu kadar net bilgiler alıyordum İslam dini hakkında. Daha önce okuyup geçtiğim Kur'an ın nasıl okunacağını Turan Dursun öğretmişti bana. Roman gibi okuyup geçmeyecekmişim meğer.. Arkamdan Müslüman kovalamıyordu. Acelem neydi?

Bu bilgiler ışığında Kur'an'ın mealini tekrar, yavaş yavaş okudum. Turan Dursun doğru mu söylüyor diye onun yazdıklarıyla karşılaştırdım. Bir yalanını yakalayamadım.
Turan Dursun'dan sonra da yıllar geçti. Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştım. Bu arada Turan Dursun kitapları hep yanımdaydı, neredeyse ezberlemiştim.
Ama bir gariplik vardı. Bir şey ama ne? :)) Yeter artık dediğinizi duyar gibiyim. Senin bu ''şey'' lerin de hiç bitmiyor. Tamam söz veriyorum bu son ''şey'' im.
Çok garip diye düşündüm. Ben yıllardır rüyamdan korkuyla uyanmadım. Bunu bir anda fark ettim. Geçmişimi yokladım. Evet doğruydu.. Korkulu, canavarlı rüyalar bitmişti. Ne zaman diye geriye gittiğimde Turan Dursun'la karşılaştım.. Onu okuduğumdan beri bir kere bile bir canavar tarafından uyandırılmadım. Hafızamı yokladığımda zifiri karanlıklarda vücudumun alarma geçmediğini hatırladım.
Özellikle yalnızken ve geceleri, evin içinde bir kapı gıcırdasa, perde oynasa, ya da aşırı dengede duran bir obje devrilse, ilk tepkim bir insan ya da hayvan mı var? olurdu. Sırasıyla, rüzgar ve başka nedenler.. Bunlar yoksa ''Acaba bir ruh, bir şeytani varlık mı bunu yapan''. diye aklımdan geçerdi. Sonra ''saçmalama ne ruhu?. Hala kurtulamadın şu ruhlardan'' diye kendimle alay ederdim. Ama kendimle alay etmek ''ruhların'' aklıma gelmiş olması gerçeğini değiştirmiyordu.

Artık perde oynadığı zaman, doğa üstü hiç bir seçenek aklıma bile gelmiyor.
Şu anda, şimdi, karşımda ruhlar, gölgeler ve kuyruklu şeytanlar dans etse, elimle bir yerlere vurarak tempo tutar, biraz coşup eğlenip, şeytan dişiyse ''göbek at bakayım'' deyip göbek attırdıktan sonra ''hologram teknolojisini çok geliştirmişler helal olsun gavurlara'' derim..
Artık uçağa gönül rahatlığıyla binebilirim. Bilincimin altına gizlenmiş olan ''asi nöronları'' Turan Dursun çoktan parçalayıp yok etmiş de haberim olmamış. Düşmekte olan uçakta, artık bir ateist var. Bu din öyle bir virüs ki, benim gibi ateist bir ortamda yaşayan ve on iki-on üç yaşından beri kendini ateist olarak tanımlayan birine bile bulaşabiliyor. Bir başkasının yardımı olmadan da tam olarak temizlenemiyor. Benim doktorum Turan Dursun oldu. Bir cerrah gibi, beynimin içine saklanan, ölü numarası yapıp en zayıf anımda canlanmayı bekleyen, canlanmak için uçağın düşmesini kollayan canavarı söktü attı oradan..

Ama sen cinlere perilere ruhlara inanmışsın, Allah'la ilgisi yok diye düşünebilirsiniz. Ben de diyorum ki, bunlar Allah'ın yan ürünleri. Allah'ı yok edince bunların da otomatik olarak yok olması gerekir. Bu yaratıklar rüyalarınızda geziniyorsa ya da kımıldayan perdenin kımıldama sebeplerinden biri olma ihtimali aklınıza geliyorsa, kendi Turan Dursun'unuzu arama vaktiniz gelmiştir derim. Benim zamanımda Turan Dursun bulmak zordu, tesadüfen karşılaştım zaten kendisiyle. Ama bu internet çağında Turan Dursunlar bir hayli fazla ve onlara ulaşması çok kolay.

