İNGİLTERE KRALI VIII. HENRY VE ANGLİKAN KİLİSESİ BİR UÇKUR İNADI İLE ORTAYA ÇIKAN HRİSTİYANLIK MEZHEBİ
Tudor Hanedanından, İngiltere kralı VII. Henry ile York’lu Elizabeth’in 6 çocuğu olmuştu. VIII. Henry, hayatta kalan dört çocuktan biriydi. Diğer kardeşleri Margaret Tudor, Mary Tudor ve ağabeyi Arthur Tudor’du. Henry 1494 yılında York Dükü ilan edildi. 1502 yılında Kral olması beklenen ağabeyi Arthur ve 7 yıl sonra da babası Kral VII. Henry ölünce VIII. Henry tahta oturdu.
VIII. Henry, İngiltere tarihinde birçok hikâyenin kahramanı olmuş olabilir, ancak bunların hemen hemen hepsi de mutlaka kadınlarla olan ilişkileri ya da eşleri ile ilgili veya onların da içinde olduğu hikayelerdir.
Henry ilk evliliğini daha sonra soruna dönüşecek olan Aragonlu Catherine ile yaptı. Aragonlu Catherine, İspanya Kralı II. Ferdinand ile Kraliçe Isabel’in en küçük kızlarıydı. Bu evlilikteki amaç İngiltere ile İspanya arasındaki bağları güçlendirmekti.
Catherine aslında Henry’nin ağabeyi Arthur ile evlendirilmişti. Ancak Arthur’un beklenmeyen erken ölümü sonrasında yeni taze gelinin diğer erkek kardeş ile evlenmesine karar verildi. Bu uygulama normal koşullarda Katolik inancına göre yasak olmasına rağmen evlilik, araya giren Papa’nın izin vermesi ve gelinin ölen damadın kendisine hiç dokunmadığı konusunda yemin etmesi ile gerçekleşebildi. Henry’nin Aragonlu Catherine’den 6 çocuğu olmasına rağmen hayatta kalan tek kızı Mary oldu. Diğer çocukların erken ölmeleri ve Catherine’nin erkek veliaht verememesi ve yaşlandığı için veremeyecek olması sorun olmuştu.
Henry’nin evlilik dışı ilk metresi Bessie Blount olmuştu. Evliliğe dönüşmeyen bu yasak ilişkiden Henry Fitzroy doğdu. Henry’nin ikinci metresi ise Mary Boleyn oldu. Mary Boleyn o sırada William Carey ile evliydi. Mary Boleyn’den de Catherine ve Henry adını verdiği iki çocuğu daha oldu. Çocukların kayıtlarında baba olarak William Carey geçmişti.
Henry’nin ikinci karısı, ikinci metresinin kız kardeşi Anne Boleyn oldu. Anne Boleyn, ablası Mary Henry ile metres olduğu dönemlerde yurt dışındaydı ve o sırada Fransa kraliçesi olan Henry’nin ablası Mary Tudor’un nedimeliğini yapmaktaydı. Ülkesine döndüğünde ilk olarak Dük Henry Percy ile evlenen Anne Boleyn, Dük’ün başkası ile nişanlı olması sebebiyle bu evlilik iptal olmuştu. Anne Boleyn güzelliği, zekâsı ve kendine güvenli tavırları ile Henry’yi etkiledi. Henry ile metres olarak başladığı ilişki sırasında sürekli ona vereceği erkek çocuklarını anlatarak evliliği kolaylaştırdı. Böylece Kraliçe Catherine’den ve sevgilisi Mary Boleyn’den vazgeçen Henry, Anne Boleyn ile evlenmeye karar verdi. Ancak bir sorun vardı ki Catherine’den boşanabilmesi için Papa’nın buna izin vermesi gerekiyordu. Çünkü Katolik nikahı boşanmayı reddediyordu.
Henry’nin Catherine’den boşanmasına yeğeni İspanya kralı V. Şarlken karşı çıktığı gibi Papa da onay vermiyordu. Bu yüzden 6 yıl daha boşanamayan Henry, Anne Boleyn ile 6 yıl metres yaşamak zorunda kaldı. Anne Boleyn ile gizli evliliğini haber alan Papa, Henry’yi aforoz edince ipler koptu. Tam da o yıllarda Avrupa’da Protestanlık hareketi baş göstermeye başlamıştı. Biraz da bundan cesaret alan VIII. Henry, İngiltere’deki Roma Katolik Kilisesi ile olan bağları kopartarak yerine Anglikan Kilisesini kurulmasını emretti. Dönemin Canterbury Başpiskoposu olan Thomas Cranmer tarafından yazılmış olan Book of Common Prayer derlemeleri baz alınarak Anglikan Kilisesi kurulmuş oldu. Henry Catherine ile olan evliliğini geçersiz kılıp, ondan olan kızını da evlilik dışı ilan ettikten sonra Anne Boleyn ile evlendi. Böylece VIII. Henry, istediği kadınla evlenebilmek için yeni bir mezhep kurarak tarihe geçmiş oldu.
Anglikan Kilisesinin kurulması o kadar kolay olmamıştı. Ülkedeki koyu Katolik halk ve kiliseler birer birer isyan etmeye başladılar. Ancak Henry’nin gözü dönmüştü bir kere. Ülkede isyan eden kiliselerin keşişlerinden, halktan ve diğer Katolik taraftarlardan yaklaşık 40 bin kişiyi idam ettirdi.
Anne Boleyn ile olan evliliği sürerken eşinin hamile olduğunu öğrendi ve doğacak çocuğunun onuruna şölenler düzenleyerek mızraklı turnuvalar yapıldı. Bu gösterilerden birinde attan düşen Henry, sağ bacağında kalıcı bir yara ve sakatlık oluştu.
Henry’nin cinsel arzuları dinmek bilmiyordu. Anne Boleyn ile olan evliliği 3 yıl sürdü. Bu süre içinde Anne’nin kuzeni olan Madge Shelton ve sonraki eşi olacak olan Jane Seymour ile yine metres ilişkisi yaşadı. Anne Boleyn çocuğunu ölü doğurunca, Henry başına gelen bunca kötü olayların, evliliğin büyü ile oluşması sonucu olduğuna karar verdi. Anne Boleyn’den boşanmak için bulduğu yöntem aynı zamanda ondan intikam da almak isteği ile sonuçlandı. Aralarında kardeşi Rochford Vikontu George Boleyn’in de bulunduğu 5 kişiyle zina, vatan hainliği ve ensest ilişki suçlaması ile tutuklanıp yargılandı. Suçlamalar konusunda hiçbir delil olmaksızın 19 Mayıs 1536 tarihinde kendisi, kardeşi ve diğer 4 soylu kişi idam edildiler.
Anne Boleyn’in idamından 10 gün sonra 3. Karısı Jane Seymour ile evlendi. Yeni kraliçe birkaç ay sonra hamile kaldı. 1537 yılında Prens Edward doğdu. Doğumdan 12 gün sonra Kraliçe Jane Seymour öldü.
1540 Yılında bu kez Cleves’li Anne ile evlendi. Ancak bu evliliği sadece 6 ay sürdü. Cleves’li Anne’den boşandıktan sonra Boleyn ailesinden Anne Boleyn’in kuzeni, kendisinden 30 yaş küçük olan Catherine Howard ile evlendi. Catherine Howard ile iki yıl evli kaldıktan sonra Anne Bıleyn’in başına gelen onun da başına geldi. Bu kez de Catherine Howard iki farklı kişi ile zina yapmak suçundan hiç yargılanmasına gerek görülmeden idam edildi.
VIII. Henry son evliliğini Catherine Parr ile yaptı ve öldüğü güne kadar onunla evli kaldı. Yazılı tarihe ve hakkında yapılmış olan filmlere bakılacak olursa, İngiltere’nin tarih yazarlarının o dönemdeki tek işleri Henry’nin ilişkilerini takip etmek olmuş.
Kutsal Kâse hikayesi İsa’nın Son akşam yemeğinde kullandığı söylenen ve mucize
güçleri olan bir kadeh diye anlatılır. Ayrıca Aramatyalı Yusuf’un çarmıha
gerildiğinde İsa’dan damlayan kanları bu kadehte biriktirdiğine inanılır.
Ancak bu olaydan yüzyıllarca hiç söz edilmez. İsa ile ilgili olan her şey
şimdiye kadar yazılmış tüm İncillerde bir bir, harfi harfine ve en ince
detayına kadar anlatıldığı halde ne Matta’da ne Yohanna’da ne Luca da ne de
Markos da Kutsal Kâse ya da Kadeh ile ilgili tek bir kelime bile geçmez. Hatta
Son Akşam Yemeği ile ilgili bölümde dahi yedikleri kuru ekmekten içtikleri
şaraptan söz edilir ama Kutsal Kâse’den hiç söz edilmez.
Bir
kahramanımız daha var; Aramatyalı Yusuf. Yusuf, Roma İmparatorluğunun Yahudiye
Eyaletinin Aramatya kasabasında doğmuştu. Söylentilere göre Yusuf, Kutsal
Kâse’yi yanında taşıyordu ve İsa’nın bedeninden akan kanı bu kâse içinde
biriktirmişti. İsa’nın ölümü gerçekleştikten sonra onu mağaraya kadar taşımış
olan kişi de Yusuf idi.
Kanonik İnciller olarak geçen yukarıda
yazılı 4 İncil’de de Aramatyalı Yusuf hakkında Kudüs belediyesinde yüksek
mevkiye sahip bir üye olduğundan, zengin ve erdem sahibi olduğundan, Yahudiye
valisi Pontus Pilatus’tan İsa’nın cesedini isteyecek kadar cesur olduğundan,
bu yüzden Yahudi yasalarına aykırı davranarak İsa’nın suçlu sayılmasına ve
onursuz bir şekilde gömülmesi gerektiğine rağmen Yusuf tarafından alınıp
mağaraya götürülmesine kadar her şey yazılı iken Kutsal Kâseye İsa’nın
damlayan kanını topladığından hiç söz edilmez. Petrus’un yazmış olduğu
İncil’de Aramatyalı Yusuf hakkında hem İsa hem de Pontus Pilatus’un arkadaşı
olduğundan söz edilir. Nikodemus’un yazdığı İncil’de ise Yusuf hakkında
İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra tutuklandığı, İsa’nın dirilmesinden sonra
İsa tarafından kurtarıldığı yazılıdır ama Kutsal Kâse ile ilgili hiçbir yazı
bulunmamaktadır.
Peki bu insanlar neye inanıyorlar? Dedikodulara
mı?
Aslında hikâyenin orijinal hali daha farklı bir şekilde Kelt
mitolojisinde anlatılırken işgüzar bir Fransız şairin yazdıkları ile tüm dünya
Hristiyanları Kutsal Kâse’nin peşine düştü. Fransız şair Robert de Boron
Kâse’yi ilk kez Hristiyan dini açısından derleyen ve yaratan kişiydi. Boron’lu
Robert, döneminin efsanevi hikayelerinden etkilenerek kendi efsanelerini
yaratmıştı. Okuyup etkilendiği Kelt Mitolojisindeki sihirbaz Merlin
masallarından, Kral Arthur hikayelerinden esinlenerek Kutsal Kâse’ye dönüşen
bu efsaneyi ortaya çıkardı. 1200’lü yıllarda 4. Haçlı seferi sırasında
Haçlıları galeyana getirmek amacıyla, Tapınak Şövalyelerini onurlandırmak ya
da cesaretlendirmek amacıyla yarattığı yalana tüm Avrupa ve dünya sahiplenerek
sürdürmeyi tercih ettiler.
Robert de Boron anlattığı masalda Son
Akşam Yemeğinde kullanılan Kâse’nin Aramatyalı Yusuf’ta olduğundan söz ediyor.
Bu çok doğal çünkü İsa’yı en son gören ve mezara koyan o değil miydi? Daha
sonraki hikayelerde Aramatyalı Yusuf’un Kâse’yi de Kutsal olmasından ötürü
yanına alıp Havari Filipus tarafından İngiltere’nin Glastonbury kasabasına
gönderilen 12 Misyonerin başında buraya geldiğinden söz ediyor. Ve tabii ki
çok da doğal olarak Robert de Boron’un ortaya attığı bu yalan başka yazarların
da hoşuna giderek aynı masalı destekleyip yazdıkça halk tarafından doğru kabul
ediliyor. Bu da yetmiyor ve Avrupa’nın saygın Hristiyan devletlerinin
Hristiyan kralları ve tüm şövalyeler Kutsal Kâse’nin peşine düşüyor. Tam da
Türkçede dediğimiz gibi; “Delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı
çıkaramamış” gibi bir şey. Aslında çıkarmaya çalışan da yok hala taş atmaya
devam ediyorlar.
Peki işin gerçeği ne? Gerçek şöyle başlıyor;
Kutsal Kâse ile ilgili ilk söylenti 12. Yüzyılda yani 1100’lü yıllarda, Kral
Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili anlatılan efsanelerde geçer. Bu
efsanelerin genel adı “Graal Efsaneleri” olup tamamı Kelt Mitolojisine
dayanmaktadır. Kelt mitolojisi ise kullanılan eşyaların sağladığı mucizeleri
fazlasıyla işlemesiyle meşhurdur. Kayadan çıkarılamayan ve sadece Camelot
Kralı, Uther’in soyundan birisinin çıkarabileceği Excalibur gibi ya da bolluk
yaratan boynuzlar gibi veya hastaları iyileştiren, ölüleri dirilten kazanlar
gibi hikayeler Kelt Mitolojisini besleyen efsanelerdir. Bu efsanelerden birisi
Dagda isimli iyi bir Tanrıyı anlatır. Kelt Tanrıların babası olarak geçen
Dagda, Tuatha De Danaan ırkının lideridir. Tanrıça Danu’un da oğlu olan
Dagda’nın bir kazanı vardır. İşte bu kazan sihirli olup iyi tanrı Dagda’ya
sonsuz bir gençlik vermektedir. Başka bir efsanede ise yine Dagda’ya
benzetilen Kutsanmış Bran’a bu kazan ölümsüzlük vermekteydi.
