HABERLER
Dini Haber
Kurandaki çelişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kurandaki çelişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

RAHMAN SURESİ, TEKRARLARI VE KAFİYE UĞRAŞI

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Rahman suresi, O halde Rabbinizin, Spam ayetler, Kurandaki çelişkiler, Müslümanın ilk görevi, Çadırlara kapanmış huriler, Huri, Huriler, Tekrarlanan ayetler,

MÜSLÜMAN'IN İLK GÖREVİ RAHMAN SURESİNİ OKUMAKTIR

Her Müslüman, Rahman suresinin ayetlerini mutlaka Türkçe tercümesi ile birer kez okumalıdır. Rahman suresine İslâm dünyasının verdiği anlamdan ve önemden bahsetmeyeceğim. Madem Kur’an’ı adının Allah olduğuna inanılan İlâh, anlaşılır şekilde kolaylık yapıp göndermiş, biz de dümdüz yazılmış olan bu ayetleri dümdüz bir mantıkla inceleyelim. Rahman suresinin en dikkat çekici ayetleri, tam 31 defa tekrarlanan “O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ifadesidir. Sayın dindar kardeşlerim, bir şeyi yalanlamak için o şeyin önce doğrusunun ne olduğunu iyi bilmeniz ve hatta doğru bildiğiniz şeyden emin olmanız gerekir. İnanmaktan bahsetmiyorum, bir olaya dümdüz tanıklık edip ya da bizzat içinde bulunup yaşayıp deneyim geçirdikten sonra o olayı bilmekten, kesin olarak bilmekten bahsediyorum. Bunu şuna benzetebiliriz. Farz edin  devletin önemli bir kademesinde çalışan bir bürokrata mikrofon uzatıyorlar ve “Efendim, falanca ihaleden rüşvet aldığınız söyleniyor, ne diyorsunuz?” diye soruyorlar. Bu bürokrat o falanca ihaleyi verdiği şirketten çok da güzel bir rüşvet aldı ama kendisine uzatılan mikrofona “Hayır, aslı yok, kimseden rüşvet almadım” diyor. Çok iyi bildiği bir şeyi yalanlıyor. Şimdi, Rahman suresinin ayetlerine geçelim. Kırmızı renkli olan yerler, ayetlerin orijinal metinleri olup siyah yazılı olan yerler de benim kendi değerlendirmeme yönelik ifadelerdir.

Rahman Suresi

1-2. Rahmân, Kur’an’ı öğretti.
3. İnsanı yarattı.
4. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.

Biz de bu surede düşünme işlevini gerçekleştiriyoruz.

5. Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.

Bunu bilmek için gökten ayet inmesine gerek yok ki! İslâm dininden binlerce yıl önce yaşamış olan kadim uygarlıklar da bunu biliyor ve bu bilgiye göre muhteşem takvimler geliştiriyor ve hatta bu bilgi doğrultusunda güneş ışınlarını istedikleri şekilde binanın içine konumlandıran çok güzel yapılar inşa ediyorlardı. Normal bir zekaya sahip olan her insan da bunu biliyor zaten.

6. Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler.

Bu ayette bahsedilen şey, bana da çocukluğumdan belli öğretilen, boynunu bükmüş olan ağaç veya otların, “Allah’a ibadet ediyorlar” şeklinde yorumlanmasından kaynaklanan bir durumdur. Otların ve ağaçların Allah’a boyun eğdiğini nereden biliyoruz? Otların ve ağaçların boyunlarının eğmelerinin rüzgârdan tutun da susuz kalıp sararmalarına kadar bir sürü bilimsel nedeni vardır. Eğer konuyu döndürüp dolaştırıp “Allah’ın kâinatta oluşturduğu ve sizin de dediğiniz gibi bilimsel olan yasalara göre boyunlarını büküyorlar yani Allah’ın bilimsel yasalarına göre bükülüyorlar” diyecekseniz eğer, bu durum “Allah’a boyun eğerler” şeklinde ifade edilmez. O zaman her şeyi Allah’a ibadet ediyor şeklinde yoralım. Mesela saatte 200 kilometre hıza ulaşan ve evleri yıkıp insanların ölmesine neden olan ve hatta bir çok ağacın kökünden sökülmesine neden olan kasırgaları, “Allah’a doğru esiyorlar, Allah’a yürüyorlar” şeklinde ifade edelim. Ya da ne bileyim, koca bir köyü yok eden ve patlama esnasında binlerce kilometre yukarıya fırlayan  lavları “Allah’a  doğru  yükselip ibadet ediyorlar” şeklinde ifade edelim. Ya da yolda giden bir kamyonun üzerine devrilen ağacı “Ağaç secdeye kapandı” şeklinde tarif edelim.

7. Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu.
8. Ölçüde haddi aşmayın.
9. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.

Bu ölçü ayetleri güzel, takdir ediyorum ne diyeyim!

10. Allah, yeri yaratıklar için var etti.
11. Orada meyve(ler) ve salkımlı hurma ağaçları vardır.
12. Yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır.
13. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Evet orada yani Arap yarımadasında ve benzer iklime sahip bölgelerde salkımlı hurma ağaçları var. Dünyanın bir çok yerinde yapraklı hoş kokulu bitkiler var. Var olmasına var da ne malûm bunların hepsini adının Allah olduğuna inanılan İlâhın yarattığı? Bu bitkilerin, meyvelerin üzerinde nurdan ışıklı kalemle yazıyor mu “bizleri Allah ismindeki Tanrı  yarattı” diye? Sanki o kadar hoş kokulu bitki ve meyveyi adının Allah olduğuna inanılan İlâhın yarattığından kesin kes eminiz de sıra nimetleri yalanlamaya geldi.

14. Allah, insanı pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.
15. “Cin”i de yalın bir ateşten yarattı.
16. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bizler, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yaratılmışız. Nasıl yani? İspatlandı mı? Cinler de yalın bir ateşten yaratılmış ve devamı yine “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”  Hani cinler nerede? Nereden biliyoruz cinler diye bir canlı gurubunun olduğunu. Gördük mü bu cinlerden bir tanesini? Madem görmedik o zaman görmediğimiz bilmediğimiz bir şeyi nasıl yalanlayacağız? Görelim, kesin olarak bilelim de iş nimet  yalanlamaya kalsın.

17. O, iki doğunun ve iki batının Rabbidir.
18. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

İki doğu ile iki batı hususunda ne kast edilmek istendiği ile ilgili İslâm dünyasında sadece farklı tahminler vardır. Yani öyle kesin bir bilgi yoktur. Ey adının Allah olduğuna inanılan İlâh, sen şu anlaşılsın diye ya da kolaylaştırdığını iddia ettiğin  Kur’an ayetinde belirtilen iki doğu ile iki batının ne olduğu konusunda İslâm Âlimlerine anlayabilmeleri için  bir ışık, bir fikir ve en önemlisi ortak bir görüş birliği nasip eyle de sıra  senin nimetlerini yalanlamaya ya da yalanlamamaya gelsin.

19. (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.
20. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.
21. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bu ayetlerde anlatılan durum, bir çok dindarın iddia ettiği gibi okyanusun orta yerinde yoğunluğu farklı olan suların oluşturduğu çizgi değil, ırmak, nehir gibi tuz yoğunluğu farklı olan suların denize aktığı yerde oluşturduğu ve farklı renk tonlarında göründüğü  yerlerdir. İslâm’ın Peygamberi, tüccardı ve uzak bölgelere sık sık iş icabı yolculuk yapardı. Bu tür bilgiler o dönemin insanları tarafından zaten bilinen şeylerdi.

22. O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.
23. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Denizlerden inci ve mercan çıkmasının sebebi niye Allah’a bağlanır? Ne biliyoruz inci ve Mercanın çıkmasının Allah’a bağlı olduğunu? Farz edin öyle. Öbür maddeleri kim yapıyor? Allah niye “şunu ben yarattım, şu benim nimetim, şunu  şunu size verdim” diye teker teker izahat veriyor? “Yeryüzünde ne varsa hepsi benim nimetimdir” gibi kısa, öz ve anlaşılır bir tane ayet kullanmak yetmemiş galiba. Bir çocuğu inandırmaya çalışır gibi “Şöyle şöyle bir şey var, bir de şu var, bir de şu nimet var, hepsini ben verdim…” 
Ben şahsen bu nimetleri yalanlamıyorum. Ben şahsen bu nimetleri eğer bir Tanrı göndermiş ya da bir Tanrı oluşturmuş ise bu Tanrının adı Allah mıdır yoksa bu Tanrı, isim verilemeyecek bir yapıda mıdır? Kur’an isimli bir kitap göndermiş midir? Göndermemiş midir? Kısmını soruyorum. Bu inci ile mercanı Allah’ın yarattığından emin miyiz şimdi? Denizden mercan ve inci çıkması ile nimet yalanlamanın alakasını anlayamıyorum arkadaş!
Evet, denizden mercan çıkıyor, inci çıkıyor, petrol çıkıyor, İslâm dininden binlerce yıl evvelden kalma yapılar bile çıkıyor deniz altından, ee? Kimse bunları yalanlayamaz ki! Mercan diye bir şey var, inci diye bir şey var, midye var, petrol var, var da ne? Bütün bunları onca tanrının içinden Allah yarattığı ne malum?

24. Denizde akıp giden dağlar gibi yüksek gemiler de O’nundur.
25. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

İşte en güzel ayet! İnsan eli ile yapılan ve denizde akıp giden koca gemiler de Allah’ınmış. Gerçi Müslüman’a sorsanız insanın kendisi başta olmak üzere o insanın yaptığı her şey de zaten Allah’a aittir. E o zaman bu kadar geniş geniş yazı yazıp da “o halde nimetlerimi niye yalanlıyorsunuz” diye 31 ayet göndermeye ne gerek var? Sayın okurların 4-6 yaş arası çocukları varsa iyi bilirler. Kız çocuklarına prenses resimleri göstertin, erkek çocuklarına dinozor ya da araba resimler göstertin. Erkek çocukları, araba resimlerini izlerken beğendikleri arabaları parmakları ile işaret edip “o benim” der ve hemen sahiplenirler. Kız çocukları da en beğendikleri prenses resmini göstertip “evet evet, bu prenses benim, bu da benim, bu prenses de benim” diyerek sahiplenmeye çalışırlar. Öylesine aklıma geldi. Siyah iplikten kaşkol örmüştüm, o da Allah’ındır. Mühendislik harikası olan ve yolcu taşımada kullanılan devasa yolcu uçakları ve otobüsler de, hızlı trenler de hepsi hepsi Allah’ındır.

26. Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır.
27. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.
28. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Nereden biliyoruz adının Allah olduğuna inanılan bir İlâhın var olduğunu  ve nereden biliyoruz bu var olduğuna inanılan İlâhın sonsuza kadar bâki kalacağına. Onun sonsuza kadar var olacağını görebilecek miyiz ki yalanlayalım?

29. Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.
30. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
31. Yakında sizi de hesaba çekeceğiz, ey cinler ve insanlar!
32. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz.

Demek bizi ve cinleri hesaba çekeceksiniz! Bu durumda sizin nimetlerinizi yalanlamamak için öte dünyaya gidip hesaba çekilmeyi beklememiz gerek. Ancak o zaman görür, bizzat deneyimler ve ancak ondan sonra nimetlerinizi yalanlamayız. Hem görmediğimiz hesap gününü, kesin olarak yani görecekmişiz gibi algılayıp da dünyada faydalandığımız nimetleri yalanlamak ne alaka, kafam basmıyor arkadaş! Bir çilek tarlasında çilek yetiştirmenin Zirai teknikleri vardır ve bütün dünyada bilinir. Ateist olan da deist olan da Yahudi olan da Müslüman olan da bu teknikleri kullanıp çilek yetiştirir, yer, reçelini yapar, satar, para kazanır bu nimetten. Ee? Tamamen inançsız olan kişiler de faydalanıyor bu nimetten. Madem öyle, adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu nimetini neden ayetlerini ve nimetlerini yalanlayanlara nasip ediyor? Bu nimetlerden en çok faydalananlar Müslümanlar değil ki? İnançsız olan milletler bu yalanlanmaması gereken nimetlerden daha fazla faydalanıyorlar.  Ama önemli değil çünkü Zeki ve Uyanık olan Allah, onların işini öte dünyaya yani bizim şu an ne bilimsel olarak ne de gözlemsel olarak kanıtlayamadığımız Cehennem diyarına bıraktı. Onlar yalanlasalar da yalanlamasalar da cehenneme gidecekler.

33. Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz.
34. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Haaaaa, burada duralım! Eğer bu ayette kast edilen şey, uzaya çıkmak ise güzel bir noktaya değinilmiş. Şu an için bunu yapmak, gerçekten de büyük bir güç gerektiriyor. Özellikle de para gücü ve tabi ki büyük bir enerji. Ama ilerleyen yıllarda bunu yapmak o kadar da büyük bir güç gerektirmeyecek. Hatta  bir uçak, otobüs veya araba yolculuğu gibi sıradan bir şey ve ucuz bir yolculuk  haline gelecek. Çünkü eski dönemlerin zorlukları, yerini yeni dönemlerin kolaylıklarına bırakır. İcat edilen ilk bilgisayarı hatta ilk hesap makinesini hatırlayın. Ne kadar devasa, karmaşık ve pahalı bir yapı idi. O devasa hesap makinesi ve o devasa bilgisayarın daha karmaşık hali, şu an küçücük cep telefonlarında ve en fakir insanın bile cebinde taşınıp insana hizmet ediyor. Ey adının Allah olduğuna inanılan İlâh, uzaya çıkmak, kolay ve ucuz bir yöntem haline geldiğinde 33’üncü ayetindeki “Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz” ayetini yineleyip  “O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” diyecek misin?

35. Üstünüze ateşten yalın bir alevle kıpkızıl bir duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız.
36. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
37. Gök yarılıp da, yanıp kızaran yağ gibi kırmızı gül hâline geldiği zaman (hâliniz ne olur?)
38. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
39. İşte o gün ne insana, ne cine günahı sorulmayacak.
40. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bu  ayetlerde kıyamet gününden bahsediyor. İyi güzel, kıyametten bahsedilmiş ama o kıyamet ayetlerinin sonundaki “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ayeti yine ne alaka? Biz kıyameti gördük mü? Alevleri gördük mü? Sanki kıyameti yaşadık, nasıl dehşetli bir sahne olduğuna şahit olduk, başımızdan geçti, bildik de İslâm’ın İlâhı olan Allah da hemen “O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz” ayetini alnımızın ortasına yapıştırıverdi. İş, nimet yalanlamaya gelecekse hele bir bekleyelim, gözlerimiz görecekse şu kıyameti bir görelim. Gördükten sonra bir de bu kıyamet denilen ya da kıyamet olduğu tahmin edilen şey Allah’tan mıdır yoksa başka bir şeyden dolayı mıdır diye karar verelim. Ondan sonra nimetleri yalanlamaya geçelim.

41. Suçlular simalarından tanınır da, perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar.
42. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
43. İşte bu suçluların yalanladıkları cehennemdir.
44. Onlar, cehennem ateşi ile yüksek derecede kaynar su arasında gider gelirler.
45. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

“O halde”! Yani “O halde” derken biz öte tarafa gittik geldik, suçluların cehenneme girip çıktığını gördük,  İslâm’ın İlahı olan Allah da dedi ki “O halde…” yani  “madem ki gördünüz, artık biliyorsunuz, O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”.

46. Rabbinin huzurunda (hesap vermek üzere) duracağından korkan kimseye iki cennet vardır.
47. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
48. İki cennet de (ağaçlar, meyveler, rengârenk bitkiler gibi) çeşit çeşit güzelliklerle bezenmiştir.
49. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
50. İçlerinde akan iki pınar vardır.
51. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
52. İkisinde de her meyveden çift çift vardır.
53. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
54. Onlar astarları kalın ipekten olan döşeklere yaslanırlar. Bu iki cennetin meyveleri (zahmetsizce alınacak kadar) yakındır.
55. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
56. Oralarda bakışlarını sadece eşlerine çevirmiş dilberler vardır. Onlara eşlerinden önce ne bir insan, ne bir cin dokunmuştur.
57. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
58. Onlar sanki yakut ve mercandır.
59. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Astarı kalın ipek olan döşekler yani yataklar, Meyveler, bakışlarını eşlerine çevirmiş dilberler. O dilberlere daha önce ne bir cin ne bir insan dokunmuştur. Onlar yani o dilberler sanki yakut ve mercandır. Ah erkek olsaydım, “gidip de gördüm mü ki o el değmemiş dilberleri  iş yalanlamaya kalsın” diyecektim diyemedim. Erkeklere el değmemiş huriler, ya biz kadınlara nerede Nuriler? Görüyor musun adının Allah olduğuna inanılan sayın İlâh! Vakti zamanında çok zeki ve akıllı olmana rağmen aradan yıllar geçtikten sonra Ataerkil toplum yapılarının değiştikten sonra cinsiyet eşitliğinin artık hüküm sürmeye başlayacağını tahmin edemedin. O zamanın Arap erkekleri, parasal durumuna göre, 3-4 kadınla ömür geçirir, kadınlar da buna itiraz etmez, bir erkeğin üçüncü dördüncü hanımı olmayı kabul eder kıyamete kadar bu böyle devam eder zannettin. Bir kadın olarak ben senin cennetinden hiç haz etmiyorum, yanlış hesap yaptın. Bu Kur’an’ı yazan sen, bir fani değil de gerçekten bir Tanrı olsaydın, bu günleri hesap eder, önlemini alırdın. Her ne kadar bizim bazı ilâhiyatçılarımız  “efendim cennette adı geçen eşler hur diye ifade edilir ve cinsiyetleri yoktur yani hem kadın hem de erkek olabilirler” diye tarif etseler de anadili Arapça olan hiçbir Müslüman ülkede böyle iddialar yoktur. Ne de olsa bizim İlâhiyatçılarımız Arap gramerini Araplardan daha iyi bilirler.

Neyse, konudan fazla uzaklaşmayalım. Biz bu cennetleri ve cennetlerdeki  sayılanları  gördük mü? İş yalanlamaya geldi mi?

60. İyiliğin karşılığı, yalnız iyiliktir.
61. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bak bu güzelmiş. Bana bunlarla gelin.

62. Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır.
63. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
64. O iki cennet koyu yeşil renktedir.
65. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
66. İçlerinde kaynayan iki pınar vardır.
67. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
68. İçlerinde her türlü meyve, hurma ve nar vardır.
69. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
70. Onlarda huyları güzel, yüzleri güzel dilberler vardır.
71. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
72. Onlar, çadırlara kapanmış hurilerdir.
73. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
74. Onlara, eşlerinden önce ne bir insan ne bir cin dokunmuştur.
75. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
76. Onlar yeşil yastıklara ve güzel yaygılara yaslanırlar, (nimetlenirler).
77. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Yok artık! “Çadırlara kapanmış huriler” de nedir?. Yahu bu dini Araplar bize resmen kakalamış kardeşim. “Her tarafı Arap çölü, geleneği, yaşam biçimi ve hayali kokuyor”. Bunu deyince de kızarsınız.
Şuna bakar mısınız. Cennette çadırlara kapanmış huriler..!
Tabi burada şimdi cambaz bir Kur’an yorumcusu iseniz o çadırlar, nurdan yapılmış ve aslında insanın hayal edemeyeceği kadar güzel ve hurilerin içinde konakladığı özel bir evdir. Fakat Allah, bunu insanların anlayacağı bir dille izah etmek için “Çadır” ifadesini kullanmıştır. Böyle de yorumlayabilirsiniz. Nitekim, bizim ülkemizin son on yılında bu şekilde ayet yorumlama konusunda rekor kırılmaya başlandı. Kendilerini bu hususta daha da geliştiriyorlar efendim.

"O hurilere, eşlerinden önce ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur". sözü çok önemli. Cinsiyet eşitliğine inanmayan, ataerkil ve kadını mal zihniyetiyle gören bütün toplumlarda ve bu zihniyete sahip bütün erkeklerde kadının el değmemiş olması çok önemli bir husustur. Erkeğin aksine cinsel organı içeride olan kadına dokunulmamış olması gerekir. Sıfır ile ikinci el araba arasındaki fark gibi düşünülür. Kadının karakteri, niyeti, bacağının arasındaki deliğin durumu kadar önemli değildir. Arap geleneğinde de aşırı derecede önemlidir bu dokunulmamışlık mevzusu.

Eeeee Müslüman erkekler! Rabbiniz size iki cennet + iki cennet daha verdi. İçinde de  hurmalar, yeşil yastıklar, yataklar,  pınarlar, el değmemiş bakire huriler verdi. Sizler de gittiniz geldiniz gördünüz değil mi? Hatta o hurilere sizden önce başka bir insan ya da cin dokunmuş mu dokunmamış mı, yani o huriler bakire mi değil mi, kontrol edecek zamanınız da oldu. Gördünüz ve dünyaya geri döndünüz değil mi? “O halde Rabbinizin, hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”

NOT: Eğer bu cennet ayetlerinde bahsedilen şey bir din değil de geçmiş zamanlarda Sümerlerdeki her biri 72 millete ait olan tapınak fahişelerinden ve bu tapınağın asma üzümlerine, yeşil çimenlerine benzeyen bahçesinden bahsedilseydi ve o dönemin erkeklerinden birisine bu sorular yöneltilseydi derdi ki “Ooooooo,  gittim o cennet diyarına, gördüm 72 huriyi, biriyle de beraber oldum. Dillere destan o güzel bahçede mest oldum, hangi birini yalanlayabilirim ki” diyebilir, demelidir de. Ama siz diyemezsiniz. Konu konuyu açıyor ve bazen tutamıyorum kendimi.

