HABERLER
Dini Haber
din ve mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din ve mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

GİZEMLİ NAZCA ÇİZGİLERİ YILDIZ İNSANLARINA BİR MESAJ MI ?

Peru'da faaliyet gösteren havayollarında uçuş gerçekleştiren yolcuların 1927'de Nazca çölünün zemininde fark ettikleri işaretler ve büyük rakamlar sanki yukarıdan gelenleri ağırlıyor gibiydi. Bu semboller yeryüzünde iken fark edilmiyor, ancak çok yüksekten bakıldığında anlaşılıyordu.

Dünyanın dört bir yanından gelen turistlerle dolu uçaklar hızla Nazca'nın gökyüzünü fethederek bölgede 100'den fazla tasarımı keşfetti. Bu garip geoglifler hayvanları, ilginç geometrik tasarımları ve hatta insansı figürleri betimliyorlardı.

Açıklanamayanlar,A, antik çağ, Nazca Çizgileri,Yıldız insanları,Uzaylılar var mı?,Uzaylılar geçmişte dünyayı ziyaret etti mi?,Gizemli yerler,Nazca Sembolleri,Gizemli geoglifler, Antik tarih, din ve mitoloji,

Ancak, belki de Nazca ile ilgili en heyecan verici şeylerden biri, bu çizimlerin 320 km'lik bir alana dağılmış olmasıdır.

Bu rakamlar muazzamdır ve onları sadece gökyüzünden fark edebilirsiniz. Eğer zeminde duruyorsanız, çizimler görülemez, hiçbir şey fark edilemez. Bu yüzden bu çizimlerin amacı neydi? sorusu üzerinde duruluyor. Nazca'da sadece uçarken görebileceğiniz 150'den fazla geometrik şekil bulunuyor.

Nazca'da bulunan en büyük figür yaklaşık. 1000 fit yüksekliğinde ve en uzun olanı 14,4 km uzunluğunda. Peki neden Nazca? Nasıl ve hangi amaçla inşa edilmişler?

Arkeologlara göre, bu gizemli çizimlerin 1.ve8. yüzyıllar arasında bölgede yaşayan Nazca halkı tarafından yaratıldığına inanılıyor.

Çizgiler çöl yüzeyini oluşturan kırmızımsı demir oksit çakıl taşlarının dikkatli bir şekilde taşınmasıyla oluşturulmuşlar. Çizgilere bakıldığında kireçlenmiş ve erozyona dirençli yapısıyla yüksek miktarda kir içeren bir yapı ortaya çıkmıştır.

Bu hatların bu kadar uzun süre hayatta kalmasının nedeni, bölgedeki hava koşullarının uygun olması, yağışın çok az ve rüzgarın neredeyse hiç olmamasıdır. Eğer bugün Nazca'ya giderseniz ve yere bir şey çizerseniz uzun bir süre orada kalacaktır.

Açıklanamayanlar,A, antik çağ, Nazca Çizgileri,Yıldız insanları,Uzaylılar var mı?,Uzaylılar geçmişte dünyayı ziyaret etti mi?,Gizemli yerler,Nazca Sembolleri,Gizemli geoglifler, Antik tarih, din ve mitoloji,

Bugün sormamız gereken soru, eski Nazca halkının bu çizimleri ne amaçla yaptıklarıdır. Bu figürlerin gökyüzündeki büyüklüğünü gerçekten takdir edilesidir ama bu çizimlerin yapıldığı zamanlarda uçak yoktu, bu yüzden bunu kimin için tasarladıkları düşünülmesi gereken kısımdır. Onlara rehberlik edecek bir şeye ya da birine ihtiyaç duymaları gerekirdi, çünkü bu çizgiler kesin, net ve doğrular. Çizimlerin nasıl ilerlediğini, doğru olup olmadığını gözlemlemek için bir yola sahip olmadan onların böyle bir doğruluğa ulaştığına inanmak zordur, bir şekilde yönlendirilmiş olmalıdırlar.
Öylece başlayarak hata yapmadan 1000 metreden fazla veya 8km'nin üzerinde bir rakam çizemezsiniz.

Nazca çizgilerinin sebebi olarak dünya dışı varlıklar gösterilebilir mi? Birçok araştırmacı için cevap evettir. Çünkü insanlık tarihinin o döneminde, uçabilme yeteneğine sahip olabilecek tek şey dünya dışı varlıklardı (bu varlıklar birçok antik dönem eserinde, yaşam bölgelerinde de resmedilmiştir. En basit örneği ise Mısır piramitlerinin yüzeyindeki çizimlerdir).

Nazca'nın bazı bölümleri oldukça gizemlidir. Son derece hassas üçgenler gibi inanılmaz tasarımlara sahiptir. Üçgenlerin bazıları, inanılmaz bir güçle zeminden en az 30 inç aşağı iten bir şey tarafından yapılmış gibi görünüyor. Eski Nazca halkı bunu yapabilir mi? Nasıl yapacaklar, ayaklarıyla iterek mi? Çölün içine altı 9,6 km'lik “mükemmel” bir üçgeni nasıl indirirsiniz?

Sizce bu çizgilerin amacı nedir? Uzaydan gelen ziyaretçiler için “navigasyon” belirteçleri olarak kullanılmış olabilirler mi? Ya da yerlilerin yaptığı bu çizgiler binlerce yıl önce onları ziyaret edenleri tanrı bilip onları anmak için mi yapıldı?

Açıklanamayanlar,A, antik çağ, Nazca Çizgileri,Yıldız insanları,Uzaylılar var mı?,Uzaylılar geçmişte dünyayı ziyaret etti mi?,Gizemli yerler,Nazca Sembolleri,Gizemli geoglifler, Antik tarih, din ve mitoloji,

Efsaneye göre gizemli İnka yaratıcısı tanrı Viracocha geçmişte Nazca Çizgileri ve glifleri için canlıları görevlendirdi.

Bazı efsaneler, Nazca hatlarının Viracocha'nın kendisi tarafından yaratıldığını söyler.

Viracocha Quetzalcoatl ve Kukulkan'a benzeyen Tanrı Andes'in öğretmeniydi.

Viracocha, İnka panteonunun en önemli tanrılarından biriydi ve her şeyin yaratıcısı ya da her şeyin yaratıldığı ve denizle yakından ilişkili olan bir madde olarak görülüyordu.

Juan de Betanzos tarafından kaydedilen efsaneye göre, Viracocha karanlıkta olduğu zaman Titicaca gölünden yükseldi ve ışık getirdi.

Erich von Daniken’in Nazca Hatları’yla ilgili tartışmalı teorileri, Nazca’ya seyahat etmek ve Nazca halkının kültürünü, hayatını ve tarihini incelemek için yüzlerce insanı ateşledi.

Çok sayıda tasarımda ilginç kalıplar bulmuş bazı akademisyenler vardır ve Nazca'da uygulananların geometrinin bilinen en eski örneklerinden biri olabileceği sonucuna varmışlardır.

Nazca'nın en ilgi çekici tasarımlarından biri şüphesiz örümceği temsil eden çizgidir.

Örümceğin bir bacağı uzatılmış bir çıkış yoluna sahiptir. Bu yer kabartmasını alıp çevirip döndürürerek ayna etkisini gösterirseniz, gözlemlediğiniz şey, Nazca örümceğinin Orion Takımyıldızını temsil etmesi ve uzun örümcek bacağının dünyanın en yakın komşularından biri ve en parlak yıldız olan Sirius yıldızını temsil etmesidir.

Burada bulunan şey, sadece gökten görülebilen ve yıldızları ve takımyıldızları temsil eden bir örümcek tasviridir.

Nazca'da bu karmaşık geoglifleri tasarlayan kişi, astronomi ve geometri hakkında mükemmel bir bilgiye sahip olmalıydı ve dünyadaki diğer birçok eski kültür gibi, Orion ve Sirius'un önemli olduğunu biliyordu.

Dresden Üniversitesi'nden uzmanlar Nazca çizgileri üzerinde çalıştılar. Manyetik alanı ölçtüler ve Nazca'daki bazı geogliflerin altındaki manyetik alanda değişiklikler tespit ettiler.

Ayrıca Nazca'daki testlerin yapıldığı sırada Nazca'daki bilim adamları tarafından elektrik iletkenliği ölçüldü ve elektrik iletkenliğinin hatlara göre 8000 daha yüksek olduğunu gösterdi.

Açıklanamayanlar,A, antik çağ, Nazca Çizgileri,Yıldız insanları,Uzaylılar var mı?,Uzaylılar geçmişte dünyayı ziyaret etti mi?,Gizemli yerler,Nazca Sembolleri,Gizemli geoglifler, Antik tarih, din ve mitoloji,

Peru'daki Nazca'nın Çizgileri ve Geogliflerinde deniz kuşu, el, pelikan, akbaba, dev, balina, örümcek, maymun, köpek, akrep, sinek kuşu gibi simgeler var. Bazı çizgilerin 8 fit altında manyetik alan anomalileri (kuraldışılık) var. Nazca'da onu Dünya üzerinde başka herhangi bir yerden farklı kılan bir şey var ama bizler henüz onun ne olduğunu bilmiyoruz.

Bir diğer sorulması gereken soru, nitratın geçmişte Nazca'yı ziyaret edebilecek “diğer dünya” ziyaretçileri için özel bir önemi olup olmadığıdır. Günümüz teknolojisinde nitrat pek çok ilginç şeyde kullanılmaktadır; Örneğin nitrat uzay yolculuğunda kullanılmaktadır.

Nazca sonsuz gizemlere sahip, ama cevaplar yetersiz. Asıl önemli olan bu devasa yaratıcılık ve geometri gösterisini gerçekten anlayabilecek miyiz? Bir şey kesin, Peru'nun bu bölgesi arkeologlar, bilim insanları ve tarihçiler için ilgi alanı olmaya devam edecektir.

Yazan & Çeviren: A.Kara

NUH'UN GEMİSİ

din, islamiyet, hristiyanlık, yahudilik, Nuh'un gemisi, MT, Nuh'un gemisinin kökeni,Fenikelilerin gemilerinden Nuh Tufanı,Etrüsklerin kökeni,Nuh'un gemisi efsanesi,Hz Nuh, din ve mitoloji,
Bilindiği gibi kutsal kitaplarda Nuh'un Gemisinden Tanrısal bir olaymış gibi bahsedilir.
Nuh'un Gemisi önce İncil’de ve sonra da Kuran'da yer almış semavi bir bilgidir ve Nuh'un başrolde olduğu mucizevi olaylardan oluşmaktadır.

M.Ö. 1350 yıllarında Fenikeliler ilk deniz ticaretine başladığında gemi yoluyla İtalya’nın Toskana bölgesine ulaşır.

Aynı gemiler Mediterranean (Akdeniz) üzerindeki Yunanistan, Sardunya, Tunus (Kartaca), İspanya gibi Fenikelilerin bir kolu olan akrabalarına ulaşır. Ben Toscana’da yaşadığım için Etrüskler’den bahsedeceğim.

Etrüsklerin kökeni Toros’lara dayanır ve Etrüsk kelimesi de bir Aryen dili olan Kürtçe’de EzToroskana (Ben Torosluyum) anlamına gelir ve bu da Dağlı anlamını taşımaktadır.

Nuh’un Gemisine gelecek olursak…

Toroslu ya da Dağlı veya bugünkü kullanışıyla Etrüsk-Toscana'ya aşağı yukarı 1-2 yılda bir gemi gelmekteydi. Gemiler genellikle ticarette önemli yer tutan şarap, kumaş, zeytinyağı, tarım alanında kullanılan tohum ve diğer araç gereçleri taşırdı, ayrıca dini hikayelerde de anlatıldığı gibi hayvan çiftleri ve insanlar da yer almaktaydı.

Nuh’un Gemisi (Nh (nu) Kürtçede Yeni demektir, Torostan gelenler genellikle bu dili konuşur) Isola d'Elba-Elba adasına vardığı gece, bu çevreye yakın yerleşim yerlerinde yaşayan insanların düzenlediği festivaller vardı.

Sokaklarda yemekler yenir ve bol bol şarap içilir, NU (Yeni) Gemiden gelen insanlar merakla beklenen haberleri anlatırlar.


Nuh’un Gemisiyle bu çevreye getirilenleri şu maddeler halinde sıralayabiliriz:
  • Gemide amfora içinde (Tazeliğini koruması için kuma veya toprağa gömülü halde) şarap,
  • Zeytinyağı,
  • Tohumlar, ilk üzüm, buğday ve zeytin ağacı,
  • Yeni insanlar, aile-aşiret-beylikler,
  • Tuzlanmış domuz eti ve et ürünleri,
  • Canlı domuz çiftleri (Domuz en bereketli hayvandır), geyikler, dağ keçisi, yılan, vs. 
  • Süt ve süt ürünlerinin üretimi için önemli yer tutan canlı hayvan çiftleri,
  • Taşımacılıkta kullanmak üzere eşek vs.
  • Çift sürmede kullanmak üzere öküz vs.
  • Çeşitli sanat eserleri, 
  • Felsefe alanındaki yeni düşünceler, eğitmenler, bilimsel çalışmalar,
  • Noel, 21 mart, özel günler, kutlama ayinleri ve müzik,
  • Toros ve Zagros -Mezopotamya'nın mistik kültürü, Tanrı'ları,
  • Farklı kuş türleri ve bu türlere ait farklılık gösteren hikayeleri…
Genel anlamda Toroslar'da yaşanmış ve yaşanmakta olan gelişmişlik Avrupa kıt'asına Nuh'un Gemisi (Yeni Gemi) aracılığıyla taşınır. Bu da Fenikelilerin (fêhmnake) aracılığıyla olur.

Kutsal kitaplarda geçen hikayelerde vurgu gerçek hayattan soyutlanmış, mucize haline getirilmiş, Tanrısal bir hal almıştır.

Ayrıca Fenikelilerin geliştirdiği Sami (se mi) dilinin çok önemli ve üzerinde durulması gerektiğini bir sonraki yazımda geniş bir şekilde ele almaya çalışacağım.

Çok kodlama yöntemi kullanılarak özellikle denizde aylarca seyahat eden ve çok kutsal bilgileri ve ürünleri taşıyan bu ileri beyliklerin, sembol bilimi denen tersten okunuşu, ses tonu ile birlikte ortaya çıkan figürlü anlatım dili Sami…
Dünya boştur boşlukları doldurmak üzere! Selamlar.

Yazan: Metin T.

ÇAMURDAN YARATILIŞ HİKAYELERİ

AY, din, islamiyet, Çamurdan yaratılış hikayeleri,Mitolojide çamurdan yaratılış,İnsanın yaratılış mitleri,yaratılış mitleri, yahudilik, din ve mitoloji, Mitoloji ve din, Marduk,Aruru,Zeus
 İSRAİL'İN TANRISI YEHOVA'DAN ĶUR-AN'IN TANRISI ALLAH'A ÇAMURDAN YARATILIŞ

Prometheus
Gözyaşlarımla toprağı ÇAMUR haline getirdim ve yoğurdum. Bir insan heykeli yaptım. Sonra bu heykele ruh verdim. İlk ölümlü yaratıklar oluştu böylece. "Ben, önceki tanrılardan böyle gördüm. Böyle terbiye aldım.

Zeus
"Namlı, şanlı Hephaistos'u çağırdım hemen, 'bir parça toprak al, suyla karıştır' dedim. 'İçine insan sesi koy, insan gücü koy. Bir varlık yap ki, yüzü ölümsüz tanrıçalara benzesin.' Koca Hephaistos, topal tanrı, hemen yaptı dediğimi. Bir kız biçimine soktu toprağı. Ses koydu içine. Ve, Pandora adını koydu. İşte, böyle yarattım insanı."

Marduk
"Bizim eski tanrılar, yaptığım işlerden dolayı teşekkür etmişlerdi bana. Hallerinden çok memnun olduklarını, ancak kendilerine hizmet edecek, tanrı niteliği taşımayan bir yaratığa ihtiyaçları olduğunu söylemişlerdi. Bunun üzerine, ben de Ea'nın yardımını istedim. Toprağı, Kingu'nun kanıyla yoğurdum. İlk insanı meydana getirdim."

Aruru
"Büyük gök tanrısı Anu -ki, kendisini ben yarattım- Uruk halkının ah ve figanlarını dinlemişti. Beni çağırdı. 'Sen,' dedi, 'Beni yarattın, şimdi de fikrimi yarat.' Bunu duyar duymaz, Anu'nun fikrini kalbimde yarattım. Ellerimi yıkadım. Bir parça çamur koparıp yazıya attım. Ve bu yazıda, kahraman Engidu'yu yarattım. ÇAMURDAN yarattığım Engidu, demir gibi serttir. Bütün gövdesi kıllardan simsiyahtır. Kadın gibi uzun saçları vardır."

Tevrat
"Ve Rab Allah yerin toprağından Adam'ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu."

"Ve Allah dedi: 'Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım/Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı, onu Allah'ın suretinde yarattı./Ve Rab Allah yerin toprağından Adam'ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve Adam yaşayan can oldu./Fakat adam için kendisine uygun yardımcı bulunmadı./Ve Rab Allah Adam'ın üzerine derin bir uyku getirdi ve o uyudu ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapladı./Ve Rab Allah Adam'dan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu Adam'a getirdi.."

Adem ile Havva'nın ilk günahları ve cennetten kovuluşları ile devam eden bu yaratılış öyküsü, hemen hemen aynen Kur'an'a geçmiştir.

Kur-an
8) Kur'an, Mü'minün 12-16: "And olsun ki Biz insanı süzme ÇAMURDAN yarattık."
9) Kur'an, Es-Safaat 11: "Hakikat Biz onları cıvık bir ÇAMURDAN yarattık."
10) Kur'an, Sad 71-76: "Ben muhakkak ÇAMURDAN bir insan yaratacağım. Artık onu tamamlayıp içerisine de ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal ona secdeye kapanın."

TEVRAT'TAKİ DOĞRULARIN SÜMERLERDEN ALINMASI

sizden gelenler, Tevrat'taki doğruların Sümerlerden alınması,Tevrat ve sümer,Sümerlerin Tevratla ilişkisi, yahudilik, Sam-er Süm-er,Yehova ve Sümer,din, din ve mitoloji, Tevratın kaynağı
Tevrattaki DOĞRULARIN SÜMERLERDEN alınması konusuna açıklık:
MÖ 2370 yılında o bölge ve dünya bir tufan yaşadı. NUH'un üç oğlundan biri SAM idi. Bu Sam, SAM-ER yani SÜM-ER denen Ortadoğu halklarının atasıdır.
(Arap ve Yahudi, Arami vs.MÖ 2500 civarı)
Tufandan 200 yıl sonra deniz kenarında Babil kenti (Nimrod, Babil kulesi) gelişmişti.
Bu 200 yıllık dönemde ordaki halklar GERÇEKLERİ tek bir kaynaktan kökleri olan ataları olan NUHtan/oğlu SAMdan alıyordu. Bu mantık kendi içinde doğrudur..
İbrahim peygamber de bunlardan biri. (MÖ 2000)

sizden gelenler, Tevrat'taki doğruların Sümerlerden alınması,Tevrat ve sümer,Sümerlerin Tevratla ilişkisi, yahudilik, Sam-er Süm-er,Yehova ve Sümer,din, din ve mitoloji, Tevratın kaynağı
Sonra YEHOVA tanrı İbrahim'i Kenan diyarına getirdi onu dinsizleşen SAM-ER 'den yani SÜM-ER'den ayırdı. Tevratta Tanrıya yakın olan hikayeler yazılırken sonradan Sümer'de ise sahte inançlar, vs devam etti. Ortak noktalar tabiki vardı. (Tufan, İri adamlar-Nefilim vs. büyük toplumsal olaylar).
Sümerlerin de Tevratta bulunan gerçeklere sahip olmalarının nedeni doğaldır...
ORTAK ATA ortak söylem..
Bir örnekte Nuh tufanıdır ..pek çok kültürü ve destanı etkilemiştir... çünkü bu olayı da....
bizzat yaşayanlardan türediler tüm o halklar ..ve nesiller boyu nesilden nesile aktarıldı bilgi bunun sonucu oluşturdukları edebiyata da girdi tabii..
bu durum kopyayı değil olayların olduğunun kanıtıdır daha çok...o zamanlar bugünkü gibi internet yoktu.
Coğrafyayı imkanları da göz önünde bulundurursak daha net görürüz.

SİZDEN GELENLER | Yazan: F. N. Topkan

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

EFSANELERDEN TEVRAT'A ORADAN KUR-AN'A

AY, din, islamiyet, din ve mitoloji, İslam ve mitoloji,Sümer mitolojisi ve islam,İslamiyetin mitolojiden esintileri,Kuran ve sümer mitolojisi,Yaratılış mitleri,Kuran'da dünyanın yaratılışı
Enbiya Suresi 30: “İnkar edenler Evren(Gökler) ve yer birbirleriyle bitişik iken onları ayırdığımızı, her canlıyı sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Yine de onlar inanmayacaklar mı?”

Ayetin iddia ettiğinin aksine göklerle yerin ayrı olduğu hiçbir dönem olmamıştır.

Kuran’ın bütününe baktığımızda sadece bu ayet değil, evrenin yaratılışını anlatan diğer ayetler de bilimle çok ciddi çelişkiler içerisindedir, mucize olması bir tarafa, hatalıdır.

Bu olaydan Kur-an’dan çok daha eski metinlerde de bahsedilmiştir. Pek çok toplumda göklerle yer başlangıçta bitişiktir, sonradan Tanrı tarafından ayrılıp bugünkü şeklinin verildiği inancı yaygındır.

Göklerle yerin ayrılması pek çok toplumun inanışlarında yer almaktadır, Kuran’a muhtemelen Tevrat’tan geçmiştir. Tevrat masalı şöyle anlatır:

"Tanrı, “Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gök kubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye “Gök” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu. Tanrı, “Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana “Kara”, toplanan sulara “Deniz” adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü." (Yaratılış 1:2-10)

Gördüğünüz gibi Tevrat’a göre de göklerle yer başlangıçta bitişikmiş,Tanrı tarafından ayrılmışlar.Anlaşılan düşüncelerine göre başlangıçta bütün yeryüzü sularla kaplıymış, Tanrı yer altından saydam bir kubbe yükseltmiş ve suların bir kısmını yukarıda toplamış. Kalan suyu da bir kenara toplayıp denizleri oluşturmuş,ortaya çıkan toprak ise yer (kara) olmuş.

Saydam bir kubbe düşünmüş olmalılar çünkü gök de denizler gibi mavidir, bu maviliğin nedeni, yer altından çıkarak suların bir kısmını üzerinde toplayan kubbe ile alakalı düşünülmüş olmalı. Tevrat anlatımından açıkça anlaşılıyor ki gökyüzü kubbenin arkasında kalan sulardan oluşuyor, bu kubbe saydam olduğu için de üzerinde toplanan deniz suyunun maviliği nedeniyle gökyüzü mavi gözüküyor. İşte! Göklerle yerin neden başlangıçta bitişik iken sonradan ayrıldıkları düşünülmüş, bulduk!

Tevrat anlatımından bu açıkça anlaşılıyor yani o kubbe saydam düşünülmüş olmalı. Şimdi daha eski kaynaklara da bakalım, bu inancın kökeni Sümerlere kadar uzanmaktadır:

Sümer efsanesine göre evrende ilk olarak Tanrıça Nammu adında büyük uçsuz bucaksız bir su vardı.Tanrıça o sudan büyük bir dağ çıkarıyor. Oğlu Hava Tanrısı Enlil, onu ikiye ayırıyor. Üstü gök oluyor, Gök Tanrısı onu alıyor, yer olan altı da Yer Tanrıçası ile Hava Tanrısının oluyor. Bilgelik Tanrısı ile Hava Tanrısı yeri bitkiler, ağaçlar, sularla donatıyor. Hayvanlar yaratılıyor ve hepsini idare edecek Tanrılar meydana getiriliyor.

Bir de bunu Sümer şiirlerinde gösterelim:

Gök ve yer çift olarak yaratıldığı zaman,
Ana Tanrıça İnana onlara şekil verdiği zaman,
Yerler düzenlendiği, toprak yerleştiği zaman,
Gök ahenk içinde hareket ettiği zaman,
Nehirler ve kanallar düz bir çizgi gibi aktığı zaman,
Dicle ve Fırat nehirleri kıyılarını doldurduğu zaman,
Büyük Tanrılar “artık ne yapabiliriz” diye konuşuyorlar.


Başka bir şiir:

Gök yerden ayrıldıktan sonra
Yer gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra
An(gök tanrısı) göğü alıp götürdükten sonra…


Bir diğeri:

Bey, gerekli olanları meydana getirmek için,
Kararları değişmeyen bey,
Yerden “ülkenin tohumunu çıkaran Enlil”
Yerden göğü ayırmayı planladı,
Gökten yeri ayırmayı planladı.


Sadece Sümer’de değil Babil mitlerinde de göklerle yer ayrılmıştır, tek bir farkla; göklerle yer Tanrıça Tiamat’ın bedeninden yaratılır:

Babil Tanrıçası Tiamat ve kocası Apsu genç tanrıların yol açtığı kargaşaya artık dayanamaz ve onları yok etmeyi tasarlar. Ea’nın çatışma sırasında Apsu’yu öldürmesi üzerine,azman bir su yılanı olan Tiamat intikam güder. Onunla dövüşmek için seçilen Marduk kavgayı kazanır ve tanrıçanın bedenini ikiye ayırarak göğü ve yeri yaratır.

Mısır mitolojisinde de göklerle yer bitişikken ayrılmıştır:

Eski Mısır Mitolojisi’nde ilk tanrı Atum‘un oğlu Şu, Yer’le göğü birbirinden ayırandır. Şu‘nun (kendi kızkardeşinden yaptığı) çocukları olan Nut göğü, Geb de yeri temsil eder.

Mitlere devam edelim, bu sefer Hint’ten:

Upanishad’lara ait başka bir sekizinci yüzyıl miti tanrıları pek çok açıdan olayın dışında tutmaktadır:

“Bu dünya başlangıçta yalnızca hiçbir şey idi. O var oldu. O, gelişti. O bir yumurtaya dönüştü. Yılın belli bir döneminde yumurtladı. Birbirlerinden ayrıldı. İki yumurta kabuğunun birisi gümüş, birisi altın oldu. Gümüş olandan yeryüzü oluştu, altın olandan gökyüzü meydana geldi.”

Burada yine göklerle yerin başlangıçta bitişik iken ayrılması inancı var.

Görüldüğü gibi kökeni Sümer olan “göklerle yerin birbirinden ayrılması” inancı çok yaygın bir inançtır. Kimi bir kara kütlesini ayırıp üstünü göğe, altını yere çeviriyor, kimi suları ayırıyor, kimi Tanrıların bedenini ayırıp aynını yapıyor, kimi de bir yumurtayı kırıp üst kabuğu göğe, alt kabuğu yere çeviriyor. Yani hepsinde yer ile gök birleşik iken bir şekilde ayrılıyor.

ANUNNAKİLERİN SOY AĞACI

A, mitoloji, sümer mitolojisi, Anunakiler, Anunnakiler, Anunnakilerin soy ağacı, Sümer tanrıları, Sümer aile ağacı, Anunnakilerin izleri, Anunnakilerin yarattığı, Igigi, din ve mitoloji,
Mezopotamya'daki antik Sümer zamanında Anunnakilere dünya'da yaşayan ölümsüz tanrılar denirdi. Mezopotamya mitolojisine göre, Anunna veya Anunnakiler başlangıçta en güçlü tanrılardı ve Anu ile birlikte cennette yaşıyorlardı.

Daha sonra, zamanla Igigiler göksel tanrılar olarak kabul edilirken, Anunna terimi, Yeraltı dünyasındaki tanrıları belirlemek için kullanılır oldu. Özellikle Yeraltı Dünyasının hakimi olarak görev yapan yedi Anunnaki vardı.

Atrahasis efsanesinde, insan yaratılmadan önce tanrıların yaşamak için çalışmak zorunda kaldıkları belirtilmektedir.

Daha sonra, Anunna, çalışmaları için alt sınıf bir tanrı olarak Igigi sınıfını yarattı. Fakat Igigi'ler bir süre sonra isyan ederek çalışmak istemediler. Bunun sonrasında Enki, insanoğlunu yarattı, böylece küçük tanrıların terk ettiği görevleri yerine getirmeye devam etti ve inanç aracılığıyla tanrılara yiyecek temin edecekti.

Bundan farklı olarak Enuma Eliş destanında insanlığı yaratan ve sonrasında Anunna'yı cennet ve toprak arasında bölüp görevlendiren Marduk'tu. Daha sonra, Marduk'a minnettar olan Anunna, Babil'i kurdu ve onun onuruna Esagila adında bir tapınak inşa etti.

Yazar Zecharia Sitchin, bir düzine kitap yayınladı, bunlardan biri de Dünya Anıları Kitabı idi ve burada Anunnakileri detaylı olarak anlattı.

Sitchin kitaplarında Anunnaki'yi tanımlayan çivi yazılı bir senaryoda yazılmış eski Sümer kil tabletlerini ve metinleri tercüme etti.


Sitchin, 12. Gezegende, Anunnaki'nin yaklaşık 450.000 yıl önce Nibiru adında bir gezegenden dünyaya varışını şöyle anlatıyor: "Mezopotamya'ya yerleşecek olan beyaz tenli, uzun saçlı ve sakallı yüksekliği yaklaşık 3 metre olan uzun boylu varlıklar genetik mühendislikleri ile Neanderthal'lerin evrimini Homo Sapiens için hızlandırdılar. Köle işçi ihtiyaçlarını karşılamak için kendi genetik özelliklerinden de katkıda bulundular."

Sitchin'in yazılarına göre, Anunnaki'nin teknolojisi ve gücü, medeniyetimizin 21. yüzyılda bugün bile taklit edemeyeceğimiz bir şey.

Sitchin, eski Nibiru sakinlerinin 450.000 yıl önce uzay yolculuğu ve genetik mühendislik kabiliyetine sahip olduklarını Mısır, Maya, Aztek, Çin piramitlerinde, Stonehenge megalitik sitesinde, Baal ırmağı uzay istasyonunda, Nacza çizgilerinde, Machu Piccu'da ve dünyanın her yerinde varoluşlarının izlerini, çeşitli şekillerde var olan ve halen bilinmeyen bir teknolojiye işaret eden küçük ipuçları bıraktıklarını belirtti.

Bu konudaki teoriler çoktur ve bazı bilim adamları mitolojik bir tür olarak görürken bazıları binlerce yıl önce Dünya'ya gelen yıldızlar arası gezginler olarak görmektedir.

Fakat Anunnakiler gerçek miydi? Bunlar kimlerdi ve onlardan önce kim vardı? Onların nesillerinin durumu nedir ve biz onları tarihe özgü tanrılara kadar takip edebilir miyiz?

Farklılık gösteren çeşitli "soy ağaçları" vardır. Örneğin, aşağıdaki çizelge Mezopotamya'ya, özellikle de Anunnaki neslinin Babil versiyonuna eğimli bir aile ağacıdır. Bunun kanıtı Tiamat ve Marduk'un dahil edilmesidir.

Anunnaki Büyük Meclisinin, esasen egemen sınıfın (Sümer metinlerindeki "Tanrılar ve Tanrıçalar") soy ağacı. "Büyük Anunnaki Meclisi" Laurence Gardner, Bantam Press, New York, 1999:

A, mitoloji, sümer mitolojisi, Anunakiler, Anunnakiler, Anunnakilerin soy ağacı, Sümer tanrıları, Sümer aile ağacı, Anunnakilerin izleri, Anunnakilerin yarattığı, Igigi, din ve mitoloji,
Yazan: A.Kara

YILAN VE DİN

MT, din, islamiyet, Yılan ve din, Dinlerde yılan, Dinlerde ateş, İslamiyet ile Zerdüştlük, İslamiyette yılan neden kötü, Kureyş Arapları Zerdüşt'ü düşman görüyor, din ve mitoloji, Tek tanrılı dinlerin yaşattıkları,
Yeryüzünde bulunan tüm medeniyetlerde yılan hep bilime ışık tutmuştur.
"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" çok saçma!
Sen yılana dokunma o sana dokunmaz !

Yılan; Asya'dan Hint boylarına, Mezopotamya dan Avrupa'ya özellikle bir çok inanca mistik bilgiyi taşımış ve hala felsefesi mistik sayılır.

Bildiğimiz üzere yılan, İslam dininde bir tür düşmandır. Bu temelde din bilime düşmandır anlamı çıkardım. Fakat yılanın yeryüzünün önemli bir hayvanı olduğunu ifade ederek şunları belirtmek isterim:

Nereden geliyor Arapların yılan düşmanlığı?
Sözde mağarada saklanırken Muhammedi görmek-öldürmek istemiş yanındaki de onu korumuş, tüm delikleri kapatmış son deliği de ayağı ile kapatmış, yaw he he bizde yedik!
Tüm mistik bilgilerini Zerdüşt felsefesinden ç-alan Arap kabilesi, en önemli insani konuları yasaklayarak, insanlık için önemli olan etkenleri düşman ilan etmiş, Tıpkı yılanı düşman gösterdiği gibi.


Çünkü yılan; Zerdüşt'ün mağarada kaldığı 10 yılda ona yoldaşlık etmiş, Kartal ile birlikte (mitoloji).
Kureyşli Araplar ise yılanı düşman gösterirken, Zerdüşt'ün mağaradaki mistik bilgilerini, 40 günde aldığını sanır, (Hira mağarası 40 gün ve ilk vahiy). 10 yılını insanlık için, yılan ve kartal ile birlikte sürdüren Zerdüşt'ün yapmaya çalıştığını Kureyş kabilesi 40 güne indirgeyerek çözeceğini sanması o medeniyete ihanettir.

Ayrıca ilk vahiy falan hepsi ayni hikaye, Zerdüşt'ün yaşamış olduğu mistik bilgiler M.Ö. 10 bin yılına kadar gider (Göbekli taş örneği).

Ateşte aynı şekilde yılan gibi kötü gösterilse de ateşin kutsallığı, ışık, özgürlük, bilgi, pozitif enerjinin sembolüdür. Bu kadar karalama bir şeylerin yeniden ortaya çıkmasına engel olmak için olmuş olmasın, yani hırsızlıkların ortaya çıkma ihtimali.

Bugün dünyanın sağlık Amblemi yılan sembolüdür.
Arapların yılanı yasaklamasında ki niyet ve etken insanların ve insanlığın bilgi sahibi olmasına engel içindir. Yani yılan bilgidir.

Yılan felsefesini yasaklayan bilgi düşmanıdır, bugünkü cehaletin bütün kaynakları, haram helal etkenleri ile insanların bilgiye ulaşmasını engellemektir. Resmen insanlıkla dalga geçiyorlar.
Batı medeniyetini Arap cehaletine yönlendirenler insanlığın düşmanıdır.
Arap kabile önderinin vardığı ve yapmak istediği kendi bireysel çıkarı için olsa da gerçeği ve tarihi karalamaktır amaç. İnsanlığın gerçeğinden uzaklaşması için uydurulan ve neredeyse tamamını Zerdüşt kültüründen, bazılarını da Mısır firavunlarından ç-alanlar bunu Tanrı'ya mal etmeye çalışsalar da yer yüzünün en barbar kültürlerinden birini İnsanlığa yaşatıyorlar.

Çok uzatmadan kısaca toparlayalım, Kureyşli Arapların tüm mistik bilgilerini Mezopotamya'nın kadim kültüründen ç-alarak kendi kabile anlayışına göre dizayn etmeye çalışırken insanlığı ayaklar altına almış olduğunu ifade etmek isterim.

Bir başka etkende o kadim kültürdeki bilginin, mistizm, ışığın, ruhsal, sosyal, felsefik, antropolojik, serüvenin yaşanmasını sağlayan sembolik tüm soyut ve somut işaretleri ya düşman ilan etti, yada insanların ulaşmasını engelleyen metotlar üretti.

50 bin yıllık insanlık tarihinde bu dinlerin (tüm tek tanrılı dinler) yaşattığı acı, savaş, körlük, ihanet, rezalet, ahlaksızlık, kadına zulüm, insanlığa zulüm, bilgi düşmanlığı ve daha bir çok acı gerçek.

Yani insanlığın en iğrenç donemi bu tek tanrılı dinlerin oluşması ( yaklaşık 3 bin yıl) ile yaşanmıştır. insanlık tarihinin (50 bin yıl) yaklaşık yüzde 98 i insani geçerken, bu tek tanrılı dinlerin insanlığa yaşattığı en iğrenç dilim "% 2'lik" bölümüdür.

Son olarak, bu kadar cehaletin artık gereksiz olduğunu belirterek tüm insanlık için oluşacak düzene geçerken, dinler ya insanlık adına kendine çeki düzen verir yada bu yeni düzenin altında can verir (ki can veriyorlar, her gün binlerce insan dinlerin uydurma olduğunu anlayarak dinlerini terk ediyorlar).

Yazan: Metin T.

NEFİLİM'LER VE DİN ODAKLI BİLİMİN RİYAKARLIĞI

GF, din, Nefilim, Neter, Sümer tabletlerindeki gözcüler, Tevratta nefilimler, İbrani mitolojisi, Krallar ve üstün yaratık nefilimler, yahudilik, Ölü Deniz Yazmaları, Enoch, din ve mitoloji,
İbrani mitolojisinde "Nefilim" , Mısır mitolojisinde "Neter" olarak adlandırılan ve ilk kez Sümer tabletlerinde karşımıza çıkan ve bir çok kültürde ortak anlatıya sahip olan bu "Gözcüler" gerçekten birer mit mi yoksa zamanın geçmiş dilimlerinde dünyayı ziyaret etmiş dünya dışı akıllı yaşam formları mı ?

Eski İbrani metinleri ve Tevratta bi kaç yerde onlara Nefilim deniyor , eski Mısır'da Neter , Sümer tabletlerinde ise Anunnakiler olarak karşımıza çıkıyorlar ve bir çok dilde ki anlamları aynı yani "Gözcüler".
Sümer sözcüğünün anlamı da zaten "Gözcülerin Ülkesi" dir.
Tüm eski kültürlerde ve mitlerde başrol Nefilim'lere aittir. Eski diller uzmanları , eski uygarlıkların kültürlerinde ve söylencelerinde kilit rol oynayan bu esrarengiz imgelerin neredeyse tüm eski dillerde "Gözcüler" olarak isimlendirildiklerini söylüyorlar.

Beş bin yıl öncesi yani geç neolitik dönem uygarlıklarının literatürlerine girmiş bu Gözcüler kimlerdir yada nedir , neyi yada kimleri gözlüyorlar ?
Tüm bunlar antik çağ insanının hayal güçlerinin birer ürünü mü , yoksa gerçekten , bugün anıları silinmeye yüz tutmuş , haklarında kısıtlı bilgiye sahip olduğumuz birileri atalarımızla içiçe bu dünyada yaşadılar mı ?