Etimolojik
açıdan bakacak olursak “Holy Grail” olarak bilinen Kutsal Kâse Orta Çağ
Latincesinde “Gradalis” sözcüğünden geliyordu. Tam Türkçesi tabak anlamına
gelen Gradalis, Kelt Mitolojisinde ise geniş ağızlı veya kenarları alçak kap
anlamına gelen “Graal” kelimesi ile biliniyordu.
Kâse ile ilgili
ilk hikâye Fransa’nın Troyes kasabasında dünyaya gelmiş olan Chertien de
Troyes isimli bir halk ozanı ve hikayecisi (Türklerdeki Meddah’ın yazı ile
anlatanı) tarafından İngiltere’de Kelt, Fransa’da Gal olarak bilinen halkın
efsanevi hikayelerini yazmasıyla başladı. Kâse ile ilgili anlatılan ilk
hikâyenin asıl kahramanı Kral Arthur’un şövalyelerinden olan Percival idi.
Masal havasında yazılan bu eserin İngilizce adı “Percival, The story of the
Grail” olarak geçiyor. İngiliz ve Fransız edebiyatında daha sonra diğer bir
Yuvarlak Masa Şövalyesi olan Sir Galahad ile değiştirilmesine rağmen Kâse ile
ilgili hikâye aynen devam etti. Ve tabii ki daha sonra Hristiyan
metinlerindeki kahramanlar da ilave edilerek bugünkü konuma kadar geldi.
Percival’in
hikayesini de anlatmak gerek ancak burada değil. O ikinci yazının konusu olsun
çünkü o da yeterince uzun sayılır.
Rivayet ve hadislere Kur’an ayetleri ile birlikte baktığımızda Ömer’in
Kur’an’a etkisinin ne denli büyük olduğunu görürüz. Öyle ki kimi ayetlerin Ömer
ile Muhammed arasındaki konuşmalar, fikir ayrılığı yaşadıkları durumlar üzerine
indiği, Allah’ın Ömer’i haklı bulurcasına onun görüşlerini vahiy ettiği görülür.
Yani Ömer, Muhammed ve takipçileri üzerinde oldukça etkili biridir. Bunun
örneklerinden biri “kalem kağıt” olayı olarak da bilinen Kırtas hadisesidir.
Kur’an’dan
sonra en güvenilir kaynak olarak kabul edilen Kütübü Sitte’de yer alan bu olaya
göre İslam peygamberi ölüm döşeğindeyken çevresindekilerden kalem kağıt ister.
Rivayetlerde yazdığına göre ölmeden önce bir şeyler yazmak istemesinin nedeni
ölümünden sonra Müslümanların sapmalarını, yoldan çıkmalarını engellemektir.
Fakat Ömer Muhammed’in yazı yazmasına engel olur. Bu yüzden Şiiler tarih boyunca
Ömer’e tepki gösterip eleştirmişlerdir. Çünkü onların görüşüne göre eğer Ömer
tarafından engellenmeseydi Ali’nin halife olmasını vasiyet edecekti, yazacağı
buydu.
Şimdi ehli sünnet kaynaklarında bu konuyla ilgili yer almış
rivayetlere bakalım.
حَدَّثَنَا إِبْرَاهِيمُ بْنُ مُوسَى، أَخْبَرَنَا
هِشَامٌ، عَنْ مَعْمَرٍ، عَنِ الزُّهْرِيِّ، عَنْ عُبَيْدِ اللَّهِ بْنِ عَبْدِ
اللَّهِ، عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، قَالَ لَمَّا حُضِرَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم
ـ قَالَ وَفِي الْبَيْتِ رِجَالٌ فِيهِمْ عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ ـ قَالَ "
هَلُمَّ أَكْتُبْ لَكُمْ كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ ". قَالَ عُمَرُ
إِنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم غَلَبَهُ الْوَجَعُ وَعِنْدَكُمُ الْقُرْآنُ،
فَحَسْبُنَا كِتَابُ اللَّهِ. وَاخْتَلَفَ أَهْلُ الْبَيْتِ وَاخْتَصَمُوا،
فَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ قَرِّبُوا يَكْتُبْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه
وسلم كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ. وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ مَا قَالَ
عُمَرُ، فَلَمَّا أَكْثَرُوا اللَّغَطَ وَالاِخْتِلاَفَ عِنْدَ النَّبِيِّ صلى الله
عليه وسلم قَالَ " قُومُوا عَنِّي ". قَالَ عُبَيْدُ اللَّهِ فَكَانَ ابْنُ
عَبَّاسٍ يَقُولُ إِنَّ الرَّزِيَّةَ كُلَّ الرَّزِيَّةِ مَا حَالَ بَيْنَ رَسُولِ
اللَّهِ صلى الله عليه وسلم وَبَيْنَ أَنْ يَكْتُبَ لَهُمْ ذَلِكَ الْكِتَابَ مِنِ
اخْتِلاَفِهِمْ وَلَغَطِهِمْ.
Peygamberin ölüm vakti yaklaştığında aralarında Ömer bin. Hattab’ın da
bulunduğu adamlara “Yaklaşın, size bir yazı yazmama izin verin ki ondan
sonra yoldan sapmayasınız.” dedi. Ömer dedi ki: “Peygamber ağır hasta, bizde
Kur’an var, Allah’ın kitabı bize yeter.” Evdeki insanlar birbirlerine ters
düştü ve aralarında tartışmalar yaşandı. Bazıları: “Yaklaşın da Resulullah
size sapmayacağınız bir yazı yazsın” dedi. Bir kısmı da aynen Ömer’in
söylediğini söyledi. Önünde çok gürültü patırtı koparıp ihtilafa
düştüklerini görünce Peygamber onlara: “Gidin ve beni yalnız bırakın”
buyurdu.
İbni Abbas şöyle derdi: “İhtilaf ve tartışmaların onlar
için Resulullah’ın bu yazıyı yazmayı engellemesi büyük bir felaketti.”
[1]
“İbn Abbas şöyle diyor: ‘Perşembe günü, Perşembe gününün ne olduğunu sen
ne bilirsin?” der ve yeri ıslatıncaya kadar ağlar.”
Dedi ki:
“Resûlullah'ın hastalığı Perşembe günü ağırlaştı, “Bana bir kemik getirin
de size bir yazı yazayım ki ondan sonra asla yoldan sapmayasınız.” dedi.
Sonra oradakiler ihtilafa düşüp münakaşa etmeye başladılar, oysa ki
Peygamberin yanında tartışmak doğru değildir.
Onlar :
“Resulullah ağır hastadır” dediler. O zaman Peygamber dedi ki: “Beni
yalnız bırakın, içinde bulunduğum durum, hakkımda söylediklerinizden daha
hayırlıdır”.
Sonra onlara üç şey emretti: ‘Müşrikleri Arap
yarımadasından çıkarın. Görüşmeye gelen heyetlere, benim yaptığım gibi
ikramda bulunun ve hediyeler verin. Üçüncüsünü unuttum.”
[2]
Bu rivayette Muhammed’in hakkında söylenenlere neden sitem
ettiğini, yanındakilerin hakkında ne dediklerini aynı olayı anlatan farklı bir
rivayetteki ifade ortaya koyuyor. Çünkü aralarından kimileri yazı yazmak
isteyen Peygamber için
“Ona ne oluyor? (Sizce) delirmiş (ağır hasta) mi? Durumunu anlamak için
ona sorun.”
derler. [3]
Kimi rivayetlerde
“Gerçekten Resulullah sayıklıyor”
dedikleri yazar. [4]
فَقَالُوا إِنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه
وسلم يَهْجُرُ .
Bunun üzerine Muhammed onları huzurundan kovar,
ki rivayetlerin genelinden anlaşılacağı üzere bu tartışmaya neden olan kişi
Ömer’dir. Onun söyleminden sonra kimileri aynı şekilde Muhammed’in bir şeyler
yazmak istemesine karşı çıkarlar.
Anlatım yönüyle diğerlerinden
farklı olan ve İbni Sa’d da yer alan bir rivayet yine Buhari, Müslim gibi
kaynaklarda yer alan rivayetleri destekler şekilde Ömer’in Muhammed’in bir
şeyler yazmasına karşı çıkışını anlatır:
“Biz Nebî (sav)’in yanındaydık. Bizimle kadınların arasında perde vardı.
Resulullah (sav) “Beni yedi ayrı kuyudan alınmış su ile yıkayın ve bana
kağıt ile kalem getirin ki, ondan sonra asla dalalete düşmeyeceğiniz bir
yazı yazayım.” dedi. Kadınlar, “Resulullah’ın isteğini yerine getirin.”
dediler. Ben, “Siz susun. O hastalandığında gözlerinizden yaşlar akar,
iyileşince de boğazına sarılırsınız.” dedim. Resulullah (sav) ise, “Onlar
sizden hayırlıdır.” dedi.”
[5]
Bunlara ek olarak belirtmekte fayda var ki İbni Sa’d’da yer
alan bir rivayette daha güvenilir olan ehli sünnet kaynaklardaki rivayetlerle
ve Muhammed’in ölümüne dair anlatılarla uyumsuz bir şekilde olaydaki kişi Ömer
değil de Ali olarak önümüze çıkar. Şöyle yazar:
“Resulullah’ın hastalığı ağırlaştığında, “Ey Ali, bana bir şey getir de,
benden sonra ümmetimin dalalete düşmemesi için yazayım.” dedi. Getirmeden
önce vefat eder korkusuyla, “Ben onu aklımda tutarım.” dedim. Onun başı
göğsümde olduğu halde, namazı, zekatı ve kölelere iyi davranılmasını
vasiyet etti. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve
elçisi olduğuna şehadet edilmesini emretti. Sonra da ruhunu teslim etti.
Her kim bu şekilde şehadet getirirse ona cehennem haram olur.”
[6]
Fakat gördüğünüz gibi daha güvenilir olarak kabul edilen Buhari
ve Müslim gibi onca sünni hadis kaynağı bu kişiden Ömer olarak bahseder.
Muhammed’in ne yazmak istediği belirsiz olsa da Şiilerin görüşüne göre Ali’nin
halife olacağını yazacaktır ve Ömer bunu engellemiştir. Bu yüzden Şiiler
arasında zaman içinde Ömer’e karşı artan bir nefret oluşmuştur.
Muhammed’in
ölümü ile ilgili rivayetlerden yola çıkılarak onun bu olaydan birkaç gün sonra
öldüğü ve muhtemelen bu süre zarfında yazamadığı şey her neyse onu sözlü
olarak insanlara bildirmiş olması gerektiği söylenir. Fakat eğer söz konusu
kimin halife olacağı ise rivayetlere bakıldığında ölmeden önce bu konuda net
bir açıklama yapmış değildir. Örneğin şöyle bir rivayet vardır:
“Bana baban Ebubekir’i ve kardeşini (Abdurrahman’ı) bir yazı yazmam için
çağır. Çünkü gerçekten ben, bir temenni edicinin şöyle temenni etmesinden
ve ben öldükten sonra “ben bu işe (hilafete) daha layığım.” demesinden
korkuyorum.
Sonra Resulullah, Allah ve mü’minler ancak
Ebubekir’e razı olur.” değerlendirmesini yaparak bundan
vazgeçmişti."
[7]
Bu rivayete göre kendisi halife seçmiyor da “zaten halk
Ebubekir’i seçecektir” diyerek bu konuda herhangi bir açıklama getirmiyor.
Eğer
“halife şu kişi olacaktır” deseydi ölümü sonrası yaşanacak birçok siyasi
çekişmenin, Müslümanın Müslümanı öldürmesinin önüne geçebilirdi.
İki
rivayet var ki Şiilerin iddiası ve Kırtas hadisesi konusunda oldukça
önemliler.
İlk rivayete göre Muhammed’in amcası Abbas, Muhammed’in
hastalığı sırasında, başkanlığın, Haşimoğulları’ndan çıkmaması için bazı
girişimlerde bulunmuştur. Bunun için bir gün Ali, hasta olan
Muhammed’in
yanından çıkınca onun hastalığı hakkında bilgi alır ve
“Görmüyor musun? Allah’ın Elçisi bu hastalıktan ölmek üzeredir. Ben,
Abdülmuttalip oğullarının ölecekleri sırada yüzlerinin ne duruma geldiğini
bilirim. Haydi Allah’ın Elçisi’nin yanına gidelim de bu işi (yönetim) kime
bırakacağını soralım. Bize bırakıyorsa bunu bilelim. Bizden başkasına
bırakıyorsa kendisiyle konuşalım, bizim için tavsiyelerde bulunsun”
deyince, Ali, “Biz bunu Allah’ın Elçisi’ne sorunca, o da bunu bize
vermeyecek olursa, artık bir daha bunu bize vermezler. Onun için ona böyle
bir şeyi asla sormam” der.