Son olarak; Herhangi bir yaratıcı fikrini taşıyanların uçağa binerken dikkatli olmalarını rica ediyorum. Beyninizin alt logosunda kılık değiştirmiş, örneğin ''yaratıcı evren'' kılığına girmiş olan ''Bizim Oğlan'', uçak yere çakılırken konuşma merkezinizi ele geçirip size istemediğiniz şeyler söyletebilir.
Herkese saygılarımı sunarım.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Hayırsız Evlat

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

SEMAVİ DİNLERE GÖRE DİLLERİN KÖKENİ

Yazan: Set


DİLLERİN KÖKENİ VE DİNLER


Diğer her şeye zamanının doğrularına göre anlam veren dinler insanların neden farklı diller konuştukları üzerine de  bir açıklama getirmeye çalışmıştır.
Hikayeye göre Nuh Tufanı olduktan sonra insanlar birleşmiş bir ırk olarak bir tek dil konuşurlar.Doğuya göç ettikleri esnada Şinar denen yere yerleşirler ve burada Göklere erişecek bir kule yapmaya karar verirler. Bu olay Eski Ahit’te (yani Tevrat’ta) şöyle geçer:

Yaratılış 11:1-9: Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. 2. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya yerleştiler. 3. Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. 4. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” 5. RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi. 6. “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi, 7. “Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.” 8. Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. 9. Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı.

Eski Ahit’te “Babil Kulesi” yerine “şehir ve kule” veya sadece “şehir” olarak geçer. Babil kelimesinin kökeni ise belirsizdir.Akadca’da şehrin adi Bab-ilim olmakla beraber “Tanrının kapısı” anlamına gelir Bununla birlikte, bu biçim ve yorumun kendisinin artık genellikle anlamsız ve muhtemelen Semitik olmayan kökenli Babilla isminin daha önceki bir biçimine uygulanan Akkad halk etimolojisinin bir sonucu olduğu düşünülmektedir. Eski Ahit'e göre, şehir İbranice fiilinden ā (bālal), karmakarışık ya da karıştırmak anlamına gelen "Babil" adını aldı. [1][2][3]

Bazı bilim adamları Babil Kulesi'ni bilinen yapılarla, özellikle de Babil'de Mezopotamya tanrısı Marduk'a adanmış bir ziggurat olan Etemenanki ile ilişkilendirdiler. Benzer unsurlara sahip bir Sümer hikayesi Enmerkar ve Aratta Kralı'nda anlatılmaktadır. [4]

Hikayenin Tanrı ve insanlar arasındaki rekabet teması Yaratılış Kitabı'nın başka yerlerinde, Adem ve Havva'nın Cennet Bahçesi'nde geçer. Flavius ​​Josephus'ta bulunan 1. yüzyıl Yahudi yorumuna göre kule kibirli zalim Nemrut'un emrettiği Tanrı'ya karşı kasıtlı bir meydan okuma eylemi olarak inşa ediliyor.Bununla birlikte, bu klasik yorumda, anlatıda belirtilen kültürel ve dilsel homojenliğin açık güdüsüne vurgu yapılan bazı çağdaş zorluklar olmuştur Metnin bu okuması Tanrı'nın eylemlerini gurur için bir ceza olarak değil, kültürel farklılıkların bir etiyolojisi olarak görür ve Babil'i medeniyetin beşiği olarak sunar. [5]

Enmerkar ve Aratta’nın Efendisi olarak adlandırılan Babil Kulesi’ne benzer bir Sümer efsanesi bulunmaktadır. Enmerkar Eridu’da büyük bir ziggurat inşa eder ve inşaatı için Aratta’dan değerli bir haraç ister ve bir nokta Tanrı Enki’yi Subur,Hamazi,Sümer,Uri-ki(Akkad) ve Martu toprakları olarak adlandırılan yerleşim bölgelerinin dilsel birliğini restore etmesini (veya bazı çevirilere göre bozmasını) teşvik eden bir büyüyü hatırlatır.Tüm evren,iyi korunmuş insanlar-hepsi Enlil’e tek bir dilde hitap ederler.Bunun yanı sıra,Yeni Asur İmparatorluğu sırasında M.Ö. 8. Yüzyıldan kalma bir başka Süryani efsanesi, daha sonra Eski Ahit’teki hikayeyle benzerlikler taşır. [6][7]

Aynı zamanda ismi verilmese de Kur’an’da da benzer bir hikaye vardır. Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer.Firavun,Haman’dan bir kule inşa etmesini ister ve bu sayede Musa’nın Tanrısını göreceğini söyler.

Kasas Suresi 38-40.Ayetler: Firavun, "Ey seçkinler! Sizin için benden başka tanrı tanımıyorum. Ey Hâmân! Haydi benim için tuğla fırınını yak, bana bir kule yap. Belki oradan Mûsâ’nın tanrısını görürüm; ama kesinlikle onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum" dedi. Firavun ve askerleri, bize döndürülmeyecekleri kanaatine kapılarak yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Biz de onu ve askerlerini alıp denizin içinde bıraktık. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu!

Kur'an'da Babil şehrinden Bakara Suresi, 102. ayette bahsedilir. Harut ve Marut isimli iki melek, insanları sihirle imtihan etmek için Allah tarafından Babil'e gönderilirler;

Bakara Suresi 102.Ayet: “Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler.”

