Depresyon ciddi bir ruhsal bozukluktur ve tüm dünyada birçok insanı rahatsız
eden bir haldir. Hafife alınacak bir durum değildir. İnsanı aşırı derecede
ağırlaştırır, isteksiz birine dönüştürür hatta can bile alabilir. Kişinin yavaş
yavaş ve kontrolsüzce içine battığı bir bataklık gibidir. Bu durumdan çıkmak
bazen çok zor olabilir. Ama en azından üstesinden gelinebilecek bir zorluktur.
Peki sizce antik dönem insanları ve eski medeniyetler depresyonu nasıl anlıyor,
yorumluyor ve nasıl tedavi ediyorlardı?
Günümüz bilimi ve tıbbı bu ciddi duruma çok fazla ışık tutmuştur. Üzüntü hali
normal bir insan duygusu ve yaşamın bir parçası olsa da, depresyon öyle
değildir. Depresyon kısa süreli nöbetler halinde gelebilen önemli bir klinik
rahatsızlıktır. Her iki durumda da böyle bir durum tehlikelidir. Tedavi ve
dikkat gerektirir. Dünyada 160 milyondan fazla insanın ciddi seviyedeki
depresyondan muzdarip olduğu tahmin ediliyor.
ESKİ UYGARLIKLARIN GENEL BAKIŞI
İlk uygarlıklar hastalıkları tedavi etmek için şamanlara, büyücülere,
sihirbazlara, mistiklere, rahiplere ve diğer şifacılara güveniyordu. İnanışa
göre ritüeller, büyüler ve adaklar kullanılarak hastalık önlenebilir veya
iyileştirilebilirdi. Beyin cerrahisinden farklı olan bedensel tedavilerin
izleri Fransa'da MÖ 6500, Çin'de MÖ 5000'lere tarihlenen arkeolojik bulgular
ile ortaya çıkmış oldu. Depresyonla ilgisi olmasa da belirgin kafatası
anormallikleri ve travmaları olan çocuklara ait olan bu iskelet kalıntıları
insanların 77.000 yıl önce zihinsel engelli çocuklara nasıl baktığının
göstergesidir. [1]
Bazı eski halklar hastalıkların ruhun kaybından kaynaklandığına
inanıyorlardı. Bu yüzden inanışa göre Şamanlar transa girerek ruhlara ruhlar
dünyasına bazen ise yeraltı dünyasına yolculuk etmeleri için yol gösteren
şifacılardı. [2] Şamanlar yolculuk sırasında ölülerin ruhlarına, çalınmış ya
da başıboş dolaşan ruhlarla irtibata geçerdi. Kendi ruhlarını kaybetmeden
iblisler ve kayıp ruhlarla etkileşime girerek hastayı iyileştirirlerdi.
Dolayısıyla şaman hem rahip hem de şifacıydı.
MEZOPOTAMYA (BABİL, SÜMER VS.)
Medeniyetin beşiği Mezopotamya'da MÖ 2.000'lerde depresyondan söz edildiği
görülür. Fakat Mezopotamyalılar onu ruhani bir durum, şeytani bir ele
geçirmenin neden olduğu bir rahatsızlık olarak görüyorlardı. Yani o dönem
depresyonda olan kişinin yardımına bir doktor değil de kutsal bir adam
çağırıyorlardı. Kişi ayrıntılı bir törenle tanrı Şamaş'a bir kurban sunarak
“korku ve endişelerini” ortadan kaldırmasını umuyordu. [3]
Mezopotamya da söz konusu depresyon olduğunda kalp (jb veya ḥꜣtj; Akadca
libbu) önemli bir rol oynuyordu. [4] Çünkü inanışa göre duyguların
ifadesiyle yakından bağlantılıydı ve eğer kalp hastaysa kişinin psikolojisi
bundan etkilenebilirdi. Eski Mezopotamya'da depresyon belirtilerinin tanım
ve tedavileri için uygulanan bazı "ḫūṣ ḫīpi libbi"ler yani talimatlar
vardır. [5]
Tedavi talimatlarına doğrudan metinlerde yazanları okuyarak örnek vereyim:
Eğer bir adam gitgide bunalıma girerse (ve) kalbi düşünüp taşınırsa, yol
kenarındaki bitkiyi (ve) (kurutulmuş) danaburnu tozunu suya karıştırın.
Birbirini kucaklayan iki figür yapın. İlkinin omzuna şöyle yazarsın: "Kaçak,
birliğine uymayan kaçak". İkincinin omzuna şöyle yazarsın: Yaygara, feryat,
kim yapmaz... [...]. Daha sonra onlara isimleriyle hitap edersin. [6]
Bazı talimatlar depresyona giren kişinin azallû-bitkisinin tohumunu bira ya
da yağa karıştırarak içmesini öneriyordu. [7]
Babilliler depresyonun ne olduğunu bilmezdi. Ruhsal rahatsızlıklara ilişkin
Babil açıklamaları nesnellikleri, öznel duygu ve düşüncelerin yokluğuyla
dikkat çekicidir. [8]
Babil dilinde "ašašu" fiiliyle ilişkili olan bir isim olarak "ašuštu" öne
çıkar. Bu terim hemen hemen "sıkıntı" anlamına gelir. Bazı tıbbi metinler
kelimenin tam anlamıyla "hayatın kesilmesi" veya kısaltılması anlamına gelen
ve Sümer dilinden alınmış bir kelime olan "zikurrudû" sözcüğünü içerir. Bu
terim “intihar”, “intihar girişimi” veya “intihar eğilimi” olarak
yorumlanmıştır. [9]
Babilliler korku için ya "puluhtu" ya da "sürekli korkuyor" anlamına gelen
bir fiil olan "iptanarrud" terimlerini kullanırdı. "Hīp libbi" yani "aklın
kırılması" terimi ya "sinir krizi" ya da "panik atak" dan bahsediyordu.
Aşağıdaki metindeki bahsedilen klinik tanımlamanın özellikle bir hane
reisini içeren tek bir vakaya mı yoksa olağan Babil tıp geleneğinde var olan
genel klinik tabloyu mu sunduğu belirsizdir. Babil metnine geçmeden önce
birkaç noktaya kısaca değinmem gerek. Aşağıda kısaca açıklanan tedavi
ayininde māmītu kelimesi 'yemin' veya 'zorlama' anlamlarına gelir. [8]
Burada, iki figürün veya anti-māmītu imgelerinin yapılıp gömülmesi insanlara
öfkelenmiş kişisel tanrı ve tanrıçaya edilen yeminlerin bozulması veya
öfkelerinin durdurulması için kullanılırdı. Fakat ayindeki çağrı daha yüksek
bir tanrıya, güneş ve adalet tanrısı Şamaş'a yönelikti. Şimdi Babil metnine
bakalım:
Bir hane reisi (avilum) uzun bir musibet geçirmişse ve bunun nasıl
olduğunu bilmiyorsa, öyle ki, sürekli olarak arpa ve gümüş kayıpları, köle
ve cariye kayıpları olmuş, yoksunluğuna maruz kalmış, öküz, at, koyun,
köpek ve domuzu kaybolmuş ve hatta hanesinin diğer üyeleri ölmüşse; sık
sık sinir krizi geçiriyor ve sürekli kimsenin uymadığı sürekli emirler
veriyor, kimse cevap vermediği halde sesleniyor ve evine bakmakla
meşgulken arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsa, yatak odasında korkudan
titriyor ve uzuvları “zayıf” hale geliyorsa, bu durumundan dolayı tanrıya
ve krala karşı öfkeyle doluysa; uzuvları sık sık topallıyor ve bazen gece
ya da gündüz uyuyamayacak kadar korkuyorsa, sürekli rahatsız edici rüyalar
görüyorsa, yeterince yiyecek ve içecek olmamasından dolayı uzuvlarında bir
"zayıflık" varsa ve eğer konuşurken söylemeye çalıştığı kelimeyi
unutuyorsa, o halde tanrı ve tanrıçasının gazabı o avīlum'un
üzerinedir.
Onun serbest kalması ve “korkularını” yenilmemesi için:
(Prosedür): Çamurdan ve çömlekçi kilinden erkek ve dişi olmak üzere iki
anti-māmītu imgesi yapacaksın ve adlarını sol taraflarına yazacaksın.
Kadın heykelciğe mavi, siyah ve beyaz yünden bir palto, şal ve başörtüsü
giydireceksin. Boynuna beyaz bir taş koyacaksın. Erkek heykelciğine
palto, şal ve başörtüsü giydireceksin ve beline de beyaz, bükülmemiş
yünden bir kuşak bağlayacaksın.
Sonra Şamaş'tan (geleneksel) ayini hazırlayacaksınız. Bir şarap kabı
hazırlayacak, hurma ve buğday nişastasından oluşan yemeği
sunacaksınız. Temiz ve kusursuz bir koyun sunusu hazırlayacaksın ve ona hem yağlı
hem de kızarmış sağ omzu sunacaksın.
Daha sonra māmītu karşıtı görüntüleri Şamaş'a tanıtacak, isimlerini
bildireceksin (ve şöyle diyeceksin):
Büyü metninin bazı kısımları anlam bozulması yaşanmaması için
düzenledim. Değiştirilen kısmın aslı açık gri renk ile
parantez içinde belirtilmiştir.
(Büyü)
Ey yerin ve göğün kralı, yasanın efendisi ve adil Şamaş,
Heykellerimi canlarını korumak için çömlekçinin çamurunu temizledim,
Onlara gümüş boncuklarını verdim.
Onları size takdim ederken, sizi onlarla onurlandırıyorum, sizi onlarla
yüceltiyorum,
Öyleyse bırak bu heykeli bir erkek olsun,
Bu onun heykeli, bir kadın olsun.
Ey Şamaş, her şeyin en yücesi ve en iyi bileni,
Ben, falancanın oğlu, senin saygılı kulun,
Bugünden itibaren senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken
önünde yürürüm.
(Bugünden itibaren senin önünde yürürüm.
Senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken,)
Beni yakalayan, gece gündüz takip eden, etimi israf eden ve canımı
kesmeye hazır olan māmītu etkilerine gelince,
(Beni yakalayan, beni gece gündüz takip eden māmītu etkilerine
gelince,
Etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan,)
Senin büyük tanrının emriyle
Bu heykelciklerin bedenimin ve kişiliğimin yerine geçmesine izin verin,
Benim yerime geçen heykelciklerim onları rahat bıraksın.
Şimdi yerime geçenleri toprağa gömüyor ve Yeraltı Dünyasının büyük
Kraliçesi Ereşkigal'e şöyle diyorum:
(Şimdi Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e,
Yerime geçenleri toprağa gömüyor ve şöyle diyorum:)
Bana hükmeder, açılır, uzun bir ömür ve sağlık [bahşeder misin?]
(Uzun ömür ve sağlık
Bana hükmeder misin, bana açılır mısın!) [8]
ANTİK YUNAN & ROMA
Bazı mitolojik anlatı ve resimlendirmelerin de depresyonu ifade ettiği
düşünülür. Örneğin MÖ 400'den kalma bir vazo üzerinde ezilmiş ve kasvetli bir
Yunan kahramanı olan Orestes'in durumu resmedilmiştir. Annesini öldükten sonra
peşini bırakmayan Erinyelerden yani adaletsizliğin intikamını almak isteyen
ruhlardan kurtulmak için bir arınma törenine katıldığı resmedilmiştir. Şair
Euripides, trajedinin kahramanı Orestes'i depresyonun birçok belirtisine sahip
olarak tasvir eder. Bunlar iştahsızlık, aşırı uyku, banyo yapmak için bile
isteksiz olma, sürekli ağlama, kronik yorgunluk ve çaresizlik hissidir. [10]
Melankolik bireylerle ilgili daha fazla betimlemeyi diğer popüler Yunan
eserlerinde de bulabiliriz. Örneğin bir Argonot olan Jason normalde
zorluklar karşısında eylem ve kararlılıktan başka hiçbir şey göstermeyen
büyük bir Homeros kahramanıydı. Ancak gemileri Libya kıyılarında enkaza
dönüştüğünde tamamen çaresiz ve somurtkan hale gelir. [11]
Yunan tapınak rahipleri depresyon ve cinnetin tanrılardan gelen ruhsal bir
lanet olduğuna inanıyorlardı. Bunu tedavi etmenin tek yolu tanrılardan yardım
istemekti.
Yunan medeniyeti bilimsel, zihinsel konular dahil birçok alanda öncü
olmuştur. Ve şaşırtıcı şekilde, yaşadıkları o eski dönemde bile hastalığı
oldukça doğru bir şekilde tanımlamışlardır.