Hepimiz biliriz ki , bilginin yetersiz olduğu yada bir şekilde üzerinin örtüldüğü durumlarda spekülasyonların önüne geçmek mümkün değildir. Bilimsel yöntem , bilimsel şüphecilik ve somut bulgu - belge - delillerden başka şeylere itibar etmemek elbette en doğru ve en akılcı yaklaşımdır. Fakat aynı şüpheciliği şuan sahip olduğumuzu sandığımız alanlara da uygulamak gerekir . Bilim eğer gerçekten gerçeği aramak ve bilgiye ulaşmak gayesi taşıyor ise bu bizim bilimsel otokrasiye de karşı tavır almamızı gerektirir. Din odaklı bilimciler ve akademiler çoğu zaman bilimsel bürokrasinin bağlayıcı etkisinden dolayı , yeni , çığır açacak , ezber bozacak düşüncelere ve bulgulara karşı baştan olumsuz tepki vermeye hazırdırlar her zaman.
Özellikle 21. yüzyılın başlarından beri arkeoloji ve astronomi alanı bu sorunu sıklıkla yaşamaktadır. Sıradışı ve ezbere aykırı düşünceler ve iddialar dışlanıyor ve hatta dışlanmakla kalmayıp , aynı zamanda karalanıp , aşağılanıyor. Özellikle kendilerine bilimsel şüpheci diyen dini çevrelerde. Halbuki tarih uzun ve yavaş işler. Tarihi geniş zaman dilimlerine bölüp incelediğimizde dini çevrelerin büyük baskılarını ve engelleme çabalarını ve bunlara rağmen uzun vadede , sıradışı olarak görülen fikir ve iddiaların hala yaşadığını görürüz.

Nefilim'ler - Neter'ler yani Gözcüler konusu da 20. yüzyılın başlarından beri , bitmeyen tartışma konularından birisidir.


Dogmalarla kısıtlanmayan , açık fikirli insanlar ve araştırmacılar , mitoloji deyip geçtiğimiz anlatıların , bu denli geniş bir coğrafyada ve neredeyse birbirinin aynısı ayrıntılarla varolmasından yola çıkarak , bu metinlere ve kaynaklara , daha farklı bir bakış açısıyla bakmamız gerektiğine dikkat çekiyorlar.
Oysa din odaklı bilim çevreleri eski toplumları tamamen çözdüklerine inanıp , mitlerle , gerçek tarihsel olayları birbirine karıştırmayın diyorlar , bunu söylerken de bugünün egemen dinlerinin yörüngesinden çıkamıyorlar.
Bir yandan somut bilgiler dışında hiç bir şeye prim vermemekten bahsederken , bir yandan da yaşadıkları çevrenin egemen dinleriyle sürtüşmekten özenle kaçıyorlar. Eşine az rastlanır bir riyakarlık örneğidir bu !

Nefilim'ler sorunu Antik Çağ Tarihi ve modern arkeolojiye ilişkin kilit noktalardan biri aslında , felsefecileri , ilahiyatçıları ve dil bilimcileri de bu tartışma içinde düşünebiliriz.

Şimdi gelelim Nefilim'lerin eski metinlerde ki anlatımlarına ;
Tüm Antik Çağ metinlerinde , kendi tarihlerini derleyen toplumlardan kalmış belgeler , geriye doğru giden kronolojilerinin sıfır noktasına , tam olarak tanımlanıp , çözümlenemeyen bir tür başlangıç dönemi yerleştiriyorlar. Bu onların tarihlerinde , yönetimin Tanrılardan insanlara geçtiği bir ara dönemi belgeliyor.
Belirsiz bir başlangıç döneminden beri , Tanrılar tarafından yönetildiğini söyledikleri ülkelerinin , bu ara dönemde Gözcüler adı verilen üstün varlıklarca yönetildiğini ve sonuçta krallığın insanlığa devredildiğini anlatıyorlar. Bu Tanrılar - İnsanoğlu ilişkisini Hindu destanları Ramayana ve Mahabbarata'da da açıkça görebiliyoruz. Eski Mısır'da bu Gözcülerin adı Neter'ler. Son olarak Osiris'in oğlu Horus tarafından yönetilen ülke , belli bir Kral Yaratma Töreninden sonra insanlara bırakılıyor ve Neter'ler geri plana çekiliyorlar, sonra da izleri siliniyor.
Bu ilk insan kral , bugün arkeolojinin tartışmasız kabul ettiği Firavun Menes'dir. Mısır kronolojisi hakkında bildiklerimiz iki kaynağa dayanır. Bunlar Mısırlı tarihçi Manetho'nun yazdığı Krallar Listesi ve bugün Torino Papirüsü dediğimiz bir yazıt. Bu belgeler birbiriyle uyumlu oldukları için arkeologlar ve ejiptologlar Mısırın kronolojik gelişimini formüle edebiliyorlar.
Firavun Menes'le başlayan hanedanlar dönemi alt evrelere ayrılıyor. Eski krallık 1. ara dönem , orta krallık 2. ara dönem (hiksoslar devri) ve yeni krallık. Bugün okutulan tarih kitaplarında da kronoloji bu şekildedir. Arkeolojik bulguların da yardımıyla, yeni krallık ve sonrası nerdeyse tamamen tarihlenebilmiş durumdadır zira arkeolojik bulgular Manetho'yu ve Torino Papirüsünü doğruluyor.

Aslında bütün sorun da burada başlıyor çünkü Manetho'nun Listesi ve Torino Papirüsü yalnızca hanedanlar dönemini değil , çok daha öncesini de kronolojik sıraya sokuyor , yalnız burada yöneticiler insanlar değil , Neter'ler. Normal insanlara göre çok daha uzun yaşayan ve ülkeyi binlerce yıl yöneten üstün varlıklar.

Peki Ejiptologlar ve modern arkeoloji bunun üzerine ne yapıyor ?
Alt paragraflarını tartışmasız şekilde kabul ettikleri ve bulgularla doğrulanan tarihi bir yazıtın , üst paragraflarını ya yok sayıyorlar yada mitolojidir diyerek işin içinden sıyrılıyorlar.
Neden ?
Çünkü hayranlıkla benimsedikleri alt paragraflarda Krallar insan , üst paragraflarda ise ne oldukları tanımlanamayan üstün yaratıklar.
Böylece din odaklı bilim , aynı belge üzerinde işine gelen bölümü olgu diye benimserken , işine gelmeyen , dini inanışlara aykırı gelen bölümleri mitoloji diyerek ayıklıyor.
Buna elbette şaşırmamak gerekir zira Tanrı yada Tanrılar sandıkları şeylerin dünya dışı akıllı yaşam formları olma ihtimali onları ziyadesiyle korkutuyor.

Mezopotamya'da da aynı şeyle karşılaşıyoruz , Layard ve Wooley'in yaptığı araştırmalarda son derece kıymetli kil tabletler ele geçiyor. Bunlar Sümer Krallar Listesi olarak isimlendiriliyor.
Aynı Mısır da olduğu gibi , listenin en üst sırasında yani insan krallardan önce her birisi 10.000 - 15.000 yıl yaşayan krallardan bahsediyor. Mısır'da ki listeden farklı olarak bu kralların yönettikleri ülkenin bu dünyada değil başka bir gezegende hatta başka bir galakside olduğundan ve onların soylarının devamı olanların da bu dünyada yönetici olduklarından bahsediyor. Bu torunlar tufandan önce ülkeyi yönetmişler ve sonrasında insanlığa bırakmışlar. Babil metinleri bu olayı "krallık gökten indiğinde" diyerek tanımlıyor.
Yani bu metinler ve listeler dünyada ki kralları listeledikleri gibi , bu kralların dünyaya gelmeden önce yaşadıkları gezegendeki uygarlıktan ve krallardan da bahsediyor ve bunu bir zan olarak değil gayet açık şekilde aktarıyorlar.
Tüm mezopotamya'da aynı kült var aşağı yukarı ve tufan öncesi ülkeyi yöneten Tanrılar'dan bahsediyor , tek bir Tanrıdan değil.
Bu durumda din odaklı arkeoloji yine Mısır'da yaptığının aynısını yapıyor. Yani Sümer Krallar Listesinin normal insan ömrüne sahip krallarını kabul ediyorlar ve belgenin bu bölümünü somut bilgi sınıfına dahil ediyorlar ama tufan öncesi ülkeyi yönettiği anlatılan Tanrılar ve onların sonrasında ki ara dönemde , insanlara yönetimin geçişini denetleyen Gözcüleri mantıksız bularak mitoloji sınıfına dahil ediyorlar yani dinlerinin kökenini illa ki metafizik bir tanrıya bağlama çabası ile inkârcılığa ve riyakarlığa başvuruyorlar.


Benzeri durum, Tevrat'la ilgili incelemelerde de söz konusu. Mezopotamya bulgularından sonra, çok daha eski metinlerden esinlendiği belli olan Tevrat, bütün o eski metinlerdeki "Tanrılar" sözcüğünü tek bir "Tanrı" olarak düzeltmiş. Bu arada, Tanrı'ya verilen sıfat ve onun genel adı, "Efendi" ya da "Sahip" anlamına gelen "Lord" sözcüğünde somutlaşıyor. Yahudi toplumunun mesken tuttuğu bölgenin eski mitleri, büyük tanrı Baal'dan söz ediyor. "Baal'in sözlük anlamı da "Efendi" ve "Sahip". Aynı sıfatların, daha sonraki yıllarda bütün Batı toplumlarında yöneticiler için kullanılması ilginç. Ama daha ilginç olan, bütün o eski anlatıları ayıklayarak "Tanrılar" sözcüğünü "Tanrı" olarak tashih eden Tevrat'ın, birkaç yerde bunu unutması. "Elohim" sözcüğü, Tevrat'ta birkaç kez geçiyor. İbranicedeki anlamı, "ilahlar"; yani, "çoğul" bir sözcük. İlahiyatçılar bunun tartışma konusu yapılmasına bile karşı çıkıyorlar , arkeologlarsa, sessiz.

Ama bundan daha kafa karıştırıcı olanı var: Yaratılış (Genesis) bölümünün 6. Bab'ında "O günlerde ve sonrasında da, dünyada Nefilimler vardı." diye bir ifadeye rastlıyoruz. Sözü edilen zaman, Tufan'dan öncesi. "Nefilim" sözcüğü, İngilizce'ye "devler" diye çevriliyor. Oysa İbranicedeki fiil yapısına göre tam ifadesi, "yukarıdan aşağıya inmiş olanlar". Yaradılış'taki hikayede "devler'in hiçbir anlamı yok - daha sonra da Nefilim sözcüğüne rastlanmıyor zaten. Sanki "araya yanlışlıkla girmiş" gibi bir sözcük. İğreti duran, ne anlatmak istediği belli olmayan bir ifade. Oysa aradan yıllar geçip 1947'de Ölü Deniz yakınındaki bir mağarada orijinal el yazmaları (Kumran yazıtları) bulunduğunda, "Nefilim'in aslında son derece önemli, neredeyse kilit denebilecek bir kavram olduğu ortaya çıkıyor. Bunun yanı sıra, Tevrat'ın din adamlarınca değiştirildiğ de anlaşılıyor. Çünkü M.Ö. 4. yüzyıldan kalma yazıtlar arasında yer alan ve daha önce Etiyopya'daki Kutsal Kitap'ta rastlanmış olan kopyası "sahte" sanılan "Hanok'un Kitabı'nın orijinal nüshası da bulunuyor Ölü Deniz mağaralarında.
Yaradılış'ta yalnız birkaç satırda adı geçen ve "Tanrı'yla birlikte yürüdüğü" söylenen Hanok'un, aslında son derece ilginç bir hikayesinin olduğunu ve Tevrat'tan çıkarılan bu parçaların "Nefilim" sözcüğüne de açıklık getirdiğini fark ediyoruz. Boşluklar Hanok'un (Enoch) Kitabı'nda yazanlarla doldurulduğunda, Bap 6'nın aynı satırında sözü edilen "..ve Tanrı'nın oğullarını insanın kızlarını gördüler ve onlar güzeldi. Onları kendilerine eş seçip onlardan çocuk sahibi oldular." ifadesi de anlamlı hale geliyor. İlahiyatçıları, dilbilimcileri ve tarihçileri yıllardır uğraştıran "Tanrı'nın oğulları" ile insanın kızları arasındaki ilişki, Tevrat'ta yalnızca o cümlede geçiyor ve bir daha sözü edilmiyor. Ama Hanok'un Kitabı'nı okuduğumuzda, bunun müthiş sonuçlar doğuran bir olay olduğu ortaya çıkıyor.
Evinden, ailesinden ayrılan ve "Tanrı katında" yaşamını sürdüren Hanok, "Gözcülerden" söz ediyor anlatısında. Bunlar, Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkinin bazen "ara halkası" olma görevini üstlenen, insanlara nezaret eden, üstün varlıklar. Ama hepsi, "emir kulu" sonuçta. Hanok'un ayrıntılı olarak anlattığı hikayede, bir gün bunlardan birinin dünya üzerindeki "gözcülük" görevi sırasında "insan kızları'nı arzuladığı ve bu fikrini diğer "gözcü'lere de söylediği belirtiliyor. Bir grup Gözcü (ya da Nefilim - "yukarıdan inen") aralarında karar alıyor ve yemin ediyorlar: Hepsi insan kızlarıyla sevişip onlardan birer karı alacak ve bu bir sır olarak kalacak. Çünkü öğreniyoruz ki, yapılan aslında "yasak". Sonuçta bu birleşmeden "melez" çocuklar doğuyor ve genetik sorunlar yüzünden bu çocuklar sağlıksız, vahşi, garip yaratıklar oluyorlar. Diğer yandan, "insan kızlarıyla" birlikte oldukları süre boyunca Nefilimler, onlara bilgi aktarıyor, bir şeyler öğretiyorlar ki, bu da çok büyük bir yasağı çiğnemek anlamına geliyor. Sonuçta Tanrı hem Nefilimleri cezalandırıyor, hem de yarattığı Tufan'la insanları.

Sümer ve Babil metinlerini bulmuş olmamız, Hanok'un kitabının da, Tevrat'ın diğer bölümleri gibi Mezopotamya anlatılarından esinlenilerek, daha doğru bir deyişle bunlar "revize edilerek" yeniden yazıldığını anlıyoruz. Ama bu, bir garip durumu fark etmemize engel değil: Çok eski zamanlarda "Gözcü'ler denen birilerinin dünya üzerinde dolaştığı ve yaptıklarıyla dünyadaki hayatı derinden etkilediğine ilişkin en az on toplumun kültüründen gelen tanıklıklar var elimizde. İşin en kafa bulandırıcı yanı, çok benzeyen anlatılara, Antik Yakın Doğu'yla fiziksel teması hiç bulunmadığı varsayılan eski İnka ve Maya folklorunda da rastlıyoruz!
Şimdi burada yapılması gereken doğru şey "Mitoloji" deyip konuyu geçiştirmek mi yoksa eski belge ve bulguları , farklı ve alternatif bir bakış açısıyla yeniden inceleyip "Kim bu Gözcüler" diye kendimize ve bilim insanlarına sormak mı ? Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar.

Yazan: Gregoire de Fronsac

POTİFAR'IN KARISININ (ZÜLEYHA'NIN) ARKADAŞLARININ YUSUF'UN YAKIŞIKLILIĞINI GÖRÜNCE ELLERİNİ KESMESİ VE KÖKENLERİ

HC, Tevrat, yahudilik, Hz Yusuf,Yusuf peygamber,Züleyha,Potifar,din,Tevrat'ta Yusuf ve Potifar,Tevrat yaradılış,Yusufu görenlerin ellerini kesmesi, din ve mitoloji, Hz Yusuf hikayesi Tevrat'a göre Potifar'ın karısı (Tevrat'ta ismi geçmez) Yusuf;'a takıntılıydı, Yusuf onun kocasının henüz yeni satın aldığı bir köleydi. Biliyorsunuz Potifar'ın karısı Yusuf'u ayartmaya çalıştı ama Yusuf hem Tevrat hem Kuran öyküsüne göre onu reddetti.

Tevrat anlatısına göre bu tutku yani Potifar'ın karısının Yusuf'a karşı olan tutkusu sadece onunla Yusuf'un arasındaydı. Oysaki belli Midraşik anlatılara göre (Midraş =Bizdeki tefsir) Potifar'ın karısı arkadaşlarını yaşadığı yere davet edip onların da bu ''İbrani köleye '' karşı takıntılı bir beğeni içinde olacaklarını kanıtlamak istiyordu.

אמרו רז”ל פעם אחת נתקבצו המצריות ובאו לראות יופיו של יוסף, מה עשתה אשת פוטיפר נטלה אתרוגים ונתנה לכל א’ וא’ מהן ונתנה סכין לכל א’ וא’ וקראה ליוסף והעמידתו לפניהן, כיון שהיו מסתכלו’ ביופיו של יוסף היו חותכות את ידיהן, אמרה להן ומה אתן בשעה אחת כך, אני שבכל שעה רואה אותו עאכ”ו?

Türkçe: ''Anılarına kutsallık olsun hahamlar şöyle dedi: Bir vesileyle Mısırlı kadınlar Yusuf'un yakışıklılığını görmeye Potifar'ın karısının yanına gitti.Peki Potifar'ın karısı o sırada ne yaptı? Onlara yemeleri için kavun ve kavunu kesmeleri için bıçaklar verdi. Sonra Potifar'ın karısı Yusuf'u yanlarına çağırdı. Kadınlar Yusuf'un yakışıklılığını gördüğünde,ellerindeki bıçaklarla ellerini kestiler. Potifar'ın karısı davet ettiği kadınlara şöyle dedi: Siz onu bir kere gördüğünüz halde ellerinizi kesiyorsanız ben onu her gün görüyorken ona vurulmakta haklı değil miyim?''
-Midraş Tanhuma

Bu hikayenin çok az farklı bir versiyonu Yemen orjinli (çıkışlı) Midraş HaGadol'de , orta çağa ait Sefer HaYashar adlı kitapta, başka bir Midraş olan Yalkut Şimoni'de (bu Midraş daha önce olan ama kaybolmuş olan Midraş Abkir'i temel alır) ve başka Yahudi kaynaklarında da yer alır. Hatta biliyorsunuz Kuran'da da öykünün bir versiyonu anlatılmaktadır:

Yusuf Suresi 30: Şehirde bazı kadınlar da "Azizin karısı, delikanlısından murad almaya kalkmış, sevgi yüreğini yakıp kavuruyormuş, görüyoruz ki, kadın çıldırmış besbelli..." dediler.

Yusuf Suresi 31: Azizin karısı, onların gizliden gizliye dedikodu yaydıklarını işitince, onlara davetçi gönderdi ve onlara mükellef bir sofra hazırladı. Her birine bir bıçak verdi, beri taraftan da Yusuf'a "çık karşılarına" dedi. Görür görmez hepsi onu gözlerinde çok büyüttüler ve (şaşkınlıkla) ellerini kestiler. Dediler ki: "Hâşâ! Allah için, bu bir insan değil, olsa olsa yüce bir melektir."

Yusuf Suresi 32: "İşte" dedi, "bu gördüğünüz, beni hakkında kınadığınız (gençtir). Yemin ederim ki, ben bunun nefsinden yararlanmak istedim de o, namuslu davrandı. Yine yemin ederim ki, emrimi yerine getirmezse, muhakkak zindana atılacak ve kesinlikle zelillerden(aşağılıklardan) olacaktır"

Çoğu Midraşik öyküde olduğu gibi bu hikaye de Yahudi Kutsal Kitabı'ndaki bir cümle, bir ayet veya bir ifadenin daha iyi anlaşılması ondan dersler çıkarılması için tasarlanmıştır. Peki hangi cümle, hangi ayet veya hangi ifadeden yola çıkarak hahamlar bu hikayeyi yarattılar? Daha önce söylendiği gibi Potifar'ın karısının Yusuf'a tutkusunu arkadaşlarıyla paylaştığına dair Tevrat'tan bir referans bulamıyoruz.

Bu hikayenin Yaratılış 39:14'ün özenle hazırlanmış bir açıklaması ona dayanarak kurgulanan bir betimlemesi olduğu ortaya çıkıyor. Yaratılış 39:14'ün ne dediğine bir bakalım:

39:14: uşaklarını çağırdı. “Bakın şuna!” dedi, “Kocamın getirdiği bu İbrani bizi rezil etti. Yanıma geldi, benimle yatmak istedi. Ben de bağırdım.

Tevrat | Yaratılış 39: 13-14 (Bağlam anlaşılsın diye 13. ayeti de aldım)

39:13: Kadın Yusuf'un giysisini bırakıp kaçtığını görünce, 14 ev halkını ı çağırdı. “Bakın şuna!” dedi, “Kocamın getirdiği bu İbrani bizi rezil etti. Yanımıza geldi, benimle yatmak istedi. Ben de bağırdım.

Bu ayetle ilgili kafada bir soru işareti oluşuyor, ilk olarak: Potifar'ın karısı kime konuşuyor? Çünkü hikayede daha önce olayın yaşandığı günün özel bir gün olduğu ve evde ''Potifar'ın karısı ve Yusuf hariç kimsenin kalmadığı'' yazıyor. (Yaratılış 39:11)

39:11: Bir gün Yusuf olağan işlerini yapmak üzere eve gitti. İçeride ev halkından hiç kimse yoktu.

Evde kimse yoksa Potifar'ın karısı kime bağırıyor olabilir ve başka bir sorun daha var: Neden Potifar'ın karısı ''yanımıza geldi'' ve ''bizi rezil etti'' diyor? (Orjinal İbranice metinde bu ifadeler çoğuldur Türkçe metine bakmayın.) (39:14) Tevrat'ta Majestic ya da Royal ''biz'' ifadesi çok nadir kullanılır. (Biliyorsunuz Kuran'da da Allah kendisi için biz der buna majestic ''biz '' denir) Yani Potifar'ın karısının şunu demesi gerekmiyor muydu? : ''yanıma geldi beni rezil etti'' ama o bunu demiyor.

İşte bu karışıklıktan dolayı eski Tevrat yorumcuları, Tevrat'ın ''biz'' derken Potifar'ın karısı ve arkadaşlarını kastettiğini söylemiştir ve buna göre Potifar'ın karısı Yusuf'u ayartmayı denedikten sonra Yusuf ondan kaçmıştır. Potifar'ın karısı daha sonra arkadaşlarının evine gelmesini bekledi.

(O gün muhtemelen festival günüydü ondan evde kimse yoktu. Potifar'ın karısı Yahudi geleneğine göre hastayım diyerek onlarla gitmedi amacı Yusuf'u tek yakalayıp ayartmaktı , Yusuf da ona verilen işlerle ilgileniyordu ve pagan festivaline o da gitmek istemedi.)

Arkadaşlarını toplayıp Yusuf'la yaşadıkları durumu onlara anlattı ve ''kocasının kendisine inanmayacağını'' söyledi. Bu yüzden Potifar'ın karısı arkadaşlarına Yusuf'un onları da taciz ettiğini söylemesini bu şekilde Yusuf'un suçlu olacağına inanılacağını söyledi.İşte Yahudi geleneğine göre bu yüzden Potifar'ın karısı ''beni'' yerine ''bizi'' demektedir. Bizi derken arkadaşlarını da kastediyor.

Midraş Tanhuma gibi yazınlarda görülen bu motif nispeten geç döneme aittir (6 ila 8. yüzyıl arası belki de daha geç) ama bu motifin köklerinin izlerini daha geriye sürebiliyoruz. Hem de çok çok geriye. 1. Yüzyıl Yahudi düşünürü İskenderiyeli Philo Tevrat'taki Yusuf ile Potifar'ın karısının hikayesini şöyle aktarıyor:

''(Potifar'ın karısı kocasına): ''Bu bize köle olsun hizmetçi olsun diye getirdiğin İbrani çocuk sadece seni küçük düşürmekle kalmadı (sen onu günlük olarak ve sorgusuz sualsiz ev halkınla yalnız bıraktığında ) aynı zamanda şimdi benim bedenime saygısızlık etti ve sadece arasında yaşadığı kadın köle arkadaşlarından tatmin olamayınca, ellerini bana da uzatmaya yeltendi. ''

Philo'nun bu açıklaması Yaratılış 39:14'teki çoğul ''biz'' ifadesine yönelik eski ve geleneksel açıklamayı içeriyor. Philo'ya göre orjinal İbranice metinde Yaratılış 39:14'te ''İşte! Bu İbrani adam bize geldi ve bizi rezil etti'' ifadesi ,Yusuf'un köle kadın arkadaşlarına da aynı şeyi yaptığı için kullanılmıştır. Yani Yusuf Potifar'ın karısına göre sadece ona değil ,ev halkından başka kimselere de aynı saygısızlığı yapmıştır.

İşte Philo'da erken dönemde yer alan bu ev halkı motifi geliştirilerek ilerleyen Midraşik yorumlarda ''Potifar'ın karısının arkadaşlarını toplayıp meyve soyma '' hikayesine dönüştü.

Yani 1. Yüzyıl'da yaşayan Philo çoğul ''biz'' ifadesi için bir fikir ortaya attı veya zamanındaki bir görüşü dillendirdi, popüler olan bu görüş yeni motifler eklenerek ''ellerini kesen kadınlar'' hikayesine dönüştü. Hikayenin gelişim süreci aşağı yukarı şöyle olmuş olmalı:

Önce Philo'nun aktarımında yer alan Yusuf'un kadın köle arkadaşları, Potifar'ın karısının arkadaşları oldu ,sonra Potifar'ın karısının iftirasını bu kadınlar paylaştı(Bu kadınlara da Yusuf taciz etmiş gibi iftira atmaları söylendi.) . Gerçekte ise Potifar'ın karısı suçlu olduğu için bu kadınlar da suçlu olmalıydı bu yüzden hikayenin ana figürü olarak onlar da olaya dahil oldu ve hem Kuran'da hem Midraşlar'da yer alan bu ''el kesme'' hikayesi ortaya çıktı.

Kaynak: http://www.jameskugel.com/151
Orjinal İbranice'de Yaratılış 39:14'te çoğul ifadeyi görmek için(İngilizce): http://www.chabad.org/library/bible_cdo/aid/8234#v=14

Çevirmen: Higher Critism

VAHİY MELEĞİ VOHU MANAH

Tanrı Ahuramazda’nın kendisine görün-düğünü söyleyen Zerdüşt, Tanrı’nın kendisine Vohu Manah isimli bir melekle vahiy indirdiğini ve hakikati yayma görevi verdiğini söylemiştir.
Zerdüştçülük dininde, nebi Zerdüşt'e Tanrı Ahura Mazda'ın öğretisini vahyeden melek olarak inanılır Vohu Manah'a. Görevi hasebiyle, yaklaşık olarak İslam angelojisindeki Cebrail'e denk düşer.

Zerdüşt, tek başına sık sık, Daiti ırmağı kenarına giderek orada dua etmiş, orada Tanrı, âlem ve yaratılmışlar üzerinde tefekküre dalmıştır. Zerdüşt, kırk yaşlarında iken yine Daiti ırmağı kenarında böyle bir tefekkür, inziva ve ibadet esnasında, Vohu Manah isimli bir melek, Tanrı Ahura Mazda’nın mesajını getirmiştir. Kendi ifadesine göre; o sadece meleği görmekle kalmamış, aynı zamanda onun öğrettiklerini de öğrenmiştir. Böylece o, kendisinin Ahura Mazda tarafından, dini vaaz etmek için görevlendirildiğine inanmıştır.

Zerdüşt'e İlk vahiy de bu sırada gelmiş, peygamberlik verilmiştir. Taraftarlarıyla Aivitak suyu
kenarında halvete çekilmiştir. Halvete çekilişinin kırk beşinci gününde, Ürdi Behişt ayında, bir gece sabaha karşı ‘miraca’ çıkmış ve ruhani yükselmenin sonuna varmıştır. Vohumenah (Behmen) denilen melek gelmiş, ona her şeyden elini çekmesini tembih etmiş ve onu cennete götürmüştür. Orada ona, feriştehler (melekler) hürmet etmiştir. Zerdüşt, sonra tanrı Ahura Mazda’nın huzuruna çıkmış
ve “Hayır Dini”nin hükümlerini öğrenmiştir. Tanrı ona yıldızların ve gezegenlerin hareketinden haber vermiş, cennet ve cehennemi göstermiş, her şeyin ilmini öğretmiştir. Melekler sonra Zerdüşt’ün göğsünü yarmış ve içindekileri çıkarıp temizlemiş ve yerine koymuştur. İnanışa göre bundan sonra Ahura Mazda onu, insanları Hayır Dini’ne davet etmekle görevlendirmiştir.

SENİ ANLATIYORUM

DP, din, islamiyet, Seni anlatıyorum, Nasıl deist oldum?, Deist oluş hikayesi, Deizm,Carl Sagan,Turan Dursun,Çocukluktan dinle büyümek ve sıyrılış,Dindar aileden, din ve mitoloji, Thomas Paine
En büyük hobim tek kanallı siyah-beyaz televizyonumuzda “ESTEBAN” adlı çizgi filmi izlemekti. Esteban adlı bir İspanyol çocuk 1500-1600’lerde Maya’lar ile yaşadığı ilginç hikâyeler anlatılıyordu. Fantastik bu kurgular hayal dünyamı adeta devasa hale getirmişti. Gezegenimizde bizim medeniyetimizden daha gelişmiş toplumlar daha önceleri var mıydı? Hele ki hemen hepimizde izler bırakan Yıldız Savaşları serisi. Film başladığında, “Uzun zaman önce uzak bir galakside…” diye başlayan kısa ön özetler beynimizin bir köşesine kazınmıştı. “Uzak bir galakside yaşam olabilir mi?” diye düşünüyordum.

Televizyondan uzak kalmam gereken zamanlarda (her çocuk gibi fazla izlemem yasaktı) en iyi arkadaşlarım kitaplarımdı. Jules VERNE kitaplarının adeta koleksiyonuna sahiptim. Diğer yandan dini kitaplarım da yanımdaydı her zaman. Açıklayamadığım ya da çelişkide kaldığım dönemlerde hep yardımıma onlar koşuyordu. Hatta Jules VERNE kitaplarım ve Dini kitaplarım hep karışıktı. Dini kitap dediysem aklınıza tefsir, meal, fıkıh, risaleler falan gelmesin. “Namaz Hocası, Dinimi Öğreniyorum, Ayetler ve Surelerin Türkçe Anlamları” gibisinden kitaplardı bunlar. Benim yaş grubuma yönelikti adeta. Yaşıma göre dini bilgim fena sayılmazdı. Camide 5 vakit namazını eksik etmeyen büyükler daha “Kelime-i Şehadet” in anlamını bilemezken ben buna ilave olarak Fatiha, Kevser, İhlas gibi öncelikli öğretilen sureleri anlamları ile birlikte biliyordum. Meraklıydım. Öğrenmeliydim. Ancak maalesef aynı merak ve başarıyı okul hayatımda gösteremiyordum. Okul hayatım boyunca bir defa dahi Teşekkür ya da Takdir alamamam bunun açık bir göstergesiydi.

Ailem başkalarının yanında ezilmemem için hep şu sözü söylerdi: “Bizimkinin Genel Kültürü iyi, derslere o yüzden veremiyor kendini!” onlar için bir nevi kaçamaktı. Ancak benim açımdan onların savunmasında büyük bir gerçeklik payı vardı. Evde ne kadar kuponla alınmış ansiklopedi varsa daha ilkokul 4. Sınıfta okumuştum. Okumaktan kastım önemli husus ve kavramlar idi. Ortada büyük bir çelişki vardı. Fen, Din, Coğrafya, Hayat Bilgisi, Tarih ve hatta kısmen sosyoloji ve felsefe konularında yaşımın gerektirdiğinden katbekat fazlasına sahiptim. Ancak iş Türkçe, matematik, müfredatta okutulan tarih ve hayat bilgisi konularına gelince çakıyordum. Evde misafirliğe gelen büyüklerin aslında hiç anlamadıkları ve bilmedikleri, özellikle okumadıkları aşikâr olan konular hakkında atıp tuttuklarında devreye girmem ufak gerginliklere neden olurdu. Sevgili ebeveynlerim hemen işi espriye vurur, “Bizimki de böyle işte!” gibisinden cümle kurarak kendi adlarına savunma yaparken beni de adeta “yaratık” ilan ediyorlardı. “Bizimki de böyle işte. “ cümlesinden her anlam çıkıyordu; yani arızalı, yani sağı solu belirsiz, yani ne konuştuğunu bilmez, yani o konuşur siz takmayın…. Artık adını siz koyun.

Bu noktada benim küçükken bu nedenle travma yaşadığımı düşünebilirsiniz. Ancak durum pekte böyle değildi. Özellikle Babam ve Annem ileri görüşlüydü. Sevgili babam 5 vakit namazını neredeyse hiç aksatmayan, bana göre kusursuz (ki hala bana göre öyle) bir kişilikti. Her şeye cevabı vardı. Annem Babama :”Sana çekti bu çocuk.” derdi hep. Misafirler gittikten sonra bana dönerek:” Aman oğlum demedik mi sana büyüklerin laflarına karışılmaz, onlara karşı çıkılmaz diye. Çok ayıp oğlum?” diye serzenişte bulunurlardı. Özellikle babam bilmediğim, araştırmadığım konular hakkında konuşmadığımı iyi biliyordu. Kendisi yakalamıştı bu özelliğimi. Bir keresinde bana şöyle bir sorusu olmuştu:

- “Oğlum öğle namazı normalde kaç rekattır?”.
Cevabım açık, basit ve netti:

- “Bilmiyorum baba.”
- “Neden oğlum? Sen namaz kılmayı biliyorsun? Hatta kılıyorsun, neden bilmiyorum diyorsun?”
- “Çünkü –BEN- araştırıp öğrenmedim. Hoca söyledi. Benim açıp, okuyup, doğrusunu öğrenmem lazım. Ya hoca yanılıyorsa?”


Bu cevap babamda tebessümle karışık bir şaşkınlığa neden olmuştu. “ Eh madem öğren, bana da öğretirsin diye gülümsemişti.” Kendim okuyup, anlamadıktan sonra hiçbir bilginin bende hükmü yoktu. Koşulsuz tek Hocam 2 kişiydi. Birisi Hz. Muhammed, ötekisi ise gazi Mustafa Kemal ATATÜRK. İkisinden de taviz vermezdim. Koşulsuz her söyledikleri doğruydu. Birisi Allah’ın elçisi, diğeri ise ileri görüşlü dünya lideri sayılabilecek Önderimdi. Kendi öğretmenlerimi bile derslerde “Neden? Nasıl? Niçin?” soruları ile bezdirdiğimden okul hayatım vahamet içerisindeydi. İlkokul öğretmenim beni duyumsamazlıktan gelmeye başlamıştı. Onu suçlayamazdım. Benim sorularım yüzünden ders ilerlemiyordu.

Neden? Nasıl? Niçin?...

Bu dönem evde fenomen dizimiz “Perihan Abla” idi. Evde her şey durur, çay demlenir, kek tabaklara konulup servis edilir ve televizyon karşısındaki yerimizi alırdık. Bir keresinde bir fragman yayınlanmıştı. Perihan Abla dizisinden sonra UZAY belgeseli vardı. Gâvurca ismi COSMOS idi. Carl SAGAN adında biri sunacaktı belgeseli. Uzay dendi mi benim için akan sular dururdu. Mutlaka izlemeliydim. Kendime göre bir program bulmuştum. Carl SAGAN’ ın COSMOS belgeselini izlerken yıldızlar, gezegenler, galaksiler, evren gibi tanımlar ile tanıştım. Gezegenlerin oluşumu, gezegenimizin oluşumu ve ilk canlılar en çok ilgimi çeken konular olmuştu. Karbon tabanlı ilk yaşam formları, aminoasitler, tek hücreliler, ilkel yaşam formları tabirleri ile ilk o dönem tanıştım. Merak ediyordum.

Bir husus kafama takılmıştı. Canlılar eğer türler seçim ile evrim geçiriyorsa Adem babamız ve Havva anamız? Biz primatlardan gelmiştik. E primatlarda maymunlardı ya da maymunsu. Her neyse, bu program bize dedemizin maymun ve hayvan olduğunu söylüyordu. Çözüm bulamıyordum. Kaynak yoktu. Nereye soracağımı ne araştıracağımı bilmiyordum.

Camideki hocama sormuştum ve aramızda şöyle bir diyalog geçmişti:
- “Hocam bizim ilk anne ve babamız Havva anamız ve Adem babamız doğru mu?”
- “Evet oğlum”
- “Peki onlar nasıl oldu?”
- “Oğlum çamurdan yaratıldı onlar. Cenabı Allah, kendi ruhundan üfledi.”
- “İyi de hocam nasıl?”
- “Oğlum kafanı çok kurcalama. Abuk subuk fikirlerle de beynini doldurma. Şüphesiz Allah her şeyi görendir.”
- “Ama hocam belgeselde……..?”
- “Oğlum dedim ya sana kafanı bulandırma diye? Hadi abdest al birazdan ikindi.”

Camide namaz kılmıyordum. Açıkçası namaz kılmıyordum. İyi biliyordum ama kılmıyordum. Soran olduğunda ise: “İnşallah Allah bizim gönlümüze de düşürür.” Der ve sıyrılırdım. Daha önce hocam’ la yaşadığım bir sorun ona inancımı sarsmıştı. Bana kız arkadaşımı pislik gibi göstermişlerdi. (Bu konuyu daha önce “İNANÇ ÜZERİNE” adlı yazımda anlatmıştım. O yazımı okuyanlar hikayeyi de bilirler)

Kimseyle konuşamıyordum. İçime kapanmıştım. Carl SAGAN denen gâvur beynimi bulandırmıştı. İçimden “Beyin yıkama bu olsa gerek, demek böyle kandırıyorlar bizleri” diye düşündüm. Sıyrılmalıydım bu sapkın fikirlerden. Olmazdı, olamazdı. Kandırılmıştım. Âdem babamız ve Havva anamıza alternatif bir yaratılış hikâyesi uydurmuştu dış mihraklar. Amaçları dini ve milli duygularımızı yok etmekti. Bu sayede, medeni, çağdaş ve ileri bir toplum olmamızın önüne geçilecekti. Zaten tek sorun dinimizi doğru yaşamıyor olmamızdı. Ah bir Kuran-ı Kerime bağlı yaşasak? Onda her şey eksiksiz açıklanmıştı. Hatta NASA bile eski bir Kuranı ele geçirmiş, oradaki bilgileri araştırıp öğrenerek büyük teknolojiye kavuşmuştu.

Tam bu sıyrılmalar ile uğraşırken zaman geçti. Allahtan o gâvur beni devşirememişti. Bir akşam evde kuru fasulye pişmişti. Sokaktan geldiğimden elleri yıkamaya koyulmuştum. Fasulye kokusuna yeni kırılmış soğan kokusu eşlik ediyordu evde. Televizyonda bir haber dikkatimi çekmişti. Bir suikast sonucu Turan DURSUN diye bir vatandaşı vurmuşlardı. Önemsemedim. Kim bilir kimlerle ne zoru vardı. Bu ismin aklımda kalmasının sebebi ise ilginç bir hikâyeye dayanıyordu. Bizim hocanın yeğeni mahalle arkadaşımızdı. Muhabbet ederken söylemişti, bir mürtet öldürülmüştü. “Ne mürtedi?” dedim. “Dinden dönmüş, kafir olmuş” dedi. Nasıl diye sorduğumda detayını bilmediğini, adamın aslında büyük bir din âlimi olduğunu, iyi bir insan olduğunu, ancak gâvurların beynini yıkaması ile İslam düşmanı olduğunu söylemişti. Bu nedenle de öldürülmüştü. Amcası da, yani bizim hoca da üzülmüştü. Hem öldürülmesine hem de böylesine büyük bir din âliminin dinden dönmesine…


Eve koştum. Ellerimi ve yüzümü yıkıyordum. Sanki her yerim kirliydi. Bütün suç televizyonda idi. TRT gâvurların eline geçmişti. Dinimizi kaybediyorduk. Suçlusu da TRT idi. Perihan Abla ile bizi ekranlara çekiyor, hepimiz ekran başındayken Perihan Abla’dan sonra başlayan belgesel ile beynimizi yıkıyorlardı. Dolayısı ile Perihan Abla’ da proje dizisi olmalıydı. Onlarda gâvurların ajanı idi kendimce.

Yıllar yılları kovaladı.

Üniversite yıllarında orta yolcu idim. Alkol tüketiyor, kızlarla geziyor, gâvur gibi yaşıyor ancak cumalarımı eksik etmiyordum. Orucumu tutardım. Bana “Bu ne çelişki be kardeş?” dediklerinde cevabım hazırdı: “Oğlum kusur bizde. Bana bakıp ta İslam’ı suçlama. Yanlış olan biziz. İnşallah düzeliriz” der konuyu geçiştirirdim. Turan DURSUN ve Carl SAGAN’ ın kim olduklarını öğrenmiş ve araştırmıştım. Bu konular ile artık ilgilenmiyordum. Kafamı bulandırmaktan kaçıyordum. Bir yakınımız vefat ettiğinde, 7’si, 40’ ı, 52’ si yapılırdı. Cumalara gidiyordum. Orucumu tutup teravihleri aksatmıyordum. “Zaten 11 ay günah içindeydim, bari 1 ayım ibadette olsun.” diye tuhaf bir savunma mekanizmam vardı.

Bir süre sonra ki bu süre yıllar aldı, kafamı kaldırmaya karar vermiştim. Kafamı NEDEN kaldırmaya karar verdiğimi imkân olursa ayrı bir yazı ile ayrıca anlatacağım. Küçüklüğüm aklıma gelmişti. Her ne olursa olsun araştırma huyum vardı. Sorgulayabiliyordum. Sadece din bunun dışında idi. Peki ya sebep? Acaba dini araştırmadığım için böyle sapkın yaşıyor olabilir miydim? Dinimi doğru yaşamıyor olmamın bir diğer sebebi dini pratiklerdeki “ALENİ ÇELİŞKİLER” i araştırmamış olmam olabilir miydi? Mezhepler, ibadette farklılıklar, bidatlar, vesaireler vesaireler…. Eğer doğru araştırıp okuyarak “GERÇEĞE” ulaşırsam bu çelişkilerden kurtulabilir ve sonsuz huzura erebilirdim. Doğru Müslüman olacaktım, ötesi var mı?

Benim gibi düşünen birisi daha vardı ki bu düşünceleri onu ölüme götürmüştü: KONCA KURİŞ. Kadıncağız yalın İslam’a ulaşmak için sünnet ve Kuran rehberliğinin baz alınması gerektiğini söylediği için öldürülmüştü.

Peki ya Turan DURSUN? Neden bu adam bir din alimi iken hararetli bir ateiste dönüşmüştü? Bahriye ÜÇOK neden öldürülmüştü? İlhan ARSEL neler söylüyordu böyle? Ya Arif TEKİN? Ya Yaşar Nuri ÖZTÜRK? Fetullah? Beyaz Hoca? Aczimendiler? O cular? Bu cular? Neler oluyordu?

Tüm ülke uyuyordu. MATRIX’ i yaşıyorduk adeta. Bir bilinmezi yaşıyor ve ona inanıyorduk. Dini kim doğru yaşıyordu? Neden bu kadar fraksiyon vardı?

Araştırmalıydım. Ne pahasına mal olacaksa olsun öğrenmeliydim. İlk iş Türkçe Kuran tefsirleri ve meallerine başladım. Arkasından Kütüb-i Sitte, Siyer araştırmalarım. Tirmizi, Buhari, Müslim ve diğerleri….. İmamı Azam, İmamı şafi…. Emeviler, Abbasiler, 4 halife dönemi… Peygamberlerin hayatı…. Sümerler… Mısırlılar…. Mu uygarlığı….Babilliler… Atonun dini… Yahudiler… Hristiyanlar… Eski ahit ve yeni ahit…. Pavlus ve barnabas…El-ilah….Thomas PAINE… Deizm… Ateizm… İnternet sınırsız bilgi imkanı bulmuştu. Kaynağı belli olmayan, saçma sapan veri yığınları arasından bilgileri adeta ayıklıyordum. En önemli kıstasım KAYNAK idi. Kaynağı olmayan hiçbir verinin bende hükmü yoktu.

Beynimde bir sürü kavram karmaşası vardı. Her şeyin en başına, çocukluğuma dönmüştüm. Bir gâvur vardı. Beynimi yıkamaya çalışan bir ajan gâvur… Carl SAGAN…

Çocukluğumda ket vurduğum, silmeye çalıştığım o belgeselleri internette tekrar buldum. İzledim… Ortada bariz bir karmaşa vardı. Kandıranlar ve kandırılanlar vardı. SAGAN doğruları söylüyordu. Birileri beni fena “Keklemişti”. Sadece beni değil, insanlığı keklemişti. Amaçları yönetmek, kazanmak ve hükmetmek idi. Eski çağlarda orta doğuda çıkan inançlar evrilmiş evrilmiş, fraksiyonlara ayrılmış ve dünyayı adeta bilimden uzak süngere çevirmişti. Sözde tanrılar ile konuşanlara, yaratıcı sayısız kendini hibe eden kadınlar-kızlar vermişti. Denizleri ikiye ayırıyorlardı, mucizelerin dibine vuruyorlardı. Bu dünyada çektiğiniz sıkıntıların önemi yoktu. Ölürseniz nasıl olsa huriler, süt ve şarap ırmakları vardı. Sonsuz seks ve sonsuz zevk. Turan DURSUN, Carl SAGAN, Thomas PAINE…. Aslında doğruları söylüyorlardı. Sadece Turan DURSUN’ un mantığı benimle örtüşmüyordu. Thomas PAINE daha yakındı. Bir yaratıcı olmalı idi. Bunu mantığım zaten bana söylüyordu. Evren bunu söylüyordu.

Kafamda ve beynimde yalnızdım. Konuyu biraz açmaya kalksam tepkiler alıyordum. Sanırım bende zihinsel bir sorun vardı. Şüphesiz zalimlerdendim. Apaçık sunulan kanıtlara rağmen inanmıyordum. Yok olması gereken bir yaratılış artığı idim. İnsanlara ibret olması için yaratılmış ucubelerdendim. Herkes inanıyordu. Herkes doğru yaşıyordu. Ben ise arızalı idim.

Bu durumu da atlattım. Kendi inancımı kendi içimde yaşıyordum. Varsın millet ne düşünürse düşünsün durumunda idim. Aradan çok zaman geçmişti.

Derken internette boş boş bakındığım bir gün ilginç bir bloğa denk geldim. Yalnız değildim. Birçokları vardı benim gibi düşünen. İnanamıyordum.

Ve bu kişilerden bir tanesi…. Admin Panpa… Mizahi dili ile adeta düşüncelerime tercüman olmuştu bu arkadaş. Blog’ undaki yazılarından ziyade yorumlara bakmayı tercih ediyordum. Benim gibi düşünen çokları vardı. Bu vatandaş daha sonra Blog’ unu kapattı ve yeni bir site açtı. “DİN VE MİTOLOJİ”. Sonrası mı? İşte buradayım.

Bu yazıyı okuyarak bana “Deli, ajan, gavur, mürtet, kandırılmış, sapmış, zalim….vs” gibi yakıştırmalar ile yorum yaparak zamanınızı heba etmeyin. Bana yorum yaparak hakaret edeceğiniz süreyi Kuranı ve Dinleri araştırmaya ayırın. İyi insan olun. Eğer şu an yaşadığınız dinin Hz. Muhammed zamanında yaşanılan İslam olduğunu söylerseniz inanın ayvayı yemiş durumdasınız ki sizi kimse kurtaramaz. O dönem ki İslam ile şu an yaşanılan İslam tamamen farklı. İstediğiniz İslam âlimine sorun. Şunu da düşünün. Evreni, galaksileri, yıldızları ve gezegenleri yaratıp bir düzene koyan, âlemleri yaratıp koordine eden bir yaratıcı, kalkıp kadınlara :” kendinizi elçime hibe edin” der mi? İlhan ARSEL kitaplarına bir göz atın derim. Sonra tartışalım.
Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

KANIT EKSİKLİĞİ VE ATEİZM

Ateist olmak, Ateist olmanın sebepleri, ateizm, din, A, Ateist olma nedenleri, Ateist olmak, Tanrıya dair kanıt eksikliği, Ateizm varsayımı, Ateizm olasılık hukuku, din ve mitoloji, Allah var mı?,
İnsanların Ateist olmasının çeşitli sebepleri vardır, bu sebeplerden biri de "KANIT EKSİKLİĞİ"dir.

Olasılık Hukuku
“Bir şeye yetersiz delile dayanarak inanmak, herkes için, her zaman ve her yerde yanlıştır.
WK Clifford (1879)

Birçok kişi ateisttir, çünkü Tanrı'nın varlığı için hiçbir kanıt bulunmadığını düşünmektedir - ya da en azından güvenilir bir kanıt yoktur. Bir kişinin yalnızca iyi kanıtları olan şeylere inanması gerektiğini savunurlar.
Bir filozofun ateizm varsayımından hareket ettiği söyleyebilir.

Ateizm varsayımı
Bu, Tanrı'nın var olup olmadığı tartışmasına nereden başlanacağı ile ilgili bir tartışmadır.
Bu varsayım, Tanrı'nın var olmadığını varsayarak, Tanrının var olduğunun ispatlanmasının Tanrı'ya inananlara yüklenmiş olduğunu söyler.

Bu konuda bir yazı yazan filozof Anthony Flew şöyle demiştir:
"Eğer bir Tanrı'nın var olduğu tespit edilirse, bunun gerçekten olduğuna inanmak için iyi gerekçelere sahip olmalıyız."
Bazı gerekçeler üretilene kadar, inanmak için tam anlamıyla hiçbir sebebimiz yoktur; ve bu durumda, makul duruş yalnızca olumsuz ateist ya da agnostik olmaktır. 
Dolayısıyla ispatın onayı önerme üzerinde durmak zorundadır.

Yazan: Anu

DİN, DEVLET VE TOPLUM

din, DP, Kaos savı, Dinlerin kaos görüşünüden beslenmesi, Din ve kaos, Medya ve siyasetin dini kullanması, Din ve devlet, Devletin dini olmaz, Şeriat, Din kullanışlıdır, din ve mitoloji,
Prof. Dr. Celal ŞENGÖR, 2014 yılında katıldığı bir söyleşide (Bu sunumunun youtube de video’su var, isteyen açıp izleyebilir.), din faktörünün işlevlerinden bahsetmişti. Bu işlevlerinden ilki “İZAH İŞLEVİ” diğeri de “DÜZENLEME İŞLEVİ” idi. Hocamızın bu sunumunun çok fazla detayına girmek istemiyorum ki olası yanlış aktarımlara yol açmamak için. Sunumu izleyerek gerekli çıkarımları siz de yapabilirsiniz.

Yüzeysel olarak detaylandıracak olursak, bu işlevlerden ilki olan İzah İşlevi sayesinde insan veya insan toplulukları, doğaüstü olarak nitelendirdiği ki aslında doğal olan ve günümüz koşulları ile açıklanabilen olayları tanımlama ihtiyacını gidermiştir. Düzenleme İşlevi ile de sosyal ilişki, hukuk, ticaret vb. konularda oluşabilecek sorunlara karşı ortak bilinç ihtiyacı giderilmiştir.

Din, insanlara bir gereklilik olarak algılatılmıştır. Hatta dine inanmayan bazı çevreler dahi şiddetle dini savunmuşlardır. Sebep olarak da oluşabilecek sosyal, kültürel, ahlaki, maddi ve manevi çöküntüleri ve oluşabilecek kopuklukları örnek vermişlerdir. Onlara göre Din olmaz ise dünyayı bir kaos beklemektedir. Bu sav, yani KAOS savı çoğu görüş ve düşünce de kendine yer edinir. Örnek vermek gerekirse: “UFO’lar yani uzaylılar var ama açıklamıyorlar. Açıklarlar ise Kaos olur. Dinler, inançlar her şey çöker. Bu istenmiyor o yüzden açıklanmıyor.” ya da “ Aslında vatikan da saklanan bir incil varmış, o incilde Hz. Muhammed yazıyormuş Açıklanırsa Hristiyanlık çöker, Kaos olur diye açıklamıyorlarmış.” Bir diğer örnek: “ Ne demek hadis ve sünnet islam da yok? Olur mu öyle şey. Hadis ve sünnet olmazsa biz nasıl dinimizi anlayacağız? Kuranı nasıl anlayacağız? Olur mu öyle şey. Kaos çıkar vallahi ve de tillahi”

Kısacası KAOS, hemen herkesin diline adeta pelesenk oldu. O olmazsa kaos olur, bu olmazsa kaos olur. Nedir bu meşhur kaos? Hemen tanımlara bir göz atalım:
  • Evrenin düzene girmeden önce içinde bulunduğu, biçimden ve düzenden yoksun, uyumsuz ve karmakarışık olan durumu.
  • Mec.
Kargaşa, karışıklık.
Peki ya gerçekler? Neden gerçekler tu kaka ilan ediliyor? İnsanların bilmeye, öğrenmeye hakkı yok mu? İnsanları hep neden kaos ile korkutuyoruz?

Mevcut durumu biraz tahlil etmeye çalışalım. Ortadoğu’da kaos olmadığını söyleyebilir misiniz? Filistin? Arakan? Hindistan? Afrika? Asya tarafındaki eski Sovyet ülkeleri? Ah pardon atlamayalım. Ortadoğu ve İslam coğrafyasındaki kaos ve karışıklık ortamının sebebi İsrail, Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ve bir grup Avrupa ülkesi daha. Masonlar, İlluminati, FETÖ gibi örgütlenmeler, IŞID (Neyse terminolojiyi bozmayıp DEAŞ’ ta diyebiliriz) ve benzerleri.

Ülkemizdeki karışıklığın sebebi dahi hep bu “dış güçlere” bağlanıyor. “Amerika şeytan uşağı, Yahudiler İslam düşmanı, Almalar ırkçı, Fransızlar sömürgeci, Ruslar komünist, kısacası tüm dünya karşımızda bizim. Ancak her nasılsa bunlar madem kötü ve bizim kötülüğümüz için uğraşıyor, neden tüm ortaklık ve anlaşmalarımız bu ülkeler ile? Ülkemizde sağcı, sol ve hatta muhafazakâr iktidarlar döneminde ve halen İsrail ile aramız hep güzel (birkaç göstermelik gerginlik dışında). Amerika kutsal müttefik. Almanya ikinci Türkiye. Ne zaman birileri ile aramız bozulsa şu sesler hep mevcut :” Onlar birbirlerinin dostları, Türk’e Türk’ten başka dost yok, Amerikalılar misyonerlik yapıp gençlerimizi bozuyor vs. vs.” Hep bir savunma içerisindeyiz. Hep onlar ve biz kavramı var.

İşimize gelince dost ve müttefik oluyorlar, işimize gelmeyince tu kaka. Burada ana belirleyici faktörün hep din olduğu söylenir. Ancak değil. Açıkçası uluslararası ilişkilerde –bizim liderler dahil- din faktörünü hiç düşünülmez. Çıkarlardır önemli olan. Eğer çıkarınız var ise İsrail’ le de ortak olursunuz, Amerika ile de müttefik olursunuz, Şeytan ile de dost olursunuz. Yeter ki çıkarlar uyuşsun. Ancak bu hususu halka anlatamazsınız. Medya ya zaten anlatamazsınız ki onlar maaşlarını kim veriyor ise onun ağzından konuşur ve yazarlar. O yüzden bu ülke de basın özgürlüğü olmadığı doğru. Ancak bu özgürlüğü kısıtlayanlar mevcut iktidarlardan daha çok medya patronlarıdır. Kazanmak istiyorsanız onların dilinden konuşacaksınız.

İş olayları halka anlatmaya geldiğinde varsayalım Rusya ile aramız bozulmalı ise yapılacak şey basittir. “Onlar Müslümanlara zulüm ediyorlar…” görün bakın neler oluyor ülkede. Ancak iyi geçinmemiz gerekiyor ise “Rusya’da bir camimizi daha hayırlısı ile açıyoruz…..”

Amerika ile iyi geçineceksek ki zaten kötü geçinmemiz düşünülemez, Sam amca nın ağızından konuşmamız kâfi. Gerçi tüm iktidar sahiplerinin akraba ve kendileri onların okullarından mezun o da başka bir ironi. Hatta darbe yapmaya kalkışan Pennsylvania’ nın ağlak imamı dahi orada yaşıyor. Neymiş? Hicretteymiş. Sağlık sorunları imiş. Yersen…. İster sağ, ister sol ister muhafazakâr, bir defa Amerika ve İsrail in tornasından geçmek zorunda. Yoksa o koltuk bir hayalden öteye geçemez.

Demek ki neymiş? Din belirleyici faktör değil. Bunu bir defa kenara koyalım. Çıkarlar mı uluslararası ilişkiyi belirliyor? Evet. İsterse satanist olsunlar. O halde kalkıp “Devletin dini olmaz mı? Dinsiz devlet olur mu? Din olmadan Devlet kurulmaz.” Laflarını bir kenara atalım. Bu iş sadece kendi vatandaşlarınızı uyutmak için var. Tüm dünya da iş böyle yürüyor. Asıl olan çıkarlar. İktidar eğer halkın dininden ise burada sorun elbette olmaz. Kişinin dini olur veya olmaz. Bu kişisel özgürlüktür. Bir cumhurbaşkanının, Başbakanın, Kralın, Devlet Başkanının elbet dini olabilir ve ya olmayabilir. Bu o kişiyi bağlar. Yeter ki herkes kendi inancını kendisi için yaşasın. Başkalarının inanç alanına müdahale etmesin. Dolayısı ile iktidarın DİN’Lİ veya DİNSİZ olmasının çok önemi yoktur. Önemli olan liyakat esasına dayalı, işin tanımlanmış gereğini yapan, ulusal çıkar ve kırmızıçizgileri savunan ilerici, insan ve CANLI haklarına saygı gösteren, çoğunluğun olduğu kadar azınlığında sesi olabilen demokrat bir yapı olsun.

DEVLET YÖNETİMİNDEN VE EĞİTİM SİSTEMİNDEN DİN ÇIKARSA KASO OLUR FİKRİ TÜMDEN YANLIŞ VE AKIL DIŞIDIR. Neden tüm idarecilerimiz, yöneticilerimiz ve ister iktidar ister muhalefet olsun ana iskelet kadrolar oranın okullarında “Hristiyan ve Ateist” hocalardan ders alıyor? Neden o “Hristiyan ve Ateist” okullardan mezun oluyorlar? Onlar batıl değil mi? Onların ilmi ŞEYTAN İLMİ değil mi? Onların ekonomi okulları ve ekonomik fikirleri YAHUDİLİKTEN VE KABBALA’ dan alınma değil mi? Evet? Cevapları alalım? İmam Hatipler bu ülkenin kurtuluşu ise neden kendi çoğunluğunuz ve evlatlarınız bu kutsal ilimden geçmedi? Bir kısım sol kanat ta kusura bakmasın, ALEVİLİK denen uydurulmuş antik Anadolu dinini de insanlara çözüm ve alternatif olarak sunmayın. Evet, uydurulmuş dinlere ve düşüncelere karşıyız derken siz de bu kapsamın içerisindesiniz. Alevilik bu coğrafya da ağır sınavlardan geçti. Katliamlar ve çığlıklar Anadolu topraklarını inletti. Maraş, Çorum ve Madımak elbette unutulmadı. Ancak bu durum Alevilik inancının da uydurulmuş olduğu gerçeğini değiştirmez. İstediği kadar demokratik veya canlı odaklı olsun.

Yazının başında söylediğimiz üzere eğer ülke yönetiminde din faktörü devreden çıkarsa, yani kıstas olmaktan çıkarsa ne olur? Kaos olur mu? Kısa ve net olarak HAYIR. Litvanya’ya Finlandiya’ya, İsveç’e, Çekya’ ya, Hollanda’ya, İsviçre’ye Kanada’ya, Japonya’ya bir bakın. Kimse kalkıp Avrupa’nın Hristiyan Demokrat Partilerini örnek vermesin onlarda kendi ülkelerinin demokrat muhafazakâr OYLARINI almak için varlar.

Kısacası Kaos çıkar teoremini kafamızdan atalım. Peki, DİN olgusu devlet yönetiminden çıkarılır ise ne olur? İşte buna LAİK’ lik denir. Kişinin dini olabilir veya olmayabilir. Ama Devletin dini olmaz.

“Kuran-ı Kerim zaten Laikliği savunuyor sayın yazar. Bağnaz Arapların Kuran ve çağ dışı şeriatını bize örnek verme. Dinimiz en güzel en demokratik yönetim şeklini bizlere öğüt veriyor. Araplar Kuranda bahsedilen insan haklarını ve ayetleri düzgün uygulamıyorlar ise bu onların sorunu. Burada abuk sabuk bilgiler verip milletin aklını bulandırma!” diye suçlamada bulunmadan önce, Kuran-ı Kerim’i ANLAYARAK, ÖZÜMSEYEREK ve SORGULAYARAK okumanızı tavsiye ederim. Yukarıda yazdığım şekilde bana suçlama yapan adam hayatında bir defa Kuran okumamış, ayetlerden bihaber, hadislere hiç göz atmamış (Kütüb-i Sitte), üretilmiş bir dine inanıyordur. Yok, illa Kuran-Sünnet-Hadis üçlemesini esas alan Şeriat istiyoruz diyorsanız ve bu sistemin sizi ileriye götüreceğini inanıyorsanız önünüzde somut örnek var. Bakın bakalım IŞID (ya da DAEŞ bende karıştırdım artık) hangi sistem ile yönetiliyor/-du. Neyi temel alıyor/-du. Osmanlı’ yı sakın ha örnek vermeyin. Bırakın şeriatı, Osmanlı zaten Kuran hükümlerinin dışında bir sistem ile yönetiliyordu ki bunu seçme ilahiyatçılar ve din âlimleri bile itiraf ediyor. Osmanlı’nın yönetim sistemi tümden Kuran ve Sünnet dışı idi.

Şimdi… “Devlet’te ve Eğitim’de din çıkarsa ne olur?” sorusuna cevabı bir nebze olsun bulduk. Bir şey olmaz.

Ya toplumun dini? Topluma eğer din faktörünü çimento vazifesi gören bir unsur olarak tanıtır ve öğretirseniz, o toplumun çökmesi an meselesidir. Çünkü bu sistem, diğer inançları veya “inançsızları” yabancı virüs olarak algılayacak, herkes bir diğerini düşman görecektir. Kısacası bu sistemin yanlış olduğunu anlamak için halk arasındaki tabir ile “âlim” olmaya gerek yoktur. İrlanda örneği önümüzde duruyor. Ülkemizde yaşanan mezhep ve tarikat çatışmaları önümüzde duruyor. İsmailağa cemaati bile kendi içlerindeki hizipleşmeler nedeni ile umre de birbirlerini nasıl sopaladılar hepimiz gördük. Fatih Medreseleri ile Kıyam-Der üyeleri birbirlerine nasıl saldırdılar Mekke de şahit olduk.

Gelelim finale. Ya bireyin dini olmaz ise ne olur? “Aman tövbe de. Tövbe haşa estağfurullah. Kalp gözün kapanmış senin, Allah ıslah etsin, sana dedik o kadar derine inme diye. Git iyi bir hocaya okut kendini. Cin min musallat olmuştur sana. Allah sana hidayet versin ne diyeyim!” temennilerinizi bir kenara koyalım. Bireyin dini olmaz ise de bir şey olmaz. Bu bireyin kendisini ilgilendirir. Onun kendi hür kararıdır. İster Müslüman olur, ister Hristiyan, ister Yahudi, ister Teist, ister Agnostik, ister Deist, ,ister Ateist, ister bilmem ne-ist. Bu birey toplumca kabul görmüş iş ve hayatının getirdiği sosyal sorumluluklarını yerine getiriyor mu? Ülkesinin değer yargılarına koşulsuz biat ediyor mu? Siz buna bakacaksınız.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki, Devletin, Toplumun ve Bireyin dini olmaz ise bir şey olmaz. Kaos olmaz. Karışıklık Çıkmaz. Ahlaki yozlaşma ve çöküntü yaşanmaz. Hırsızlık ve Cinayet olayları artmaz. Bunların tamamı insani kavramlardır. Kötü şeyler yapacak insanı Din dizginlemez veya engellemez.
Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product