Babilden Yakut el-Hamavi'nin yazmalarında ve Lisan el-Arab'da bahsedilir. Öyküye göre tüm insanlar rüzgârın önüne katılarak bir yerde toplanırlar. Buraya sonradan Babil denir. Babil'de insanlara Allah tarafından değişik lisanlar tahsis edilir ve yeniden rüzgârla geldikleri yerlere dağıtılırlar.
9. yy İslam tarihçilerinden el-Tabari'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. 13. yy. İslam tarihçilerinden Ebu el-Fida da aynı öyküden bahseder ve İbrahim'in atası Hud'un kendi dilini (İbranice) muhafaza etmesine izin verildiğini ekler. Zira Hud kulenin inşasına katılmamıştır.

Gerçekte ise dillerin kökeni bunlardan çok farklıdır.İnsanlık yaklaşık 60.000 yıl önce Afrika’dan başlayarak dünyaya dağılmaya başlayınca coğrafi koşullara ve dini inançlarına göre nesnelere önceleri basit sesler daha sonraları ise kelimeler takmışlardır. En büyük faktör ise coğrafi koşuldur.Örneğin deve olmayan bir coğrafyada yaşayan milletin dilinde deve kelimesi yoktu.Ancak günümüzdeki teknolojik gelişmelerle bu durum değişmektedir.

BARNABAS İNCİLİ VE MUHAMMED'İN MÜJDELENMESİ

Yazan: Kirpi
Barnaba, Barnaba İncili, Barnabas İncili, din, hristiyanlık, islamiyet, K, Barnabas, İncilde Hz.Muhammed, Mesih Muhammed, Barnaba İncilinde Muhammed, Müslüman İncili,

BİR MÜSLÜMAN İNCİLİ: BARNABAS


Başlamadan önce önemli bir not:
Defalarca Kutsal denen "hiçbir" kitabın Tanrının sözü olamayacağını, yani kutsal olamayacağını dile getirdik. Akıllı bir insan bunların içine İncil'in de dahil olduğunu anlar. Bu yüzden lütfen boşuna çamur atma yoluna girerek kendinizi de bizi de yormayın! 

Bundan önceki yazımda İncil'de Muhammed'in müjdelenmediğini ispat etmeme rağmen Barnabas İncili (veya Barnaba) hakkında çok sayıda mesaj almaya başladım. Bana "Barnaba İncilini oku orada Muhammed ismi geçiyor" diye eleştiride bulunanlara “Siz Barnaba İncili okudunuz mu” diye sorduğumda cevapları HAYIR oldu. Daha kendilerinin bile okumadığı kitabı bana okumam için öneriyorlar :) Bu durum bile Müslümanların çoğunun duydukları bilgileri araştırıp okumadan, doğrudan inandıklarının ispatıdır. Fakat din konusunda özellikle de İslam konusunda cevabını veremeyeceğim bir soru yok. Onun için bu yazımda Barnaba İncilini ele alacağım ve bu eleştirinin ne kadar mantıksız olduğunu sizlere kanıtlayacağım.

METNİN TARİHİ

Barnaba İncili hakkındaki en eski ve net bahisler Madrid'deki BNM MS 9653 kodlu Mağribi el yazmasında ve 1634'te bir Tunus'lu olan İbrahim el-Taybili tarafından yazılmış belgelerde görülür. [1]  1717 yılında bu İncilin ilk nüshası yayınlanmıştır. Daha sonralar 1718 yılında İrlandalı John Toland tarafından İtalyanca dilinde daha detaylı metinler bulunmuştur. Her iki metin hakkında detaylı bilgi ilk olarak 1734 yılında George Sale (1697-13 Kasım 1736, İngiliz şair ve çevirmen) tarafından ” Kuran'ın İlk Yargısı” kitabında verilmiştir. George Sale kitabında şu ifadeleri kullanmış:
“Müslümanların da Arapça İncilleri vardı ve Aziz Barnabaya aitti. İsa'nın tarihi orada geleneksel İncillerden daha farklı anlatılmıştır. Bu İncilin Afrika'da Moritanya'da İspanyolca çevirileri mevcuttu ve prens Eugene'nin kütüphanesinde bulunuyordu. Görünüşe göre bu yalnızca Müslümanların yapmış olduğu bir düzmece ve sahtekarlıktı” [2]

BARNABA KİMDİR?

Havari Barnaba İkonu
Barnaba'nın gerçek ismi Joseph'ti (Yusuf). Levi kabilesinde Kıbrıslı bir ailede doğdu. [3] [4] Barnaba takma ismiydi. Barnaba sadece 3 yılını İsa'nın yanında geçirmiştir ve yazdığı kitabın yegane orjinal İncil metni olduğunu iddia etmiştir. [5] Fakat bu imkansızdır. Nedenini yazımın devamında sizlerle paylaşacağım.