[8]
İkinci rivayet şöyledir:
Abdullah bin Abbas’a “Tanrı elçisi vasiyetlerde bulundu mu?” diye sordum.
O, “Hayır, bulunmadı” dedi. Ben “bu nasıl oldu? Diye sorduğumda,O
“Allah’ın Elçisi, “Ali’yi bana çağırınız” dediğinde, Ayşe, “Ebû Bekir’i
çağırmayacak mısın?” , Hafsa da: “Ömer’i çağırmaya adam göndermeyecek
misin?” dedi. Bunun üzerine hepsi Peygamber’in huzurunda toplandılar.
Tanrı elçisi “Evlerinize dönün, bir işim olursa ben sizi çağırırım” dedi.
[9]
Tüm bunlara bakıldığında Muhammed ölüm döşeğindeyken
çevresindekilerin “kim halife olacak” derdine düşüp bu güçlü makama sahip
olmayı dilediği açıktır. Muhammed Ali’yi çağırtınca Ayşe ve Hafsa’nın da
babalarını çağırttığı, onlar gelince Muhammed’in hepsini huzurundan gönderdiği
rivayete bakılınca insanın aklında yaşanmış olabilecek onlarca ihtimal
beliriyor. Tabi Ebubekir’i övdüğü hadisleri de unutmamak gerekiyor.
Diğer
yandan, eşleri ile kavga edince, cariyesini kendine yasaklayınca veya
Yahudiler kendisi ile alay edince ayet gönderen Allah nedense büyük sorunlara
yol açacak daha önemli bir konuda, halifenin kim olacağı konusunda hiçbir ayet
göndermiyor. Müslüman arkadaşlara sesleniyorum. Elinizi vicdanınıza koyup,
gerçekten akıllıca düşünüp samimi olarak cevap verin. Hangisi daha önemli bir
konu:
Ölümünden sonra
imametin, halifeliğin kime geçeceği, yönetimi kimin ele alacağı.
Birincisi
hakkında ayet var ama çok daha önemli olan, dinin ve inananların kaderini
belirleyecek olan ikincisi hakkında yok. Böyle bir kutsal kitap olabilir mi?
Gerçi, Kur’an’ın Muhammed’in ölümünden yıllar sonra zar zor bir araya
getirilebildiğini hatırlayınca insanın tekrar “böyle bir kutsal kitap olabilir
mi?” diye sorası gelmiyor değil.
Kırtas hadisesi ile ilgili
rivayetlere bakınca bazı soruları sormak gerekiyor:
1) Ömer
Muhammed’in yazı yazmasına neden engel oluyor?
2) Yanındaki
kişilerden bazıları “yoksa o delirdi mi?” ya da “sayıklıyor” gibi sözler
söylüyorlar. Hani peygambere hürmet edip tevazu gösteriyorlardı? Yoksa O’nun
yatağa düştüğünü görünce gevşeyip güçlü gördükleri kişilere yanlamaya mı
başladılar?
3) Birçok rivayette Ali Muhammed’in cenazesiyle
ilgilenirken Ebubekir ve Ömer’in halifelik konusuyla uğraştıkları, daha sonra
Ebubekir’in halife ilan edildiği yer alır. [10] Bu durumda Şiilerin ya da kimi
insanların halifelik konusunda oyun oynandığını düşünmesi normal değil
midir?
4) Necm suresi 3. ayette “O, nefis arzusu ile konuşmaz.”
deniyor. Buna karşın Kırtas hadisesine dair rivayetler gerçekse Ömer’in
aslında Muhammed’e inanmadığı, iktidar dengeleri için yanında saf aldığı
sonucu ortaya çıkmıyor mu?
5) Allah’ın böylesi önemli bir konu
hakkında emir göndermemiş olmasını nasıl açıklıyorsunuz? Mantıklı buluyor
musunuz?
KAYNAKLAR
Taberî, Târîh, II, 228-229; Sahih-i Buhari, Hadis no: 7366; 96. kitap
(Kitabu’l İtisam), 468. hadis; Buhari’de olayı aynı şekilde anlatan diğer
rivayetler: Sahih-i Buhari, Hadis no: 5669; 114; 75. kitap, 29. hadis; 3.
kitap, 56. hadis; Kitabu’l-Meğâzî, 78 (4169 nolu hadis); Kitabu’l-Merda,
17 (5345 nolu hadis); İbni Sa’d, II, 243. Not: Kimi rivayetlerde yazmak
için kalem ve kürek kemiği istediği yazar.
Sahih-i Buhari, Hadis no: 3053; 56. kitap, 259. hadis; Buhari, a.g.e.
3168; 58. kitap, 10. hadis; Buhari, a.g.e. 4431; 64. kitap, 453. hadis;
Sahih-i Müslim, 1637b; 1637a; 25. kitap, 29, 30. hadisler; İbn Sa’d, II,
242; Buhârî, V, 137; Müslim (261/874); Müslim II, 1257-1258.
Sahih-i Buhari, Hadis no: 4431; 64. kitap, 453. hadis.
Sahih-i Müslim, 1637b; 1637a; 25. kitap, 29, 30. hadisler; İbn Sa’d, II,
243; Sahîh-i Müslim, II, 1258; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk
(Târîhu’t-Taberî), I-VI, Beyrut 1988, II, 229; Buhârî, V, 137; İbni Sa’d,
II, 242.
İbn Sa’d, II, 243-244.
İbn Sa’d, II, 243.
İbn Kesir, V, 394-395; K. Fezail. Müslim Fezailus-Sahabe, 11; el-Halebi,
İnsanul Uyun, I-III, Beyrut 1980, III, 456; İslam ve Hilafet, s. 156; İbn
Sa’d, II, 225; Bakillânî, 177; İbn Teymiye, Ebu’l-Abbâs Ahmed b.
Abdilhalîm (728/1328), Minhâcu’s- Sünne fî Nakdi Kelâmi’ş-Şîa
ve’l-Kaderiyye, I-IV, Bulak 1321, I, 134-135; II, 135; İbn Kesîr,
el-Bidâye, V, 228.
Sahih-i Buhari, cilt 5, s. 444-445 (64. kitap), hadis no: 4447; Şah
Muınüddin Ahmed Nedvî-Said Sahid Ansari, Büyük İslâm Tarihi Asrı Saadet
Peygamberimizin Ashabı II, hazırlayan Eşref Edip, İstanbul 1969, 114;
Ahmet b. Hanbel, Müsned I, 263, 325; İbn Sa’d IV/1, 18; İbn Hişam, IV,
101; Ebû Bekr İbnî’l-A’râbî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, tahkik: Muhibbüddin
el-Hatib, Dımaşk 1412, 177; Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi V,
s.882-883.
Şark-İslam Klasikleri, Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, V, Milli
Eğitim Bakanlığı yayınları (1992), s. 890-891; aynı konu için bakınız: İbn
Kesîr, V, 393-394.
İbni Kesir, Bidaye-Nihaye, 5/292. Hz. Muhammed ne zaman gömüldü? Babı;
İbni Hişam, Siyer 4/315; Taberi, Tarih. 3/217.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
En eski Yahudi metinlerinde net bir Şeytan figürü yoktu. Şeytan olarak
adlandırılabilecek en eski meleklerden biri olarak, bazen tanrının düşmanı
gibi görünen bazen ise onun kirli işlerini yapan Mastema'ydı (מַשְׂטֵמָה).
Erken dönem Yahudi düşüncesinde zıtlık ilkesini temsil etmek üzere insanların
yarattığı, şeytan benzeri bir figürdü. Hemen hemen şeytanla özdeştir.
Adı Hoşea 9:7,8 de "düşmanlık" anlamına gelen ortak bir isim olarak yer
alır. Ölü Deniz Yazmaları'nda şeytanın başka bir adı olan Belial ile
bağlantılı olduğu görülür. Dolayısıyla bu terim eski Yahudi edebiyatındaki
zıtlık eğiliminin tipik örneklerindendir.
Diğer adıyla Mastemat, suçlayıcı, tıpkı şeytan gibi ayartıcı, baştan çıkarıcı
ve Tanrı'nın hizmeti altında cellatlık yapan bir figürdür. Aynı zamanda
adaletsizlik, mahkum etme ve düşmanlık meleğidir. Düşen meleklerin çocukları
olan Nefilimlerin soyunu komuta etmiştir. Tanrının emri altında olsa da bütün
kötülüklerin babasıdır.
Mastema'nın kökeni Eski Ahit anlatılarındaki birçok geleneksel hikayede rol
oynayan Yahudi apokrif eseri olan Jübileler diğer adıyla Küçük Yaratılış
kitabına dayanır. Adının normal anlamı "sar ha-Mastemah" yani "Mastema'nın
prensi" dir ve kitapta anlamı aynı zamanda "düşmanlığın prensi" olarak önümüze
çıkar.
Jübileler Kitabına bakıldığında Mastema'nın, Rabbin ana düşmanı olan güçlü bir
melek olarak tasvir edildiği görülürken diğer yandan sadece Yahve'ye isyan
eden bir melek gibi görünmektedir. İnanışa göre Büyük Tufan bittikten sonra
Mastema'yı takip eden meleklerin bir kısmı uçurumlara hapsedilmişti. Mastema
tanrıdan, insanoğlunun üzerindeki iradesini gösterebilmesi amacıyla bir
kısmının serbest bırakılmasını istemişti. Tanrı bunun kesinlikle iyi bir
fikir olduğunu söyleyerek şeytanların onda birini özgür bırakıp Mastema'nın
hizmetine vermişti. [1]
Jübileler Kitabı'ndaki ilgili metin şöyledir:
Ruhların lideri Mastema geldiğinde şöyle dedi: "Yaratıcı Rab, onlardan
bazılarını (kötü ruhları) özgür bırak, beni dinlesin ve onlara söylediğim
her şeyi yapsınlar. Aksi halde emrim altında hiçbir ruh olmazsa irademin
yetkisini insanlar arasında kullanamam. Çünkü onları helak edici ve
saptırıcı olarak kullanıyorum. Çünkü insanların şerri büyüktür." Sonra tanrı
onların onda birinin kendisine bırakılmasını emrederek, kalan kısmı
uçurumlara hapsetti. [Jüb. 10:8-9]
MASTEMA, TANRI VE İBRAHİM
İbrahim'i sınamak isteyen Tanrı değil, onun Tanrı'ya olan bağlılığını
zedelemek isteyen Mastema'ydı. [2] Kimilerine göre yaptıkları ile İsrail'in
yükselişinde önemli rol oynamıştı. Jübileler Kitabı'nda yazana göre
İbrahim'den oğlu İshak'ı kurban etmesini isteyen tanrı değil Mastema'dır.
Mastema, Yahudilerin tanrısı Yahve'ye İbrahim'in çocuğunu kurban edemeyeceğini
söyler. Yani tanrıya o denli bağlı olmadığını iddia eder. Yahve duruma
müdahale etmeyerek Mastema'nın yapmak istediği şeyi göstermesine izin verir.
İbrahim gerçekten çocuğunu kurban etmeye kalkınca tanrı araya girerek İshak'ı
kurtarınca Mastema utanır.
Jübileler Kitabı'nda olaylar nasıl anlatılmış görelim ve buna Mastema'nın
Tanrı ile İbrahim hakkında konuşmasıyla başlayalım:
"... Gökte İbrahim ile ilgili, O'nun sözüne ve her türlü zorluğa rağmen
Rabbine sadık olduğunu söyleyen sesler vardı. Sonra Prens Mastema geldi ve
Tanrının huzurunda şöyle dedi: "İbrahim gerçekten oğlu İshak'ı seviyor ve
onu herkesten daha hoş buluyor. Onu bir sunak üzerinde kurban olarak
sunmasını iste. O zaman bu emri yerine getirip getirmediğini görecek ve
kendisini sınadığınız her şeye sadık olup olmadığını bileceksiniz."
[Jüb. 17:15-16]
Gördüğünüz gibi Mastema burada bir nevi kralın aklına girerek onu eyleme
geçiren, kışkırtan bir vezir gibidir.
Tanrı ile bu konuşmasından sonra olay İbrahim'den oğlu İshak'ı kurban
etmesinin istenmesine gelir. Şöyle yazar:
"Rab ona dedi ki: "İbrahim, İbrahim"! "Evet?" diye cevapladı. Oğlunu,
sevdiğin sevgili İshak'ı al ve yüksek tepeye git" dedi. Sana göstereceğim
dağlardan birinde onu sun." [Jüb. 18:1-2]
Akabinde İbrahim, İshak ve hizmetçileri le birlikte şafak sökerken yola çıkar.
Yolculuklarının üçüncü, ilk ayın 14. gününde İbrahim gidilecek alanı uzaktan
görür. Hizmetkarlarını bir kuyunun yanında bırakıp İshak'ı yanına alarak dağa
çıkar.
Olayın devamı Jübileler Kitabı'nda nasıl anlatılıyor bakalım:
Rab'bin dağının bulunduğu yere yaklaştığında bir sunak yaptı ve odunu
sunağın üzerine yerleştirdi. Sonra oğlu İshak'ı bağladı, onu sunağın
üzerindeki odunun üzerine koydu ve İshak'ı kurban etmek için bıçağı almak
üzere elini uzattı. Sonra ben (=Mevcudiyet Meleği) O'nun ve Mastema'nın
önünde durdum. Rab dedi ki: "Ona söyle, elini çocuğun üzerine indirmesin ve
ona bir şey yapmasın, çünkü onun Rab'den korkan biri olduğunu biliyorum."
Bunun üzerine ben gökten ona seslendim ve dedim ki: " İbrahim, İbrahim!'