MÖ. 5.yy'da Klasik Yunanistan'da filozoflar insan kaderini belirleyen
tanrılar ve iblisler inancının aksine doğa yasalarının dünyamızı
şekillendirdiği inancı olan “natüralizmi” öğretiyorlardı. Örneğin bir hekim
olan Krotōnlu Alkmaiōn "düşünce organı"nın kalp değil de beyin olduğuna
inanıyordu. Bu düşüncesini ruhsal hastalıklarını ve onların tedavilerini
sınıflandırmak için uygulamaya koymuştu. [12]
Ünlü Antik Yunan doktoru Hipokrat bu ağır ruhsal durumu ayrı bir hastalık
olarak tanımlamıştı. Buna Eski Yunanca'da "melankoli" adını vermişti.
“Melas” yani siyah [13], ve safra anlamına gelen “kholé χολή” [13]
sözcüklerinin birleşiminden türetmişti. Uzun süren korku ve umutsuzlukların
olağan melankoli belirtisi olduğunu söylemişti.
Melankoliye ilişkin anlayışı bugün olduğundan çok daha genişti ve artık
doğrudan depresyonla ilişkili olmayan birkaç başka semptomu da içeriyordu.
Bunlar öfke, korku, takıntılı davranışlar ve sanrılardı.
Yunanlılar bin yıldan fazla bir süre sonra insan rahatsızlıklarını daha iyi
kavramışlardı ancak anlayışları yine de hamdı. Yunanlılar teşhislerinin çoğunu
dört vücut sıvısı olan sözde "salgılara" dayandırmışlardı. Hipokrat'a göre bu
dört salgı kan, sarı safra, kara safra ve balgamdı. İnsan vücudu bu dört
maddeden oluşuyordu. Vücuttaki herhangi bir rahatsızlık veya hastalık bu
sıvılardan birinin aşırı miktarda olmasının sonucuydu. Melankolinin dalaktaki
aşırı siyah safradan kaynaklandığını iddia ediyordu.
Yunan ve Romalı doktorların tedavi için uyguladığı yöntemler kan alma, diyet,
boşaltım, egzersiz, sıcak veya soğuk duş yaptırmaktı. Amaç vücuttaki bu
sıvıları tekrar dengelemekti. Aynı zamanda haşhaş özütü ve eşek sütü içeren
bir ilaç kullanıyorlardı. [14]
Hipokrat'ın teorisine gülebilirsiniz ama en azından bir şeyi doğru yapmıştı:
Şiddetli melankoli gibi rahatsızlıkların beyinle bir ilgisi olduğu sonucuna
varmıştı. Şöyle diyordu:
“Bizi deli eden veya çılgına çeviren, bize korku ve ilham veren beyindir.
Korku, ister gece olsun ister gündüz, uykusuzluk, yersiz hatalar, amaçsız
kaygılar, dalgınlık ve alışılmışın dışında davranışları beraberinde getirir.
Acı çektiğimiz tüm bu şeyler sağlıklı olmayan beyinden, onun anormal
derecede sıcak, soğuk, nemli veya kuru olmasından kaynaklanır.”
İkinci yüzyılda Romalı bir doktor olan Galen depresyon tedavisi üzerinde
kalıcı bir etkiye sahip olacaktı. Hipokrat gibi Galen de melankolinin ve
bağlantılı diğer rahatsızlıkların salgı kaynaklı bir dengesizliğin sonucu
olduğuna inanıyordu. Yine de bazı kişileri onları bu duruma iten şeyin
doğuştan sahip oldukları mizaç olduğunu ve tıbbın bu bireyler için çok az şey
yapabileceğini söylemişti. Galen ayrıca depresyonun kansere neden olduğuna
inanıyordu. [15]
Romalı devlet adamı, bilgin ve yazar olan Cicero melankolinin korku öfke ve
hepsinden de önemlisi keder kaynaklı olduğunu söylemişti. Ancak sonraki
yüzyıllarda bu rahatsızlığın tedavisi gelişmemişti.
Platon şaşırtıcı olmayan bir şekilde meseleye daha felsefi bir bakış açısına
sahipti. Ona göre depresyon insan ruhunun üç bölümünü dengeleyerek tedavi
edilebilecek bir rahatsızlıktı: akıl, arzu ve thumos'du.
Peki thumos neydi? Yunanlılar hayvanlarda, insanlarda ve tanrılarda thumos
(thymos) bulunduğuna inanıyorlardı. Thumos bazı eylemlerin arkasında bir
eşlik, araç veya motivasyon olarak sizden ayrı veya sizinle işbirliği içinde
hareket edebiliyordu. O sizin ayrı bir parçanız olduğu için onunla
konuşabilir, ona dayanmasını, güçlü olmasını ya da genç olmasını
söyleyebilirdiniz. Çünkü thumos gençliğin tutkusu ve gücüyle
ilişkilendiriliyordu. Ama yaşlı insanlar da thumos'a sahip olabilirdi. [16]
İlyada'da endişeli olan Akhilleus'un "yürekli thumosuna" konuştuğu, lir
çalarak thumosunu sevindirdiği görülür.
HİNDİSTAN
Hindistan'da Yoga Sutra hakkındaki eski ders kitabı nasıl sağlıklı
olunabileceğini ve hastalığa yol açan dinamikleri anlatıyordu. Daha sonraki
yüzyıllarda ruhsal problemlerin nedeni hastaların şimdiki veya önceki
hayatlarında işledikleri günahlara bağlanmıştı. Örneğin ölmüş önemli kişileri,
insanüstü kişileri, hayaletleri, tanrıları ve göksel varlıkları dikkate
almamak, hangi ruhların bundan rahatsız olduğuna bağlı olarak çeşitli
semptomlara neden olabiliyordu. [17]
ORTA ÇAĞ'DAN AYDINLANMA ÇAĞINA DÜNYA ÇAPINDA DEPRESYONA BAKIŞ
Dünya çapında depresyon için uygulanan garip ve acımasız “tedavi” yöntemleri
vardı. Genel olarak klasik sonrası ve erken ortaçağ toplumlarında depresif
insanlar dışlandı ve zayıf olarak görüldü. Bu nedenle de çoğu zaman suistimal
edilmişlerdi. Depresyonda olan insanların zindanlara atıldığı, zincire
vurulduğu ve dövüldüğü yüzlerce belge sayesinde bilinen bir
gerçektir. Cornelius Celsus'un (MÖ 25 - MS 50) bu tarz vakalarda
hastaların aç bırakılması, zincirlenmesi ve dövülmesi gibi çok sert yöntemler
önerdiği görülür. [18]
Zaman ilerledikçe depresyon anlayışımız ve acı çekenlere yardım etme ihtiyacı
da artmıştı. Bu tedavinin öncülerinden biri İranlı doktor Muhammed ibn
Zekeriya el-Razi idi. Razi depresyonun beyinden kaynaklandığını söylemişti.
Beyindeki kan akışının değişmesinden kaynaklanan bu duruma “melankolik
obsesif-kompulsif bozukluk” adını verdi. Tüm doktorları hastalarına nazik ve
özel bir özenle davranmaya çağırdı ve olumlu yönde desteklemelerini, uygun
davranış için hastayı ödüllendirmelerini vurguladı.
Başarılı tedavilerin ardından el-Razi hastayı taburcu eder ve onlara bir
miktar para verirdi. Bu, hastaların acil ihtiyaçları konusunda onlara
yardımcı olacak ve duygusal geçişlerine yardımcı olacaktı. Bu, psikiyatrik
bakım sonrası kaydedilen ilk vaka olarak kabul edilmiştir.
Fakat ne yazık ki o zamanlar birbiriyle yarışan pek çok teori vardı ve
depresyonun olumlu tedavisi pek tutmamıştı. Yaklaşan ortaçağ dönemiyle
birlikte Avrupa'ya depresyondan muzdarip olanları dışlayan bir “Karanlık
Çağ” çökmüştü. Hristiyanlık depresyon tanısını etkilemiş ve onun şeytan veya
iblisler tarafından ele geçirilme vakası olarak görülmesine neden olmuştu.
Tedavi olarak genellikle kaba yöntemler kullanılırdı, bunların başında da
şeytan çıkarma gelirdi. Elbette bir kişiyi ona sahip olduğuna inanılan
“iblis”ten kurtarmak umuduyla Hristiyan dualarını zikretmek klinik depresyon
için etkili bir tedavi değildi.
Ne yazık ki bu görüşler yüzden depresyon hastaları zulme uğramış, istismar
edilmiş veya öldürülmüştü. Depresyon ve diğer ruhsal sorunlar genellikle
büyücülük belirtileri olarak görülüyordu ve birçok masum insan Hristiyan din
adamlarının elinde acımasız ölümlere, işkencelere maruz kalmıştı.
17.yy boyunca cadı teması ön plandaydı. Çoğunluğu kadın olan on binlerce
cadı şüphelisi öldürülüştü. Üstelik cadılıkla suçlananlar arasında bugün
akıl hastalığına örnek sayılabilecek anormal davranışlar sergileyen ya da
sadece depresyonda olanlar olduğu gibi suçlananlardan bazılarının hiçbir
rahatsızlık belirtisi bile yoktu. [19]
Orta Çağ'da depresyonun kişinin tanrının gözünden düşmesi ile oluştuğu
düşünülüyordu. Bu sefer başrol Yunan panteonundan ziyade Hristiyanlığın
tanrısıydı. Ortaçağ Avrupası'ndaki din adamları için melankoli, kişinin
günah içinde yaşadığının ve tövbeye muhtaç olduğunun bir işareti sayılmıştı.
Şiddetli melankolinin bazen şeytani bir ele geçirme işareti olarak görüldüğü
oluyordu. Mistik yazılarıyla tanınan bir keşiş olan John Cassian, Mezmurlar
91'e dikkat çekmiş ve melankoliyi "öğle iblisi" olarak adlandırmıştı.
Depresyon hastalarının günahlarının cezası olarak ailelerinden ve
arkadaşlarından uzaklaşmalarını ve yalnız bir hayat sürerek ağır işler
yapmalarını tavsiye etmişti.
Tabi depresyon yalnızca günahkârlığın işareti olarak görülmekle kalmamış
aynı zamanda depresif bir durumda olmak bile başlı başına günah olarak kabul
edilmişti. Tembelliğin ölümcül günahı için Latince "acedia" terimi
kullanılıyordu ve tembellikten melankoliye kadar her şeyi içeriyordu.
Hristiyan hareketinin keşişleri ve kendini izole eden dindarlar dünyevi
yaşamdan kaçınmak isteyerek tamamen yalnızlığın hüküm sürdüğü, kendilerini
duaya ve iç benliklerine adandıkları uzak bölgelere gidiyorlardı. Tabi böyle
bir yaşam şekli anormal olduğundan akıl ve ruh sağlığı üzerinde üzerinde
derin etkileri oluyordu.
Orta Çağ boyunca birçok keşiş keder, ilgisizlik ve büyük bir ruhsal
rahatsızlık olarak tanımlanan “acedia” adlı bir durumdan muzdarip olarak
tanımlanmıştı. Bu durum toplumdan uzun süre uzak yaşamanın ve inzivaya çekilen
dindarların katlandığı katı yoksunluktan kaynaklanıyordu.
Zaten acedia hastası bireyler hakkında yazan din adamlarının çoğu, aslında
depresyon nöbetlerini olarak tanımlamıştı. Örneğin, Cassian “tembel” bir
keşişi şu şekilde tanımlıyordu:
"Endişeyle bir o yana bir bu yana bakıyor ve kardeşlerinden hiçbirinin
onu görmeye gelmediğini, sık sık hücresine girip çıktığını ve sanki çok
yavaş batıyormuş gibi sık sık başını kaldırıp güneşe baktığını söylüyor.
Bu yüzden bir tür mantıksız kafa karışıklığı onu iğrenç bir karanlık gibi
ele geçirir." [20]
14. yüzyılda yazılan Canterbury Masalları benzer şekilde tembel insanı
umudunu yitirmiş ve “aşırı keder” ile dolu biri olarak tanımlar. Bu aşırı
düşük ruh halini, tembellik ve hayata karşı genel bir ilgisizlik takip
edeceği için bu durum tembel kişinin iyi işler yapmasını engelleyecektir.
Dolayısıyla tövbe edilmezse bu tembellik hali Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş
bir günah sayılır.
Depresyon 14. yüzyıldan itibaren bugün de kullandığımız adını almıştı.
Latince "basmak" anlamına gelen "deprimere" fiilinden türetilmiş ve iyi
olmayan ruh halini belirtmek için "depress" terimi kullanılmıştır.