İkinci yüzyıl Hristiyan teologlarından olan İrinaios (İraneus) (MS 130-200) yazılarında Barnaba İncilinin birinci ve ikinci yüzyıllarda mevcut olduğu aktarılıyor ve İrini kendi görüşlerini desteklemek için Barnaba İncilinden sıkça referanslar kullanmıştır. Fakat bu sakıncalı bilgidir zira İrinaios'un Pavlus'a karşı olduğu ve onu İsa'nın tarihine Roma ve Platon felsefesini karıştırmakla suçladığı bilinmektedir ve bu nedenden dolayı kasıtlı olarak yanlış bilgi verme olasılığı yüksektir.

325 yılında İmparator Konstantin'in desteğiyle İznik'te Senato sarayında toplanan piskoposlar (İlk Kilise Konseyi) kanonik ve apokrif İncilleri ayırt ettiler. Bu konseyde Barnaba İncili apokrif İncil olarak kabul edilmiştir. (Apokrif: kutsal metinleri taşımayan ve hükmü olmayan kitaplardır) Karara göre tüm apokrif metinler yasaklanmalı ve imha edilmeliydi. 37.Roma Papası Papa 1.Damasus  Barnaba İncilinin bir nüshasını buldurarak okumuş sonrasında bu İncilin tüm Hristiyan aleminde yasaklanması ve okunmamasıyla ilgili bildirge yayımlamıştır.

478 yılında Kıbrısta Barnaba'nın mezarının bulunduğu ve cesedinin yanı başında bir tane İncil nüshası bulunduğu iddia edilmiştir. [6]
496 yılında 49.Roma papası  1.Gelasius “Yanlış ve dini fikirlere aykırı kitaplar” listesine Barnaba İncilini de dahil etmiş ve bu kitabı tüm Hristiyan alemine yasaklamıştır. [7]

İTALYANCA NÜSHASI

İtalyanca Bölümünün Fotokopisi
Barnaba İncilinin İtalyanca bir nüshasının 16. yüzyıl sonunda 227.Roma papası olan 5. Sixtus'un (İtalyanca: Sisto) özel kütüphanesinde olduğu iddia edilmiştir. İncili papanın arkadaşlarından olan F. Marino'nun kütüphanede bulduğu ve gizli bir şekilde Vatikan'dan dışarı çıkardığı söylentiler arasındadır. Bahsi geçen İncil nüshası Fre Marino'nun ölümünden sonra Prusya kralının danışmanlarından olan Con Frederik Kramerin'in eline geçmiş, o da kitabı 1709 yılında Savoie prensi Eugen'e (Eugenio di Savoia) takdim etmiştir. Bahsi geçen İtalyanca nüsha hakkında ilk bilgiyi kilise tarihçisi olan John Toland vermiş ve 1709 yılında o İncili Amsterdam da gördüğünü iddia etmiştir. John Toland kitabında İtalyanca Barnaba İncili hakkında şu ifadeyi kullanmıştır:
“Bu bir Müslüman İncilidir.” [8]

Bu İtalyanca nüsha daha sonra 1738 yılında Prensin kütüphanesiyle beraber Viyana'daki 'Avusturya Ulusal Kütüphanesi'ne (Hofbibliothek) getirilmiştir ve günümüzde de orada korunmaktadır.

İSPANYOLCA NÜSHASI

Barnaba İncilinin İspanyolca nüshasını ilk olarak George Sale ortaya çıkarmıştır. Söylediğine göre kitabı kendisine Hampshire'da rektörlük yapan Dr. Holme vermiştir. Sale’e göre İspanyolca yazmanın kapağında, kitabın Mustafa de Aranda adında bir İspanyol Müslümanı tarafından İtalyancadan İspanyolcaya çevrildiği yazmaktadır. [9] Kitabın 222 farklı uzunluğa sahip bölümden ve 420 sayfadan oluştuğu da George Sale'ın iddiaları arasında yer alıyor.
Fakat asıl İspanyolca metinler hiç bir zaman bulunamadı. Yalnızca 1970 yılında bahsi geçen nüshanın aynısı olduğu iddia edilen fakat doğrulanamayan 18. yüzyıla ait bir kopyası Sidney Üniversitesinde Charles Nicholson'un kitapları arasında bulunmuştur. Sidney Nüshası ise yalnızca 130 sayfadan oluşuyor.