Şaşırdı ve: 'Evet?' dedi. Dedim ki "Elini çocuğun üzerine koyma ve ona bir
şey yapma, çünkü şimdi senin Rab'den korkan biri olduğunu biliyorum. İlk
oğlunu kurban vermeyi reddetmedin.' [Böylece] Mastema prensi utandırıldı. [Jüb. 18:7-12]
Peki olay nasıl son buldu, ona da yazanları okuyarak bakalım:
İbrahim hizmetçilerinin yanına gitti. Yola çıktılar ve birlikte Beerşeba'ya
gittiler. İbrahim yemin alanında yaşadı. Her yıl yedi gün boyunca bu bayramı
sevinçle kutladı. Gidip sağ salim geri döndüğü yedi güne uygun olarak
bayrama Rab'bin bayramı adı verdi. İsrail ve onun soyundan gelenlerle ilgili
olarak göksel levhalarda yazan ve emredilen şudur: [Onlar] bu bayramı yedi
gün boyunca mutluluk bayramı ile birlikte kutlayacaklardır.
[Jüb. 18:17-19]
Jübileler Kitabı'nın özelliklerinden biri bu hikayeye tarih veriyor olmasıdır.
1.ayın 11.gününde dağa ulaşan İbrahim 13 veya 14. gün geldiğinde koç kurban
eder. [3]
MASTEMA, TANRI VE MUSA
Mısır'dan Çıkış 12:23'de Rabbin Mısırlıları öldürmek için geleceği yazarken
Jübileler Kitabı'nda ilginç bir şekilde bunu yapan, yıkımı getirenler
Mastema'nın egemenliği altında olan kötü ruhlardır. [להשחית Jüb. 10:8] Yani
Mısır'da ilk doğan oğulların öldürülmesi kötü ruhlar tarafından
gerçekleştiriliyordu. Çünkü Mastema bağlanmış, kilitli durumdaydı. [48:15] Bu
yüzden emrindeki ruhlar bir nevi tanrının temsilcileri olmuşlardı. Bu ruhlar,
Tanrı'nın emri gereği Paskalya sunusu verenlere zarar vermeyecekti. İlgili
metinler şöyledir:
Çünkü bu gece -bayram ve sevincin başlangıcında- Mısır'da paskalya sunusunu
yiyordunuz ki, Mastema'nın bütün güçleri Mısır diyarındaki her doğan ilk
çocuğu, değirmen taşındaki tutsak cariyenin ilk doğan çocuğunu ve sığırların
da ilk yavrularını öldürmek için gönderilmişti. Rabbin onlara verdiği şey
şudur: Kapısında bir yaşında kuzunun kanını gördükleri her evin üzerinden es
geçecek, o evlere öldürmek için girmeyecek, kurtarmak için üzerinden
geçecekler. [Jüb. 49:2-3]
Bu şeytanın öne çıktığı diğer önemli nokta Mısır'dan Çıkış'tır. Jübileler
Kitabı'na göre Musa Mısır'a döndüğünde onu öldürmeye çalışan tanrı değil
Mastema'dır.
"Mastema prensinin sen Mısır'a, konaklama yerine dönerken sana ne yapmak
istediğini biliyorsun. Bütün gücüyle seni öldürmek istediğini, senin tüm
gücünle Mısırlıları cezalandırmak, intikam almak için gönderildiğini gördüğü
için Mısırlıları senin elinden kurtarmak istemedi mi?"
[Jüb. 48:2-3]
Bu metinler Tevrat, Mısır'dan Çıkış 4:24'deki "Ve o konaklama yerine gidiyordu
ve YHVH onunla karşılaşıp öldürmeye çalıştı" ifadesiyle paralellik gösterir.
Ayrıca Firavun'un yüreğini katılaştıran da odur (Midraş Abkir'de Uzza). Hatta
Musa ve Harun büyü yapmak için Firavun'un karşısına çıktığında Mısırlı
büyücülere yardım ettiği iddia edilir. Yani bu varlık İsrail halkını ve
Yahve'nin takipçilerini aldatmaya çalışan, onlarla uğraşan bir baş belası
gibidir.
Jübileler Kitabı'nda tüm ulusların ruhlar tarafından yönetildiği ve bu
ruhların başında Mastema'nın bulunduğu yazdığı gibi , sünnetsizler hoş
karşılanmadığından olsa gerek aynı zamanda sünneti uygulamayan toplumların
hükümdarı olarak kabul edilmiştir. Yani pagan toplumların ve beraberindeki
kötü ruhların hükümdarı olarak görülmüştür. Buna karşılık İsrail'in ise tanrı
Yahve tarafından yönetildiğine inanılmıştır.
Mastema tanrının rakibi olmasına rağmen diğer yandan enteresan bir şekilde
tanrı tarafından insanlığı cezalandırmak ve putperest ulusların gardiyanı
olarak hareket etmek için kullanılıyor gibi görünmektedir.
Örneğin sünnet olmanın kişiyi Mastema'nın yönetiminden tanrının yönetimine
aktardığı söylenir. Yani çağın sonunda tüm insanlığın bu iblisten kurtularak
tanrının egemenliğine teslim olacağı ima edilir.
MÖ. ilk binyıl içinde güneybatı Asya'da iyi ve kötü arasındaki kozmik savaş
inanışının popülerlik kazandığı görülür. Bunun en erken örneklerinden biri
Zerdüştlükte evreni yöneten iyi ve kötü ruh ya da gücün savaş halinde
olmasıdır.
MÖ. 550-330 aralığında hüküm sürmüş Ahameniş İmparatorluğunun başlıca dini
olan Zerdüştlüğün Babil sürgünü sonrası Pers İmparatorluğunda yaşamış olan
Yahudi düşünürleri etkilemiş olması mümkündür. Yani Mastema Yahudilikte ifade
edilen ahlaki ikiliğin bir örneğini temsil edebilir.
Mastema ulusları yönetse de bir gün onun yönetimi altındaki ulusların
Yahve'nin saltanatına geçeceğine, Eski Hristiyanlar gibi eski Yahudiler de bir
gün dünyanın eski mükemmel haline geri döneceğine inanıyorlardı. Dünyanın
sonunda tekrar yenilenip iyiliğin hüküm süreceğine dair bu inanış uzun yıllar
var olmuştu.
Batı genel olarak artık kıyameti ve Mesih'in ikinci kez geleceğini bekleyerek
yaşıyor olmasa da hala bazı Hristiyanlar bir gün kötülerin yenileceğine,
dünyanın şimdikinden çok daha iyi bir hale geleceğine inanıyorlar.
KÖKEN-ORTAYA ÇIKIŞ
Jübileler kitabı MÖ. 2. yy'da Yohanan Hurkanus döneminde yazılmıştır.
Hurcanus MÖ. 166'daki Makabi isyanından sonra kurulan Hasmon hanedanlığının
baş rahibiydi. MÖ.134'de göreve başlamış ve 104'e kadar hüküm sürmüştü.
Yohanan Hurkanus, Kuzey Filistin'deki toprakları fethederek ve rakipleri
olan Samirilerin Gerizim Dağı'ndaki tapınağını yok ederek Yahudiye ulusunun
topraklarını genişletmesiyle bilinir. Güneydeki Edomluları boyunduruk
altına almış ve onları Museviliğe geçmeye zorlamıştır. Her ne kadar
toprakları tek bir din altında birleştirerek egemenliğini pekiştirmenin bir
yolu olarak Museviliği kullanıyor olsa da Helenistik kültüre de sempati
duyan biriydi. Bu yüzden Ferisiler gibi bazı Yahudi mezhepleri öfkeleniyor,
onun yüksek rahip olarak görev yapmasını sorguluyordu.
İşte Jübileler Kitabı büyük olasılıkla bu bağlamda yazılmıştı. Çünkü kitabın
ele aldığı temalar arasında Yahudi Yasasına sıkı sıkıya bağlanma ve tanrı ile
karanlık güçlerin savaşı yani tanrı ile Mastema'nın kozmik savaşı yer
alıyordu.
İşin ilginç yanı bu şeytan figürünün ortaya çıktığı dönemdir. Çünkü bu dönemde
Yahudi halkı kendilerini Yahudi olmayanlardan ayırmanın yanı sıra dinine sadık
Yahudileri mürted olan Yahudilerden ayırma konusunda büyük endişe duymuş,
aşırı Yahudi milliyetçiliği patlak vermişti.
Yani Mastema figürünün öne çıkış nedeni bir kısım Yahudinin kendilerini diğer
uluslardan ve dinine sadık olmayan Yahudilerden ayırma girişimidir. Bu durum
sonucunda sadık Yahudiler tanrının yani iyinin yanında yer alan seçilmiş halk
iken diğer uluslar ve dinden dönen Yahudiler tanrıya karşı gerçekleşen kozmik
savaşta Mastema'nın yönetimi altında yer alan insanlar sayılmışlardı.
Jübileler Kitabı ve Mastema figüründen sorumlu olduğu düşünülen 3 topluluk
vardır. Bunlar Ferisiler, Esseniler ve Hristiyanlık karşıtı Yahudilerdir.
Makkabi isyanından sonra ortaya çıkan önemli bir mezhep olan Ferisiler
hahamların ve modern Yahudilerin kökleri kabul edilebilecek bir çok şeyin
öncüleri olduklarından Yahudi tarihi için önemlidirler. Ferisiler genellikle
Yahudi yasalarını ve tarihini öğrenmeyi kendine görev edinmiş sıradan
insanlardı. Tevrat'a ek olarak, Tevrat'ı yorumlamalarına yardım eden ve
Musa'ya kadar uzanan bir sözlü gelenek olduğuna inanıyorlardı.
Yahudilerin, Yahudi yasalarını izleyerek diğer uluslarla evlenmeyip
kendilerini Yahudi olmayanlardan ayırmaları gerektiğini söylüyorlar, ayrıca
ölülerin yeniden dirileceğine ve Mesih'in geleceğine inanıyorlardı.
Dolayısıyla bu mezhep birçok yönden modern Yahudiliğin ve erken Hristiyanlığın
yükselişinde rol oynamıştı.
Ferisiler kendilerini Helenistik dünyadan tamamen koparmak isteyen fanatikler
ve Esseniler ile Helenistik kültürün kendilerine uygun yönlerini benimseyen
Sadukiler arasında bir orta yol bulmuşlardı. Bugün İbrahimi dinlerin sahip
olduğu birçok fikre ve muhtemelen farklı ulusların asi melekler tarafından
yönetildiğine, gerçekleşecek son savaşta bu meleklerin yenileceğine
inanıyorlardı. Ferisiler hakkındaki tüm kanıtlar ele alındığında Mastema
kavramını yaratanların MÖ. 2.yy Ferisileri olduğu görülmektedir.
KAYNAKLAR
Vanderkam (1989) The Book of Jubilees; Melekler Sözlüğü, Gustav Davidson,
Sel Yayıncılık, s. 226
Dimant, Biblical Basis, 117-140; Yoshiko Reed, Enochic and Mosaic
Traditions in Jubilees, 353-368
Dimant, D.: The Biblical Basis of Non-Biblical Additions. The Sacrifice of
Isaac in Jubilees in Light of the Story of Job, in: Zaphenath-Paneah (FS
E. Qimron), ed. D. Sivan, D. Talshir, and C. Cohen, Beer-Sheva 2009,
117-140, p.122
Driscoll, James F. 1911. Pharisees. Catholic Encyclopedia.
18 YIL BOYUNCA ŞEYTANIN ELE GEÇİRDİĞİ SÖYLENEN ADAM : GEORGE LUKİNS
Paranormal olayların gerçek olup olmadığı ve bu olaylara dair anlatılar
her zaman insanlar için merak konusu olmuştur. Yıllar boyunca doğrudan şeytani
ele geçirme ile bağlantılı olmayan pek çok doğal olmayan olay rapor
edilmiştir.
Tarihin tozlu sayfaları arasında yer alan ve özellikle
Hristiyanlar için kafa karıştırıcı durum haline gelmiş olan bir olay da George
Lukins'in şeytani ele geçirilmesidir. Lukins aynı zamanda "Yatton Daemoniac"
olarak biliniyordu.
Aslına bakarsanız George Lukins vakası o zamanlar da iyi biliyordu ve
1778'de İngiltere'de büyük popülerlik kazanmıştı. Garip vakalardan biri olan
bu olayın ne olduğunu öğrenebilmek amacıyla şeytani ele geçirme olduğu
söylenen bu olayın derinliklerine inelim.
Kariyerindeki en tartışmalı davalardan biri ile karşılaşan rahip Joseph
Easterbrook İngiltere, Bristol'deki Tapınak Kilisesi'nde bir Anglikan
papazıydı. 31 Mayıs 1778'de cemaatinin bir üyesi sıra dışı bir istekle ona
geldi. Anlattığına göre kilise cemaatinden olan Sarah Baber yakın zamanda
Somerset yakınındaki Yatton kasabasını ziyaret etmiş ve bir adamın
açıklanamayan duruma maruz kaldığına tanık olmuştu.