16. yüzyıldaki Rönesans ile birlikte felsefi, bilimsel ve tıbbi düşünce bir
kez daha ön plana çıkmıştı. 1665'te ünlü bir İngiliz yazar bu durumu "ruh
halinde büyük depresyon" olarak nitelendirmişti.
Rönesans'ın sonundan Aydınlanma'nın sonuna kadar Klasik Çağ depresyon ve
tedavilerine yeni bir ışık tutar. Depresif kişiler boşluk, anlam
yokluğu ve büyük üzüntü hisseden bireyler olarak kabul edildi.
O dönem için depresyon üzerine en önemli çalışma 1621'de yayınlanmıştı. Adı
“Melankolinin Anatomisi” idi. Oxford Üniversitesi'nde akademisyen, öğretmen
ve vekil olan Robert Burton tarafından yayınlanıştı. Robert “Melankoliye”
tamamen ve derinlemesine bakan, birçok teoriyi ele alan ve ilk elden
deneyimleri anlatan öncülerden biriydi. Depresyonla tüm makul ve olumlu
çözümlerle mücadele edilmesi gerektiğini öne sürmüştü. Bunlar bol uyku,
sağlıklı beslenme, müzik, sanat, anlamlı işler yapmak ve bir arkadaşla
sorunu hakkında olumlu konuşmalar yapmaktı. [21]
Sonraki yüzyıllarda, hala yaygın olarak kullanılan adıyla “melankoli”
kavramı sürekli araştırılmaya devam edildi. Antik toplumun “salgı” teorisi
kusurlu ve yanlış olarak görülmeye başlanınca yeni öncü tıbbi ve psikolojik
çalışmalar ortaya çıktı.
Aydınlanma Çağı olarak da adlandırılan 18. ve 19. yüzyıllarda depresyon,
kalıtsal olarak aktarılan ve değiştirilemeyen bir mizaç zayıflığı olarak
görülmeye başlandı. Bunun sonucunda bu durumdaki kişiler dışlanmaya veya
kilit altına alınmaya başlanmıştı. Aydınlanma Çağı'nın ikinci yarısında
ise doktorlar, durumun kökeninde saldırganlık olduğu fikrini öne sürmeye
başlamıştılar. [22]
Artık egzersiz, diyet, müzik ve ilaç gibi tedaviler savunuluyor ve doktorlar
hastanın sorunlarını arkadaşları veya bir doktorla konuşmasının önemli
olduğunu öne sürüyorlardı.
Yine de birçok doktor bu durumun fiziksel nedenlerini belirlemeye
çalışıyordu. Bu dönemdeki tedaviler ise hastayı suya daldırarak boğulmadan
durabildiği en uzun süre boyunca tutmak ve beynin içindekileri doğru
konumlarına geri getirmek için dönen bir tabure kullanmaktı. İzlenen diğer
tedaviler arasında beslenme değişiklikleri, lavman ve kusma vardı. Hatta
Benjamin Franklin bu süre zarfında erken bir elektroşok tedavisi
geliştirmişti. [23]
Alman doktor Johann Christian Heinroth (1773-1843) bu durumu, hasta içindeki
ahlaki çatışmadan kaynaklanan ruhsal rahatsızlık olarak tanımlamış ve
depresyonu psikolojik bir durum olarak görmüştü. Daha sonra dönemin birçok
bilgili insanı ve doktoru, melankoliyi, rahatsızlıklara bağlı olarak farklı
alt gruplara ayırmaya başladı.
Zamanla depresyon terimi daha sık kullanılmaya başlandı ve sonunda modası
geçmiş “melankoli” teriminin yerini aldı. Bir Alman psikiyatrist olan Emil
Kraepelin (1856-1926) muhtemelen depresyonu kapsayıcı bir terim olarak ilk
kullanan ve manik depresyonu ayırt ederek ve bipolar bozukluğu tanımlayan
ilk kişiydi. [24]
Bu süre zarfında Sigmund Freud depresyonun kayıptan kaynaklanabileceğini ve
standart yastan daha şiddetli bir şekil aldığını öne sürerek depresyon
konusunu ele aldı. Objektif kaybın sübjektif kayıpla sonuçlandığını
belirterek karmaşık bir teori önerdi. Örnek olarak değerli bir romantik
ilişkinin kaybından kaynaklanan depresyonu ele aldı. Depresif kişinin
bilinçsizce sevgi nesnesiyle özdeşleştiğini ve kaybın yastan daha derin
psikolojik etkileri olduğunu iddia etmişti. [25]
20. yüzyılda felsefe ve psikoloji iç içe geçmişti ve ikisi de depresyon için
bir açıklama arıyordu. Depresyon tedavisi ile ilişkili en önde gelenler
varoluşçu felsefe ekolleriydi.
Avusturyalı varoluşçu psikiyatrist Viktor Frankl (1905-1997) depresyonu
aşırı güçlü bir önemsizlik, yararsızlık ve anlamsızlık duygusuna bağlamıştı.
Bu duyguların ürettiği “varoluşsal boşluğun” anlamlı şeylerle doldurulması
gerektiğini öne sürüyordu.
Bir başka benzersiz teori Amerikalı varoluşçu psikolog Rollo May'den
(1909-1994) gelmişti. Depresyonun “bir gelecek inşa edememe” hissi olduğunu
ve bundan muzdarip kişinin “geleceğe doğru şekilde bakamadığını” savunmuştu.
Böyle bir durum genellikle anlam eksikliği ile bağlantılıydı.
Psikologların çoğu depresyonun toplumun baskıları ve standartları ile
bireyin tam potansiyeline ulaşmak ile doğal ihtiyaçları arasındaki boşluktan
kaynaklandığını savunmuştu. Çünkü ne yazık ki modern dönemde topluma
çok yüksek standartlar biçiliyor ve insanlar özellikle de ergenlik
dönemlerinde kendilerini bu imkansız standartlara ulaşamayacak durumda
buluyorlar.
Kendine acıma, değersizlik ve anlamsızlık duygularının tümü bundan
kaynaklanır. Bir anlamda toplumun kendisi de yüksek depresyon oranlarından
sorumludur. 1950'lerde Albert Ellis depresyonun irrasyonel “olması
gerekenler” ve “zorunluluklar”dan, toplumun imkansız standartlarından ve
ihtiyaçlarından kaynaklandığını iddia etmiş, bunun, gereksiz yere kendine
acıma hissine ve kendini suçlamaya yol açtığını belirtmişti.
1960'larda ve 1970'lerde depresyonun bilişsel teorileri ortaya çıkmaya
başlamıştı. Bilişsel davranışçı Aaron Beck insanların olumsuz olayları
yorumlama biçiminin depresyon belirtilerine katkıda bulunabileceğini öne
sürmüştü. Olumsuz otomatik düşüncelerin, olumsuz benlik inançlarının ve
bilgi işlemedeki hataların depresif belirtilerin kaynağı olduğunu
söylüyordu. Ona göre depresif insanlar olayları otomatik olarak olumsuz
şekilde yorumlama ve kendilerini çaresiz, yetersiz görme eğilimindedir. [26]
19. yüzyılın sonlarında şiddetli depresyon için uygulanan tedaviler
hastalara yardım etmek için yeterli değildi, hatta hayatlarını
karartıyordu. Çaresiz kalan birçok insan "lobotomiye" yani beynin
prefrontal lobunu yok etmek için yapılan ameliyatlara yönelmişti.
Sakinleştirici etkiye sahip olduğu söylense de lobotomi operasyonları
kişilik değişikliklerine, karar verme yeteneği kaybına, muhakeme
güçlüğüne, hatta bazen ölüme bile neden oluyordu. [27]
Kafa derisine uygulanan bir elektrik şok olan elektrokonvülsif terapinin
(ECT) de kullanıldığı oluyordu.
1950'lerde doktorların isoniazid adı verilen tüberküloz ilacının bazı
depresyon hastalarında işe yaradığını fark etmeleri sonrası depresyon
tedavisinde önemli bir süreç başlamıştı. Depresyon tedavisi daha önce
sadece psikoterapiye odaklanıyordu fakat artık ilaç tedavileri
geliştirilmeye başlamıştı. [28]
Eliade M. Shamanism: Archaic Techniques of Ecstasy. 1964.
Reynolds EH, Wilson JV. Depression and anxiety in Babylon. J R Soc Med.
2013;106 (12) : 478-481.
Maria Isabel Toro Rueda (2003). The heart in Egyptian literature of the
second millennium BC, p. 84.
Abusch and Schwemer (2011), Corpus of Mesopotamian Anti-witchcraft
Rituals, p. 150.
A.g.e., 156, lines 1-8.
A.g.e., lines 38-45.
Reynolds EH, Kinnier Wilson JVJ Neurol Neurosurg Psychiatry (2012).
Obsessive compulsive disorder and psychopathic behaviour in Babylon. 83
(2) : 199-201.
Ritter EK, Kinnier Wilson JV. Prescription for an anxiety state. Anatolian
Stud 1980; 30: 23-30.
Homer, Odyssey, I, 35ff.; Homer, Odyssey, III, 300-310.
Wood, Michael. "Jason and the Argonauts", In Search of Myths & Heroes,
PBS
Millon T, Grossman S, Meagher SE. (2004) Masters of the Mind: Exploring
the Story of Mental Illness from Ancient Times to the New Millennium.
μέλας, χολή, Henry George Liddell, Robert Scott, A Greek-English
Lexicon, on Perseus Digital Library.
Charles M. Tipton (2014). The history of "Exercise Is Medicine" in ancient
civilizations. Adv Physiol Educ. 38(2):109-117.
Clarke, R. J.; Macrae, R. (1988). Coffee: Physiology.
Anthonya A. Long. Psychological Ideas in Antiquity. In: Dictionary of the
History of Ideas (2003). 1973-74.
Pradhan BK. (2014) Yoga and Mindfulness Based Cognitive Therapy (Y-MBCT):
A Clinical Guide.
Tesařová D. Aulus Cornelius Celsus and a regimen. Cas Lek Cesk.
2018;157(5):263-267.
Levack B. The Witch-Hunt in Early Modern Europe, 2nd ed. Boston, MA:
Pearson Education Ltd; 1995.
John Cassian, The Institutes, (Boniface Ramsey, tr.) 2000:10:2, quoted in
Stephen Greenblatt, The Swerve: how the world became modern, 2011:26.
Brink A. (1979) Depression and loss: A theme in Robert Burton's "Anatomy
of Melancholy" (1621). Can J Psychiatry. 24 (8) : 767-72.
Rössler W. The stigma of mental disorders: A millennia-long history of
social exclusion and prejudices. EMBO Rep. 2016;17(9):1250-1253.
Bolwig TG, Fink M. Electrotherapy for melancholia: The pioneering
contributions of Benjamin Franklin and Giovanni Aldini. J ECT.
2009;25(1):15-8.
Mondimore FM. (2005) Kraepelin and manic-depressive insanity: An
historical perspective. Int Rev Psychiatry. 17 (1) : 49-52.
De Sousa A. (2011) Freudian theory and consciousness: A conceptual
analysis. Mens Sana Monogr. 9 (1) : 210-217.
Gaudiano BA. Cognitive-behavioural therapies: Achievements and challenges.
Evid Based Ment Health. 2008;11(1):5-7.
Faria MA Jr. Violence, mental illness, and the brain - A brief history of
psychosurgery: Part 1 - From trephination to lobotomy. Surg Neurol Int.
2013;4:49.
Ramachandraih CT, Subramanyam N, Bar KJ, Baker G, Yeragani VK.
Antidepressants: From MAOIs to SSRIs and more. Indian J Psychiatry.
2011;53(2):180-182.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
MS. 78-139 Aralığında yaşamış olan Zhang Heng astronomiye ve depremlere
merak duyan biriydi. Nan Yang şehrinde dünyaya gelen adam seçkin bir aileye
sahipti ama varlıklı değillerdi. Kumandanlık valisi olan büyükbabası, Zhang 10
yaşındayken ölmüş ve onu annesi ile büyükannesinin bakımına bırakmıştı. [1]
Zhang büyüdüğünde öyle başarılı olmuştu ki MS. 112'de İmparator An'ın
altındaki Han sarayında Baş Gökbilimci olarak terfi etmişti. Göksel olayları
gözlemleyerek alametleri kaydediyor, takvim hazırlıyor ve hangi günlerin daha
uğurlu olacağını bildiriyordu.