ARAMİCE NÜSHASI

Hamza Hocagil Hakkari'de bulunan nüshanın son sayfalarında bu nüshanın 4 nüshadan biri olduğu ve diğer üçünün yeri hakkında bilgiler bulunduğunu iddia ediyor. Dediğine göre ilk nüsha İsrail'de Taberiye Gölü yakınlarında bulunuyor olmalı. H.Hocagil kendisinin de bulunduğu ve Alman bir firmanın sponsorluğuyla yapılan arkeoloji kazıları döneminde 2002 yılında İsrail'de Golan tepeleri yakınlarında 2 nüshanın bulunduğunu ve incelemeler sonucu bunların Barnaba İnciline  ait olduğunun kanıtlandığını iddia etmiş ve kitabın İbrani alfabesiyle Aramice dilinde yazıldığını söylemiştir.
H.Hocagil'in anlattıkların göre kitabı satın almak için Vatikan'dan bir yetkili olan Kardinal Pompedda geliyor ve kitaba 350 bin euro teklif ediyor. İlk önce satış için anlaşma yapılsa da daha sonra arkeolojik kazılarda bulunan İsrail'in eski başkanı İzak Rabin'nin torunu Viktoria Rabin'in karşı çıkmasıyla satışa izin verilmiyor. Bundan kısa bir süre sonra ise V.Rabin Etiyopyalı bir siyahi Yahudi tarafından İsrail'de öldürülmüş akabinde kitap Türkiye'ye getirilmiş Veli Küçük'ün vasıtasıyla Yunanistan'ın Markos kitabevine 60 bin dolara satılmıştır. [11] [12]

2 ve 3.Nüshalar
H.Hocagil'in iddiasına göre Barnaba İncilinin ikinci nüshası 2007 yılında Sudi Arabistanlı general Cemal El-Ammar tarafından Sudi Arabistan'ın kuzeyindeki Tur mağarasında bulunmuştur. [13] [14]

Hocagil'e göre üçüncü nüsha Irak'ın kuzeyindeki Süleymaniye ile Zaho civarında bir yerlerdedir fakat hala bulunamamıştır. [15]

4.Nüsha
1983 yılı kışında Şırnak Uludere yakınlarında avdan dönen kentliler mağarada bir tane İncil bulmuşlardır ve nüsha o zamanki Babat aşiretinin lideri olan Ferhan Babat'ın eline geçmiştir. F.Babat kitabı 280 bin dolar karşılığında satmak istemiş ve yine iddialara göre dönemin Malatya milletvekili İsmail Hakkı Şengüler'e kitabı göstermiştir. İ.H.Şengüler kitabın incelenmesi için H.Hocagil'e göndermiş o da bahsi geçen nüshanın Barnaba İnciline ait olduğunu söylemiştir. Hocagil kitabı para karşılığı almak istemiş fakat alamamıştır. H.Hocagil bu pazarlıkla ilgili şunları söylemiştir:
“F.Babatla 280 bin dolar karşılığında kitabı bana satacağı konusunda anlaşmıştık. Fakat Diyarbakır milletvekili Mehmet Ali Arslanla birlikte kitabı teslim almaya gittiğimizde beklenmedik olaylar oldu ve kitap Jandarmanın eline geçti. İki yıl boyunca Jandarma karakolunda saklandı.”
Tabi unutmamak gerekir ki bunların hepsi bir iddia yani doğrulanmış bilgiler değiller.

Müslümanlar Barnaba İncilinde Muhammedin müjdelediğini söylüyorlar. Fakat Barnaba İncilinin eski orjinal nüshaları olmadığı için yalnızca 15. yüzyıldan sonraki nüshalarında ve genellikle de İtalyanca nüshalarında şu şekilde geçiyor:
"İsa cevabında şöyle dedi: ‘Allah, Muhammed’e dedi ki: Sabret ey Muhammed, çünkü cenneti, dünyayı ve insanlardan sana bahşedeceğim büyük bir kalabalığı sırf senin için yaratmak istiyorum. Öyle ki, seni kutsayan kutsal olacak, seni lanetleyen lanetlenecektir. Seni dünyaya gönderdiğimde, kurtarış elçim yapacağım ve sözün sadık olacaktır. Gök ve yer bile zaaf gösterebilir, ama senin imanın asla zaaf göstermeyecektir’. İsa, ‘O’nun mübarek adı Muhammed’tir’ dedi. İşte o anda kalabalık seslerini yükselterek, ‘Ey Allah!’ dediler, ‘elçini gönder! Ey Muhammed, dünyayı kurtarmak için çabuk gel!" [16]

Bu satırların, Hristiyan yahut İsa’yla karşılaşmış biri tarafından yazılması mümkün değildir. Allah’ın Muhammed’e, “cenneti, dünyayı…senin için yaratacağım” şeklindeki hitabı, büyük bir ihtimalle doğruluğu şüpheli bir hadisten esinlenilmiştir. Şii ve Sünni versiyonları bulunan bu hadiste Allah Muhammed’e “sen olmasaydın, alemleri (felekleri) yaratmazdım” demektedir. [17]
Bu hadisin Şii versiyonu ise şöyledir: “Sen olmasaydın evreni; Ali olmasa seni, Fat(ı)ma olmasa sizin ikinizi yaratmazdım” [18]
Ayetlerdeki "kurtuluş elçisi", "ismin kutsal olsun", "çabuk gel" gibi Hristiyan terminolojisine ait tipik ifadeler yazarın eski bir Hristiyan olduğunu ele veriyor.