Haşhaşiler tarikatı ile tanınmış Hasan Sabbah’ın Cennet ile ilgili bir uygulamasına yönelik internetten okuduğum bir yazının bir kısmını paylaşmak istiyorum:
“…Haşhaşilerin militanları eğitirken kullandıkları yöntemler, dünya tarihine geçmiştir. Ailelerden seçilerek alınan gençler, Alamut kalesinde özel olarak yetiştiriliyorlardı.  Din eğitimi, halkla ilişkiler; insan psikolojisine göre davranma, Haşhaşilerin sırrını gizleme konusu önemliydi. Ve suikast konusu... Fedailer, özellikle hançerlerle yaptıkları suikastlerle ünlüydüler. Bazı olaylar; bunların zehir de kullandıklarını göstermektedir. Artık, düşman üstüne salınacak döneme geldiklerinde bunların yedikleri bala veya çöreklere haşhaş yağı katılıyordu. Bu uyuşturucuyu alan gençler götürülüp özel olarak kurulmuş cennete bırakılıyorlardı.
Bu cennetler; Kuran'da anlatılan cennete benzetiliyordu. İçinde ağaçlar, otlaklar, sular ve yarı çıplak kızlar dolaşmaktaydı. Bunlar; isteyenlere, Kevser şarabına benzetilen şaraplar sunuyorlardı. Bu şaraplara da afyon damlatıldığından şarabı içenler bu cennet içinde hurilerle birlikte olduklarını sanıyorlardı.
Bunlara daha sonra; dine hizmet eden ve Masum İmam'a sadık olanların hep böyle hurilerle dolu cennette yaşayacakları telkin ediliyordu. Onlar da kütür kütür memeli kızların bulunduğu cennete daha bu dünyada ulaşmış olmanın coşkusu ile ne denirse yapmaya hazır oluyorlardı…”

O eski dönemlerde bu dümenlere oyuncak edilen genç erkeklere de sorsanız herhalde o cennet diyarını görmüş olduklarını zannederekten Rablerinin hangi nimetlerini inkâr edebilirler?

Cennet diyarını delil niyetine göstertip sanki o cennete bütün Müslümanlar bu dünyadayken gidip gelmiş görmüş muamelesi yapar gibi ardından “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini” yalanlıyorsunuz ifadesini yapıştıran bir kitaptan çıkartacağınız iki  olası sonuç vardır:

Birincisi: Bu ayetleri kim yazdıysa hakikaten derdi insanları, özellikle de erkekleri kandırıp peşine takmaktır.

İkinci olasılık ise: Kur’an’da bahsedilen cennet diyarı, gerçek anlamda bir öte alem diyarı olmayıp geçmişteki Sümerlerin 72 hurisini ve bu hurilerin yaşadığı "Zevkler Evi" isimli tapınağın yeşil bahçesini  ziyaret edip tadan erkeklerin  yaşadıkları bu olayların  civarda anlatılırken değişime uğrayarak Araplar tarafından kutsal addedilen bir kitabın içine eklenmesinin  öyküsüdür.

Sizce hangi seçenek daha ağır basıyor?
Ya da Rahman suresini okuduktan sonra aklınıza farklı seçenekler de geliyor mu?
     
78. Azamet ve İKRAM sahibi Rabbinin adı yücedir.

Birçoğunu bu  hayatta göremeyeceğimiz, bilemeyeceğimiz şeyleri delil göstertip “O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” cümlesine bağlıyorsunuz  sonra da diyorsunuz ki “Bu ayetleri Tanrı gönderdi”. 

Ey İslâm’ın İlâhı olan ve adının Allah olduğuna inanılan İlâh! Sen nasıl bir ilâhsın? Eğer bizi ve kâinatı sen yarattıysan, bizleri matematik hesabı üzerine kurulmuş olan bir sistemin içine gönderdiğinin farkında değil misin? Rüzgâr neden eser? Mevsimler neden oluşur?... Bu tür şeyleri gözlemleyip, araştırıp bilimsel temelle açıklayabileceğimiz bir sistemin içinde yaşıyoruz. Bize verdiğin akıl ve zekâ, sadece bu gözlemlere ve bilimsel temelli bilgilere inanabilmemizi olanaklı kılacak şekilde yaratılmış. Daha zeki olanlarımız dinden çıkıyor. Neden biliyor musun? İnsanoğlunu  hem akıl ve zekânın sınırlarını aşmayan bir kâinat sistemine göndermişsin hem de insan aklının veya duyu organlarının hiç algılayamayacağı bir boyutta bulunan aleme yani hiç gözlemleyemeyeceğimiz bir aleme inanmamızı bekliyorsun. Dalga mı geçiyorsun bizimle?

Yukarıdaki ayetleri bir Tanrının göndermiş olabileceğine şahsen inanmıyorum.

Atıyorum benim inandığım bir Tanrı var. Adı da “Yakari”. Ne büyük, ne güçlüdür benim Tanrım. Aslında kâinatın tek yaratıcısıdır benim Tanrım Ulu Yakari. Ama bilmezler, nankör insanlar. Hepsi de “Bizim Tanrımız gerçek olan Tanrı” diye bir türkü tutturmuşlar. Bir de Tanrılarına isim uydurmuşlar. Yok senin Tanrın yalan, bizim ki gerçek… Didişip duruyorlar. Kardeşim asıl gerçek olan benim Tanrım. Adı da Yakari. Kâinattaki her şeyi yaratan kâinatın asıl yaratıcısıdır Yakari. Bir gün tabiat  gezisine çıktım. Öyle şeylere tanık oldum ki ağzım açık kaldı.
  1. Yaban kazları “V” şeklinde dizilmişler gökyüzüne, öyle sistematik uçuyorlardı ki! Kazlara  o şekilde uçmayı kim öğretti sanıyorsunuz?
  2. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini, hangi sistemini  yalanlıyorsunuz?
  3. Küçücük arılarda, topladıkları çiçek tozlarından insanlara faydalı bal yapıyorlar.
  4. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  5. Rüzgâr eserken, çiçek ve bitki tohumlarını uzağa taşıyor. Böylelikle ait olduğu gövdeden kopan tohum, kendisini büyüten annesinden 50 metre uzaktaki  toprağa tutunup boy atıyor.
  6. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  7. Öte aleme gittiğinizde arşın yedi kat tepesinde Tanrı Yakari’ye iman koşusu düzenleriz. Bu iman koşusunda iyi derece alanlar tekrar Dünyaya gönderilir ve hepsi de zengin birer ailenin kucağında doğar.
  8. Yakari, kullarına 8 cennet vermiştir. Her birinde bir birinden çeşitli ve hoş kokulu çiçekler, kumsallar, tertemiz suyu olan denizler vermiştir.
  9. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  10. Yüce YAKARİ, Kâinatın tek yaratıcısıdır.  Anlayabilene..

BU AYETİ TANRI MI GÖNDERMİŞ?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kurandaki çelişkiler, Bakara 13, Ayetleri Allah mı gönderdi?, İnsanların inandıkları gibi, Yaratıcı kelamı, Ayetlerdeki çelişkiler, Mantık ve din,

BU AYETİ TANRI MI GÖNDERMİŞ?

Bakara 13: Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler.

Tabi ki de inanmayanlar, “Bizler akılsızlar gibi iman etmeyiz” diyecekler. Ne demeleri beklenir ki? Birilerini ikna etmek için “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” ifadesi zaten akla ve zekâya hitap eden bir ifade değildir. AKILLICA BİR SÖZ DEĞİLDİR.

İnsanlara faydalı olan bir kampanya yürütüyorsunuz fakat kampanyaya daha fazla insanın katılması gerek. Diğer insanları bu kampanyaya davet ederken kullanacağınız en akıllıca söz ne olabilir? “Bak bu insanlar bu kampanyada yer alıyorlar, çalışıyorlar. O insanların katıldığı gibi siz de katılın, o insanların çalıştığı gibi siz de bu kampanyada ya da bu dernekte çalışın” mı dersiniz yoksa yürüttüğünüz kampanyanın önemine ve faydasına mı dikkat çekmeye çalışırsınız? Tamam tamam anladım! Kur’an’da İslâm dinine neden tabi olunmasına yönelik başka bilgiler de var, onu anladım anlamasına da! “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın”  ya da “İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin” ifadesini kullandığınız kişilerin nasıl cevap vermesi gerekir? “Aaaaa, çoğunluk şunu yapıyor, biz de onu yapalım. Şu insanlar şu işi şöyle yapıyor, biz de aynen öyle yapalım mı” demeliler? Bu ayeti Tanrı yazmışsa, Tanrı çaresizlik içinde kıvranıyor besbelli. Öyle ki bu kıvranmanın bir sonucu olarak kişileri kendi dinine çağırırken  artık çaresizlikten onları  nasıl ikna edeceğini şaşırmış.

Akıl nedir? Nasıl değerlenir? Zeki insan nedir? Nasıl belli olur? Bilim insanı nedir? Düşünür nedir? Fark oluşturan kimlerdir? Bu dünyayı değiştiren, bu gelişmişliğe getiren beyin nedir? İslâm’ın İlâhı olan Allah, her insana, her akıla hitap eder mi? Tanrı’nın yürüttüğü mantığa bakar mısın? “…İnsanların inandıkları gibi siz de inanın…” Matematik ya da felsefe eğitimi almış birileri varsa çok iyi bilirler, zeki insan herkes gibi düşünmeyen herkesin inandığına inanmayandır. Zekânın özelliklerinden birisi farklı olmaktır. Daha özetle, başkalarının yaptığını ya da diğer insanların sürü halinde yaptığını yapmayan, düşündüğünü düşünmeyen, farklı olanı yapan ve farklı olanı düşünendir. Burada tabi farklı şeyler yapmak ya da farklı şeyler düşünmek derken çılgınca ve hoş karşılanmayan kötü şeyler akla gelmemelidir.


Sıradan bir insan ayet yazıp bu ayet ile kitlelerin kendi oluşturduğu dine katılmalarını istese nasıl bir ayet yazardı?  Ya da şöyle söyleyelim, kitleleri sürü olarak gören ve sürü psikolojisinden gelmiş bir insan, bu amacına ulaşmak için nasıl ifadeler kullanırdı?