Söz konusu adamın 40 yaşlarındaki bir terzi olan George Lukins olduğunu
belirtmiş, adamın günlük nöbetler geçirdiğini, bu nöbetler sırasında farklı
ses tonlarında yüksek sesle şarkı söylediğini ve çığlıklar attığını
anlatmıştı. Nöbet geçirirken çıkardığı bazı sesler insan sesine
benzemiyordu. Lukins ayrıca saldırgan tavır takınıyor, küfürler ediyor,
tanımlanamayan sözler söylüyor ve iğrenç tutumlarda bulunuyordu. Kadının
dediğine göre Lukins trans halindeyken kendine doktorların yardım
edemeyeceğini de söylemişti. [1]
Sarah olaydan uzun yıllar önce Yatton'da yaşayan bir kadındı ve
Lukins hakkında farklı bir izlenim oluşturmuştu. Lukins'in düzenli
olarak kiliseye giden, dindar ve toplum tarafından iyi olarak bilinen bir
adam olduğunu doğruluyordu. Fakat Lukins'in şeytan tarafından ele geçirilme
sürecinin 18 yıl önce başladığını söylüyordu. Yani kadının dediğine göre
adam tam 18 yıldır şeytani bir hakimiyet altındaydı.
Lukins'in ele geçirilmesine dair birçok açıklama var. Bunlardan birine göre
ailesi onu birkaç doktora götürmüş ancak tüm çabalarına rağmen düzensiz
davranışının nedenini bulamayınca olanları hayal kırıklığıyla
karşılamışlardı.
Lukins'in Londra'daki Aziz George Hastanesinde 18 ay boyunca gözlem altında
tutulması bile önerilmişti. Bu hastanede 20 hafta kaldıktan sonra tıp
camiası onun tedavi edilemez olduğu söylemişti. Nöbetleri geçmiyordu ve
halkın hakkında yaydığı dedikodular kısa sürede onu lanetlemiş, büyülenmiş
veya bir iblis tarafından ele geçirilen adam olarak damgalamıştı. [2]
Anlatılana göre aslında Lukins'in kendisi de geçirdiği nöbetler konusunda
şaşkındı. İfadesine göre, ele geçirilmesi bir Noel Baba oyununda rol aldığı
sırada başlamıştı. O yıllarda genç olan Lukins sokakta ilerlerken
birinin ona çok sert bir tokat attığını görmüş ve bilincini kaybederek yere
yığılmıştı.
O sıralar adamı tanıyanlar onun alkol tükettiğini söylüyor ve kimileri onun
yediği bu tokada "ilahi tokat" diyordu. Tokat olayından kısa bir süre sonra
adam nöbetler geçirip anormal davranışlar gösteriyor, nöbet sırasında köpek
gibi havlıyordu. Özellikle sağ elinin açıklanamayan ve güçlü bir şekilde
seğirdiği söyleniyordu. [1]
George Lukins'in yerel toplumun lanetli olduğunu söylemeye başlaması çok
uzun sürmemişti. Ayrıca kendisine yedi şeytanın musallat olduğunu ve bunları
ortadan kaldırabilmek için 7 din adamının gerekli olduğunu iddia ediyordu.
İşte tüm bu olaylar sonucunda Sarah Baber adlı kadın Lukins'i Bristol'e
getirmek için düzenlemeler yapan peder Easterbook'a başvurmuştu.
Peder Easterbrook, Bristol'e varır varmaz Lukins'i inceler. Adamı incelemek
için toplanan meslektaşları ile birlikte gördükleri karşısında şaşırırlar.
Lukins'in sergilediği ifadeler, tuhaf sesler ve saldırganlıkla birlikte
seyreden açıklanamayan kasılmalar rahibi ve bazı meslektaşlarını bunun
gerçek bir ele geçirilme vakası olduğu konusunda ikna eder. Ancak rahibin
meslektaşlarından bazıları adamın bir varlık tarafından ele geçirildiğinden
şüpheliydiler.
Şeytan çıkarma ayininin gerekli olduğu söyleniyor, diğer yandan o dönem
yayınlanan bazı makaleler bunu eleştiriyor ve adamın aslında epilepsi ve
Aziz Vitus'un dansı rahatsızlığına sahip olduğunu söylüyordu. Aziz Vitus'un
dansı denen rahatsızlığın diğer adları Aziz John'un dansı, Koreomanya
(choreomania) veya Dans Vebası'dır. İnanışa göre bu rahatsızlığa neden olan
şey Aziz Vitus'un ya da Vaftizci Yahya'nın lanetiydi. Sırf bu yüzden
lanetten kurtulmak umuduyla Vaftizci Yahya'ya dua ediyor ya da Aziz Vitus'a
adanmış yerlere hac ziyareti yapıyorlardı. Bu rahatsızlık Kara Veba'dan
birkaç yıl sonra meydana gelmiş, tedavi edilemedikleri görülünce hasta
insanların çoğu yalnızlığa terk edilmiş ya da kasabalardan kovulmuştu.
[1][3]
Bu rahatsızlık 17.yy'da "Sydenham chorea" adını almıştır. Bu bir sinir
sistemi hastalığıdır ve vücudun kontrolsüz hareket etmesine neden
olur. Bazı bilim insanları bunu "kolektif zihinsel bozukluk" ve
"kolektif histerik bozukluk" olarak tanımlamışlardır. Yine de büyük bir
kitle bunu iblislerin veya şeytanın ele geçirmesi olarak görmüş ve tıpkı
rahip Easterbrook gibi şeytan çıkarmaya başvurmuştur.
Rahip, Lukins için dua etmek ve bir şeytan çıkarma ayini
gerçekleştirmek için bölgedeki John Valton ve John Wesley gibi Protestan
mezhebi üyelerinden yardım istedi. Rahip olayla ilgili tüm söylentileri
susturmak amacıyla yerel bir gazete olan Bristol Gazette'de şeytan çıkarma
ile ilgili bir açıklama yayınladı. Kayıtlar George Lukins'in şeytan olduğunu
ve Te Deum'un ters bir varyantını söylerken şiddetli öfke nöbetleri
sergilediğini iddia ettiğini belirtiyordu.
Daha iyi anlaşılması için kısa bir bilgi vereyim. Te Deum, Latince "Te Deum
Iaudamus" yani "Seni, Ey Tanrı, Övüyoruz" adlı Latince bir Hristiyan
ilahisidir. "Ambrose" İlahisi olarak da bilinir. Rahibin iddiasına göre
Lukins nöbetleri sırasında bu ilahiyi tersten okumakta yani güya
tanrıya hakaret etmektedir. [4]
Lukins'i ziyaret etmeye gidenlerden biri, adamın uzun kasılmalar
geçirdiğini, kasılma sonrası içindeki iblisin dile gelerek öfke içinde
birkaç kez "ruhunu cehenneme gönder" dediğini, "buraya gelerek benim
otoritemden kurtulabileceğini mi sandın?, Hepsi boşuna. Cehennemdeki şeytani
inimin üzerine yemin ederim ki bu sana her zamandakinden on bin kat daha
beter acı verecek!" gibi sözler sarf ettiğini ve akabinde bir süre donakalan
adamın bu sözleri alaycı şekilde tekrarladığını, kadınsı ses tonuyla çeşitli
şarkılar söylediğini, küfürler ettiğini, bunları yaparken sesinin başka
tonlarda çıktığını anlatmıştı.
Rahip Easterbrook'un ricası üzerine şeytanın ele geçirdiği söylenen adam
için dua etmeyi kabul eden John Wesley, Protestan üyelerinden başka bir
rahip ile temasa geçmişti. Rahip gönderdiği mektupta şöyle diyordu:
"Bir süre önce yedi bakandan birinden George Lukins için dua etmemi
isteyen bir mektup aldım. Tanrı'nın önünde haykırdım, "Rab, ben böyle bir
işe uygun değilim; bir şeytanla karşılaşmaya inancım yok." Fakat güçlü bir
şekilde uygulandı, "Tanrım bu senin kudretindir". Buluşmamızdan bir gün
önce Lukins'i görmeye gittim ve öyle bir inanç buldum ki, ona işkence
ettiğini söylediği yedi şeytanla karşılaşabildim. Hiç şüphem yoktu,
kurtuluş gelecekti. Tanıştığımızda Rab duayı duydu ve yoksulu
kurtardı." - John Valton [5][1]
Protestan şeytan çıkarma ayinleri iblisin vücudu terk etmesi için
uygulanan emirler, övgüler ve ayinler de dahil olmak üzere Katolik şeytan
çıkarma ayinlerine benziyordu. Dualar ve ilahilere emirler eşlik etmek
zorundaydı ve bu süreç Kutsal Üçleme yani "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına"
formülü kullanılarak şeytanın kovulmasıyla sona ererdi.
1788 yılında, adam 44 yaşındayken bir şeytan çıkarma düzenlenmişti.
Anlatılanlara göre din adamları iblise Lukins'in bedenini terk ederek
cehenneme geri dönmesini emrettikten sonra adam normale dönmüş gibi
görünüyordu. Rahip Easterbrook'un kayıtlarına göre adam Rab İsa'yı övmüş,
duasını okumuş ve çabalarından dolayı din adamlarına teşekkür etmiştir.
[1]
İŞİN ASLI
Fakat tüm bu anlatılara rağmen konudan şüphe duyanlar ikna olmamışlardı.
Lukins hakkındaki hikaye yayınlandıktan hemen sonra Yatton'da yaşayan ve onu
tanıyan birçok insan ortaya çıkarak ele geçirilme hikayesinin uydurma
olduğunu söyledi. Lukins o bölgede vantrilokluk yani karından konuşma ve
taklit yeteneği ile tanınan, bilinen biriydi ve görünüşe göre biraz da
hastalık hastasıydı.
Çok geçmeden ülke çapındaki din adamları ve tıp doktorları bu vakayı
tartışmaya başladılar. Genel fikir birliği rahipler aleyhindeydi. Lukins
hakkında çeşitli teoriler ortaya atıldı. Bunlar adamın ağır bir hastalık
hastası olduğu (Hipokondriya), sara hastası olduğu hatta bir köpek
tarafından ısırıldığı gibi çeşitli iddialardı.
Davanın üzeri kapanmamıştı ve rahip Easterbrook dolandırıcılık ile
suçlanıyordu. Bunun üzerine rahip 1788'de "Yatton Daemoniac" olarak bilinen
bir inceleme yazarak kendini ve diğer rahipleri haklı çıkarmaya ve
sahtekarlık suçlamalarından kurtulmaya çalışmıştı. [6][7]
Şeytan çıkarma ayininin ardından iyileştiği söylenen Lukins resmen ortada
kalmıştı. Yatton'a dönmüştü ama ısrarla Bristol'e dönmek için girişimde
bulunuyordu. Parasız kalmıştı ve Bristol'deki hiç kimse onun yol parasını
ödeme niyetinde de değildi. Bu yüzden Yatton kasabasında kalmıştı. Dilenerek
ve küçük kitaplar satarak yoksulluk içinde yaşayan adam Şubat 1805'te ölmüş,
ölüm nedeni hakkında bilgi verilmemişti.
Rahip Easterbrook'a gelirsek, modern çağdaki insanların bu şeytan çıkarma
olayına inanmakta zorluk çekeceğini söylüyordu. Anlatılanların ne kadar
doğru olduğu ve Easterbook'un tanıklığının ne kadarına inanılabileceği
kişinin kendisinin bileceği bir iş. Bana göre 7 iblisin ele geçirdiği
söylenen adam muhtemelen hem epilepsi hastası hem de içinde yaşadığı
toplumun din masallarından fazlasıyla etkilenmiş, sıyırma noktasına gelmiş
ve kendini içine iblislerin girdiğine inandırmış birisiydi. Hastalık hastası
olması ise tüm bunlara daha da uygun bir zemin hazırlıyordu. Kendini
şartlandırdığı ve inandırdığından dolayı şeytan çıkarma ayini sonrasında
iyileşiyor çünkü iyileştiğine inanıyor. Hatta belki de rahipler hile
yaparak, bir hikaye kurgulayarak adamı kullanmış daha sonra onu bir köşeye
atmışlardı. Rahipler ve medya popüler hale gelen bu olayı halkı korkutmak ve
dine bağlamak için ballandıra ballandıra anlatmışlardı.
O gün ve bugün bile hala şeytan çıkarma için birçok insan kiliseye,
rahiplere başvuruyor. Üstelik bunlardan bazıları ölüyor ya da kolu, bacağı
kırılarak hastanelik oluyor..
KAYNAKLAR
A narrative of the extraordinary case of George Lukins (of Yatton,
Somersetshire) who was possessed of evil spirits, for near eighteen
years... A letter from the Rev. W. R. W. (Bristol, Printed).
Philadelphia : Re-printed by Thomas T. Stiles, No. 10, Cypress-Alley.
1805. (Surgeon General's Library, 353432)
Encyclopaedia Britannica (1823); Or A Dictionary of Arts, Sciences, and
Miscellaneous Literature, vol. 17, p. 235.
"Sydenham Chorea Information Page | National Institute of Neurological
Disorders and Stroke". (www.ninds.nih.gov)
The Mirror of literature, amusement, and instruction, Volume 4. J.
Limbird, 143, Strand. 1824.
History of Wesleyan Methodism: Wesley And His Times (2005).
Authentic anecdotes of George Lukins, the Yatton daemoniac. G. Routh.