BARNABA İNCİLİNİN KUR'AN İLE ÇELİŞMESİ

Barnaba İncilinin 42. faslında İsa kendisinin Mesih olmadığını söylüyor:
“İsa itiraf etti ve gerceği söyledi. Ben Mesih değilim” [19]

Bu Kuranla taban tabana zıttır. Çünkü Kur'an'da şöyle yazar:
Âl-i İmrân Suresi 45. Ayet Hani melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah, seni kendi tarafından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah’a çok yakın olanlardandır.”

Eğer Barnaba İncili doğru bir kaynak olsaydı Kur'an ile çelişmemesi gerekirdi. Kaldı ki samimi olarak şunu düşünmeniz gerekir : Eğer Hristiyan yazımı bir İncil olsaydı "İsa mesih değildir" der miydi? Tabi ki demezdi.

BARNABA İNCİLİNDE KELİME-İ ŞEHADET

Tabi ki tüm İnciller insan ürünüdür fakat Barnabas “İncil”ini yazan kişi Müslüman olduğundan Müslüman olmanın şartı olan kelime-i şehadeti bile yazdığı bu İncil'in içine eklemiş, bununla da kalmayarak Muhammed’e iman eden ilk kişinin Adem olduğunu ileri sürmüştür:
« “Adem ayağa kalktığında gökte bir yazının güneş gibi parıldadığını gördü: ‘La ilahe illallah Muhammedun Resulullah (Allah’tan başka tanrı yoktur; Muhammed Allah’ın elçisidir)’. Adem dedi ki: ‘Tanrım Rab sana şükrederim, çünkü lutfedip beni yarattın. Ama sana yalvarırım bana haber ver: ‘Muhammedun Resulullah’ ne demektir?’ …Allah cevap verdi: ‘Ey kulum Adem! Bu, senden çok sonra dünyaya gelecek ve elçim olacak olan oğlundur. Her şeyi O’nun hatırı için yarattım. O geldiğinde, dünyaya ışık saçacaktır. O’nun nefsi, evren yaratılmadan altmış bin yıl önce göksel yüceliğe konulmuştu’. Adem, Allah’a yakardı: ‘Ya Rab bu sözleri ne olur elimin tırnaklarına yaz’. Allah bu yazıyı böylece ilk insana bahşetti. Sağ elin başparmağında ‘La ilahe illallah’, sol elin başparmağında ise ‘Muhammedun Resulullah’ yazılıdır.’” » [20]

Benzer hikaye başka bölümlerde de mevcuttur:
« “Allah kendisini onlardan (Adem ve Havva) gizledi. Melek Mikail onları cennetten kovdu. Adem dönüp baktığında, kapıda şu yazıyı gördü: ‘La ilahe illallah Muhammedun Resulullah’. O zaman Adem ağladı ve dedi ki: ‘Ümit ederim ki, Allah Muhammed’i kısa zamanda gönderir. Gel ey Muhammed, kurtar bizi şu sıkıntıdan!’” » [21] 

Bu sözler gerek içerik, gerek ruh hali bakımından İsfahânî’nin [22], Münâvî’nin [23], Kastallânî’nin [24] ve benzer kişilerin eserlerinde yer alan Muhammed’e ilişkin abartılı hikâyelerin tekrarından ibarettir. Tüm bunlar “Barnabas İncili”nin yazarının eğer İsa yaşadıysa bile asla İsa’nın öğrencilerinden biri olamayacağını açıkça belgelemektedir.

BARNABA İNCİLİNDEKİ COĞRAFİ HATALAR

Barnaba İncilinin İsa'dan çok sonraki devirde yaşayan biri tarafından yazıldığını kanıtlayan veriler  mevcuttur. Örneğin yazarın başta Filistin olmak üzere sözünü ettiği yerleri tanımadığını açık bir şekilde görüyoruz:
« “İsa Celile Gölü’ne gitti ve oradan kenti Nasıra’ya gitmek üzere bir tekneye bindi. O sırada denizde öyle bir fırtına patlak verdi ki, tekne az kalsın batacaktı.” » [25]

Nasıra, Celile’de yüksek bir tepenin üzerinde bulunan bir şehirdir. Oysa yazar Nasıra’nın bir sahil kenti olduğunu sanıyor:
« “Allah’ın Ninova’yı yok etmeye karar verdiğini hatırlayın. Çünkü O, bu kentte Allah’tan korkan tek bir kişi bulamamıştı. Bunun üzerine (Yunus) halktan korkusuna Tarsus’a kaçmaya kalkıştı. Fakat Allah onu denize attı. Bir balık (Yunus’u) yuttu ve onu Ninova yakınlarında ağzıyla kıyıya püskürttü.” » [26] 

Bilindiği üzere Ninova, Asur İmparatorluğu’nun başkenti olup Dicle Nehri’nin doğu yakasında kuruluydu. “Barnabas İncili”nin yazarı ise Ninova’nın Akdeniz’de bir kıyı kenti olduğunu sanıyor.