Sıradan bir anne baba çocuklarına, “komşumuzun senin yaşında oğlu var biliyorsun değil mi? Adı Ferhat! Arkadaşları ile birlikte haftada üç gün futbol oynamaya  gidiyorlar, sen de onlar gibi futbola  git” diye nasihat eden anne babaya evlat cevabı hemen yapıştırır “Kusura bakmayın,  ben Ferhat değilim!” Allah’ın, kendisine inanmayan insanlara karşı onların inanması gereken durumu “…insanların inandıkları gibi siz de inanın…” diye tarif etmesi ve böyle bir mantıkla inanmaya çağırması bir hayli garip. Geçmişten günümüze insan toplulukları yeri geldi gök Tanrıya, güneş Tanrısına, rüzgâr Tanrısına ve çeşitli putlara inandı.  Onların nedenleri de aynıydı. Diğer insanlar falanca Puta tapıyor, “ben de tapmalıyım”. Benim çevremdeki insanlar  ay Tanrısına tapıyor, onlar aya tapıyorsa “ben de o insanlar gibi Aya tapmalıyım”! Allah’a inanmanın mantığının ya da mantık kurallarından biri bu mu yani, “diğer insanlar inanıyor, sen de inan”.  Niye senin dinine inansınlar? Niye diğer insan topluluklarının inandıkları dine inanmasınlar? Bu tür ifadelerin kullanılmasını sakın 1400 yıl evvelki Arapların cahilliğine ve o cahillerin İslâm dinine katılması gerekliliğine  bağlamayın. Cahil diye addedilen o kavimler, para, mal ve çıkar konusunda kurnazın kurnazı kişiler, eminim bu kadar açık ve garip bir cümleyi  anlayacak  zekâdaydılar. Zaten verilen cevaptan yeteri kadar akıllı ve zeki oldukları açıkça belli.

Ayetlerdeki cümleleri gereksiz ve çok ayrıntılı bir şekilde incelediğimi söyleyip eleştirebilirsiniz  fakat bu ayetler Müslüman çevrenin iddiasına göre İnsan yazması değil Tanrı yazması. Muhteşem incelikteki kâinatı ve  insan vücudunu yarattığına inanılan bir İlâh’ın böylesine sorgulamaya davet çıkartan acemice  ifadelere yer vermesinin mantıksızlığına vurgu yapmak lâzım diye düşünüyorum. Kendisinin yanında çok acizane kalan bizim beynimiz böyle gariplikleri  fark ediyorsa koskoca Tanrı’nın haydi haydi aklına gelmiş olmalı. Görünen o ki gelmemiş. Ya da iddia edildiğinin aksine  bu ayetler, Tanrı katından felan gelmemiş.

KUR'AN'DAKİ ARGO SÖZLER

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kur'an'daki argo sözler, Kur'an'daki hakaretler, Allah hakaret eder mi?, Allah beddua eder mi?, Kurandaki çelişkiler, Araf 176, Müdessir 51, Yarattıklarına hakaret eden Allah, KUR'AN'DAKİ ARGO SÖZLER
  • Allah onları kahretsin!
  • Akılsızlar! - Aptallar!
  • Kahrolası yalancılar!
  • Aşağılık maymunlar!
  • Domuzlar!
  • Hayvanlar hatta hayvandan da aşağılıklar!
  • Eşeğe benzerler!
  • Pislikler!
  • Aşağılıklar!
  • Canı çıkasıcalar!
  • Alçaklar!
  • Yabani Eşekler!
  • Dilini sarkıtıp soluyan köpekler!
  • Lanet olsun geberesice yalancılara!
  • Reziller!
  • Sapıklar!
  • Beyinsizler! 
  • Elbise giydirilmiş kütükler!
  • Soysuzlar!
  • Kahrolasılar!

Küfür demeyelim, argo diyelim. Yukarıdaki argo sözler, Kıyamete kadar hüküm sürecek olan ve Kâinatın tek hakimi olduğuna inanılan Allah’ın sözlerinin yazılı olduğu  Kur’an ayetlerinden alıntıdır. Uzunca bir süre bu sözlere kafa patlatmış ve bulabildiğim bütün açıklamaları mantık terazimin  doğru tarafına koymaya çalışmış ama başaramamıştım, öylece yarım kalmıştı. Bu kelimeleri barındıran ayetlerin açıklamaları ile ilgili İslâmî internet sitelerinde sayfalar dolusu izahat okursunuz. Ben bu izahatların  teker teker  üzerinde durmayacağım. Bu ayetlerden sadece iki tanesini örnek olması açısından paylaşayım:

Araf 176. Ayette: "Eğer biz isteseydik o kişiyi delillerimizle yüceltirdik. Fakat o dünyaya saplanıp kaldı, hevesinin peşine düştü. İşte böylesinin hali, kovsan da bıraksan da hep dilini çıkarıp soluyan köpeğin haline benzer. Âyetlerimizi yalan sayan topluluğun durumu işte böyledir. Şimdi sen bu kıssayı anlat, umulur ki iyice düşünürler."

Müdessir 49-51: "Böyle iken onlara ne oluyor ki âdeta aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi öğütten yüz çevirip kaçıyorlar!"

Bu iki ayeti sadece örnek olarak verdim fakat yorumcular arasındaki genel kanı şudur ki:

Birinci açıklama tarzı: 1400 yıl öncesinin Arap toplumunda, halk arasında bu argo sözcükler gündelik hayatın içinde olduğu için ve O dönemin Araplarına dikkat çekecek ve ciddiyet arz edecek şekilde hitap etmek için onların kullandığı dile yakın bir dil kullanılmıştır.

İkinci açıklama tarzı: Hayvanlar, aşağılık varlıklar değildir ammaaa, mesela bazıları, dilini çıkartıp soluyan köpeğe benzetilmiş ise o kişilerin durumu gerçekten de dilini çıkartıp soluyan köpeğe benzediği içindir ve bu başka şekilde nasıl tarif edilir? Müdessir 49-51’de ise Kur’an’ın öğüdünü dinlememekte inat edip yüz çevirenlerin durumuna en iyi örneğin aslandan ürküp kaçan yaban eşeğine benzetmek olduğu iddia edilir.

Geçenlerde İslâmi internet sitelerinden birinde gezinirken argo ayetlerin açıklamasına yönelik uzunca bir metin okuduktan sonra son paragrafta şaşırıp kaldım doğrusu. Hadi o son paragrafı birlikte okuyalım. Ha, bu paragrafı paylaştıktan sonra o siteden bu yazıyı silerler mi bilmiyorum, yine de paylaşayım.

“…Yüksek bir makamda bulunan bir yetkilinin suçlu olan bir kimse hakkında kullandığı 'sert ifadeler', onun sorumluluğuna uygun, makamına münasip, haşmetine yakışır, başkalarının hak ve hukukunu muhafaza arzusuna muvafık, suçluların suç işleme cesaretlerini kırma noktasındaki caydırıcılık amacına mutabık düştüğü için insanlar tarafından makul karşılanır. Fakat aynı 'sert ifadeyi', bir normal vatandaştan duymak, çok olumsuz etkiler bırakır.”

Yukarıdaki ifade, son dönem ülkemiz siyasetinde kullanılan dile ne kadar benziyor. Eskiden ülkemizde her ne olursa olsun, en tepede bulunanlar  kibar bir dil kullanırdı çünkü oturdukları koltuğun büyüklüğü, sorumluluğu bu kibarlığı gerektirirdi. Bu sadece bizim ülkemize has olması gereken bir dil değildir. Tek tük istisnalar kaideyi asla bozmaz diyerek dünya siyasetine genel anlamda bir bakın. Halklar içerisindeki insanlardan her küfrü, her argo ve hakaret kelimelerini ve hatta her türlü anormal olabilecek giyim tarzını, yaşam tarzını görebilirsiniz fakat gelişmiş bir ülkenin siyasetçisinde bunları asla göremezsiniz. Saç sitilinden giyimine, üslubundan konuşma tarzına, davranışından terbiyesine kadar bir özen söz konusudur. Ülkeleri yöneten insanlar yani siyasetçiler, normal bir vatandaş gibi olamazlar, sıradan bir vatandaş gibi yaşayamazlar. Sıradan derken egosal bir yaşamdan  bahsetmiyorum. Hani çok güzel bir atasözümüz var ya “Hoca osurursa cemaat s…ar”. İşte bu sözün anlamından bahsediyorum. Bir ülkenin yöneticisi kulağında kulaklık, saçlarında 9 çeşit boya, yırtık bir pantolon ve ağzında sakız ile gezerse, halk o siyasetçiden en az yüzde yüz daha çılgın yaşayacaktır. Üstelik böyle bir siyasetçi halk tarafından ciddiye alınacak ve önemsenecek bir durumda da olmayacaktır. Benzer bir şekilde bir ülkenin yöneticisi, her hangi birisine ya da birilerine, tüm vatandaşların gözleri önünde hakaret edip argo sözler kullanırsa, sokaktaki vatandaşlar arasında bu durum yani bu şekilde konuşmak, bu şekilde davranmak normal karşılanacak ve dahası halk  arasında bu türlü davranışlar kat kat artış göstertecektir.

Ne zaman ülkemiz, dini bir siyasete mahkum oldu, işte  o zaman siyasetçilerin ağzından hiç duymadığımız ya da duymamamız gereken argo sözleri işitmeye başladık. Bazılarınız bu durumu, “Bu İslâm değil, İslâm böyle bir din değil” sözleri ile açıklamaya çalışabilir fakat yazının en başındaki argo sözleri okuduktan sonra  “arada benzerlik yok”  diyebilir misiniz?  Ülkemiz siyasetindeki dilin özelliği ve sebep sonuç ilişkisi ile Kur’an’daki dilin sebep sonuç ilişkisi çok benzemiyor mu? Kur’an’da Allah’ın kullandığı dilin argo olmasının nedeni aslında İslâm’ın yayılma döneminde bazı kişilerin Kur’an ayetlerine inanmayıp onu reddetmeleridir. Şu dönem siyasetimizdeki durum da üç aşağı beş yukarı aynı. Kendisine inanmayan, oy vermeyen, biat etmeyen kişilere ve kurumlara hoş olmayan sözler sarf ediliyor peki neden? Sırf kendisini desteklemiyor diye. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Yani, şu anki iktidarı destekliyor iseniz söyleyecek bir sözüm yok fakat şu anki iktidarı desteklemiyor iseniz sırf muhalif partiyi desteklediğiniz için iktidar mensuplarından hakaretler işitmeniz, ayrı muameleye maruz bırakılmanız nasıl bir duygu? Gelişmiş ülkelerde seçilmiş iktidar mensupları ülkelerini yönetirken  acaba “şu adam şu partiden ona çelme takalım, bu adam bu partiden bunu icraatlarımızın dışında bırakalım ya da o kimselere hakaret edelim” diyorlar mıdır? Kendilerini desteklememiş olan vatandaşlara ya da icraatlarını beğenmedikleri insanlara veya muhalif partilere argo sözler kullanıyorlar mıdır? ALLAH, kendisine inanmayı ve ibadet etmeyi reddeden insanlara karşı yukarıdaki hakaret dolu cümleleri ayet olarak göndermiş. Ne düşünüyorsunuz? SADECE DÜŞÜNÜN.

Bu hakaretlerle dolu ayetleri gerçekten de Kâinatın Yüce Yaratıcısı mı gönderdi?

İNANMADIĞIN ALLAH'I KANDIRMAK

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Bakara suresi çelişki, Allah'ı kandırmak, İnanmadığın Allah'ı kandırmak, Kurandaki çelişkiler,

İNANMADIĞIN ALLAH'I KANDIRMAK


Bakara 8: "İnsanlardan bazıları da vardır ki inanmadıkları halde "Allah’a ve âhiret gününe inandık" derler."
Bakara 9: "Akıllarınca Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya kalkışıyorlar; halbuki onlar farkında olmadan yalnızca kendilerini aldatmış oluyorlar."
Bu iki ayetin kısa özeti şudur:
İnsanlardan bazıları Allah’a ve ahıret gününe inanmıyorlar fakat bu inançsızlıklarını örterek etraflarındaki kimselere inanıyormuş gibi rol yapıyorlar. Yani ne yapıyorlar? Müslüman olduklarını söylüyorlar, oruç tutuyormuş gibi yapıyorlar, Müslümanların yanında namaz kılıyormuş gibi yapıyorlar vs.

Akıllarınca bu insanlar Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya çalışıyorlar. Bu iki ayette tarif edilen kişiler “münafık” denilen kişilerdir. Yani kendisini, çevresindeki kimselere Müslüman’mış gibi yutturmaya çalışan kimseler. Bu açıdan bakıldığında Müslüman olmayanların, çevrelerindeki kimselere Müslüman rolü yapmaları bu ayetle tabi ki de uyuşur fakat “Akıllarınca Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya kalkışıyorlar” dendiği zaman akla şöyle bir mantıksızlık takılıyor:

Kişi, inanmadığı Allah’ı nasıl kandırmaya çalışır?
Kur’an’ın tercümesini her okumaya başladığımda Bakara suresi, ilk sayfalarda olduğu için bu ayetlerde takılır kalır ve mantıklı cevabını hiçbir yerde bulamazdım. Hadi bir örnek verelim:

Suat ismindeki delikanlı, inanç olarak bir Tanrının var olabileceğine hiç inanmamıştır. Yani Suat, Allah’a ve ahiret gününe inanmıyor fakat dindar bir çevrede yaşadığı için dinsizliğini dile getirmenin tehlikeli olabileceğini ve hatta çevresindekiler tarafından dışlanacağını bildiği için Müslüman’mış gibi davranıyor. Cuma günleri camiye gidip Cuma namazı kılıyor. İçtenlikle kılmıyor fakat kılıyormuş gibi yapıyor. Ramazan ayı geldiğinde evde yiyip içiyor fakat toplum içine çıktığında sanki oruç tutuyormuş gibi yapıp akşam ezanına kadar dışarıda hiçbir şey yiyip içmiyor. Yani Bakara suresi 9’uncu ayete göre bu kişi çevresindeki kişileri Müslüman olduğuna inandırıyor, inanıyormuş  ve ibadet ediyormuş gibi yapıyor.

Gelelim Allah’ı aldatma kısmına. Bu genç yani Suat, evine çekilip perdesini çektiği zaman ne diyor kendi kendine? “Ben Allah’a inanmıyorum ama belki beni görüyordur, o yüzden evimde de namazımı kılayım” mı diyor? Eğer Allah’ın kendisini az da olsa minik bir ihtimal bile olsa gördüğünü düşünüyorsa ki bu durumda Allah’ın var olduğuna inanıyor demektir. Bu durumda  Bakara Suresi 8’inci ayette bu kimseler için “…inanmadıkları halde…” deyiminin kullanılmaması gerekir. İnanmanın azı çoğu olmaz ya inanırsın ya da inanmazsın. Eğer Suat, Allah’a ve ahiret gününe inanıyor fakat  ibadetlerini yapmıyor veya yapıyormuş gibi çevresindekilere görünüyor ise Suat bu durumda inançsız değil, günahkârdır.


Yaşlı bir komşu kadın, bazı hastalıklar sonucu akıl sağlığını bozmuş ve ölmüş olan bazı tanıdıklarının halen yaşamakta olduğunu düşünüyor ve sana gelip diyor ki: “Hanife’yi çağır da gelsin, benim evde oturur sohbet ederiz.” Fakat sen Hanife’nin dört sene önce öldüğünü söylemeye çalışıyorsun ama yaşlı kadın, dediğinde ısrar edip sıkı sıkı tembih edip “Ben gidiyorum, sen Hanife’yi çağır” deyip evine gidiyor. Sen evde tek başına kala kalıyorsun. Karşı komşun Hanife, dört sene önce hayatını kaybetmiş. Ne yapacaksın? Öldüğünü bile bile Hanife hanımın penceresine doğru eğilip “Hanife ablaaaaa…” diye bağıracak mısın? Bağıramazsın, çağıramazsın çünkü Hanife hanım diye birisi yok artık, ölmüş. HANİFE YOK! Sen de bunu biliyorsun.

Allah’a inanmadığın halde  inanmadığın Allah’ı nasıl kandırmaya çalışırsın? Bu nasıl bir mantık hatası? Allah’ı kandırman mümkün değil çünkü sana göre bir Allah zaten yok. Olmadığını, yaşamadığını düşündüğün bir varlığı hangi mantıkla kandırmaya çalışırsın. Eğer gösteriş olsun diye namaz kılıyormuş ya da oruç tutuyormuş gibi yapıyorsan senin bu durumunu sadece Müslümanlar görüyor ve senin içsel dünyanda neler olduğunu bilmiyorlar fakat Allah, insanın içinde ve dışında olanı bilen değil midir? Sen Allah’ın var olmadığını bildiğin için dolayısıyla var olmayan bir varlık seni göremeyeceği gibi içinde olanı da bilemeyecektir otomatikman. Bu yüzden inanmadıkları halde “inandık” diyenlerin çevredeki Müslümanları kandırması mantıklı iken inanmadığı Allah’ı kandırmaya çalışması zekâ  ve dikkat eksikliğinden başka bir şey değildir. Ayette belirtilen İnanmadıkları halde Allah’ı ve Müminleri kandırmaya çalışanlar akıl fukaraları mı?

Bakara 8: "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde «Allah’a ve ahiret gününe inandık» derler."
Bakara 9: "Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir."
Bakara 8: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki kendileri îman etmiş olmadıkları halde, «Allaha ve âhiret gününe inandık» derler. Halbuki onlar inanıcı (insan) lar değildir."
Bakara 9: "Allâhı da, îmân edenleri de (gûyâ) aldatırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatmazlar da yine farkına varmazlar."

Bazı çevirilerde “inanmak” kelimesi “iman etmek” olarak tercüme edilmiş olsa dahi inanmak ile iman etmek aslında aynı anlama gelir.

Ben Arapça bilmiyorum. Seneler boyunca bu ayetlerin bulabildiğim bütün tercümelerini okudum. Şaibeli olabilecek bir çok ayet farklı tercüme edilebilirken bu ayetin tercümesinde hiçbir değişiklik yok. Geçmişten günümüze kadar aynen gelmiş. Eğer tercümede hata olduğunu düşünüyorsanız ve Arapçanıza güveniyor iseniz lütfen yorum kısmına yazınız.

ENFAL SURESİ 65-66

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Enfal suresi, Enfal 65, Enfal 66, Allah sizde bir zaaf olduğunu bildi, Kurandaki çelişkiler, 10 kafire karşı 1 mümin, Allah'ın her şeyi bilmesi, Enfal suresindeki çelişkiler, Ayet incelemeleri,

ENFAL 65-66. AYETLER


Enfal Suresi 65. Ayet: Ey Peygamber, müminleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlup edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.

Enfal Suresi 66. Ayet: Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir.

İlk ayette, Müslümanları savaşa teşvik etmek ve motive etmek için 20 müslümanın 200 kişiyi ve ardından 100  sabırlı müslümanın  1000 kâfiri yeneceği belirtiliyor yani savaş sırasında 1 müslüman 10 kâfire bedeldir. Yaşanan bazı savaşlardan sonra  Enfal Suresi 66 ıncı ayet iniyor  fakat anlaşılan o ki 1 müslüman 10 kâfire bedel olamamış, ALLAH da bunu bilmiş. Sonra bu 1’e 10 oranı birden bire düşüyor ve 100 sabırlı müslümanın 200 kâfire bedel olduğu yani 1 müslümanın 2 kâfiri yeneceği belirtiliyor.

Eskinin tanrılarının ve putlarının gelecekte yaşanan olayları bilebilmek gibi üstün özellikleri yoktu. Tabiat olaylarını yönetenler, güneşi yönetenler gibi çok önemli ve kudretli yetenekleri olan Tanrılara rağmen hiç birisi gelecekte neler olacağını bilmezdi. Allah ise diğerlerinden farklı olarak geçmişte ve gelecekte olacakların hepsini bilen bir Tanrı olarak lanse edilir. Allah, Enfal Suresi 65. Ayette 1 müslümanın 10 kâfiri yeneceğini söyledikten sonra bazı savaşlar sonucu bir şeyler ters gidiyor ve yaşanan bu hayal kırıklığının  ardından 66. Ayet geliyor ve bu kez “Allah, sizdeki bu zaafı bildi” şeklinde bir ifade kullanılıyor. Bu ifadeyi acaba ezeli ve ebedi her şeyi bilen bir Tanrı mı yazmıştır yoksa geleceği görme yetisi olmayan sıradan bir insan mı yazmıştır? Bu ayetin “Allah, sizdeki bu zaafı bildi” ifadesini araştırdığınız zaman  İlâhiyatçılar, anlaşılması açısından bazı yorumlar getirirler. Bu ayetler için kabul edilen yorumları irdeleyelim.
  • “Allah bu ayetiyle demek istiyor ki  Aslında 1 müslümanın içinde 10 kâfiri yenecek güç vardır fakat  Müslümanlar bunun farkına varamamışlar ve kendilerindeki bu gücü gerektiği şekilde kullanamamışlardır.”
Ben, ilahiyatçıların bu açıklamasından şunu anlıyorum: Allah, meramını ya da var olan bir durumu, bir bilgiyi, kullarına  anlaşılır kelimelerle, cümlelerle anlatma becerisinden yoksun. Ben bu ayetleri birleştirip daha anlaşılır hale getireyim. Aşağıdaki altı çizili yerleri ben ekledim.

Ey Peygamber, müminleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Bir müminin içinde 10 kişiyi mağlup edecek güç vardır. Eğer müminler, kendilerindeki bu gücün farkına varırlarsa  içinizden  sabreden yirmi kişi,  iki yüz (kişiyi) mağlup edebilirler. Eğer bu müminler zaaflarına yenik  düşerler  ve kendilerindeki bu gücü kullanamazlar ise yüz mümin iki yüz kâfiri bozguna uğratır. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.


Şimdi, dürüst olarak cevap verin. Enfal Suresi 65 ve 66 ıncı ayeti, geleceği bilen bir Tanrının gönderdiğine inanıyorsanız bu Tanrı, Tanrı olmasının yani geleceği bilen bir varlık olmasının farkını ortaya koyarak  kırmızı renk ile yazdığım  ayeti tek seferde ve aynı anda tek parça halinde mi gönderir yoksa sanki gelecekte ne olacağını bilemeyen bir Tanrı algısı oluştururcasına  önce 1’e 10 oranını gönderip yaşanan savaştan sonra  müminlerde bir zaaf olduğunu bildiğini belirten bir ayetle birlikte sabreden yüz müminin iki yüz kâfiri bozguna uğratacağını söyleyip bu oranı düşürür mü? Görüldüğü üzere ayetlerin açıklamasına yönelik ilahiyatçıların ilk yorumu mantıklı değil.  Ayetlerin anlaşılmasına yönelik diğer bir izah şekli de aşağıdaki yorumdur.
  • “Allah zaten gelecekte olan her şeyi bilir fakat bilmekle olayın vukuu bulması farklıdır. Onun bildiği şeyin önce vukuu bulması ve kulların da bunu görmesi gerekir.”
İnsanların kendisine inanması için bir sürü peygambere mucize veren Allah, neden böylesi bir durumda bir Tanrı olmasının yani geleceği gören bir ilah olmasının farkını ortaya koymadı? Ya da şöyle söyleyelim, aklı başında insanların bu iki ayeti okuduktan sonra bu ayetleri bir Tanrı’nın değil ancak geleceği bilemeyen bir insanın yazacağını düşüneceklerini ve bunun da kendi kudretiyle   insana verdiği aklın ve mantığın doğal bir sonucu olacağını tahmin edemedi mi? O dönemde insanlar zaten İslâm’a davet ediliyor. Sorgulamanın en fazla yapıldığı o dönemlerde insanları kuşkuya düşürecek ve Peygambere,  “Ya bu nasıl ayettir, bunu kesin sen kendin yazmışsındır” dedirtecek bir ayeti göndermenin sonuçlarını, gönderdiği düşünülen kudret, hesap edemedi mi? Şimdi de diğer yorum ve açıklamaları irdeleyelim.
  • “Enfal Suresi 65. Ayet, Bedir Savaşı öncesinde nüzul olmuştur. Bedir Savaşı’nda Mekkeli müşrikler sayıca Müslümanlardan üstün idiler. Müslümanların böyle bir durumda savaştan çekinmemesi, Allah’ın izniyle bire on katı düşmanla dahi başarı elde edinileceği söylenmiştir. Ancak, oranın bire on olduğu durumlarda dahi savaşmanın farz olması ve savaştan kaçmanın yasaklanması, sonradan gelecek müminler için ağır bir hüküm olacaktı. Çünkü, İslam yayıldıkça İslam ile müşerref olan her kişinin iman kuvveti, beden gücü, sabrı aynı düzeyde değildi. Bedir Savaşı sonrasında nüzul olan 66. ayette de ‘savaşta sabretme, savaştan kaçmama’ yükümlülüğü iki katı düşman ile sınırlandırılmıştır. Böylece müminlerin yükleri hafifletilmiş, yüz kişinin iki yüz kişi karşısında kaçmaması farz kılınmıştır. Savaştan kaçanlar hakkında ‘Allah’ın gazabına uğrayıp, cehenneme varacağı’ (Enfal, 8/16) hükmü olduğu için, Enfal Suresi 66. ayet ile gelen hüküm, müminler için rahmet olmuştur. Şu halde bundan böyle bire karşı iki nispetinden daha fazlasına sabredemeyenler, sebat gösteremeyip savaşı terk edenler firari sayılmazlar. Fakat, silah ve mühimmatı bulunduğu halde bire karşı ikiden de yüz çevirip savaştan kaçanlar, ‘Allah’ın gazabına uğrayıp cehennemi boylayanlar’ ayeti kapsamına girerler. Yani, bu ayetin hükmünü hak ederler. Buradan anlaşılır ki, bu hafifletme birin ona karşı galip gelme ihtimalini ve imkânını ortadan kaldırmak için değildir. İkiden fazlaya karşı savaşı kabul etmenin ve direnmenin vacip olmadığını ve mendup -işlenilmesi tavsiye edilen iş- olduğunu bildirmek içindir. Nitekim, İslam tarihi boyunca bire on nispetinde ve daha fazla düşmana galip gelindiği nice savaşlar vardır. Ayette yer alan ‘Allah sizden o yükü, o teklifi çok hafifletti ve gerçekte sizde bir zayıflık olduğunu bildi.’ ifadesi, ‘savaş gücü bakımından içinizde bedenen veya sabır ve moral yönünden bir takım zaafları olanların varlığı sebebiyle, öylesine sabır ve tahammül zorunluluğunun bundan böyle herkes için uygun olmadığı kendini gösterdi’ manasına gelir.”
İmanlı kimseler için çok güzel gerekçeler ve açıklamalar ortaya konmuş. Savaşın farz olduğundan, yer, zaman ve savaşa katılan müminlerin imanlarının, sabırlarının kuvvet farklılığına, bire on oranındaki düşmanı ne olursa olsun kaçmadan yenmek için mücadele etmek gereğine ve ardından bire iki oranının Müslümanlar için bir müjde oluşuna kadar her şey harikulade açıklanmış fakat bir şey eksik. Yukarıdaki açıklamaların hiç birisi Enfal Suresi 66. Ayetteki “…Allah… sizde bir zaaf olduğunu bildi…”  ifadesinin mantıksal izahını vermiyor. Bu ifade “…Allah…sizde bir zaaf olduğunu biliyor…” gibi geniş zamanı yani bir Tanrı için geçmiş, şimdi ve gelecek zamanı kapsayan bir sonsuzluğu bilmek anlamına  gelebilecek bir ifade kullanılsaydı belki bu sorgulamayı yapmazdım.  Eeeeee?  “Ayşe, sende bir zaaf olduğunu biliyor” der isem bunun anlamı Ayşe sende bir zaaf olduğunu biliyor ama zamanı belli değil, belki de en başından beri biliyordur anlamı vardır fakat “Ayşe sende bir zaaf olduğunu bildi” der isem bunun anlamı, Ayşe daha önce sende bir zaaf olduğunu bilmiyordu ama sonrasında bir şekilde öğrendi yani bildi. Bu ifadeye göre anlam gayet açıktır. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği yani tüm zamanları, gaybı bildiğine inanılan Allah, müminlerde bir zaaf olduğunu bilmiyordu fakat bir şeyler oldu ve Allah bu zaafın olduğunu öğrendi ya da olayları  insan gibi gözlemleyerek  görüp  anladı, en sonunda zaaf olduğuna kanaat  getirdi  yani  bildi.

KUR'AN'IN MELEK ÇELİŞKİSİ

A, din, islamiyet, Kur'an çelişkileri, Kur'an'ın melek çelişkisi,İslamda melek çelişkisi, Kurandaki çelişkiler, Bakara 30, Meleklerin Allah'a isyanı,Melekler geleceği bilir mi?,Kur'an'da mantık hataları
Kur'an'a ve İslam'a göre melekler Allah'a ibadet etmeye ve her dediğini yapmaya programlanmış varlıklardır ve ÖZGÜR İRADELERİ ve kötülük yapma, günah işleme kabiliyetleri yoktur.

Fakat Kur'an'ı yazan her kimse (büyük ihtimalle Muhammed), Bakara 30'u yazarken bunu unutmuş ve kocaman bir çelişkinin içine düşmüş. Bir bakalım ayet ne diyordu:

Bakara 30: "Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi."

Görüldüğü üzere ayette Allah meleklere insanı yaratacağını haber veriyor ve melekler "biz neyine yetmiyoruz" gibisinden isyan ediyorlar, hatta Allah'a sorular soruyorlar.

Şimdi gelelim bu ayetteki çelişkilere:
  1. Meleklerin özgür iradeleri yok ise, Allah'ın her dediğini yapmaya programlı iseler Allah'a nasıl soru soruyorlar? Nasıl düşünebiliyorlar?
  2. Meleklerin özgür iradeleri yok ise ve Allah'a tapıp her dediğini yapmak ile görevli varlıklar iseler ve doğal olarak onları yaratan Allah bunları biliyor ise nasıl oluyor da meleklere "Ben yer yüzünde bir halife yaratacağım" demek gibi bir hataya düşüyor? Çünkü yarattığı varlığın iradesi-düşünme kabileti yok.
  3. Hadi düşünebilmeyi, özgür iradeyi falan da geçtim, nasıl oluyor da Allah'ın bu sözüne karşı melekler isyan ediyor? Hani onlar Allah'ın kendine tapsın ve her dediğini yapsın diye yarattığı bir nevi nur'dan robotlarıydı?
  4. Nasıl oluyor da melekler "Bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?" diye soru soruyorlar. Çünkü bunu söyleyebilmeleri için meleklerin gaybdan haber alıyor olmaları gerekir. Gaybı sadece Allah biliyor ise melekler burada nasıl bu şekilde konuşabiliyor? Eğer gaybdan haber alabiliyor olsalardı özgür iradeye sahip olmaları gerekmez miydi? Çünkü normalde sadece Allah'a ibadet ediyor ve o ne derse, hiç düşünmeyip, sorgulamayıp yapıyorlar. Saygıdan falan değil, Allah öyle programladığı, o şekilde yarattığı için.

Gelecek cevapları az çok tahmin ediyorum fakat acı olan şu ki bu cevaplar ciddi dansözlük ve ayet bükücülük istiyor çünkü çelişki çok büyük ve gayet net şekilde açık...