Takvimi düzenleyerek mevsimlerle uyumlu hale getirmiş, 54 yaşındayken
tarihteki ilk sismografı icat ederek depremleri ölçmeyi başarmış ve bu
icadına Toprak Hareket Aleti anlamına gelen Di Dong Yi (Dìdòngyí 地動儀)
adını vermişti. Deprem ölçümü konusunda öyle başarılı olmuştu ki icat ettiği
makinesi 500 km uzaklıktaki depremin konumunu bile tespit etmişti. Bunların
yanı sıra şiir ile ilgilenmiş ve kendinden sonraki yazarlar tarafından onun
şiirlerinden övgüyle bahsedilmişti. [2]
DÜNYAYI İNCELEME ÇALIŞMALARI
Doğu Han Hanedanlığına mensup olan Çinli bilgin her ne kadar matematik,
astronomi, edebiyat gibi alanlarda eğitim almış olsa da en başarılı olduğu
alan coğrafyaydı. [3] İmparatorluk tarihçisi olarak görev aldığı sıralarda
coğrafyaya özel bir ilgi duymaktaydı. Çin çok fazla deprem yaşanan bir
coğrafyaya sahipti ve halk bu depremlerin öfkeli tanrıların gazabı
olduğuna inanıyordu. Zhang bu batıl inançları kabul etmiyordu. Eğer
sarsıntılarla ilgili bilimsel kayıtlar tutarsa yaşanacak depremleri tahmin
edebilir bu sayede hazır olarak geçirdikleri depremleri daha az can kaybı
ile atlatabilirlerdi. İşte bu amacı doğrultusunda adına Di Dong Yi adını
verdiği, tarihteki ilk sismografı icat etmişti.
SİSMOGRAF
Zhang'ın icat ettiği bronzdan yapılmış sismograf devasa bir aletti ve
yaklaşık iki metre çapındaydı. Bulunduğu döneme göre icat ettiği toprak
hareket aletinin çalışma prensibi ve tutarlılığı gerçekten inanılmazdı.
Ortasında yer alan şaftın ucuna 8 adet ince bakır çubuk yerleştirilmişti,
diğer uçta bunlara tekamül eden aynı sayıda ejder başı vardı. Her birinin
ağzında bakır birer top bulunan bu 8 ejder, pusuladaki 8 ana yönü temsil
ediyordu. Her birinin altında ağzı açık şekilde bekleyen kurbağa figürleri
bulunuyordu. Eğer bir sarsıntı olursa bunun yaşandığı yönde bulunan
ejderhanın ağzındaki bakır top altında bekleyen kurbağanın ağzına düşüyor,
bu sırada bir zil çalarak kraliyet yetkililerine haber veriyordu.
Basit bir örnek verecek olursak, Çin'in kuzeydoğusunda bir deprem yaşanırsa
kuzeydoğuya bakan ejderhanın ağzındaki bronz top hemen altındaki kurbağanın
ağzına düşüyor ve zili çaldırarak sarsıntıyı haber veriyordu.
Bu cihaza dair meşhur bir hikaye vardır. Hikayeye göre MS. 138'de aletin
batı yönüne bakan ejderin ağzındaki top düşer. Adam bu durumu imparatora
rapor eder fakat iki gün boyunca başka hiçbir şey yaşanmaz ve imparatora
yeni rapor gitmez. Bunun üzerine Zhang'ın aletinin çalışmadığını, işe
yaramadığını düşünenler olur. Fakat at sırtındaki haberciler gelip 500 km
batıda şiddetli bir deprem olduğunu bildirince icadının düzgün çalıştığı
ortaya çıkar. [4]
YILDIZLARI GÖZLEMLEMESİ
Astronomiye meraklı olan Zhang sürekli gökyüzünü gözlemliyordu ve bu sayede
ay ışığının görünmesinin güneşten kaynaklandığını fark etmişti. Ayrıca ay
tutulmasının dünyanın gölgesinin ay yüzeyine düşmesi ile gerçekleştiğini
söylemişti.
Oldukça detaylı bir gökyüzü haritası çıkarmıştı. Yunan astronom Hipparkos'un
yıldız fihristinden 850, Batlamyus'un (Klaudios Ptolemaios) yıldız
fihristinden binlerce fazla yıldız içeren bir gökyüzü gece haritası
çizmişti. Gökyüzünün gece haritasını oldukça detaylı şekilde çıkardığı
çalışmasında 124 takımyıldızı, 2500 "parlak" yıldız tespit etmişti. Çok
küçük yıldızların varlığı ile birlikte tahminen 11.520 yıldız var olduğunu
söylemişti. [5]
Astronomi alanında Lin Xian gibi birçok kitap yazmıştı. Hun-i-chu adlı
eserinde gökyüzünün bir tavuk yumurtası gibi olduğunu yazmıştı. Yunan
düşünürler, örneğin Anaksimandros, Anaksimendres gibi Zhang de dünyanın küre
biçiminde, evrenin merkezinde olduğuna inanıyordu. Yaylı tüfeğin misketi
kadar yuvarlaktır dediği dünyanın tıpkı yumurtanın sarısı gibi tek başına ve
evrenin merkezinde olduğunu belirtmiştir. Ona göre gökyüzü çok büyük, dünya
ise oldukça küçüktür. [6]
Bu dünya görüşünden dolayı dünyanın 3 boyutlu maketini, su gücüyle dönen
göksel bir küre yapmıştı. Bu küre yılda bir kez dönüşünü tamamlayarak ve
yıldızların konumlarının nasıl değiştiğini gösteriyordu.
Pİ SAYISI
Matematik alanındaki uğraşları ile kendinden önceki Çinli bilim
insanlarının Pi formülünü geliştirmişti. MS. 130'da gökküre ile dünyanın
çapını birbirleri ile kıyaslamış, göksel daireyi 736, dünyayı ise 232
olarak ele almış, bu oranlama sonucunda Çinlilerin yıllar boyunca 3 olarak
hesapladıkları Pi sayısını 3,1724 olarak yenilemişti. Daha sonraki
hesaplamalarında günümüzdeki pi değerine (3.142) daha yakın olan 3,162
sayısına ulaşmıştı.
Çağının dört büyük ressamından biri olarak kabul edilen adam aynı zamanda
bisiklet, araba gibi araçların gittiği mesafeyi ölçmeye yarayan ilk tutarlı
odometreyi de icat etmişti. [7][6]
KAYNAKLAR
Asiapac Editorial (2004). Origins of Chinese Science and Technology, p.
120.
Needham, Joseph (1986). Science and Civilization in China: Volume 4
(Physics and Physical Technology), p. 30; Wright, David Curtis (2001). The
History of China, p. 66; Ray Huang (1997). China: A Macro History, 64.
Xiao, Tong, and David Knechtges (1996), Wen Xuan, Or, Selections of
Refined Literature, p. 398.
Minford, John, and Joseph S.M. Lau (2002) Classical Chinese literature: an
anthology of translations, p. 307; Needham, A.g.e. Volume 3 (Mathematics
and the Sciences of the Heavens and the Earth), p. 627.
Jon Balchin (2003). Science : 100 Scientists Who Changed the World, p. 27.
Needham, A.g.e. Vol. 3, p. 414.
Yan, Hong-sen (2007). Reconstruction Designs of Lost Ancient Chinese
Machinery, p. 128.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Ebers Papirüsü, Mısır tıp tarihinin en eski ve en kapsamlı kayıtlarından biri
olarak kabul edilir. Antik Mısır'ın tıp dünyasına bir pencere açarak hem
bilimsel (rasyonel yöntemler) hem de büyü içeren dini (irrasyonel yöntemler)
metotların karışımını yansıtır. Neredeyse beş kez kapsamlı bir şekilde
incelenmiş ve yeniden çevrilmiştir. Eski Mısır'ın M.Ö.14-16. yüzyıllarının
kültürel yapısına dair çok fazla fikir verdiği için önem kazanmıştır.
Ebers papirüsü hastalıklar ve yaralanmalar için 842'den fazla tedavi içeren
eski bir tıbbi belgedir. Bu metinler özellikle kalp, solunum sistemi ve
diyabet odaklıdır.
Bu papirüs 21 metre uzunluğunda ve 30 cm genişliğindedir. 22 satıra
bölünmüştür. Adını ünlü Mısırbilimci Georg Ebers'dan almıştır. Bu papirüsün
MÖ 1550-1536 yılları arasında, I. Amenopis döneminde hazırlandığı tahmin
edilmektedir. Şu anda Almanya'da Leipzig Üniversite'sinin kütüphanesinde
bulunmaktadır.
Ebers Papirüsleri pek çok tıbbi bilgiyi kapsıyor olsa da bu tedavilerin nasıl
keşfedildiğine dair sadece bir avuç belge bulunmaktadır. Georg Ebers
tarafından satın alınmadan önce Teb'in Tıbbi Assasif Papirüsü olarak
biliniyordu. Georg Ebers'in eline nasıl geçtiğinin hikayesi ise, papirüsün
bahsettiği tıbbi ve ruhsal tedaviler kadar harikadır.
Efsaneye göre 1872'de Georg Ebers ve zengin yardımcısı Herr
Gunther, Luksor'da (Teb) nadir bulunan bir koleksiyon mağazasına
adım attı. Mağaza sahibi Edwin Smith adlı bir koleksiyoncuydu. Mısırbilim
camiasında dolaşan söylenti Ebers'in bu papirüsü esrarengiz bir şekilde elde
ettiği yönündeydi.
Ebers ve Gunther geldiğinde Smith onlara mumya bezine sarılı tıbbi metinler
içeren bir papirüs sundu. Bu papirüsün Nekropolis'in El-Assasif semtinde, bir
mumyanın bacakları arasında bulunduğundan bahsetti. Ebers ve Gunther bu
papirüsü satın aldı ve ilk olarak 1875'te Faksimile adıyla yayınladı.
Ebers, bu tıbbi bilgiler içeren papirüsleri çoğaltarak hiyerogliflerin
İngilizce ve Latince'ye çevirileri de dahil olmak üzere iki farklı cilt renkli
fotoğraf ile yayınladı. Yayınlanmasından kısa bir süre sonra, 1890'da Joachim
bunların Almanca çevirisini çıkardı ve ardından 1917'de H. Wreszinski
tarafından rahip sınıfına ait metinlerin hiyerogliflere çevirisi yapıldı.
Papirüsler 4 kez daha farklı bilim insanları tarafından
İngilizceye çevrildi. İlk çeviriyi 1905'te Carl Von Klein, ikinciyi
1930'da Cyril P. Byron, üçüncüyü 1937'de Bendiz Ebbel, dördüncü ve son
çeviriyi doktor ve bilim insanı Paul Ghalioungui'ni yaptı. Tüm bu çeviriler
sayesinde antik Mısır'ı anlamak biraz daha kolaylaştı.
Antik Mısır'da tıbbın iki kategoriye ayrıldığını, birinin bilimsel, akılcı
yöntemler, diğerinin ise muska, büyü, mısır tanrılarına yazılmış büyülü sözler
gibi dini-büyülü inançlara yönelme olduğunu belirtmiştim. Toplumda sihir, din
ve tıbbi sağlık yöntemleri arasında güçlü bir ilişki vardı. Bakteri, virüs
gibi kavramlar yoktu, bunların boşluğunu tanrıların kin ve öfkesine olan inanç
doğuruyordu. Hastalığın temel nedeni bu sayılıyordu.
Ebers Papirüsü MÖ 16. yüzyıla (MÖ 1550-1536) tarihlendirilse de, metnin MÖ
1995-1775 aralığındaki 12. Mısır Hanedanlığı'na tarihlenen daha eski
kaynaklardan kopyalandığına dair dil bilgisel kanıtlar bulunmaktadır. Ebers
Papirüsü, hiyerogliflerin kısaltılarak el yazısı ile yazıldığı hiyeratik
biçiminde yazılmıştır. Kırmızı mürekkeple yazılmış 877 bölüm başlığı bulunur
ve kalan kısımları siyah ile yazılmış metinleri içerir.
1 den 110'a kadar numaralandırılmış olan Papirüs 108 sütun içerir. Her sütun
ise 20 ila 22 satırlık metin içerir. Papirüs metni I.Amenophis dokuzuncu
yılında yazıldığını gösteren bir takvimle sona erdiği için, MÖ 1536'da
yazılmış olması da muhtemel.
Papirüs, anatomi, fizyoloji, toksikoloji, büyüler ve diyabetle nasıl başa
çıkılacağı hakkında pek çok bilgi barındırır. Ek olarak hayvan kaynaklı
hastalıkların, bitki kaynaklı tahrişlerin ve mineral toksinlerin nasıl tedavi
edileceğinden de bahseder.
Metinlerden görülen o ki dönem insanları lapa, krem ve çeşitli yollarla
hastalıkları tedavi etmeye odaklanmışlar. 842 sayfada bitkisel ilaçlar ve
bunların reçeteleri yazılmıştır. Bunlar farklı rahatsızlıklar için
kullanılabilecek 328 karışımdan bahseder. Bununla birlikte bu karışımların
yönergeleri yazılmadan önce test edilip edilmediğine dair neredeyse hiç kanıt
yoktur. Ayrıca söz konusu karışımların tanrılarla ilişkili belirli
bileşenlerden oluşmuş olabileceğine dair spekülasyonlar var.
Arkeolojik, tarihsel ve tıbbi kanıtlar antik Mısırlı şifacıların hastalarını
bilimsel yöntemlerle tedavi etmek için bilgi ve beceriye sahip olduğunu ortaya
çıkarmıştır. Ancak rasyonel yöntemlerin yanında büyülü-dini uygulamaları dahil
etme ihtiyacının da var olduğu görülmektedir. Bu belki de kültürel bir
gereklilikti. Bilimsel yöntemler işe yaramadığında şifacıları uyguladıkları
tedavinin neden işe yaramadığını açıklamak için dine-maneviyata
güveniyorlardı. Soğuk algınlığı için uygulanan, günümüzce oldukça komik olarak
algılanacak sözler içeren bir şifa büyüsünün çevirisi buna güzel bir örnektir:
"Dışarı ak, kokuşmuş burun, dışarı ak, burnu kokuşmuşun oğlu! Kemikleri kıran,
kafatasını yok eden ve kafanın yedi deliğini hasta eden sizler dışarı akın!"
(Ebers Papirüsü, 763.satır)
Mısırlılar, kalp ve kardiyovasküler sisteme de önem veriyorlardı. Çünkü kan,
gözyaşı, idrar ve meni gibi vücut sıvılarının düzenlenmesinden ve geçişinden
kalbin sorumlu olduğuna inanıyorlardı. Ebers Papirüsü, insan vücudunun her
yerine bağlanmış kan sağlayıcıları ve damarları kapsayan “kalpler kitabı” adı
verilen tam bir bölüm içerir. Ayrıca kalbi etkileyen depresyon ve bunama gibi
zihinsel rahatsızlıkları da listeler.
Şaşırtıcı gelebilir ama Ebers Papirüs'ü ayrıca doğum kontrolü, gebelik
teşhisi, jinekoloji, gastrit, parazitler, cilt problemleri, göz problemleri,
kanserli tümörlerin cerrahi tedavisi ve kemik yerleşimi gibi konularla ilgili
çeşitli bölümleri de içeriyor.
Birçok hastalığı tanımlayan papirüsün bir bölümü akademisyenlere göre
diyabetin tespitini anlatmakta. Bendix Ebbell gibi bilim insanları Ebers
Papirüsünün 19. başlığındaki semptomların diyabet ile paralellik gösterdiğine
inanıyorlar. İlgili Ebers metninin tercümesi şöyledir:
"Varlığının merkezinde hasta olan birini incelerseniz ve bedeni hastalıktan
sınırlarına kadar küçülmüşse; Eğer onu muayene etmezseniz ve vücudunda,
kaburgalarının yüzeyi dışında hap gibi olan bir hastalık bulursanız o zaman
evinizde hastalığa karşı (büyülü sözler) bunu okumalısınız; daha sonra onu tedavi
etmek için gerekli malzemeleri de hazırlamalısınız: Elephantine'in kan taşı,
toprak, kırmızı tahıl ve keçiboynuzunu yağ ve balda pişirin. Susuzluğunu
bastırmak ve ölümcül hastalığını iyileştirmek için dördüncü sabah bunları
yemelidir." (Ebers Papirüsü, 197.Başlık, 39.Sütun, 7.Satır)
Papirüsteki metinlerde yazan birkaç tedaviye daha bakalım.
Doğum kontrolünü sağlamak için hurma, akasya ve bal karışımını bir yüne
sürerek bunu rahim ağzına yerleştirmek; ki günümüzde benzeri sayılabilecek
yöntemler vardır.
Gine kurdu hastalığının tedavisi şöyle yazılmış:
"Solucanın çıkan ucunu bir çubuğun etrafına sarın ve yavaşça dışarı
çekin."
3,500 yıl sonra bile bu rahatsızlık aynı şekilde tedavi ediliyor.
Ebers Papirüsünden bazı bölümler bazen bir büyülü şiir olarak okunsa da,
modern tıp metinlerine benzeyen ilk teşhis girişimlerini de içerdiği açıktır.
Ebers Papirüsü gibi diğer birçok papirüs metni teorik dualar olarak değil eski
Mısırlıların kültürü ve zamanıyla ilgili pratik rehberler olarak görülmelidir.
Neticede bu metinler insanların acı çekmesine tanrıların neden olduğu
düşünülen bir dönemde, hastalık ve yaralanmaların tıbbi tedavileri olarak
yazılmıştı.
Bu ve benzeri çeşitli belgeler olmasaydı bilim insanları ve tarihçiler
yalnızca mumyalara, sanat eserlerine ve mezar kalıntılarına sahip olacaklardı.
Fakat belgeye dair bazı şüpheler de var.
Bu şüphelerden biri hatalı çeviri ihtimalidir. Keşfedildiği günden bu yana
Ebers Papirüsünü tercüme etme girişimleri göz önüne alındığında, yazıların
çoğunun her çevirmenin önyargısı nedeniyle yanlış yorumlanmış olabileceğinden
şüphelenenler de vardır.
Bununla birlikte, antik Mısır şifacılarının çok yetkin olduğuna dair daha
fazla kanıt ortaya çıkarmak için Mısır mumyaları üzerinde anatomik ve
radyolojik çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar antik Mısır cerrahlarının
ameliyat ve amputasyona, yani uzuv kesmeye yatkın olduğunu doğrulayan
iyileşmiş kırıklar ve uzuvlar ortaya çıkardı. Ayrıca Mısırlıların ayak
başparmakları için yaptıkları antik protezler onların bu konuda ile de
uğraşmış, kendilerini farklı alanlarda gelişmiş olduklarını ortaya çıkardı.
Sandalete benzeyen bu başparmak protezlerinin amacı belliydi, genetik olarak
yada bir kaza sonucu ayak parmağı olmayan kişilerin yürümesini sağlamak.
[Üçüncü Ara dönemden (yaklaşık MÖ 1070-664) bir mumyanın dibinde bulunan
kartonajdan* yapılmış protez ayak parmağının ahşaptan yapılmış kopyası.]
Mumyalardan alınan doku, kemik, saç ve diş örnekleri, dokubilimi (histoloji),
bağışıklık göze kimyası (immünsitokimya) testleri ile incelenmiş, ayrıca
antikor-enzim bağlantısını incelemeyi amaçlayan ELISA**
testine tabi tutulmuş ve DNA analizleri yapılmıştır. Bu testler, mumyalanmış
bireyleri etkileyen bazı hastalıkların belirlenmesine yardımcı oldu. Kısa süre
sonra keşfedilen şey şu oldu; Mezardan çıkarılan mumyalarda bulunan bazı
hastalıklar, papirüslerin tıbbi metinlerinde listelenen ilaçlarla tedavi
edilebilmişti. Bu durum Ebers Papirüsü gibi metinlerde listelenen tüm
ilaçların olmasa da en azından bazılarının etkili olabildiğini kanıtlamış
oldu.
Böylece Ebers Papirüsü gibi tıbbi papirüsler, Mısır tıp biliminin kökenlerine
dair kanıtlar sağlamış oldu. Onların sahip olduğu işe yarayan yada yaradığı
zannedilen tüm bu bilgiler nesilden nesile aktarılıyordu.
Ebers Papirüsünün ve var olan diğer birçoklarının daha ileri düzeyde
incelenmesi, bilim insanlarının eski Mısırlıların erken tıbbi bilgilerindeki
maneviyat ile bilim ilişkisini fark etmelerine, detaylandırmalarına olanak
tanıyacağı gibi geçmişte bilinen ve nesiller boyunca aktarılarak devam eden
bilgilerin anlaşılmasını sağlar. Neticede her şeyin 21. yüzyılda yaratıldığını
ve daha önce benzer alanda hiçbir uğraş verilmediğini varsaymak mantıksız
olurdu; ki arkeolojik keşifler de zaten bunu gösteriyor.
Zaten sizlerin de bildiği üzere kocakarı ilacı dediğimiz her tedavi yöntemi
tamamen bilimdışı değildir. Bunlar içinde bulunulan dönemin şifa arayışlarının
sonucudur. O yüzden bazı istisnalar dışında eski insanların tıbbi ilaçlarını
görmezden gelmek pek mantıklı değildir. İçinde bulunduğumuz dönemde en kötü
hastalıkların bile birçoğu tedavi edilebiliyor. Ancak tedavi edemediklerimiz
de var. Üstelik uyguladığımız bilimsel yöntemler 21. yüzyılda yaşayan insanlar
için harika olarak görünse de 45. yüzyılda yaşayacak olanlar muhtemelen geriye
dönüp baktığında bizim bugünkü yöntemlerimizi çok basit bulacaktır.
Bir düşünsenize 2000 yıl sonra günümüz tıbbı hakkında şöyle bir açıklama
yapılıyor:
"Keşke 21.yy insanları dalak ve apandisin vücudun en önemli parçaları
olduğunu bilselerdi. O zaman onları acemi tıpçılar olarak görmezdik."
NOTLAR
*Kartonaj, Mısır'da mumyaların maske ve tabutlarının yapıldığı, tutkallı
keten veya papirüsten oluşan malzemedir.
**ELISA, Enzyme-Linked ImmunoSorbent Assay testinin İngilizce kısaltmasıdır.
Antijen-antikor ilişkisini, antikora bağlanmış bir enzimin aktivitesini
araştırmak temeline dayanan kantitatif ölçüm yöntemidir.
KAYNAKLAR
David, Rosalie. The art of healing in ancient Egypt: a scientific
reappraisal. The Lancet. Vol. 372, Issue 9652. PP. 22-28
David, Rosalie. Religion and Magic in Ancient Egypt. PP. 30, 286-287.
Carpenter, Stephen. Et al. An Interlinear Transliteration and English
Translation of Portion of The Ebers Papyrus possibly having to do with
Diabetes Mellitus. Based on the hieratic to hieroglyphic transcription by
Walter Wreszinski Leipzig, 1913. (1998) Bard College
Annandale-on-Hudson NY. PP. 1-22
Ebers, Georg. A Thorny Path. Vol 11, No. 101
Hassan, Esmat A. Folk Medicine in Egypt: Past and present. Vol 3. Issue 3.
P. 127
Kushner, Burton J. M.D. The 100 th Monkey phenomenon and medical research.
Journal of AAPOS. Vol.3, No. 2
Medow, Norman. Ancient Egyptian records provide clues to ophthalmic care.
Ophthalmology times, vol. 31, no. 4. PP. 55-56
Pagan, Veronica M. The birth of Medical Literature. World Neurosurgery.
Vol 76, Issue 1-2.
Rawlson. George- Transkation. Herodotus. The Histories. 1997.
Guerini, Vincenzo. A History of Dentistry from the Most Ancient Times
Until the End of the Eighteenth Century. p. 19
Sciences, Kara Rogers Senior Editor, Biomedical. Medicine and Healers
Through History
Roberts, Jacob (2015). "Sickening sweet". Distillations. 1 (4): 12–15.
Palmer, Philip E.S.; Reeder, Maurice M. (2008). "Chapter 27: Guinea Worm
Infection (Dracunculiasis)". The Imaging of Tropical Diseases: With
Epidemiological, Pathological and Clinical Correlation.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Deniz kaplumbağaları tüm hayatları boyunca genellikle suda bulunurlar.
Dişi deniz kaplumbağası yalnızca yumurtlama döneminde kumsallara çıkar.
Yumurtadan çıkan kaplumbağaların ilk işi denize doğru ilerlemek ve kendini bir
an önce suya atmak olur. Peki kıyıda yumurtadan çıkan yavru kaplumbağalar denize
doğru gitmeleri gerektiğini nerden anlıyorlar? Bilim insanları buna iç güdü
diyorlar. Peki nedir içgüdü? Bu yazıda içgüdü ve aklın bilimsel tariflerini
anlatarak sizleri yormayacağım. Genellikle bu iki kavramın felsefi yönlerini ele
alacağım. Öncelikle şunu söylemem gerekir ki ben içgüdü ve aklı aynı şey olarak
kabul ediyorum. Bunun nedenlerini biraz sonra açıklayacağım.