Patients and Practitioners (2003). Cambridge University Press.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Yahudilerin kutsal kitapları Tevrat’ta konusu geçen tüm peygamberler içinde en aktivist olanı, İbrani halkını harekete geçiren Musa idi. Tevrat içinde Musa hakkında yazılanlara bakılacak olursa Rab’ın en başından beri koruyup kolladığı ve üzerine titrediği ve kendine elçi yaptığı kişiydi. Fakat Musa’nın hayat hikayesini incelediğimizde hakkında anlatılanların başka tarihsel kahramanların hayat hikayeleri ile büyük benzerlik göstermesi Tevrat’ta yazılanların inandırıcılığını ortadan kaldırmaktadır. Tevrat’ın “Mısır’dan Çıkış” bölümü Musa önderliğinde İbrani halkının ya da Mısır’da bilinen isimleri ile Habiru insanlarının ülkeden çıkış ve kendilerine vaat edilen topraklarına gidiş hikayesidir. Bu konuda Tevrat’ta yazılanlara bakılırsa Firavun Ramses onlara izin vermeyecekti ve zorlu bir yola çıkış hareketi 40 yıl sonra mutlu sonla Kenan ülkesinde bitiyordu. Oysa gerçeğin böyle olduğunu düşünmüyorum. Tevrat’ın “Yaratılış” ve “Çıkış” bölümlerinin (hatta başka bazı bölümlerinin de) Babil’den esaret dönemi bittikten sonra yeniden topraklarına döndüklerinde yazıldığını düşünüyorum ki içindeki konular ve detayları da bunu gösteriyor. İbranilerin Mısır’da nüfus olarak aşırı şekilde çoğalmaları, yerli halk arasında sorun oluşturuyordu. Yakup oğlu Yusuf’tan itibaren tüm oğullar ve torunlar aradan geçen onlarca seneden sonra yaklaşık 600-700 bin kişiye ulaşmışlardı. Bu kalabalık ve Mısır halkı tarafından istenmeyen topluluk, ülkede ikinci, üçüncü sınıf insanların çalıştıkları ucuz kerpiç yapımı, duvar örme ve inşaat işlerinde çok düşük ücretlerle çalıştırılıyordu. İsrailoğullarının sayılarının sürekli artması Mısır’da sosyal bir sorun haline gelmişti. Bu yüzden Firavun Ramses’in onların ülkeden ayrılmalarını engellemek istemesinin anlaşılabilir bir mantığı yok. Zaten bu mücadele sırasında Musa ile Ramses arasında yaşanan 10 kadar uyarıcı felaketin anlatımı, yaşanması ve açıklanması da mantık çerçevesinde kabul edilebilir değiller. Oysa akılcı olan, Ramses’in İbranileri Mısır’dan kovduğu ve başlarında bir lider ile 40 yıl boyunca Trakya bölgesi büyüklüğünde bir arazi içinde dolaşıp durmaları ve bu süre içinde hiçbir yerde kabul edilmeden yaşayarak en nihayetinde Kenan ülkesini istila edebilmeleridir. Sahip oldukları erkek nüfus sayısı ve sürgünde geçirdikleri süreç içinde yaptıkları savaşlarda edindikleri deneyim, onları güçlü kılmış ve bir yerleşim yerini istila edebilecek duruma getirmişti. Tevrat’ta anlatılan Musa ile ilgili olarak kopya bir efsane anlatılmıştır. İlgili dönemde Firavun, İbranilerin aşırı çoğalmalarının önüne geçebilmek için yeni doğan erkek bebeklerin Nil nehrine atılmaları emrini verir. Tevrat yazarının hayal gücü senaryo gereği böyle bir açıklamayı gerektirmiş. Oysa mantığına bakacak olursanız bir topluluğun nüfusunu artması konusunda etkin olan erkekler değil kadınlardır. Erkek çocuklar yerine kız çocukların azaltılması nüfusun artışı için çözüm olabilirdi. Üstelik Nil nehrine atmak yerine Mısır’da en çok yapılan uygulamalardan hadım etme yöntemi erkek bebeklerin nehre atılmasından daha etkin olurdu. Tevrat yazarının Musa’nın doğumu ile ilgili böyle bir hikâye denemesi yaratıcılığından dolayı değildi. Mitolojik efsanelerden duyduğu bir hikâyeyi aktarmıştı sadece. Hikâye tamamen Akkad kralı Sargon’un doğumu ile ilgili anlatılan bir efsaneden türetilmişti. Efsaneye göre Sargon rahibe olan annesinden doğduktan sonra nehre bırakılmış ve daha sonra bir işçi tarafında kurtarılmış ve yetiştirilmişti. Daha sonra gençliği döneminde de tanrıça İştar tarafından ziyaret edilmişti. Musa’nın hikâyesi de çok farklı değildi; annesi tarafından Nil nehrine bırakılmıştı. Mısır Prensesi tarafından kurtarılması, şans eseri annesinin saraya emzirmesi için süt anne olarak alınması gibi tesadüfler ardı ardına sıralanıyordu. Musa sarayda yetiştikten sonra Rab tarafından gençliğinin ileri yıllarında elçi yapılmıştı. İbrani halkının Ramses tarafından Mısır’dan kovulması daha uygun bir senaryo olacakken Tevrat yazarı olayı dramatize ederek ülkeden kaçma hikâyesini tercih etmiş. Üstelik ülkede varlığı istenmeyen 500 binden fazla insanın zorla alıkoyulmaya çalışılması kutsal sayılan kitabın inandırıcılığını azaltmakta. Kitaba göre Musa bir kaza sonucu Mısırlı bir yöneticiyi öldürür ve bu yüzden Mısır’dan kaçarak Midyan isimli bir ülkeye gider. Gittiği yerde karşılaştığı Yetro isimli bir adamın kızı ile evlenir ve ondan 2 çocuğu olur. Bu sırada kendisine çalı olarak görünen Rab, Musa’ya Mısır’daki İbrani halkına onun aracılığı ile yardım edeceğini ve Musa’nın bu halka önderlik yaparak onlara vaat ettiği Kenan ülkesine götürmesi gerektiğini anlatır. Musa Rab’a inanmaz. Hangi akıl ve fikirle davrandığı bilinmez ama konuşan bir çalı ona yeterince normal gelmiş ki yine de Rab’a inanmaz. İlginç bir şekilde Rab Musa’yı ikna etmek için önce asayı yılana dönüştürür sonra tekrar yılanı asa şekline çevirir. Ancak Musa yine de inanmaz. Acaba Musa çok mu akıllıdır yoksa ikna edilmesi çok zor bir insan mıdır? Rab yılmaz ve elini koyununa sokmasını söyler. Koynuna koyduğu elini dışarı çıkarınca elinin bembeyaz kesildiğini görür. Tekrar koynuna sokup yine çıkardığında eli normale dönmüştür. Garip bir Tanrı olmalı ki Rab, kendini Musa’ya ispat edebilmek için sihirbazlık ve hokkabazlık yapması gerekiyordur. Rab tüm gücünü Musa’ya göstermesine rağmen Musa yine de ikna olmaz ve ondan kendisi yerine bir başkasını görevlendirmesini ister. Musa bir türlü ikna olmuyordur ama sonunda Rab sinirlenip Musa’ya fırça atınca artık itiraz edemeyecek hale gelmiştir. Musa Rab’ın ısrarları sonucu Mısır’a gitmek için kayınpederi Yetro’dan izin ister. Neyse ki Yetro izin verir aksi halde bugün Yahudi halkı olmayacaktı. Tevrat’ta yazılan Rab anlaşılabilir bir Tanrı olmadığı apaçık. Normal koşullarda günümüz zekâ seviyesine göre güçlü bir tanrıdan beklenen, elçisinin ruhuna yapacağı işleri üflemesi ve bu konuda ona cesaret ile yetenek vermesidir. Oysa Musa’dan istenen Ramses’in karşısında asayı yılana çevirmesi ve bundan Firavunun korkmasını sağlamasıdır. Rab, ayrıca bir de şöyle bir açıklama yapmayı da ihmal etmiyor; “Mısır'a döndüğünde, sana verdiğim güçle bütün şaşılası işleri firavunun önünde yapmaya bak. Ama ben onu inatçı yapacağım. Halkı salıvermeyecek” Rab Musa ile dalga mı geçiyor? Hem İbrani halkını Mısır’dan çıkartmasını istiyor hem bunun için sihirbazlık yapmasını söylüyor ama bundan dolayı Ramses’e bunlardan etkilenmemesi için de güç veriyor. Bence sorun Tevrat yazarında olduğu kadar Tevrat’ı okuyan ve ona inananlarda da var. (Mısır’dan Çıkış, Bölüm 1-4)
Musa Mısır’dan halkı ile beraber çıkmak için Firavunla konuşmasına rağmen Firavun gitmelerine izin vermiyordu. Peki arkasında Rab’ın tanrısal gücü olan Musa’nın izin istemesine neden gerek vardı ki? Rab, Musa ve İbranilerin Mısır’dan çıkmalarına izin vermeyen Firavunun başına bazı belalar sarmıştı. Bu belalar gerçekleşirken İbraniler hala yerlerinde duruyorlardı. Neden? Tevrat’ta yazılı olan sıralamaya göre ilk bela olan Nil nehrinin ve tüm suların kan rengine dönüşmesi, balıkların ölmesi ve kokmaları gerçekleşirken İbraniler hiç hareket etmeden bekleyip seyrettiler. KurbağalarMısır’ı istila ettiğinde de İbraniler yerlerindeydiler. Sivrisinek ve At sinekleri Mısır’a felaket getirdiğinde dahi İbraniler hiçbir yere hareket etmeden hala Firavundan izin bekliyorlardı. Mısır’da İbranilerin sahip olduklarının dışında tüm hayvanların öldüğü o bela geldiğinde bile İbraniler yerlerinden bir adım öteye kımıldamadılar. Üstelik kendilerini kaçarken taşıyacak atları eşekleri olup da Firavunun ordusunun tek bir hayvanı kalmadığında bile kaçmak akıllarına mı gelmedi? İbranilerin dışında tüm Mısır halkı irinli çıbanlarla uğraşırken İbraniler bir yere ayrılmadılar. Tüm Mısır’da dolu yağışı ile gelen felaket sırasında tek dolu yağmayan Geşom kırsalında, İbraniler beklemeye devam ettiler. Çekirgeler Mısır’da yemedik bitirmedik ne tahıl ne ot ne ağaç bırakmadığı zaman da İbranilerin fırsat bu fırsattır diyerek kaçmaları akıllarına gelmedi mi? Üç gün boyunca yalnızca Mısır halkının başına gelen karanlık belası sırasında bile İbraniler kaçıp gitmediler. Nihayet İlk Doğan Çocukların Ölüm belasısonrasında Firavun İbranilerin gitmelerine izin verdi ve İbraniler Fısıh Bayramı yaparak Mısır’dan ayrılmak için yola çıktılar. Mısır’dan yola çıkmadan önce Musa ve Harun İbraniler için bunun bayram olduğuna karar verip Fısıh bayramı olarak kutladılar. Bu konu diğer dinlerden 2 açıdan önemlidir. Birincisi Hristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerildiği ve ruhunun yükseldiği zaman da aynı bu Fısıh bayramı gibi değerlendirilerek Paskalya Bayramı olarak kutlanmıştır. Her ikisi de bir oruç süresinin ardından gelen kutlama şeklinde gerçekleşir. Fısıh bayramının İslam’daki yerinin iki farklı şekli vardır. Birincisi Yahudilerin uzun bir yola çıkış öncesinde o günü yılın ilk ayının birinci günü olarak saymaları ile İslam’daki Hicret olayının benzeşmesidir. Muhammed de Mekke’den Medine’ye kaçarken o günü yılın ilk ayının birinci günü olarak değerlendirip Hicri Takvimi olarak kullanmıştı. İkinci şekli ise ay hareketlerine göre farklı tarihlere denk gelse de İslam’daki oruç tutulan Ramazan Bayramı ve sonrasındaki kutlamalar ile aynı hareketlerdir. Tevrat yazarı Fısıh bayramı olarak açıklanan bu kutlamanın ritüelini ve uygulama şeklini de açıklar. Üstelik bundan sonra hangi zamanlarda ve ne şekilde uygulanması gerektiğini de anlatır. Artık kalıcı olarak kanun olmuştur. O gece İbrani halkı Mısır’dan yola çıkmak için Musa ve Harun’dan emir aldılar. Tevrat bu bölümde ufak bir detay vererek gelecekte yaşanacak bir konunun alt zeminini hazırlamaktadır. Daha sonraki bölümlerde İbraniler Musa dağda Rab ile görüşürken onlar aşağıda altından bir inek yaparak ona tapmaya çalışacaklardır. Herkesin aklında Mısır’da fakirlik içinde boğulan İbrani halkı bu kadar altını nereden buldu diye bir soru çıkabilir. Bu yüzden Tevrat’ın Mısır’dan Çıkış bölümünün 35-36 satırlarında İbranilerin Firavundan altın ve gümüş istediği ve Mısır halkının da onlara istediklerini vererek İbranilerin Mısır halkını soyduğu yazılıdır. Rab Musa’dan İbranilere ait tüm canlıların ilk doğanlarının kendisine adanmasını istedi. Musa verilen emri halkına iletti. Tüm ilk doğanlar (erkek), çocuklarından hayvanlarına kadar ilk doğanlar Rab’a adanacaktı. İbrani halkı Musa ve Harun önderliğinde “Aviv” (Bahar) ayının bir gecesinde yola çıktılar. Güzergahları Kamış Denizinden geçerek Kenan ülkesine doğru yol almaktı. Yani yaklaşık olarak 100 km yol kat edeceklerdi. Bu da kalabalık ve büyük bir topluluğun günlerce mola vererek yaklaşık 2 ayda yani 60 günde gidebilecekleri bir yoldu. Musa, halkı ile beraber Geşom’dan ayrılıp güneye Sukot’a doğru yol aldı. Sonra kuzeye dönüp Etam’da mola verdiler. Amaçları Kızıldeniz bataklıklarının en sığ bölgesi olan Kamış Denizi denilen yerden geçmekti. Tevrat yazarına göre Rab intikamcı bir karaktere sahipti. Çünkü 14. Bölümde dediğine göre Rab hala Firavunu inatçı yaparak İbranilerin peşine düşürecekti. Genel manzara şöyleydi; önde telaşla kaçarken düştükleri durumdan ötürü Musa ve Harun’a lanet okuyan İbrani halkı, arkada savaş arabaları ile (Hayvanların öldüğü belada sağ kurtarılan savaş arabası atları başka ilginç bir durum) Firavun Ramses ve ordusu ile halkını sakinleştirmeye çalışan Musa. İbraniler çoluk çocuk ve hayvanlarla yürümektedirler. Arkalarından gelenler ise at arabaları ile daha hızlı oldukları için devreye giren Rab’ın meleği (Tevrat’ta bu bölüme kadar tüm işlerle, her türlü belalarla Rab ilgilenmesine rağmen bu bölümde ilk kez Melek devreye girer) grupların üzerlerine bir bulut gönderir. Bulut İbraniler üzerinde aydınlık yaratarak yol almalarını sağlarken Ramses’in ordusunun üzerini karanlıkla kaplayarak görmelerini engeller ve hareketlerini kısıtlar. Bu şekilde Kamış Denizine varan Musa, Rab’ın talimatı ile elindeki asayı Kızıdeniz’in üzerine tutar ve deniz ikiye ayrılır. İbraniler içinden geçerek çıkar giderler. Arkalarından gelen Mısır ordusu da aynı kanala girince sular yeniden kapanır ve Mısır ordusu boğularak yok olur.