Yazan: Anu

İLK MÜSLÜMAN KİM?

AY, İlk Müslüman kimdir?,din, Kuran çelişkileri, Kurana göre ilk müslüman,Enam suresi,Araf,Ali İmran,İlk müslüman karmaşası, Kurandaki çelişkiler, islamiyet,
İLK MÜSLÜMAN KİM?

Enam(Davar) -163′e göre Muhammed.
Araf(Yüksek Yer) -143′e göre Musa.
Ali İmran(İmran Ailesi) -67′ye göre İbrahim.

Enam-163: "O’nun hiçbir ortağı yoktur; böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim."
Yukarıdaki ayet, Muhammed hazretlerinin ilk Müslüman olduğunu belirtir ama hükümsüzdür.

Araf-143: "Sen sübhansın”, "tevbe ettim, sana döndüm ve ben müminlerin ilkiyim, dedi."
Yukarıdaki ayet de Musa‘nın ilk Müslüman olduğunu belirten ayettir ve o da hükümsüzdür.

Her iki ayeti de hükümsüz kılan ayet:
Ali İmran- 67: "İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyandı. Fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslümandı, müşriklerden de değildi."

İbrahim, Muhammed’den de, Musa’dan da önce yaşadığına göre Müslümanlığı onlardan öncedir. Kur'an ayetlerinde ise Adem, İdris, Nuh gibi İbrahim’den önce yaşamış olan peygamberlerin Müslümanlık sırasının ise hesaba katılmadığını görüyoruz.

KUR-AN'DAKİ ÇELİŞKİLER |1

Kurandaki çelişkiler, Kur-an ve çelişkiler, Kur-an hataları, K, din, islamiyet, Allah küfreder mi?, Allahın küfürleri, Kurandaki mantık hataları, Allahın kanunları değişir mi?, Allah,
Müslümanlar tarafından Kuranda hiç bir çelişki yok deniliyor. Hatta Kuranın doğruluğunu ispat etmek için bazen bilim dünyasınca ispat edilmiş şeyleri kabul etmekten imtina ediyorlar. Misal Evrim teorisi. Bu yazımda sizlere Kuranın hem kendi içinde hemde bilim açısından bir kaç çelişkilerini göstereceğim. Bu, dincileri ikna etmese de umarım onlarda eleştiriye ve geleneksel din bilgilerini araştırmaya bir kapı açar. İlk önce Kuranın kendi içindeki çelişkilere bakalım.

Allah her şeyden haberdar mı?

Kuranın bir çok ayetinde Allah'ın her şeyi bildiği ve her şeyden haberdar olduğu bildiriliyor. Şimdi size vereceğim örnekten bunun böyle olmadığı ortaya çıkıyor.

Enfal-65: "Ey Peygamber! Müminleri cihada teşvik eyle. Eğer sizden sabredecek 20 kişi olursa 200 kişiye galip gelirler ve eğer sizden 100 kişi olursa kafirlerden 1.000 kişiye galip gelirler. Çünkü onlar hakkı ve akıbeti düşünmeyen anlayışsız bir kavimdirler."

Bu ayet bir savaş öncesi nazil olmuş ve ayetten anlaşıldığı kadarıyla Allah yirmi Müslümanın iki yüz kafire karşı direnmesini emrediyor. Ancak bu Müslümanlara zor geldiği için Allah bunun ardından şu ayeti vahiy ediyor.

Enfal-66: "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. O halde sizden sabredecek yüz kişi ölürsa ikiyüz düşmana galip gelirler, sizden bin kişi ölürsa Allah’ın izniyle ikibin düşmana galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir."

Bu ayet hakkındaki rivayetler şöyledir.

Abdullah B. Abbas diyor ki: "Eğer içinizden sabırlı yirmi kişi çıkarsa iki yüz kişiye galip gelir..." ayeti nazil olunca, bir Müslümanın 10 düşman karşısında direnmesini farz kılınmıştır. Bu ise Müslümanlara çok zor geldi. Bunun üzerine bu âyet nâzıl oldu ve Müslümanların yükünü hafifletti. Ancak, Allah teala, karşı konacak düşman sayısını eksilttiği nispette müminlerin sabrını da eksiltti."

Buharî, tefsir el-kur'an, 8/6; ebu davud, el-cihad: 114 (2646); ibn cerir et-taberi, câmiu'l-beyân.
Fahreddin er-razı der ki:

"Önceki (65.) ayetteki mükellefiyet Müslümanlara zor ve ağır gelince, cenâb-i hak, bu ayetle Müslümanların üzerinden o yükü kaldırdı. Atâ'nın rivayetine göre İbn abbas (r.a.) şöyle demiştir: "İlk emir inince, muhacirler niyazda bulunarak: "Ey Rabbimiz, biz açız; düşmanımız ise tok. Biz gurbetteyiz, düşmanımız ise yurdunda ve ailesi içinde. Biz memleketimizden, mallarımızdan ve çoluk çocuğumuzdan ayrı düşmüşüz, düşmanımız ise böyle değil" dediler. Ensar da: "Biz hem düşmanımızla uğraşıyoruz, hem de din kardeşimiz olan muhacirlere yardım ediyoruz." dediler. İşte bunun üzerine, hükmü hafifleten bu (66.) ayet indi." Fahreddin er-razı, mefatihu’l-gayb.


Enfal süresi 65 ayetinde Allah Müslümanlara kafirle savaşacakları zamanda ola bilecek sayılarını açıklıyor. Yani 20 kişi olursanız bile 200 yüz kişilik kafir ordusuyla savaştan çekinmeyin diyor. Bunun üzerine aklı başında bazı kişiler bu imkansız diyorlar ve Muhammed insanların tepkileri yüzerine bu ayeti getiriyor. Ayet «Şimdi Allah sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi.» şeklinde başlıyor. Burada dikkat edilmesi gereken konu şudur. Madem Allah her şeyi biliyor o zaman neden önceden Enfal 65 ayetindeki sayının (20 kişiye 200 kişi) insanlara ağır geleceğini tahmin etmedi? Oysa başka bir ayette Allah kullarını çok iyi tanıdığını yazıyor.

2/BAKARA-286: "Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar."


Şimdi sorum şu Allah verdiği bu sayının Müslümanlara fazla geleceğini neden önceden değilde savaştan sonra anladı? Bu apaçık bir çelişkidir.

Allah Muhammed'i kayırıyor mu?

Dinciler tarafından Kuranın herkese eşit davrandığı yalanı sıkça tekrar edilir. Oysa Kuranın bir takım şeylerde Muhammed'e torpil yaptığı açıkça belli oluyor. Örneğin Kuran'ın tüm Müslümanlara bir takım kadınlarla evliliği yasak ederken Muhammed'e meşru kılması Allah'ın Muhammed'i kayırması gerçeğini gözler önüne seriyor.

33/AHZÂB-50,51: "Ey Peygamber! Biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan kadınları; seninle beraber hicret eden, amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık. Ayrıca, diğer mu’minlere değil de, sana has olmak üzere, mehirsiz olarak kendini Peygamber’e bağışlayan, Peygamber’in de kendisini nikâhlamak istediği herhangi bir mu’min kadını da (sana helâl kıldık.) Mü’minlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında farz kıldığımız şeyleri elbette bilmekteyiz. Bütün bunlar, sana herhangi bir zorluk olmaması içindir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."

Ayette açıkça diğer müminlere değilde sana has olarak ifadesi kullanılıyor. Bu bir torpildir. Üstelik bunu her hangi bir konuda değil de sırf evlilik konusunda yapması da ilginç bir detaydır. Neden? Çünkü bu ayetten yararlanarak Muhammed evlatlığı olan Zeyd'in karısı Zeynep'le evlenmiştir. Bu olaydan rivayetlerde şöyle bahsedilir.

Taberi tarihinde bu hadise şöyle geçer:
”Tanrı elçisi günün birinde Zeyd’i aramak üzere onun evine gelir. Kapıda yünden örülmüş bir perde asılıdır. Peygamber kapının önündeyken rüzgar perdeyi kaldırır. O anda Zeyneb içeride çıplak olarak bulunmaktadır. Tanrı elçisinin gözü ona ilişir, güzelliği hoşuna gider ve kalbinde iz bırakır. Akşam olup da Zeyd eve gelince, Zeyneb ona Peygamberin geldiğini söyler. Zeyd, “ Eve girmesini rica etmeli idin” der. Zeyneb, “ Eve girmesini rica ettiysem de girmedi.” der. Zeyd, “ Peki ayrılırken bir şey söylemedi mi?” der. Zeyneb, “Kalpleri değiştiren Allah kutludur, dedi” der. Bu söz üzerine Zeyd, Muhammed’in Zeyneb’e aşık olduğunu ve onunla evlenmek isteyebileceğini düşünerek, onun yanına gider ve “Ey Tanrı elçisi, evime geldiğini söylediler, babam ve anam sana feda olsun, eve girmeliydin. Zeyneb hoşuna gitmiş olabilir, eğer hoşuna gittiyse hemen boşarım” der. Muhammed, “Karın hakkında bir şüpheye mi düştün ? ” diye sorar. Zeyd “ Ey Tanrı elçisi, hiçbir hususta ondan şüphelenmedim ve ondan hayırdan başka bir şey görmedim” der. Muhammed ona, daha sonra Ahzab Süresi 37. ayette de bahsi geçen “Eşini tut, Allah’dan kork” sözlerini sarf eder. Ancak her şeye rağmen Zeyd ne düşündüyse Zeyneb’i boşar. ”Bu ziyaretten sonra Zeynep şöyle der: “Resul-u Ekrem hazretlerinin beni görüp beğenmesinden sonra Zeyd benimle evlilik münasebetinde bulunmadı.”

Bundan sonra insanların Muhammed'i kınaması yüzünden olacak ki ne hikmetse ardı ardına ayetler inmeye başlıyor.

"Hani hem Allah’ın nimet ve ihsanına, hem de senin iyiliğine nail olmuş olup da hanımını boşamaya karar vermiş olarak sana danışmaya gelmiş olan kişiye sen: “Eşini yanında tut Allah’tan kork!” demiştin. Allah’ın açığa çıkaracağı bir durumu içinde saklamıştın, çünkü insanlardan çekinmiştin. Halbuki asıl Allah’tan çekinmen gerekirdi. Neticede, Zeyd eşini boşayıp onunla ilişkisini kestikten sonra, Biz onu sana nikâhladık ki, bundan böyle evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestikleri, onları boşadıkları zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri her zaman gerçekleşir." (Ahzab Süresi, 33/37)

Ve böylece insanların eleştirilerinden kurtuluyor göz diktiyi evlatlığının karısını da kendi karısı yapıyor.


Allah'ın kanunları değişir mi?

Kuran bazı ayetlerin açık bir şekilde Allah'ın yazılı olan yasalarında(yani vahiy olarak inen yasalar) hiç bir değişiklik bulamayacağımızı söylüyor.

Fatir-43: “… Hayır! sen Allah’ın kanununda değişiklik bulamazsın. Sen Allah’ın kanununda asla bir döneklik bulamazsın.”

Feth-23: “… Allah kanununda hiçbir değişiklik bulamazsınız.”

Bu ayetlerde kanunlarda değişiklik bulunmadığını söyleyen Allah diğer ayetlerde bunun tam aksini söylüyor.

Bakara-106: “Herhangi bir Ayet’in hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Allah’ın her şeye gücünün yettiğini bilmez misin? ”

Nahl-101: "Biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini gayet iyi bilir- onlar Peygamber’e, “Sen ancak uyduruyorsun” derler. Hayır, onların çoğu bilmezler."

Rad-39: "Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun yanındadır."

Allah'ın kanunlarını sildiği vakıaların varlığı İslam tarihi gibi kabul edilen hadislerde de bellidir. Gerçi bu hadisler Kuranın değiştirildiğini de ortaya çıkarır ama bu başka bir yazının konusudur.

Enes İbni Malik (rd) rivayet eder ki, “Allah'ın Resulunun sağlığında, Tevbe Sûresine eşit bir sûreyi okurduk. Şu ayetten başkasını unuttum : Velev enne libni ademe vadıyanı min zehebin lebtega ileyhima salışa. Velev enne lehu şalısen, lebtega ileyhima râbia. Velâ yemleu çevfebni ademe illetturabu. Ve yetübüllâhu alâ men tab»
Meali şudur : “Eğer Ademoğlunu altundan iki vadisi olsa, ister ki ona üçüncü şu satılsın. Üçüncüsü de olsa isterki ona dördüncüsü katılsın. Ademoğlunun karnını topraktan başkası doyurmaz. Al­lah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder» Metni nesholan bu ayeti, bazı kelime değişikleriyle ve aynı anlamda olmak üzere, Ebu Vakidi Elleysî, Ebu Musal Eş'arî ve Zeyd İbni Sabit de rivayet etmişlerdir."

Abdullah İbni Mes'ud da şunu rivayet eder : “Allah'ın Resulü bana, bir ayeti okudu ki ben onu ezberlemiş ve musahıfma da yazmış ve yatacağım yere bu yazıyı götürmüştüm. Ertesi günü mushafı elime alınca, yazının bulunduğu sahifenin bembeyaz olduğunu gördüm. Durumu Hz Peygambere haber verince bana, “Ya İbni Mes'ud, o ayet geçen gece kaldırıldı” dedi."

Gördüğünüz gibi Allah önce vahiy ettiği ayeti sonra yazıdan ve beyinlerden silebiliyor. Bunun iki nedeni olabilir. Ya Allah insanlar için en hayırlı olacak sözleri önceden seçemiyor yada bir türlü ne söyleyeceğine karar veremiyor. Bence ikisi de doğru.


Allah önce kafir yapar sonra cehennemde yakar.

Bu konu bir az karmaşık olmasına rağmen kendi üzerimden bunu size izah etmeye çalışacağım. Misal ben Allah'a inanmayan biriyim. Ve Kurana göre ebedi cehennemde yanacak olan insanlardanım. Ancak Kurana baktığımda Allah'a inanmama sebebimin Allah'ın kendisi tarafından sağlanıldığını görüyorum. Sizlere bazı örnekler vereceğim.

17/İSRA-36: "Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur."

Benim Allah hakkında kesin bir bilgim yok. Onun için dincilerin ortaya attığı Allah tezinin ardına düşmüyorum. Kulaklarımla Allah'ın sesini duymadım, gözlerimle onu görmedim, kalbimle de varlığını inkar ettiğim için bir korku hissi duymadım. Şimdi kendiniz düşünün ben nasıl inanayım Allah'ın var olduğuna? Ama iş bununla da bitmiyor zira Allah'a inanmamakta ısrarımı kendisi sürdürmeme izin veriyor.

“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 2/7)

Bu ayette Allah onların kalpleri ve kulakları mühürlenmiştir gözlerine de perde çekilmiştir artık inanmazlar diyor. Ve ayetin sonunda onlar için büyük bir azap vardır diyerek bu mührün mahşer gününe kadar devam edeceğini söyleyerek o insanların azap verilecekler olduğunu kesin bir şekilde söylüyor. Kendisini bana ispatlamak yerine gözlerimi kulaklarımı mühürleyip beni cehenneme atan Allah'ı tanımak ona iman etmek gibi bir şansım var mı? Demek ki Allah kendisi benim inanmayanlardan olmamı istiyor. Bu benim değil Allah'ın suçu. Çünkü o kendisinin varlığını ispat etmek zorunda ben onun yokluğunu ispat etmek zorunda değilim. Eğer birisine 2+2 kaç etmez diye sorarsan bu bir mantık hatası olur. Onun için Allah'ın yokluğu değil varlığı ispat edilir.

Kuran tüm insanlara mı hitap eder?

Geleneksel dinciler Kuranın evrensel olduğunu söyler. Allah bunun bir üst katına çıkarak Kuranın tüm alemlere ait bir kitap olduğunu söylüyor. (dincilere göre 18 bin alem var)

Kalem-52: "Oysa Kuran, alemler için bir öğütten başka bir şey değildir."

Bunu söyleyen Allah unutkanlıktan mıdır nedendir bilinmez bir diğer ayet te başka bir şey söylüyor.

6/EN'ÂM-92: "İşte bu (Kur’an) da, bereket kaynağı, kendinden öncekileri (ilâhî kitapları) tasdik eden ve şehirler anasını (Mekke’yi) ve bütün çevresini (tüm insanlığı) uyarasın diye indirdiğimiz bir kitaptır."

Şimdi ben Mekke ve onun etrafında yaşamadığım için Kuranın uyarılarını dinlemediğim için haksız mıyım?

Allah küfreder mi?

6/EN'ÂM-108: "Onların, Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler."

Ayette Allah başka inançta olan insanların kutsal saydığı şeylere sövmeyin diyor. Zira onlarında kendisine küfredeceğinden korkuyor. Ama bunu söyleyen Allah her nedense diğer ayetlerde İslam dışı inançlara sahip insanlara eşek, köpek, maymun, domuz diyerek küfürler ediyor. İlk önce İslam alimlerinin Allah'a sövme konusundaki hükümleri nelerdir ona bakalım.

İmâm İbn Kesîr rahîmehüllâh ise şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ’nin: ‘Dîninize dil uzatırlarsa’ buyruğunun mânâsı: ‘Onu ayıplar ve küçümserlerse’ demektir. İşte Rasûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e veya İşlâm Dîni gibi kutsallara şovenin öldürülmesi buradan alınmıştır.” [İbn Kesîr,Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm: 4/102-103.]

Şeyhu’l-İşlâm İbn Teymiyye rahîmehüllâh, şöyle demiştir: “Şoven kimse eğer ki Müslüman ise içmâ ile katledilmesi vaciptir. O kişi sırf bu sövme sebebiyle kâfır ve mürted olmuş ve kâfırlerden daha kötü bir hale gelmiştir, çünkü kâfır Allâh’i yüceltir ve üzerinde bulunduğu bâtıl dînin Allâh ile istihza etme ve O’na sövme anlamına gelmediğini itikat eder.” [eş-Sârimu’l-Meslûl: 546.]

İmâm Ebû Bekr bin el-Arabî rahîmehüllâh ise şöyle ise demiştir: “Şaka olarak yapılan küfür, kişiyi küfre götürür. Ümmette bu konuda ihtilaf yoktur.” [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân: 8/197.]

Şeyh Keşmirî rahîmehüllâh ise şöyle demiştir: “Kim, gerek alay ederek gerekse şaka yere küfür kelimesini söylerse (ya da amelini işlerse) ittifakla kâfır olur ve bu konuda itikadına (niyetine) itibar edilmez.” [Keşmirî, İkfârü’l-Mulhidin: 59.]

İmâm İshâk bin Rahaveyh rahîmehüllâh, şöyle demiştir: “Müslüman âlimler, Allâh’a veya Rasûlune söven ya da Allâh’in nebilerinden bir nebiyi öldüren bir kimsenin -Allâh’ın indirdiği şeylerin tamâmını kabul etse bile- sırf bu yaptığı şey sebebiyle kâfır olacağı hususunda içmâ etmişlerdir.” [Abdülmunim, Tenbihu’l-Gafilîn ilâ Hükmı Satımillahi ve’d-Dîn: 13.]

İmâm Hattâbî rahîmehüllâh ise şöyle demiştir: “Böyle bir kimsenin katlı hususunda Müslüman âlimlerden hiçbirisinin ihtilaf ettiğini bilmiyorum.” [Tenbihu’l-Gafilîn: 13.]


Gördüğümüz kadarıyla İslam alimlerinin hepsi Allah'a sövmenin kafirlik olduğunu ve cezasının ölüm olduğunu söylemişler. Ama nedense Allah'ın başka inançtaki insanlara sövmesini meşru görmüşler.

2/BAKARA-171: "İnkâr edenleri imana çağıran (peygamber) ile inkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir."

7/A'RAF-179: "Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar."

25/FURKÂN-44: "Yoksa onların çoğunun, işittiğini veya (böylece) akıl ettiğini mi sanıyorsun? Onlar sadece hayvanlar gibidir."

2/BAKARA-65: Ve andolsun ki siz, içinizden cumartesi günündeki (avlanma yasağını) çiğneyenleri biliyordunuz. O zaman onlara: “Hakir (aşağılık) maymunlar olun.” dedik.

5/MAİDE-60 "Onlar, Allah’ın lanetlediği ve gazap duyduğu ve onlardan maymunlar, domuzlar yaptığı ve tâguta kul ettiği kimselerdir."

62/CUMA-5: "Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir."

7/A'RÂF-176: "Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir."

Bunun gibi yüzlerce örnek var Kuranın çelişkilerini gösteren ama makalenin çok uzamaması için burada bitireceğim zira gelecekteki yazılarımda sıklıkla bu konuyu ele alacağım. Bizi takip etmeye devam edin çünkü bir sonraki yazıda Kuranın bilimle çelişen ayetlerini konu edeceğim. Yıllarca insanlara alimlerin alimi olarak yutturulan Kurandaki kanıtlarıyla Allah'ın aslında bilimden ne kadar uzak olduğunu ispat edeceğim. Bizi okumaya devam edin.

Yazan: Kirpi