Türk dil kurumunun (TDK) içgüdü için yaptığı açıklama şu şekildedir:
- Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak
doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranış, insiyak,
sevkitabii
- Organizmayı o türe özgü olan bir amaca ulaşmaya
sürükleyen davranış eğilimi
Açıklamada kullanılan
“akıl ve düşünceden bağımsız olarak”
ifadesi yanlıştır. Genellikle bu tarz izahlar yüzünden insanlar aklın ve
içgüdünün farklı şeyler olduğunu zannediyorlar. Peki bu neden yanlış? Çok
basit. İnsanlar kendi türlerine (yani etrafında bulunan insanlara) bakarak
akıl ve düşünce diye tabir ettikleri şeyin tüm canlılarda yalnızca
kendilerinde bulunduğu şekilde bulunması gerektiğini düşünüyorlar. Bu yüzden
insanlar deniz kaplumbağasının yavrusunun yumurtadan çıktıktan hemen sonra
denize doğru gitmesinin akılla verilen bir karar olmadığını aksine bunun
içgüdüsel bir şey olduğunu düşünüyorlar. Doğru ya bir kaplumbağa denizde
dolaşırken balıkçının av için bıraktığı yemin tuzak olduğunu anlamayarak balık
toruna yakalanıyorsa onda akıl ne arar. Tıpkı kolay yoldan zengin olmak için
parasını saadet zincirine yatıran insanlar gibi. Saadet zincirine inanmayan
insanlarda var diyorsanız o zaman balıkçı toruna yakalanmayan kaplumbağalarda
var derim. Mesele şu ki insanlar kendilerinin daha üstün olduğuna inanmak için
hayvanların yaptıklarına iç güdü kendi yaptıklarınaysa akıl diyorlar. Esasında
bunların her ikisi de aynı şey. Fark yalnızca içgüdü ve akıl dediğimiz şeyin
işleyişi kısmındadır. Bu farklılığı yaratan en önde nedenler çevresel
faktörler ve türüne göre gelişim sürecidir. Bunu daha iyi anlamanız için kendi
hayatınız boyu yaptığınız her şeyi her hangi bir hayvan dediğimiz farklı
türden olan canlının yaptıklarıyla kıyaslayın. Örneğin bizler yani insanlar
yaşamımız boyunca 3 ana yoldan yürürüz. 1-Beslenme 2- Hayatta kalma 3-Üreme
Bunu yapmayan her hangi bir canlı türü biliyor musunuz? Tabi ki hayır. Tüm
canlılar bu 3 şeyi bire bir yada dolaylı yollarla kendi yaşamları boyunca
yapıyorlar. Fakat bazı sivri akıllı arkadaşlarımız bir takım örnekler vererek
insanı diğer tüm canlılardan farklı yapan bir şeyin olduğunu iddia ediyorlar.
Söyledikleri argümanların zaten saydığımız 3 esas kolun birer parçaları
olduğunu ise unutuyorlar. Şimdi o örneklerden bir kaçına hep birlikte
bakalım.
1. Örnek: İnsanlar Hayvanlardan Farklı
Olarak Konuşabiliyor
Sıradan bir örnek fakat bazı kesimler bu örneği insanla
hayvanları ayırt eden en net argüman hesap ediyorlar. “Hayvanlar koklaşa
koklaşa insanlar konuşa konuşa anlaşır” atasözü boşuna söylenmemiş. Argümanın
yanlış yahut doğru olduğunu eleştirmeden önce önemli bir şeyi dikkatinize
sunmak isterim. Öncelikle insan türünün bilimsel sınıflandırılması nasıldır
ona bakalım.
İnsanın bilimsel sınıflandırması:
Âlem: Animalia
Şube: Chordata
Sınıf: Mammalia
Takım: Primates
Alt takım: Haplorhini
İnfra takım: Simiiformes
Familya: Hominidae
Alt familya: Homininae
Oymak: Hominini
Cins: Homo
Yani insanların hayvanlar aleminin bir parçası olarak memeliler sınıfına
ait olması nedeniyle insanları ayırt etmek için kullanılan her türlü örnek
bizzat hayvanlar aleminin kendisine aittir. Bu örnekler farklı türlerin farklı
evrim süreçlerinde edindikleri bir takım becerilere verilen isimlerdir. Hayvan
ve insan ayrımı yapmak bilimsel olarak bir hata olsa da bu yazımda öne sürülen
örnekleri tek tek ele alacağız.
Lafı fazla uzatmadan konumuza dönecek olursak insanın konuşabilmesi onun
hayvanlardan daha üstün olması yahut hayvanda olmayan akla sahip olması
anlamına gelmez. Bir yunusun yahut bir maymunun çıkardığı seslerin aslında
onların konuştuğu diller olmadığının kanıtı nedir? İlla senin yahut benim gibi
birbiriyle karşılaştığında selam vermesi, naber-nasılsın demesi mi gerek?
Yer yüzünde farklı dilleri konuşan milyonlarca insan var. Neden konuşma
dediğimiz eylemin bir tek bizim çıkardığımız seslerden ibaret olduğunu
düşünelim ki? Türkçe bilmeyen bir İngilizin önünde saatlerce konuşursak onun
bizim söylediklerimizi anlama oranı bir kedinin miyavlamasını anlayacağı
kadardır. O zaman bir kuşun bize bakarak ötmesi bir Türkün kendi dilinde bir
İngiliz'e bir şeyler anlatmaya çalışmasından farkı ne? Aslında hiç bir şey
sadece kendisine hayvan denilince bunu hakaret olarak kabul eden insanlar
kendilerini üstün ırk yapmak için “konuşmayı yalnızca biz beceriyoruz” diye
yalanlar uydurup kendilerini avutuyorlar. Kendisinden zayıf olan ve ona bir
şeyler anlatabilmek için sürekli miyavlayan yahut havlayan kedi köpekleri
öldürerek susturabilme yetkisini de üstün ırklarının temel hakları ilan etmeyi
unutmamışlar. Kim bilir belki sokak köpekleri de insanların konuşmasından
rahatsız olup onları sustura bilmek için saldırıyordur, olamaz mı?
Peki konuşabilme becerisi bir ayrıcalık mı? Konuşma eyleminin nasıl ortaya
çıktığı hala kesin olarak bilinmiyor. Fakat bazı teoriler vardır. Dilleri
dolayısıyla konuşma tarihimizi iki döneme bölebiliriz:
İşaretleşme dönemi
Yazı dönemi (sözel iletişim)
İnsanların yazılı iletişim döneminin genellikle yerleşik toplumların
oluşmasıyla ortaya çıktığı düşünülüyor. Avcı ve toplayıcı topluluklarda (ilk
insansı türlerde) genellikle işaret yöntemiyle konuşuluyordu. Nitekim
günümüzde bile konuşurken kendimizi el kol hareketleri ve mimiklerimizle ifade
etme yöntemi o dönemlerden kalan içgüdülerdir diyebiliriz. Dini kesim
insanların konuşmasının Tanrı tarafından verilen bir şey olduğunu düşünüyor.
Örneğin Rahman suresi 4. ayet.
Bu yüzden konuşmanın insanları diğer tüm canlılardan ayırt eden ve onu Tanrı
katında özelleştiren bir şey olduğu kanısındalar. Tanrı insanlarla konuşarak
kendini ifade ediyor ve harflerden oluşan kutsal kitaplar gönderiyor. Peki ya
hayvanlar?
Ben insanların konuşmaya çevresinde olup bitenleri sesli olarak yansıtma
yaparak başladıklarını düşünüyorum. Nitekim modern dillere baktığımızda bu
sesli yansıtmayı tasdikleyen fosil kelimelerin hala yaşadığını görüyoruz.
Örneğin İngilizcede var olan boom, bang gibi kelimeler. Bu kelimeler duyulan
gürültülerin sesli yansımalarıdır.
Örneğin sizin bir çocuğunuz oluyor ve çocuğunuzun ilk sözü anne oluyor.
Peki anneyi neden İngilizce yahut Almanca değil de Türkçe söylüyor? Çünkü onun
çevresinde konuşulan dil Türkçe ve duyduğu Türkçe sesleri yansıtmaya yani
taklit etmeye çalışıyor. Nitekim taklit yöntemiyle insanlarla konuşan
hayvanlar dahi olmuştur.
1971 yılında San Francisco Hayvanat
Bahçesi'nde doğan Koko isimli bir goril Amerikan İşaret Dilinin (ASL)
değiştirilmiş bir versiyonundan birçok el işareti öğrenerek insanlarla
iletişim kurabiliyordu. Hatta bu goril bir yavru kediyi evcilleştirerek ona
isim bile vermişti. Eğitmeni ve bakıcısı Francine Patterson Koko'nun "Goril
İşaret Dili" (İngilizce: Gorilla Sign Language=GSL) olarak adlandırdığı
1000'den fazla işaretten oluşan aktif bir kelime dağarcığına sahip olduğunu
söylemişti. Bu kadar kelime bilen bir goril 3 yaşında bir çocukla aynı konuşma
düzeyine sahip demektir. Koko'nun çevresinde küçük yaşlardan itibaren
İngilizce konuşulduğu için işaretlere ek olarak yaklaşık 2.000 İngilizce
kelime anlayabiliyordu.
Dolayısıyla konuşma bir tek bizim
yaptığımız şekilden ibaret değil, tüm canlılar kendi evrim süreçlerinde
kendilerine has olan iletişim becerisi kazanmıştır. İnsanlarınki bu iletişim
şekillerinden sadece birisidir. Bu yüzden konuşma örneği hayvanları içgüdü,
insanları akıl sahibi olarak ayırmamız için yeterli değildir.
2. Örnek: İnsanlar Hayvanlardan Farklı
Olarak Sanat Yapabiliyor ve Zevke Sahip.
Şimdi sizlere resim yapan bir kaç hayvan fotoğrafı göstereceğim. Bu
fotoğraflara bakıp düşünmenizi istiyorum.
İlk bakışta “bu ne ya, böyle resim mi olur!” dediğinizi duyar gibiyim. Bunu
söylemenizdeki neden resmin yalnızca sizin anladığınız ve sizin hoşunuza
gidecek tarzda olması gerektiği önyargısıyla yaklaşmanızdan kaynaklıdır.
Örneğin siz bir resim galerisine giderek hoşunuza giden bir resim alıyorsunuz.
Fakat sizden önce o resme bakarak beğenmediği yada anlamsız bulduğu için satın
almayan insanların olduğunu hiç düşündünüz mü? O zaman neden bir maymun yahut
bir fil sizin hoşunuza gidecek resim çizmek zorunda olsun ki? Ya bu
fotoğraftaki hayvanların çizdikleri resimleri anlayacak kadar gelişmediysen,
yada onların gözüyle bakamıyorsan? Sonuçta senin anlamsız dediğin resimlere
binlerce lira para veren insanlar var. Size çok basit bir örnek daha vereyim.
Sevdiği kadını etkilemek için hoşuna giden bir müzisyenin yaptığı aşk
şarkısını söyleyen herhangi bir erkek de aslında o şarkıcıyı taklit ediyor
değil mi? Peki kendi dişi türünü etkilemek için duyduğu tüm sesleri taklit
eden Lir kuşunun insandan farkı ne? Kuşlar insanlar gibi şarkı bestesi
yapamıyor diyorsanız yanılıyorsunuz. Şu resme iyi bakın.
1 numaralı görsel kuş melodilerinin zamana bağlı frekans değişimini
göstermektedir. 2 numara kuşun melodilerinin notaya dökülmüş halidir. 3 ve 4
numaraysa insanlara ait bestelerdir.
Lir kuşu da duyduğu sesleri
taklit ederken zaten bir nevi o duyduğu sesleri kendi enstrümanıyla notalara
dökmüş oluyor, tıpkı insanlar gibi. Zaten müzisyenlerde yaptıkları tüm
müziklerini notaları farklı kombinasyonlarda kullanarak oluşturdukları farklı
dizilimler sonucu ortaya çıkarmıyor mu?
Örneğin sivrisineklerin
vızıltısı sizi rahatsız edebilir fakat bir dişi sivrisineğin çıkardığı ses bir
erkek sivrisinek için aşk şarkısı gibi bir şey. Önemli olan kimin hangi
şekilde algıladığıdır.
Bir başka müzik yapan hayvansa Manakin
kuşlarıdır. Tırtıklı, tarak benzeri tüylere sahip bu kuş kanatlarını bir
sinekkuşundan bile daha hızlı titreştirerek kemana benzer bir müzik sesi
çıkarır. Manakin'in kanatlarında diğer kuşlarda bulunmayan, müzik yapmaya
yarayan kemikler vardır.