BARNABAS İNCİLİNDEKİ TARİHİ HATALAR

Yazarın İsa’nın hayatı hakkında detaylı bilgi sahibi olmadığı göze çarpmaktadır:
« “İsa doğduğunda Pilatus, Hanan ve Kayafa’nın kâhinlikleri döneminde valiydi.” » [27]

Bu doğru değildir, zira Pilatus İsa’nın doğumundan 26 yıl sonra vali tayin edilmiş; Hanan milattan altı yıl sonra başkâhin seçilmiş; Kayafa ise milattan sekiz yıl sonra başkâhinliğe getirilmişti.

Bu İncilin bir başka yerinde Mesih’in Davut neslinden değil, İsmail neslinden geleceği, vaadin de İshak’a değil, İsmail’e yapıldığı öne sürülüyor.
Kitâb-i Mukaddes ile kıyaslanınca bunun açık bir yanlış olduğu nettir. Çünkü hem Yahudiliğe hem de Hristiyanlığa göre Mesih Yahuda boyundan ve Davut’un neslindendir.

KUR'AN'DAN VE KUR'AN TEFSİRLERİNDEN ALINTILAR

“Barnabas İncili”nin yazarı zaman zaman ciddi İslam bilginlerinin reddettiği ve hurafe kabul ettiği bazı rivayetlere “incil”inde yer verse de, bazı konularda Kur’an ve Kur’an tefsirleriyle uyum içindedir. Bu konuların başında İsa’nın çarmıha gerilmediği, O’nun yerine bir başkasının çarmıha gerildiği iddiası gelir. Barnabas İncil'inin 112. bölümünde İsa, öğrencisi Barnabas’a şunları söylüyor:
« “Bil ki, ey Barnabas, bu nedenle dikkatli olmak zorundayım. Öğrencilerimden biri beni otuz akçe karşılığında satacak. Ve şunu da kesin olarak biliyorum ki, beni satacak kişi benim adıma öldürülecek. Çünkü Allah beni yeryüzünden yükseltecek; hainin görünümünü ise değiştirecek. Böylece herkes onu ben sanacak. Gerçi o korkunç bir şekilde ölecek, fakat bu arada ben de uzun süre dünyada bunun utancıyla yaşayacağım. Fakat Allah’ın kutsal elçisi Muhammed geldiğinde bu utanç lekesi üzerimden kaldırılacak.” » [28] 

Bu İncil ayetlerinin ardında İslam’ın çarmıhı inkar öğretisi yatmaktadır. Kur’an’a göre İsa ne öldürülmüş, ne de çarmıha gerilmiştir:
« “Bu bir de…. ‘Meryem oğlu İsa Mesih’i –Allah’ın elçisi– öldürdük’ demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü.” » [29]

Ne var ki, Kur’an “onlara öyle göründü”yle neyi kastettiğini açıklamamaktadır. Bu konu Kur’an tefsirlerinde aktarılan rivayetlerde ayrıntılı olarak anlatılmaktadır ve “Barnabas İncili”nin yazarının kaynaklarından biri de bu rivayetlerdir. Herhalde bu gibi İslam kaynaklı “ayetleri”nden olsa gerek, Toland, “Barnabas İncili”nin daha ilk bölümlerini okur okumaz bu kitabı bir tür “Müslüman incili” olarak nitelendirmiştir. [30]

KİTAB-I MUKADDES'İN DEĞİŞTİRİLDİĞİ İDDİASI

İslam’ın Mesih inancı hakkındaki bir başka temel öğretisi, Kitâb-ı Mukaddes’in değiştirildiği (tahrif) iddiasıdır. Değişik Kur’an ayetlerinde [31] kısmen açıklamaya muhtaç tarzda ifade edilen bu iddia zamanla geliştirilmiştir. “Barnabas İncili”nin geç bir devirde, yani “tahrif” tezinin bugünkü biçimiyle artık yerleştiği bir dönemde kaleme alındığı, şu “ayet”lerden açıkça anlaşılmaktadır:
« “İsa dedi ki: ‘Size doğrusunu söylüyorum; Musa’nın kitabından gerçek silinmeseydi, Allah babamız Davud’a ikinci kitabı vermezdi. Davud’un kitabını bozmasalardı, Allah bana incilini vermezdi. Çünkü Tanrımız Rab değişmez. O tüm insanlığa tek bir mesaj verdi. Allah Resulü geldiğinde, günahkârların kitabımda bozduğu her şeyi ortadan kaldıracaktır (temizleyecek).’” » [32]