Artık Kızıldeniz’in öte yanına geçilmiştir. Bundan sonraki yolda Mısır ve Firavun ile ilgili hiçbir pürüz kalmamıştır. Şimdi önlerindeki yolculukta Yahudilik dininin temellerinin atılacağı, emirlerin ve ibadet şekillerinin saptanacağı yeni bir düzen kurulacaktır. Tevrat yazarı bu süreci anlatabilmek için İbrani halkını Kenan ülkesine kadar sürecek yolculukta 40 yol seyyah olarak göstermek zorunda kalmış. Normal koşullarda Trakya büyüklüğündeki bir toprak parçasında 40 yıl boyunca yapılan seyahatte bir dinin temellerinin atılmasını izleyeceğiz.
İzlediğimiz birçok Hollywood filmi ve okuduğumuz sayısız kitap çeşitli melek
türlerine ev sahipliği yapsa da insanların yüzyıllardır inandığı birçok
melek ve bunların kökenleri çoktan unutulmuştur. Bu tür varlıklara olan
inanç her ne kadar öznel olsa da, sorgusuz sualsiz inanılıyor olması
ilginçtir.
Bu makalede meleklerin ve insanın doğasını, insanlığın neye inandığına ve
İbrani metinlerinin neye işaret ettiğini irdeleyeceğiz. Yani hem bu
varlıkların gerçek olup olmadığına, hem de kökenlerine odaklanacağız.
Melek kelimesi, "haberci" anlamına gelen Eski İngilizcedeki "engel" den, bu
terim de Latin kiliselerinde kullanılan Yunanca "angelos" teriminden gelir.
Orta İngilizcedeki kullanımını da Eski Fransızca terim olan "angele" den
almıştır. [1]
İbranice'de ise melek için kullanılan terim "măl'k" (מַלְאַ֧ךְ) yani
bildiğimiz melektir (İbranice okunuşu "melah" ya da "malakh"tır).
Melek ve ruh kelimeleri zaman zaman birbirinin yerine geçebilir. Ancak melek
teriminin ruhsal bir varlıkla hiçbir ilgisi olmadan kullanıldığı birkaç duruma
da dikkat etmek gerekir. İncil'de bağlamına bağlı olarak "melek" aynı zamanda
bir insan yani ilahi olmayan sıradan bir "haberci" de olabilir. Örnek olarak
Malaki 1:1'e bakabiliriz:
RAB’bin Malaki aracılığıyla İsrail halkına bildirisi.
Fakat bu ayrı bir konu. Ele alınması gereken soru şudur: Bu kadar insanın
inandığı bu göksel varlıklar esasında nedirler? Nereden gelmişlerdir ve neye
benzerler?
Cevap aramaya Tevrat'tan İslam'a geçen melek anlatılarından yani "Rabbin
meleği" sözünün yer aldığı ve insanlara göründüğünün anlatıldığı İbrani
metinlerinden başlamak gerekir. Önce bu meleklerin İbrahimi dinlerdeki
hatlarınızı çizmeliyiz ki ilerleyen süreçte mitolojik kökenlerini daha kolay
bulalım.
Yaratılış 16:7–14'de Hacer'e, 22:11–15'de İbrahim'e, Mısırdan
Çıkış 3:2–4'de ateşin içinden Musa'ya, Çölde Sayım 22:22–38'de Yahudi
peygamberi Balam'a, Hakimler 2:1–3'de İsrailliler'e, 6:11–23'de
Gidyon'a, 13:3–22'de Manoah ve karısına görünür.
Mısır'dan Çıkış 3: 2-4'ü bir okuyalım:
RAB’bin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa
baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyor. “Çok garip” diye düşündü, “Gidip
bir bakayım, çalı neden tükenmiyor!”
RAB Tanrı Musa’nın yaklaştığını görünce, çalının içinden, “Musa, Musa!”
diye seslendi.
Musa, “Buyur!” diye yanıtladı.
Yani metne göre, yanan çalıdan önce bir melek Musa'ya görünür, akabinde Rab
konuşmaya başlar. Ne kadar insani bir fikir olduğunun farkında mısınız? Hani
kral, kraliçe halkın veya başka bir liderin önüne çıkmadan önce onun gelişini
duyuran haberciler vardır ya, işte buradaki durum da tam olarak budur.
Keruvlara dair sayısız tasvir vardır ki bunlar arasında "Cennet Bahçesinin
Girişini" korumak ta yer alır. [2]
Tanrı, Adem'le karısını yasak meyveden yedikleri ve artık iyiyle kötüyü
bildikleri için ölümsüz olmalarına izin vermez. Adem ve karısını Aden'den kovar
ve tekrar giremesinler diye Yaşam Ağacı'nın yolunu denetlemeleri için bahçenin
doğusuna Keruvlar ve her yana dönebilen alevli bir kılıç yerleştirir. (Yaratılış
3:21-24)
Yaratılış 3:21-24: RAB Tanrı Adem’le karısı için deriden giysiler
yaptı, onları giydirdi. Sonra, “Adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri
gibi oldu” dedi, “Artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz
olmasına izin verilmemeli.” Böylece RAB Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı
işlemek üzere Adem’i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu. Yaşam ağacının
yolunu denetlemek için de Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana
dönen alevli bir kılıç yerleştirdi.
Ayrıca Tevrat'ta, Ahit Sandığı üzerine altından yapılmış iki adet Keruv
figürü koyulduğu anlatılır. (Çıkış, 25:17-22; 37:6-9). Buna benzer şekilde,
bazı bölümlerde Keruvlardan cansız varlıklar, figürler olarak bahsedilir.
Keruvlar, Yahudi melek hiyerarşisinde, Musa bin Meymun'un Mişna Tora'sında
dokuzuncu ve Berit Menuşah gibi Kabalistik eserlerde üçüncü sırada yer alır.
De Coelesti Hierarchia adlı eser Keruvim meleklerini Serafim ve Thron
(Throne) melekleri ile birlikte en üst sıraya yerleştirir. [3]
Keruvim adlı bu melekler Hezekiel Kitabı'nda ve bazı Hristiyan
ikonlarında, tanrının tahtını tutan (Hezekiel 10:1-20), dört kanatlı ve dört
suratlı varlıklar olarak tasvir edilmiştir. Bu dört surat, tüm vahşi
hayvanların temsilcisi olan aslan, yerli ve evcil hayvanların temsilcisi
olan öküz, muhtemelen gökselliği simgeleyen kartal ve son olarak insanlığın
temsili olan insandır. [4][5] Bacakları düzdür ve ayak tabanları tıpkı
parlatılmış pirinçten yapılmış boğa toynakları gibi ışıltılıdır.
Hezekiel'in vizyonlarında bu meleklere dair metinlere bakalım.
Hezekiel 1:4-14:
4 Kuzeyden esen kasırganın göz alıcı bir ışıkla çevrelenmiş, ateş
saçan büyük bir bulutla geldiğini gördüm. Ateşin ortası ışıldayan
madeni andırıyordu.
5 En ortasında insana benzer dört canlı yaratık duruyordu;
6 her birinin dört yüzü, dört kanadı vardı.
7 Bacakları dimdikti, ayakları buzağı ayağına benziyor ve cilalı tunç
gibi parlıyordu.
8 Dört yanlarında, kanatların altında insan elleri vardı. Dördünün de
yüzleri, kanatları vardı.
9 Kanatları birbirine değerek dosdoğru ilerliyor, ilerlerken sağa
sola dönmüyordu.
10 Her yaratığın dört yüzü vardı: Önde dördünün yüzü insan yüzüne,
sağda dördünün aslan yüzüne, solda dördünün öküz yüzüne, arkada
dördünün kartal yüzüne benzer bir yüzü vardı.
11 Yüzleri böyleydi. Kanatları yukarıya doğru açılmıştı. Her
yaratığın iki kanadı yanda öbür yaratıkların kanadına değiyor, iki
kanatla da bedenlerini örtüyordu.
12 Her biri dosdoğru ilerliyordu. Ruhları onları nereye
yönlendirirse, sağa sola sapmadan oraya gidiyorlardı.
13 Canlı yaratıkların görünüşü yanan ateş közleri ya da meşale
gibiydi. Ateş yaratıkların ortasında hareket ediyordu; ışık saçıyor ve
içinden şimşekler çakıyordu.
14 Yaratıklar şimşek çakar gibi hızla ileri geri gidip
geliyorlardı.
Hezekiel 10:1-20:
Baktım, Keruvlar'ın başı üzerindeki kubbenin üzerinde
laciverttaşından tahta benzer bir nesne gördüm.
2 RAB keten giysili adama, "Keruvlar'ın altındaki tekerleklerin
arasına gir. Avuçlarını Keruvlar'ın arasındaki ateş közleriyle
doldurup kentin üzerine közleri saç" dedi. Adamın oraya girdiğini
gördüm.
3 Adam oraya girdiğinde, Keruvlar tapınağın güney tarafında
duruyordu. Bulut tapınağın iç avlusunu doldurdu.
4 RAB'bin görkemi Keruvlar'ın üzerinden ayrılıp tapınağın eşiğine
gitti. Tapınak bulutla doldu. Avlu RAB'bin görkeminin parıltısıyla
doluydu.
5 Keruvlar'ın kanatlarının sesi dış avludan bile duyuluyordu; tıpkı
Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'nın sesi gibiydi.
6 RAB keten giysili adama, "Keruvlar'dan ve tekerleklerin arasından
ateş al" diye buyurunca, adam oraya girip bir tekerleğin yanında
durdu.
7 Sonra Keruvlar'dan biri aralarındaki ateşe elini uzattı, biraz ateş
alıp keten giysili adamın avuçlarına koydu. Adam ateşi alıp oradan
ayrıldı.
8 Keruvlar'ın kanatları altında insan eline benzer bir şekil
göründü.
9 Baktım, her Keruv'un yanında birer tane olmak üzere dört tekerlek
gördüm. Tekerlekler sarı yakut gibi parıldıyordu.
10 Dördü de birbirine benziyor, iç içe girmiş bir tekerleği
andırıyordu.
11 Hareket edince Keruvlar'ın baktıkları dört yönden birine doğru,
sağa sola dönmeden ilerliyordu. Ön tekerlek nereye yönelirse, öbür
tekerlekler de onun ardınca gidiyordu.
12 Keruvlar'ın bedenleri - sırtları, elleri, kanatları - ve dördünün
de tekerlekleri çepeçevre gözlerle doluydu.
14 Her Keruv'un dört yüzü vardı: Birinci yüz öküz yüzüne, ikincisi
insan yüzüne, üçüncüsü aslan yüzüne, dördüncüsü kartal yüzüne
benziyordu.
15 Keruvlar yukarıya doğru yükseldi. Bunlar daha önce Kevar Irmağı
kıyısında gördüğüm canlı yaratıklardı.
16 Keruvlar hareket edince, yanlarındaki tekerlekler de hareket
ediyor, Keruvlar yerden yükselmek için kanatlarını açınca, tekerlekler
de yanlarından ayrılmıyordu.
17 Keruvlar durduğunda onlar da duruyor, Keruvlar yerden
yükseldiğinde onlar da yükseliyordu. Çünkü yaratıkların ruhu
tekerleklerdeydi.
18 RAB'bin görkemi tapınağın eşiğinden ayrılıp Keruvlar'ın üzerinde
durdu.
19 Ben bakarken Keruvlar kanatlarını açıp yerden yükseldi,
tekerlekler de onlarla yükseldi. RAB'bin Tapınağı'nın Doğu Kapısı'nın
girişinde durdular. İsrail Tanrısı'nın görkemi onların
üzerindeydi.
20 Kevar Irmağı kıyısında, İsrail Tanrısı'nın altında gördüğüm ve
Keruvlar olduğunu anladığım canlı yaratıklar bunlardı.