Dolayısıyla bizim hayvan ve insan diye
ayırdığımız tüm canlılar kendi beden yapıları ve evrimsel süreçlerinde
edindikleri beceriler sayesinde seslerden ve renklerden ibaret olan, sanat
dediğimiz şeyi yapabiliyorlar. Yaptıkları sanatın sonunda ödül olarak bir
dişiyle çiftleşmek varsa emin olun yaptıkları sanattan zevk te alabiliyorlar.
Nitekim biz insanlar da sanatı ya birilerini etkilemek yada maddi anlamda
hayatımızı sürdürebilmek için yapmıyor muyuz?.
3. Örnek: Hayvanlarda Duygu Yok
Dindar insanların genellikle duygu ile kast ettikleri şey,
hayvanların insanlar gibi dini inanca sahip olamayacağıdır. Enteresan olan şu
ki bunu Müslümanlar da iddia ediyor. Fakat her ne hikmetse secde yapan kuş,
Kur'an'a basmayan kedi, Allah diyen aslan videolarını mucize diye paylaşmayı
da ihmal etmiyorlar.
Gelelim asıl anlamıyla var olan duygunun hayvanlarda olup olamayacağına.
Duyguya bir örnek olarak intikamı gösterebiliriz. Birisi bize kötü bir şey
yaptığında ondan intikam alma duygusuyla yanıp tutuşuruz değil mi? Hatta tek
bir kişinin intikam duygusu yüzünden koca devletler savaşlar dahi yapmıştır.
Şimdi sizlere kısas duygusuyla ordu toplayıp savaş yapan hayvanları, hatta bu
hayvan savaşının Türkiye'de yapıldığının tarihini anlatacağım.
Kuşların İlk Dünya Harbi
Olay 1934 yılında Aydın, Trakya ve Bursa'yı da kapsayan geniş bir arazide
gerçekleşmiş. Bursa'nın Orhangazi ilçesinde 6 kartal bir leylek yuvasına
saldırıyor. Anne ve baba leylek te dahil tüm yavrularını öldürüyorlar. Bu
olaydan bir kaç gün sonra kartallar saldırmak için yeni leylek yuvaları
aramaya başlıyorlar. Fakat buldukları yuvaların hepsi boş durumunda. Çünkü
leylekler bir gün önceden yavrularını korunaklı bir bölgeye taşımıştılar.
Fakat asıl ilginç olan kısmı çok başka. İnsanların savaş zamanı devletin her
bölgesinden kendi rızasıyla orduya katılması gibi Türkiye'nin dört bir
tarafından leylekler Orhangazi'ye gelmeye başlamıştı. Büyük bir kalabalık
şeklinde kartalları aramaya başlayan leylekler sonunda onları bulup kanlı bir
savaşa girişmişler. Bu savaş öyle bir merak uyandırmış ki çevre halkı
yaralanmış leylekleri tedavi edip yeniden savaşa gönderiyordu. Bunun yanı sıra
leyleklere yardım için av tüfekleriyle bir kaç kartalı dahi vurmuşlar. 18
Ağustos 1934 yılında The Times'ın İstanbul muhabirinin haberine göre çevre
halkı dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’ya haber
göndererek savaşa müdahale etmelerini rica etmişler.
1934 yılının gazete kupürlerinde bu olay şöyle anlatılmış: Üç gündür süren leylek ve kartallar savaşında bugün leylekler üstün duruma
geldiğinden leylekler yuvalarına gelip yavruları ile meşgul olmuşlardır.
Aldıkları yaralarla yuvalarına gelen leylekler ölen yavruları yuvadan
atmışlar sonra dönüp tekrar savaşa gitmişlerdir. Halk yavru leylekleri
gözetip kolluyor. Menderes yakınında çalışan çiftçiler 2000 kadar leyleğin
takviye birlik olarak savaşa geldiğini bildirmişlerdir.
Savaşın sonucunda 29 leylek ve 33 kartal hayatını kaybetmiş ve
savaş leyleklerin kazanmasıyla sonuçlanmıştı.
Aklı ve duyguları
yok dediğimiz hayvanlar yavrularının öldürülmesi nedeniyle ordu toplarcasına
organize olarak savaşa tutuşabilir mi? Leyleklerin eğer savaşmazlarsa
kartalların geri kalan yavrulara da zarar vereceğini düşünmesi gerçeklik
değilse nedir? Soruyorum sizlere; Çocuğunu öldüren insan anne ve babalar mı
akıllı yoksa ölmüş yavrusu için ordu toplayıp savaş yapan leylekler mi?
Sonuç
olarak insana özgü dediğimiz her şeyin karşılığı diğer tüm canlılarda dolaylı
yahut birebir aynısı olarak mevcuttur. Zira insanın kendisi hayvanlar aleminin
bir parçası olduğu için sizin "insana has" dediğiniz her türlü beceri aynı
zamanda hayvanlar aleminin bir parçası olmuş oluyor. Fakat insan türünün
yaptığı şeyleri göstererek başka canlılar bunu yapamıyor, onun için tek akıllı
biziz diyemeyiz. Zira her türün kendine özgü bir evrim süreci vardır. Siz buna
ister içgüdü deyin ister akıl. Sonuçta hem içgüdü hem de akıl canlıların
hayatta kalma, beslenme ve üremesi için gerekli olan unsurların ve bu
çabalarının birleşmiş halidir.
Uyarı: Bu yazıda yer alan tüm fikirler benim kendi mantığıma
dayalıdır. Katılmak zorunda değilsiniz. Benim düşüncelerim Din ve Mitoloji
sitesinin yahut Ateistlerin genel görüşünü ifade etmemektedir.
İnançlı insanlar, dini inancı olmayan insanlarla
tartışmalarında hep muhteşem tasarım, hassas ayar gibi argümanlar
getiriyorlar. Eleştirel düşünmüyorlar. Bunun nedeni de çocukluklarından beri iliklerine kadar
işlemiş cehennem korkusudur. Zaten karşılarında “Allah vardır” diyen bir
insan varsa eleştirmek dahi ebedi cehenneme gidiş bileti almak anlamına
geliyor. Şimdi kusursuz tasarım ve hassas ayar konusunu ele alalım.
Muhteşem tasarım
Bazı Müslümanlar şöyle der: “İnsan bildikleri şeyler üzerinden kıyas yaparak yeni şeyler
anlar” Aslında bu cümle bile tek başına muhteşem tasarım hipotezini
çürütmüş oluyor. Peki nasıl? Şimdi öncelikle bu söylemi matematiksel bir düzeye getirelim.
“İnsan bildikleri şeyler üzerinden kıyas yaparak yeni şeyler
anlar”
Burada insanların bildikleri şeylere – x ve yeni anlayacağı şeylere de
–y diyelim.
Yeni gördüğümüz bir “y”i anlamak için önceden gördüğümüz ve
bildiğimiz “x” üzerinden kıyas yapmamız gerek. Örneğin biz yeni bir
arkadaş edindiğimizde onu eski arkadaşımıza anlatmak için eski arkadaşlar
üzerinden kıyas yaparız ve “senden bir az uzun” “senden bir az kilolu” gibi
cümleler kurarız ki yeni edindiğimiz arkadaş hakkında eski arkadaşımızda bir
fikir oluşsun. O bizim yeni arkadaşımız daha önce hiç görmediği için ona
bildiği bir şeyler üzerinden örnek vererek anlatmamız gerek. Bu evren içinde
geçerli. İnançlı insanlar muhteşem yaratılmış evren dediğinde aslında yalan
söylüyorlar. Çünkü muhteşem olmayan başka bir evren görmediler ki bunun
üzerinden kıyas yaparak bu evrenin daha muhteşem, en muhteşem olduğunu
anlaya bilsinler. Aslında burada sorun bir azda son ürüne bakarak bir sonuca
varmaktan kaynaklanıyor. Bunun kafanızda daha iyi canlanması için bir
örnek verelim. Örneğin biz günümüz akıllı telefonlarına bakarak muhteşem
diyoruz. Bide bu olmadığı dönemde insanlar ne yapıyordu diye eleştiriyoruz.
Fakat telefon olmadığı dönemde insanlar atlı ulaklarla haberleştiği zaman
bunun başka bir alternatif yoktu ki ona bakarak ne kadar geri olduklarını
anlayabilsinler. Aksine atlı elçilerle bir günde ulaştırdıkları haberi yaya
olarak bir haftada yapıyordular. At üstündeki ulaklarla haber göndermeye bakıp bu
sefer kendinden öncekileri yaya olarak haberleştikleri için eleştiriyordular.
Kısacası bu yaklaşım aslında yanlış. Yani siz bu gün elinizde olana bakıp
muhteşem tasarım dediğiniz şeyin yarın bir gün daha iyisi olacağını hiç
düşünmüyorsunuz.
Bu düşünceyi evren için de geçerli sayabiliriz. Evren için örneklememiz
gerekirse, biz şimdi gördüğümüz evrene bakıp muhteşem yaratılış derken
önceleri her şeyin patladığı, yüksek sıcaklıkların olduğu dönemleri göz ardı
ediyoruz. Derler ya tamamına bakmak gerek. İşte tamamına bakarak bir sonuç
çıkarmak daha mantıklı olacak. Burada inançlı insanlar “iyide şimdi var olan
koşullar bizim yaşamamız için en ideali” diye eleştiri yapabilirler. Peki
nereden biliyorsun en ideal evrenin bu olduğunu? Hiç insan olmayan ve olması
için hiç bir olumlu koşulların mevcut olmadığı başka bir evren gördün mü?
Hayır. Veya bu evrende yalnız olduğumuzu nereden biliyorsun? Zira sonsuz
dediğimiz evrenin tamamını bilmediğimiz için bizden başka kimse yok dememiz
mantık hatası olur. Sonsuz evrende yalnız olmadığımızı iddia etmek ne kadar
mantıksızsa yalnız olduğumuzu iddia etmek o kadar mantık dışıdır. Ancak her
hangi bir farklı canlı türleriyle karşılaşmadığımız için yalnız olduğumuzu
varsayıyoruz. Burada “peki biz neden varız, niçin buradayız” gibi
sorular sorula bilir fakat bunlar başka bir yazımızın mevzusu.
İnançlı insanlar bizim bu argümanlarımıza karşı genellikle “Hassas Ayar”
gibi eleştiriler getiriyorlar. Örneğin Caner Taslaman ve birçok Müslüman bunu
sıklıkla kullanıyor. Fakat bu hassas ayarlar argümanının Allah'ın sonsuz
kudret sahibi sıfatını inkar ettiğinden haberleri yok. Tam olarak haberleri
yok dememizde mantıklı olmaz. Şimdi bu hassas ayarlar argümanının neden sıkıntılı olduğunu
daha detaylı bir şekilde inceleyelim.
Hassas Ayar
Mevcut evrenin ve yaşamın hassas ayarlar üzerine kurulu olması ve bu hassas
ayarların azıcık oynaması sonucu canlılığın var olamayacağı fikri Allah'ın
sonsuz kudretini belli bir sınır içine sokmak demektir. Ben buna “Kırılgan
Tanrı” tezi diyorum. Nedir bu Kırılgan Tanrı tezi. Yani belli hassas ayarlarla
Tanrının canlılık yaratması ve bu hassas ayarların dışında Tanrının hiç bir
şey beceremediği anlamına geliyor. Dolayısıyla Tanrının canlıları (insanlarda
buna dahil) yaratabilmesi için hassas ayarların olması gerek. Bu neye
benziyor biliyor musunuz? Allah hiç bir şeye benzemiyorsa o zaman hiçliğe
benziyor demek gibi bir şey aslında. Yani hassas ayarlarla yarattı demek, Tanrı
hassas ayarları bilmeseydi hiç bir şey yaratamazdı demekle aynı. Bunlar genel
bir biçimde paradoks olarak nitelendirilebilir. Hassas ayarlar gibi argümanlar
üretenlerin yanılgısı da aslında mevcut olana bakarak sonuca varmaktır.
Örneğin Caner Taslaman
“Evrenin Oluşumundaki Hassas Ayarlar ve Tasarım Delilleri” isimli
videosunda şunları söylüyor:
Big Bang'de çok düzenli bir patlama olduğunu görüyoruz. Eğer ki BigBang
patlaması çok hızlı olsaydı madde o kadar hızlı bir şekilde yayılırdı ki
gezegenlerin, galaksilerin oluşması mümkün olmazdı. Bu çok hızlı olmasıyla
patlamanın çok yavaş olması arasındaki kritik ayar çok çok ince bir dilim.
Katrilyon çarpı katrilyon çarpı katrilyon çarpılarla, birlerle ifade edile
bilecek bir olasılık….
Şimdi burada Caner beyin düştüğü iki felsefi yanlış var.
1.Caner bey hızlı patlamayla (aslında bu hızlı genişleme) ortaya çıkan Big Bang
sonucu galaksiler ve gezegenler oluşturamayan bir evren modeli görmediği için
bizim evrenimiz bu hassas patlama ayarı sonucu oluştu diyemez. Yani var olanın
muhteşem olduğunu söylemesi için bunun zıttını görmesi gerek. Örneğin gece
(karanlık) diye bir şey yok fiziksel olarak. Ama biz onu algılaya biliyoruz.
Peki nasıl? Çünkü ışığın fiziksel varlığından haberdarız ve ölçebiliyoruz.
Örneğin öğretmen öğrencilerinden Ahmet'in yazısının kötü olduğunu
diğer öğrencilerinin düzgün bir şekilde yazdıkları metinlere bakarak anlıyor.
Kısacası canlılara ev sahipliği yapan bu evrenin hassas ayarlar üzerine kurulu
olduğunu anlamak için hassas ayarlarla yaratılmamış ve canlılık oluşması için
ortam mevcut olmayan bir alt modeli (buna kötü taslakta diyebiliriz) görmüş
olması gerek. Aslında hassas ayarın mevcut olduğunu görmek için hassas
ayarın olmadığı bir evreni görme zorunluluğu bir tek felsefi açıdan
gerekmiyor. Bilimde bunu emrediyor. Peki nasıl? Bunu anlamamız için “Pareidolia”
terimini bilmemiz gerek.
Örneğin siz gece aya dikkatlice bakarken onun
yüzeyinde farklı şekiller gördünüz mü? Genellikle bunu insan yüzüne benzetiriz
değil mi?
İşte buna Lunar Pareidolia deniliyor. Bunun
nedeniyse önceden insan yüzünü gördüğümüz ve insan yüzüyle alakalı bilincimiz
olduğu için ayın görüntüsü gözlerimizin yardımıyla beyine ulaştırıldığında
bilinçaltımız bunun aydan başka neye benzediği konusunda çıkarımlar yapıyor ve
en uyumlu şekli size gösteriyor. Bu şekiller insanlara göre değişir. Genellikle
insan yüzü ve tavşan siluetleri şeklinde algılanıyor. Yani daha önce hiç insan veya tavşan görmeseydik ayın yüzeyindeki bu karanlık ve gölgeli bölümleri
birleştirerek bilinçaltımız bir insan veya tavşan silueti çizemezdi.
Dolayısıyla hassas ayarları ve muhteşem tasarımları olmayan evrenleri görmedikçe
evrenimiz hakkında muhteşem tasarlanmış yahut hassas ayarlarla yapılmış şeklinde
argümanlar söyleyemeyiz.
2. İkinci yanılgısıysa mevcut evrendeki olasılıklara kendi
algılaya bildiği mekan ve zaman diliminde bakması ve kıyas yapması. Bu ne anlama
geliyor? Yani sonsuz bir evrende katrilyon kez katrilyon üzeri bir olasılık, aslında bizim yazı tura atarken yazı ya da tura gelme olasılığının %50-%50
olmasıdır. Bunu daha iyi anlayabilmeniz için bir örnek vereyim.
Örneğin zaman ve mekan sınırlarını algıladığımız dünyada önceden randevulaşmadığın halde her gün aynı arkadaşını görme olasılığın, atıyorum 30/1. Dünyadan
çıkıp samanyolu galaksisi kadar bir mekanda aynı olasılığın olma ihtimali, atıyorum milyon çarpı milyon çarpı üzeri bir. Samanyolundan çıkıp Andromeda'ya
geçtiğinizde bu olasılığın payı milyar kere milyar kere milyar kerede bir. Yani
mekan büyüdükçe olasılıkların olma ihtimalleri küçülüyor. Fakat sonsuz evrende
olamayacak diye bir ihtimal söylemeniz mümkün değil. Caner beyin söylediği
olasılığı 10 kere kendiyle çarparak mega bir sayı alsa dahi, bu olamayacağı
anlamına gelmiyor.
Meselenin diğer tarafıysa bu hassas ayarlar
argümanını söyleyerek Allah'ın sonsuz kudretini sınırlamış olması. Yani Allah
Big Bang patlamasını hızlı yapsaydı bugün bu galaksiler ve gezegenleri
oluşturamayacaktı. Bu neye benziyor biliyor musunuz. Yani 2+2=4 ise Allah bunu 5
yapamaz. Dolayısıyla Allah her şeyi hassas ayarlarla yaptı, bu ayarların
dışında hiç bir şey yapamaz anlamına gelir. Burada “Allah her şeye kadir, istediği gibi yaratabilirdi” gibi bir eleştiri yapa bilirsiniz. Üzgünüm bu da
mantık dışı oluyor. Zira bildiğimiz bir tane evren olduğu için ve farklı
yöntemlerle yaratılan başka evrenler görmediğimiz için "Allah her türlü yaratırdı" diyemeyiz. Çoklu evrenler teorisine hiç girmeyin zira o evrenlerin nasıl
olduğunu kimse bilmiyor, üstelik bu kesin olarak kanıtlanmış değildir.
Hassas ayarların Allah'ın sonsuz kudret sıfatıyla
çeliştiğini umarım anlayabilmişsinizdir. Hassas ayarlar tezini Allah'ın
sonsuz kudret sıfatlarını inkar etmeden (sınırlamadan) doğru çıkarmanın üç yolu
vardır.
1.Allah canlılığı yaratmak için sürekli evrenler yarattı ve en sonunda ancak şuan içinde bulunduğumuz evrende canlılığın oluşabileceği hassas ayarları
tutturabildi.
Bu teori kendisi dahi sıkıntılı. Albert Einstein'in dediği gibi “Tanrı zar
atmaz” Deneme yanılma yöntemiyle yaratılan bir canlılığı kabul etmeniz
demek evrimi kabul etmeniz demektir. Üstelik Tanrının her şeyi bilmediğini,
her şeye gücünün yetmediğini de kabul etmeniz gerek.
2.İkinci teoriyse Tanrı sürekli bu hassas ayarları tutturabilmek için
faaliyette. Yani olan biten her şey Tanrının iradesiyle oluyor, bu makaleyi yazmam, sizin onu okumanız Tanrının devamlı
kontrol ettiği hassas ayarın bir parçası.
Yalnız bu teoriyi kabul etmek ise özgür irade kavramını inkar etmek
demektir. Zira her an her şeye müdahale eden Tanrı demek benim bir özgür
irademin olmadığı anlamına gelir. Tanrı zar zor tutturabildiği hassas
ayarları koruyabilmek için ve benim bir sakarlık yaparak o ayarları bozmamam
için her an bana müdahale ediyorsa o zaman yaptığım her şey Tanrının
iradesidir ve ben hiç bir şeyden sorumlu değilimdir. Dolayısıyla imtihan
edilmem için de bir neden bulunmamaktadır.
3.Tanrı BigBang'i (Büyük patlamayı) yaptı ve gerisine karışmadı. Maddeye
mevcut evreni düzenleyecek bilinci verdi.
Bu teoride aslında pek mantıklı değil. Zira ilk önce her şeyin kendi kendine
var olduğunu kabul etmeniz gerektir ki buda Tanrının varlığını gereksiz
kılıyor. Üstelik bu gün peygamber, kutsal kitap diye kabul ettiğiniz
şeylerin gereksiz olduğunu da kabul etmeniz gerek. Bu teori imtihan ve özgür
iradeyi geçerli kılsa da bu sefer benim insan olarak bu dünyada, bu evrende
var olmamı gereksiz hale getiriyor. Zira beni oluşturan maddeler bir bilince
sahipse o zaman benim bilincimin kendisi o bilinçli maddelere dayalı olduğu
için karar verip, eylem yapanın ben olup olmadığım tartışma konusu
oluyor.
Gördüğünüz gibi muhteşem yaratılış, hassas ayar gibi argümanlar Tanrının
varlığını, yahut evrenin Tanrı tarafından yaratıldığının kanıtlayacak
kesinliğe sahip bilgiler, görüşler değillerdir. Burada
yapılabilecek bir eleştiriye daha cevap vermek istiyorum.
“BigBang” dan önce ne vardı?
Bilim insanları evrenin oluşma sürecini izah ederken genellikle büyük
patlama üzerinde dururlar. Fakat inançlı insanlar Big Bang'den önce ne vardı ve Big
bang'in olmasına neden olan şey neydi gibi sorular üretiyorlar. Bunun nedeni
de kendilerini Tanrıya inanma üzerine programladıkları için nihai nedenin
olduğuna ve onunda Tanrı olduğuna inanıyor olmaları. Gerçi bu konuda tam
bilgimiz olmasa da teorik olarak bazı öngörülerimiz mevcut. Ancak big
bang'den önce ne vardı sorusu zaten mantıksal olarak yanlış. Yanlış olma
nedeni de zamandır. Önce sonra kavramları zamanla ilgilidir. Fakat zaman
maddeye bağlı ve maddenin hareketi sonucu ortaya çıkan bir şey. Zaman
fiziksel bir şey değildir. Zaman bizim maddenin hareketini algılama şekline
verdiğimiz matematiksel bir isimdir. Tabi zamanın ne olduğunun bilimsel
tarifleri var fakat ben meseleyi zorlaştırıp kafanızı karıştırmamak için
zamanı şu şekilde tarif edeceğim. Kendinizi bir madde olarak düşünün. Farz
edelim ki Siz A noktasından B noktasına gitmek için 60 adım attınız. İşte
zaman dediğimiz şey o 60 adımdır. Fakat bunu algılayan siz değil sizi
gözlemleyen başka birisidir. Zira zaman bir gözlemcinin referans noktasına
bağlıdır. Bu nedenle zamanı madde kendisi değil onu gözlemleyen bizler
algılıyoruz. Dünyamızda zaman tek yönlü geleceğe doğru akar. Zamanda ileri
sıçrama olayı doğada gerçekleşen bir şey olsa da geçmişe gidemememizin
sebebi ışık hızına ulaşamadığımızdan kaynaklanıyor. Örneğin Uzay
istasyonundaki astronotlar, dünyaya döndüklerinde ve istasyondaki
durumlarına göre daha yavaş hareket ettiklerinde zamanda ileri atlamış
olurlar. Bir madde teorik olarak ışık hızına ulaştığında zaman durur ve ışık
hızını aştığında zaman geriye (geçmişe) doğru akar.
Zamanın maddeyle ve hareketle alakalı olduğu anladığımıza göre gelelim
bunun büyük patlamayla olan ilişkisine. Önce ve sonra
kavramlarının zamansal kavramlar olduğunu belirttim. Zamanın varlığı
maddenin ortaya çıkması nedeniyle olan bir şeyse ve evrenimizdeki madde Big
Bang ile ortaya çıktıysa o zaman Big Bang'den önce ne vardı diye sormak
mantık hatası olur. Zira Big Bang'den önce madde olmadığı için "önce" diye
tabir ettiğimiz zamansal kavram da geçersiz oluyor. Bu her şeyi Allah
yarattı peki Allah'ı kim yarattı demeye benziyor. Yani siz Big Bang'den önce
ne vardı sorusuna cevap bekliyorsanız önce Allah'ı kim yarattı sorusuna
cevap vermeniz gerek. Dolayısıyla bilim insanları Big Bang'den önce ne vardı
sorusuna kesin olarak cevap veremiyor diyemezsiniz çünkü sorunuz zaten
yanlış.
Fakat bugün Big Bang'den önce ne vardı sorusuna deneysel olmasa da teorik
cevaplar vardır. Konuyla alakalı Aleksandr Fridman, Georges Lemaitre gibi
bilim insanları bazı matematiksel formüller geliştirmesine rağmen tam olarak
bunu izah edememişlerdir. Benim kendi düşünceme göre bu konuyla ilgili en
mantıklı açıklamalardan birini George Gamow, 1950’li yıllarda yayınladığı
“Evrenin Yaratılışı” (Creation of the Universe) adlı kitabında yapmıştır.
Sonuç olarak muhteşem tasarım hassas ayarlar argümanları kendi içlerinde bir
sürü tutarsızlıklara sahip. Ve bu tutarsızlıkların hem felsefi hem de bilimsel açıdan bir sürü nedeni vardır.
Caner Taslaman “Evrenin Oluşumundaki Hassas Ayarlar ve Tasarım
Delilleri” - https://www.youtube.com/watch?v=pXgG1_MOTrc