MERYEM'İN SANCISIZ DOĞUMU

“Barnabas İncili”ne göre Meryem, İsa’yı sancısız bir biçimde dünyaya getirmiştir:
« “Yusuf, Sezar’ın emrettiği nüfus sayımında adını kaydettirmek için hamile olan karısıyla birlikte Nasıra’dan Celile’nin kasabalarından birine gitti. Beytüllahim’e geldiklerinde, orada konaklayabilecekleri bir yer bulamadılar, çünkü (Beytüllahim) küçük bir kasabaydı ve çok sayıda yabancı vardı. Kasabayı terk edip çobanların konakladığı bir yere geldiler. Yusuf oradayken Meryem’in doğum anı geldi. Bakire’yi o an son derece parlak bir ışık kapladı ve Meryem, oğlunu acısız dünyaya getirdi.” » [33]

Oysa Kur’an, Meryem’in İsa'yı acılar içinde doğurduğunu söylüyor:
« “Meryem oğlana gebe kaldı; o haliyle uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma ağacının dibine gitmeye mecbur etti.” » [34]

TANRIDAN "BABA" DİYE SÖZ EDİLMESİ

İslam’a göre Tanrı’nın babalığından söz etmek kafirliktir. Oysa “Barnabas İncili”nde şu yazıyor:
« “Ne kadar bahtsızsın ey insan soyu! Tanrı seni oğlu olarak seçti, sana cenneti verdi; ama sen bedbaht Şeytan’ın eylemiyle Tanrı’nın öfkesine uğradın ve cennetten kovuldun.” » [35]

Halbuki Kur’an Kehf suresi 4.ayette Allah’ın “Tanrı çocuk edindi diyenleri uyarmak için” Muhammed’i gönderdiğini belirtir. [36]

ÇOK EŞLİLİK

İslam, erkeklerin dört eşe kadar evlenmelerine izin verirken, “Barnabas İncili”nde şöyle bir “ayet” vardır:
« “O halde erkek, Yaratıcısının kendisine verdiği tek eşle yetinsin ve başka her kadını unutsun.”» [37]

Oysa Kur’an çok eşlilik hakkında şu ayeti içeriyor:
« “Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz.” » [38]

İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜ

İslam’ın en yaygın mezhepleri insanın kendi kaderini tayin konusunda tam bir özgürlüğe sahip olmadığında birleşmektedir.
“Barnabas İncili” bu noktada da Kur’an’la çelişmektedir:
« “Tanrı insanı yarattığında özgür olarak yarattı, ta ki, Tanrı’nın kendisine ihtiyacı olmadığını görsün. Tıpkı cömertliğini göstermek ve kendisini daha çok sevmeleri için kölelerine özgürlük veren kral gibi.” » [39]

Oysa Kur’an bu konuda şöyle diyor:
« “Her insanın boynuna işlediklerini dolarız ve kıyamet günü açılmış bulacağı Kitab’ı önüne çıkarırız.” » [40]

Bu ayete ilişkin Kur’an tefsirlerinde Taberi'de yer alan ve Mücahid’ten rivayet edilen şu hadis aktarılır:
« “Doğan her çocuğun boynunda bahtsız mı yoksa mutlu mu olacağı yazılıdır.” » [41]

CEHENNEM

Barnabas İncili cehennem konusunda şu bilgileri veriyor:
« “O zaman Allah Resulü diyecek ki, Ey Rab, cehennemde yetmiş bin yıldan beri kalan imanlılar var. Rahmetin nerede ey Rab? Onları bu acı cezalarından azat etmen için yalvarıyorum sana ey Rab! Bunun üzerine Allah, kendisine yakın dört meleğe cehenneme gidip Allah Resulü’nün dinine inanan herkesi çıkarmalarını ve onları cennete götürmelerini emreder.” » [42]

Bu “ayetler” Kur’an’ın af konusundaki ayetleriyle çelişmektedir çünkü Kur’an Ahzab suresinin 64 ve 65.ayetlerinde "inkârcıların edebiyen kalacakları ateşten" bahsetmektedir. [43]

ÖZET

“Barnabas İncili”nin yazarı bu düzmece “İncil”inde Yeni Ahit’in ilk dört bölümünün bir sentezini yapmaya çalışmış; Mesih İnancı’nın tüm temel öğretilerini İsa Mesih’in ağzından inkâr etmekle kalmamış; İsa'yı İslam’ın tasavvurlarına uygun, Muhammed’i müjdeleyen bir peygambere dönüştürmüştür. Yazar bu sahtekârlığı yaparken Vaftizci Yahya’yı tarihten silmiş, daha doğrusu onun rolünü İsa'ya vermiştir. Yeni Ahit’te Vaftizci Yahya, Mesih olduğuna inanılan İsa'nın gelişini müjdelerken Müslüman ürünü olan bu “İncil” İsa'ya Muhammed’i müjdeletmektedir.
Tüm bunlar Barnabas İncili'nin yazarının İslam dinine yeni geçmiş eski bir Hristiyan olduğunu ispat etmektedir.