Mezmurlar 18:6-10'da ise keruv meleği tanrı için binek görevi görmektedir:
Sıkıntı içinde RAB’be yakardım,
Yardıma çağırdım Tanrım’ı.
Tapınağından sesimi duydu,
Haykırışım kulaklarına ulaştı.
O zaman yeryüzü sarsılıp sallandı,
Titreyip sarsıldı dağların temelleri,
Çünkü RAB öfkelenmişti.
Burnundan duman yükseldi,
Ağzından kavurucu ateş
Ve korlar fışkırdı.
Kara buluta basarak
Gökleri yarıp indi.
Bir Keruv’a binip uçtu,
Rüzgar kanatlar takarak hızla geldi.
Hezekiel anlatılarının dışında bir başka gelenek onlara farklı fiziksel
görünümler atfetmiştir. [4] Bu melekler batı Hristiyan geleneğinde, Klasik
mitolojideki ve Yunan mitolojisindeki aşk tanrıları Cupid/Eros'dan türetilen
"putto" adlı melekler ile ilişkilendirilince, küçük, tombul, kanatlı
çocuklar-bebekler olarak tasvir edilmeye başlandılar. [6]
İslam'da Kerûbiyyûn adlı bu melekler Tanrı'ya en yakın meleklerdir. Doğu
bilimleri uzmanı Joseph von Hammer-Purgstall, İslam'daki Ruḥü'l Kudüs'ü (روح
القدس), Keruvim meleklerinin en asillerden biri olarak ele almıştır.
Diğerleri ise Allah'ın tahtını taşıyanlar veya baş meleklerdir [7] ve Kur'an
ayetlerindeki Allah'ın tahtını taşıyan melek motifleri Hezekiel'deki
anlatılarla paralellikler gösterir. Fakat mealciler Kur'an'daki bu pagan
inanışın izlerini örtmek için taht anlamına gelen "arş" kelimesini [8] "gök"
diye tercüme etmişlerdir. Halbuki göğün Arapçası "sema"dır ve çoğulu
"semavati"dir.
"Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler onun
çevresindedir. Ve o gün Rabbinin Arş'ını, onların da üstünde sekiz
tanesi yüklenir." (Hâkka 16,17)
Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın
etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve
«alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun» denilmiştir. (Zümer 75)
Bu ayetlerdeki arş (عَرْشَ) bizim gök anlamında kullandığımız, kullanmaya
alıştırıldığımız anlama sahip değildir. Arş (عَرْشَ) tahttır. [8] Meleklerin
taşıdığını anlattığı şey Allah'ın tahtı değil de gök olsaydı o halde
kullanması gereken kelimeler "sema" سماء ya da "semavati"
olmalıydı.
"Arş'ın" taht anlamına geldiğinin onlarca örneğinden biri de Neml 41'dir:
Dolayısı ile burada da tahtı taşıyan melekler inanışının izleri açık bir
şekilde ortadadır fakat insanları İslam dininde tutmak isteyenler ısrarla
kelime oyunları yaparak taht anlamına gelen kelimeyi arş yada gök olarak
çevirmiştir. Halkımızdan Kur'an'ı Arapça okuyarak anlayabilen kişi sayısı
elin parmakları kadar olduğundan, bunlardan anlayanlar da dini kurumlarda
üst mevkilere sahip olduğundan bu pagan inanışın izlerini kasıtlı olarak
örtmektedirler.
Hatta bu inanışı destekleyen rivayetler de vardır.
Peki Yahudiliğe, Hristiyanlığa ve İslam'a geçen bu Keruvim meleklerinin
İbrahimi dinler öncesi kökenleri neye dayanıyordu?
Mitolojik melez varlıklar, Mezopotamya sanat ve inancında yaygındır. Bu tür
varlıklara örnek olarak, Sümer-Akad mitolojilerinde kartal kanatlarına,
aslan vücuduna ve kral başına sahip, görünüşüyle sfenkse benzeyen, koruyucu
bir ruh olan Lamassu veya Şedu verilebilir.
Bu tür varlıklara olan inanış Fenikeliler tarafından da benimsenmişti.
Kanatlar, sanatsal güzelliklerinden dolayı kısa sürede popüler hale geldi ve
çeşitli hayvanlar kanatlarla resmedildi. Sonucunda insanlara da kanatlar
verilince [2] melek figürünün kabataslak şekli de oluşmuş oldu. [9] William
F. Albright gibi araştırmacılara göre Fenike ve Kenan'da, Geç Tunç Çağı'nda
bulunan "insan başlı kanatlı aslan" figürünün diğer kanatlı yaratıklardan
çok daha yaygın olduğunu, bu yüzden Kerub melekleriyle özdeşleşmesinin kesin
olduğunu" savunur. [4]
Kerubim meleklerinin griffonlar ile, özellikle de Hitit griffonları ilgili
olduğu düşünülür. Hitit griffinleri diğer griffinlerin aksine genellikle
yırtıcı olarak görünmeyen ve koruyucu bir yapıya sahip gibi sakin ve asil
şekilde oturan insan gövdeli bir yaratıktır. [2][9]
Griffin (γρύψ) kelimesinin Keruvim ile aynı kökenli olabileceğini iddia
edenler olmuştur. [10][11] Yahudi geleneğinde bu meleklerin Cennet
Bahçesi'nin Girişini koruduğuna dair kavrayış, görevi tanrıları temsil etmek
ve davetsiz misafirleri geri püskürterek tapınak gibi kutsal alanları
koruduğuna inanılan, insanüstü güçlere sahip ve insan duygularından yoksun
Semitik varlıklara dair eski inanışlar tarafından desteklenmiştir. Bu
kavramlar Musul'un 30 km, Salamiyah köyünün 5 km güneyinde yer alan antik
Süryani kenti Nimrud'da bulunan 9.tablet metinlerindeki anlatıma oldukça
benzer. [2]
Büyük olasılıkla, Kerubim meleklerine fırtına rüzgârları olarak inanılmış
olması, Hezekiel'in vizyonlarında, daha sonraki Samuel Kitaplarında [12],
onlarla paralellik gösteren Tarihler Kitaplarında [13] ve Mezmurlar'ın erken
bölümlerindeki [2] metinlerdeki: "bir melek üzerine bindi ve uçtu: ve
rüzgarın kanatlarında görüldü." şeklinde bahsedilen Yahve'nin göksel
arabasına dair anlatıların kaynağıdır. [14][15]
İsrail'in Megido Bölgesi'nde Nasıra'nın güneyinde bulunan ve yaklaşık 25
metre yüksekliğe olan Medigo Dağı'ndaki bir metinde Hezekiel'in rüyasına
oldukça benzeyen, melek benzeri melez kanatlı yaratıklar tarafından tahtına
taşınan isimsiz bir kral tasvir edilir. [9]
Delitzch (Asur Elyazmaları Kitabı), eski Asur'daki kanatlı varlık Şedu'nun
adlarından biri olan "kirubu" ile "büyük, güçlü" anlamlarına gelen "karabu"
terimlerini birleştirir. Karâbu adını "güçlü" yerine "merhametli" olarak
nitelendirenler olduğu gibi [2][16] İbranice Kerubim adını, insanlık adına
tanrılara yalvaran şefaatçi varlıklara ve bu tür varlıkların heykellerine
atıfta bulunmak için kullanılan bir Asur terimi olan kāribu'ya bağlayanlar
da vardır. [17] Tanrının savaş arabasını yada tahtını taşıyan Keruvim ile
Asur'un boğa ve aslandan oluşan devi aynıdır. [16]
Eşaraddon, metinlerinde kapsamlı bir şekilde tapınağı yeniden inşa edişini
anlatır. Tavana seferlerden elde ettiği sedir kirişleri koyduğunu ve bu
süslü kapıların altın tokmaklı, hoş kokulu kapıları olduğunu, ve içerde yer
alan küçük tapınak alanını komple altınla kaplattığını söyler.
Sonra kral şöyle devam eder:
(il) Laḫ-me (il) ki-ru-bi ša za-ri-ri ru-uš-šu-u idi anu idi ulziz.
'Her iki tarafına da pirinçten yapılmış kutsal bir Laḫmu ve Ku-ri-bu diktim.'
Agumkakrime heykelinin tapınağa dikildiği Lahmu kutsallığı, Anu, Enlil ve
Ea'nın öncülerinden biriydi. Dolayısıyla kutsallıktan söz ederken bahsettiği
Kuribu da büyük ihtimalle Babil dininde benzer bir yere sahipti.
Musul'daki Fransız Konsolosu Botta ilk Asur sarayını ortaya çıkarmıştı. Bu
saray İşaya Kitabı'nda bahsedilen, Sanherib'in babası olan güçlü hükümdar
Sargon'un ikametgahıydı. Dikkat çekici bir unsur vardır. O da buradaki
kapıların üzerlerinde, önlerinde ve saray duvarları gibi çok sayıda yerde
kanatlı aslan ve boğa figürlerinin yer alıyor olmasıdır. Bu figürler
öylesine yapılmamıştır, sahip oldukları muazzam boyutları onların tanrılar
veya ilahi kahramanlarla ilişkili olduklarını anlamak için yeterlidir.
Sargon kalesi Horsabad'daki (Dur-Şarrukin) kanatlı boğalar 1 ila 5 metre
yüksekliğindeydi. Asurlular özellikle kapı girişindeki kanatlı boğaları
çoğaltmışlardı ve bazıları kapı köşelerine kemer alnını desteklemek için
konuyordu.
İkisi duvar düzleminde, kapının iki yanında birbirine bakacak şekilde, diğer
ikisi ise içeri giren ziyaretçilere yüzleri dönük olacak şekilde
yerleştirilmişlerdi. Böylece içeri girecek olan biri hem ilk iki heykelin
yan açıdan vücudunu hem de diğer iki heykelin ön cepheden yüzünü görüyordu.
Bu da bir yanılsamaya yol açıyor; sakallı, göğsünde kalın yelesi olan, boynu
saç tutamları ile kaplı, tüy dizilerinden oluşan dev kanatları kemer alnına
kadar yükselerek bir yelpaze gibi uzayan yaratık görüntüsü
oluşturuyordu.
Asurluların kanatlı boğalarının farklı formları vardı. 1845'de Ninova'da
yapılan kazılarda insan şeklinin bele kadar devam ettiği, insan kollarının
olduğu, kanatlı, insan başlı aslan heykelleri keşfedilmişti. Giriş
alanlarında kullanılan 3,5 metre yüksekliğindeki bu figürlerin gücü
simgeleyen abartılı kasları, geniş omuzların arkasından çıkan devasa
kanatları, bellerinde düğümlenmiş püsküllü kuşakları vardı. [17]
Keruvların biçimi hakkında belirsiz olan pek çok şey olsa da temelinde yatan
şeyin vahşi kara hayvanları olduğu rahatlıkla söylenebilir. Erken Semitik
dinlerde, Musevilikte animizme dair izler görmek mümkündür (Örn:
Yeşaya,13:21; 34:14; Luka, 11:24).
Hangi yönden ele alınırsa alınsın bu meleğin kökenlerinin Mezopotamya
topluluklarının antik dinlerine, efsanelerine, animizme ve Asur, Akad ve
Babil'in dev yapıtlarına dayandığı ortadadır. Üzerlerinde yapılan ufak
oynamalarla İbrahimi dinlere geçmişlerdir.
KAYNAKLAR
Texas Jewish Post. 2020-09-24
"The High Holidays". My Jewish Learning.
Davies, N. de G., The Rock Tombs of El Amarna (1908) : Part I, The Tomb of
Meryra, Plate XXVII.
A.g.e. : Part IV, Tombs of Parennefer, Tutu, and Aÿ, Plate XIX.
Ertman, Earl L., “Images of Amenhotep IV and Nefertiti in the Style of the
Previous Reign,” University of Akron, In Causing His Name to Live, Studies
in Egyptian Epigraphy and History in Memory of William J. Murnane, (Brill,
Leiden, 2009)
Israel in Egypt, The Evidence for the Authenticity of the Exodus
Tradition, 1996
Akhenaten and His Daughter Offering to the Aten, ca. 1353-1336 B.C.E.
Limestone, pigment, 8 15/16 × 20 5/16 × 1 1/4 in., 14.5 lb. (22.7 × 51.6 ×
3.2 cm, 6.58kg). Brooklyn Museum, Charles Edwin Wilbour Fund , 60.197.6.
Papyrus of Hunefer, British Museum
Lichtheim 1976. Miriam Lichtheim. Ancient Egyptian literature: a book of
readings. Vol.2. The New Kingdom. Berkeley/London: 96-100
Davies, A.g.e., Mahu-North Thickness, plate XV (The Royal Family
Worshipping Aten); A.g.e., plate XVI; A.g.e., plate XVIII (Mahu Visits the
Temple); A.g.e., plate XX (The Royal Chariot Leaving the Temple); A.g.e.,
plate XXII (The Royal Chariot Passing the Sentries); A.g.e., plate XXXI
(The Royal Family Make Votive Offerings to the Sun); plate
XXXV;
Inconsistency in the Torah, Ancient Literary Convention and the
Limits of Source Criticism, p. 38
Boundary Stelae Of Akhentaten, W. J. Murnane, p. 39
Pritchard, James B., ed., The Ancient Near East - Volume 1: An Anthology
of Texts and Pictures, Princeton, New Jersey: Princeton University Press,
1958, pp. 227-230.
C.D. Warner, et al., comp. The Library of the World’s Best
Literature. An Anthology in Thirty Volumes. 1917.
(Trans. Llewellyn Griffith)
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL