HABERLER
Dini Haber
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İBRAHİM’İN İLK İNANÇ SİSTEMİ “SABİÎLİK”

Yazan: Sedat Karadayı

 İBRAHİM’İN İLK İNANÇ SİSTEMİ “SABİÎLİK”

Yaşayıp yaşamadığı konusunda herhangi net bir bilimsel bilgi bulunmamasına rağmen kutsal kitaplarda anlatılanlarla İbrahim hakkında bilgi sahibi olabildik. Ancak kutsal kitaplarda yazılanların da mantık açısından destekleyici kaynakları olmaması İbrahim’i daha gizemli bir hale getirmektedir.

İbrahim hakkında bilinenlerin bir kısmı Sümerlerin Ur kentinde putperest bir anne-babadan dünyaya geldikten sonra gençliğinde Nemrut isimli bir kral ile arasında anlaşmazlık olduğu ile başlar. Ancak İbrahim’in yaşadığı varsayılan tarihte ortada Nemrut isimli bir kral bulunmamaktadır. İbrahim daha sonra babası Terah’tan kavgalı bir şekilde ayrılıp bugünkü Harran’a göç ettiği bilinir. Atalarının yaşadığı Habur ovasından dolayı onlara Haburi ya da Habiru deniyordu. Harran’da kız kardeşi Sare ile evlilik akdini gerçekleştirerek hayvancılık işlerine girmiş yani celep olmuştu. Bu tarihten sonra yetiştirdiği küçükbaş hayvanların üretimini ve ticaretini yapmaya başladı. Tabii ki bundan dolayı da sürekli yeni taze otlaklar bulmak amacıyla göçebe bir hayat yaşıyordu.

İbrahim’in yaşadığı MÖ 2000’li yıllarda bölge coğrafyasında (Asur ve Babil) varlığını sürdüren Sümerlerin tanrısı Enlil ve Enki liderliğinde diğer tanrılardı. Sümer tanrılarının ikametleri gökler olduğu için yıldızlar ve gezegenler onların sorumluluk alanına girmekteydi. Zaten Enlil diğer anıldığı Baal ya da El gibi farklı isimlerde de olduğu gibi Boğa görüntüsü ile resmedilirdi ve bunun asıl sebebi de göklerde Boğa Burcunu temsil etmesiydi. Göklerin tanrısı olmasına rağmen yerden yani dünyadan sorumluydu ve bu yüzden de grubu toprak idi. Kardeşi Enki de yine göklerin tanrısı olmasına rağmen o suyu kontrol ediyordu bu yüzden de Kova (Aquarius) burcu ile simgelenmekteydi. Diğer Sümer tanrıları da her biri bir yıldızı temsil ediyordu bu yüzden Sümer tanrılarına inananların bir kısmı kendilerine “Mandaye” ve “Nasuraye” adını vermişlerdi. Aslı Aramice Mandaye kelimesinin kökeni olan Manda kelime anlamı itibarı ile “Bilgi”, “Hikmet” demekti. Batılı bilim insanları bu yüzden bu inancın adı için “Mandeizm” tanımlamasını kullandılar. Cemaat üyelerinde de Mandaye, Mandenler “Bilenler”, “Arif” adını verdiler. Araplar ise bu inanca sahip olanlara “Sabiî” adını vermişlerdi. Arapçada Sabiîlik “Yıldız içinden çıkıp yükselmek” gibi bir anlam içeriyordu. İbranilerde ise bu kelimenin Sub (Vaftiz için suya daldırmak) kelimesinden türetilen “İsabba” ile ilişkili olduğu iddia edilir. Bu kelimeden çıkartılan anlam ise yıldızların meleklerin yurdu olması ile ilgili olduğundan yıldızlara saygı duyulmasını ifade eder.

Sabiîlik genel olarak Sümer tanrılarının inanç şekline dönüştürülmüş bir oluşumudur. Doğrudan yıldızlara tapınmak şeklinde de ifade edilebilir. Bu konuda Yahudi bir filozof ve baş haham olan Musa bin Meymun, yıldızların birer tanrı ve güneşin de en büyük tanrı olduğunu söylüyordu. Ondan sonra ay ve diğer yıldızlar geliyordu. Sabiîler günlük ibadetlerini güneşin gökyüzündeki konumuna göre planlayıp ibadet öncesi su ile temizlenirlerdi.

Sabiîlik bir anlamda Zerdüşt inancına benziyordu. Onların da Zerdüştlerde olduğu gibi karanlık ve aydınlık tanrıları vardı. Gündüz 3 kez gece 2 kez kuzeye dönerek Işık Kralı’na ibadet ederlerdi. Temizlenme ile ilgili işlemin kesinlikle bir akarsuda yapılması zorunluydu ki bunun adına “Rişama” derlerdi. Sabiîler kökenlerinin Adem’e dayandığını iddia ediyorlardı.

Her ne kadar MÖ 2000’li yıllarda Sabiîlik yaygın bir din olarak kullanılıp daha sonra terk edilmesine rağmen sonraki yıllarda birçok uygulaması Yahudilerde, Hristiyanlarda ve Müslümanlarda ortaya çıkmıştır. Örnek vermek gerekirse Hristiyanlarda Yahya ile ortaya çıkan göllerde ve akarsularda başın ve gövdenin suya daldırılıp çıkartılmasıyla yapılan vaftiz uygulaması aslında Sabiîlerden kalmıştır. Müslümanlarda da namaz öncesi alınan abdest yine Sabiîlerden alıntıdır. Buna benzer başka uygulamalar da vardı.

İbrahim’in genel karakter yapısı duruma ve ortama göre davranmak şeklinde tanımlanabilir. Zamanın sert yaşam ortamında İbrahim’in oldukça mülayim bir yapısı vardı. Bu karakter yapısını yıllar sonra Firavun ile karısı Sare’nin de katıldığı sorunlu bir ilişkiden anlayabiliyoruz. İbrahim ölüm korkusu sebebiyle karısı Sare’ye karşılaştıkları başka kişilere eşi yerine kardeşi olduğunu söyletmesi bunun bir delilidir.

KANDİLLERİMİZ NE KADAR MÜSLÜMAN?

Yazan: Sedat Karadayı

KANDİLLERİMİZ NE KADAR MÜSLÜMAN?

Regaib, Mirac. Berat ve Mevlid. Biz Türkler, bunların tamamını Kandil diye tanımlıyoruz peki ya Arap ülkeleri veya diğer Müslüman ülkeler? Onlar da İslam’ın önemli günleri olarak anıyorlar ama Kandil demiyorlar.

Peki Türkler neden bu günlere Kandil demekte ısrar ediyorlar. Açıklaması çok basit çünkü Hristiyanların dönemsel benzeri günlerini mum yakarak şarkılarla anıp kutladıkları içim Türkler de onlara özenerek İslam’ın bu günlerini onlara benzemeye çalışıp, mum veya kandil denilen araçları yakarak şarkılarla kutlamak istemişler. Yani bu konu tamamen Türklerin özenti, takıntısından başka bir şey değil.

Regaib gecesi adından da anlaşıldığı üzere adını verdiği Receb ayında gerçekleşir. Bu kutlamanın sebebi ise Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü andır. Yani bu konudaki hadisin varlığını bize ısrarla anlatmaya çalışan Zâhid Ebü’l-Hasan Nûreddin Ali b. Abdullah b. Hüseyin b. Cehdam der ki “Receb ayının ilk Perşembe günü Hz. Muhammed’in babasının spermleri annesinin yumurtası ile kavuştuğu ve Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü o an yani o gece eğer namaz kılar ve oruç tutarsanız bu size çok büyük sevap olarak işlenecektir.” Bu sözü söylemiş olan kişi 1024 yılında vefat etmiş. Yani Hz. Muhammed ile aralarında 300 küsur yıldan fazla bir süre var. Sen nereden hesapladın be adam, nereden duydun da sevgili peygamberimizin ana rahmine düştüğü o anı buldun? Hiç kimse de “Hadi git yaa” demiyor. Pardon, aslında İbn-ül Cevzi buna itiraz edip “Ona inanmayın dedikleri uydurmadır” diye açıklamış. Ama yine de ilk kez Kudüs’te 1056 yılında, Bağdat’ta da 1087 yılında kutlanmaya başlanmış. Fakat Mekke ve Medine gibi yerler buna henüz inanmamışlar. Aslında işin en komik tarafı da Hz. Muhammed’in yaşadığı ve vefatı sonrasındaki dönemlerde de böyle bir kutlamanın hiç görülmediğidir. Fakat böyle bir moda çıkınca bu kez kendini İslam alimi diye piyasaya süren herkes Regaib kutlamasını bilimselleştirince hızla yayılmayı sürdürmüş.

Berat gecesi, Regaib gibi değil çünkü özellikle Hz. Muhammed döneminden itibaren kutlanmaya başlanmış. Berat gecesinin özelliği peygamberimizin ifadesiyle her Şaban ayının 15. Gecesi Allah’ın rahmetiyle dünya semasında görünmesidir. Bu geceye oruçlarla, dualarla, namazlarla katılanların affedileceği ifade edilir. Berat gecesinin bir önemi de o gecelerin birinde vahiy geldiği için kılınan namazlarda kıblenin Mescid-i Aksa yerine Kâbe olması buyrulmuş olduğundan dolayıydı.

Mirac gecesinin ne denli önemli olduğunu ayrıca anlatmaya gerek yoktur belki ama bir iki cümle etmekte fayda var. O gece Hz. Muhammed uykusundan Cebrail tarafından uyandırılıp, Burak isimli ata bindirilerek birkaç saniyede Mescid-i Aksa’ya getirildi. Burada göğün tüm katlarını ziyaret edip geçerken eski peygamberlerle özellikle de Musa ile görüştükten sonra Allah Müslümanlara namaz kılmayı farz etmişti. Bu yüzden o gecenin ayrı bir önemi var ve Müslümanlar o geceyi özellikle kutlarlar.

Mevlid gecesi ise o da Regaib’e benzer özellikler taşır. Regaib oluşumundan 9 ay 10 gün geçtikten sonra dünyaya gelen sevgili peygamberimizin doğum gününün kutlanmasıdır. Mevlid gecesi Rebülevvel ayının 12. Gecesidir. Yani Hz. Muhammed o gece dünyaya gelmiştir. Fakat nedense kendi döneminde böyle bir kutlama yapılmamıştı. Daha sonraki Ebu Bekir, Hz. Ömer, Osman ya da Hz. Ali dönemlerinde de Mevlid kutlaması yapılmadı. Muaviye zaten yapmadı ve sonraki Emeviler döneminde de böyle bir kutlama yapılmadı. Üstelik Abbasilerin döneminde de Mevlid kutlaması hiç yapılmadı. Aradan tamı tamamına 350 koca yıl geçmiştir. Mısır’da Abbasilerden sonra başlayan Fatımi dönemine gelindiğinde Fatımiler de bakarlar ki Mısırlı Hristiyanlar İsa’nın doğum gününü kutluyorlar o zaman bizim neyimiz eksik diyerek Şii Fatımiler de Rebülevvel ayının 17. Gününü Hz. Muhammed’in doğum günü yani dünyaya gözlerini açtığı gün olarak kutlamaya başladılar. Oldu mu sana yeni bir moda akımı?

İşte bu geceler İslam dünyasında özel ve önemli geceler olarak kutlanmaya başlanmış. Fakat Osmanlı İstanbul’undaki gayrimüslimlerin kendi kutlamaları o kadar beğenilmiş ki İstanbul Müslümanları da onlar gibi yapmaya çalışmışlar. Ellerine kandilleri kapanlar ev ev dolaşıp şarkılarla kutlamalar yaparak yine Hristiyanlar gibi bir de bahşiş toplamaya başlamışlar. Herkesin dilinde;

Yağ parası mum parası
Akşam oldu kandil parası
Kömürlükte kömürlük,
Hanımlara ömürlük
Merdivenden iniyor
Bize para veriyor
On para olsun
Beş para olsun
Hanım teyze sağ olsun.


Bu şarkı ile dolaşan çocuklar bir ellerinde yanan kandil ya da mum para topluyorlardı. Bu çocukların Müslüman olduğunu görenler de ücretlerini ödeyerek Müslüman kalmalarını sağlıyorlardı sanki.

İşte İslam dünyasında özel ve önemli günler olarak geçen o gecelerin Türklerde Kandil ismi ile anılmasının sebebi tamamen geleneklerin farklı toplumların birbirlerinden etkilenmesinden kaynaklanmasıdır.

Son söz olarak söylenebilecek tek şey; Regaib ve Mevlid gecelerinin İslam’ın özünde olmadığı sonradan birileri tarafında uydurulduğudur. Alışkanlık yaptıkça derinlere işleyip vazgeçilmez olmaları sağlanmış Aynen Sübahaneke duası gibi. Sübahaneke duası da Kuran’da geçmez. Böyle bir sure de yoktur ayet de. Muaviye döneminde çıkartılan bu dua cenaze namazlarının vazgeçilmezi olarak sürmektedir.

İNGİLTERE KRALI VIII. HENRY VE ANGLİKAN KİLİSESİ

Yazan: Sedat Karadayı
İNGİLTERE KRALI VIII. HENRY VE ANGLİKAN KİLİSESİ
BİR UÇKUR İNADI İLE ORTAYA ÇIKAN HRİSTİYANLIK MEZHEBİ

Tudor Hanedanından, İngiltere kralı VII. Henry ile York’lu Elizabeth’in 6 çocuğu olmuştu. VIII. Henry, hayatta kalan dört çocuktan biriydi. Diğer kardeşleri Margaret Tudor, Mary Tudor ve ağabeyi Arthur Tudor’du. Henry 1494 yılında York Dükü ilan edildi. 1502 yılında Kral olması beklenen ağabeyi Arthur ve 7 yıl sonra da babası Kral VII. Henry ölünce VIII. Henry tahta oturdu.

VIII. Henry, İngiltere tarihinde birçok hikâyenin kahramanı olmuş olabilir, ancak bunların hemen hemen hepsi de mutlaka kadınlarla olan ilişkileri ya da eşleri ile ilgili veya onların da içinde olduğu hikayelerdir.

Henry ilk evliliğini daha sonra soruna dönüşecek olan Aragonlu Catherine ile yaptı. Aragonlu Catherine, İspanya Kralı II. Ferdinand ile Kraliçe Isabel’in en küçük kızlarıydı. Bu evlilikteki amaç İngiltere ile İspanya arasındaki bağları güçlendirmekti.

Catherine aslında Henry’nin ağabeyi Arthur ile evlendirilmişti. Ancak Arthur’un beklenmeyen erken ölümü sonrasında yeni taze gelinin diğer erkek kardeş ile evlenmesine karar verildi. Bu uygulama normal koşullarda Katolik inancına göre yasak olmasına rağmen evlilik, araya giren Papa’nın izin vermesi ve gelinin ölen damadın kendisine hiç dokunmadığı konusunda yemin etmesi ile gerçekleşebildi. Henry’nin Aragonlu Catherine’den 6 çocuğu olmasına rağmen hayatta kalan tek kızı Mary oldu. Diğer çocukların erken ölmeleri ve Catherine’nin erkek veliaht verememesi ve yaşlandığı için veremeyecek olması sorun olmuştu.

Henry’nin evlilik dışı ilk metresi Bessie Blount olmuştu. Evliliğe dönüşmeyen bu yasak ilişkiden Henry Fitzroy doğdu. Henry’nin ikinci metresi ise Mary Boleyn oldu. Mary Boleyn o sırada William Carey ile evliydi. Mary Boleyn’den de Catherine ve Henry adını verdiği iki çocuğu daha oldu. Çocukların kayıtlarında baba olarak William Carey geçmişti.

Henry’nin ikinci karısı, ikinci metresinin kız kardeşi Anne Boleyn oldu. Anne Boleyn, ablası Mary Henry ile metres olduğu dönemlerde yurt dışındaydı ve o sırada Fransa kraliçesi olan Henry’nin ablası Mary Tudor’un nedimeliğini yapmaktaydı. Ülkesine döndüğünde ilk olarak Dük Henry Percy ile evlenen Anne Boleyn, Dük’ün başkası ile nişanlı olması sebebiyle bu evlilik iptal olmuştu. Anne Boleyn güzelliği, zekâsı ve kendine güvenli tavırları ile Henry’yi etkiledi. Henry ile metres olarak başladığı ilişki sırasında sürekli ona vereceği erkek çocuklarını anlatarak evliliği kolaylaştırdı. Böylece Kraliçe Catherine’den ve sevgilisi Mary Boleyn’den vazgeçen Henry, Anne Boleyn ile evlenmeye karar verdi. Ancak bir sorun vardı ki Catherine’den boşanabilmesi için Papa’nın buna izin vermesi gerekiyordu. Çünkü Katolik nikahı boşanmayı reddediyordu.

Henry’nin Catherine’den boşanmasına yeğeni İspanya kralı V. Şarlken karşı çıktığı gibi Papa da onay vermiyordu. Bu yüzden 6 yıl daha boşanamayan Henry, Anne Boleyn ile 6 yıl metres yaşamak zorunda kaldı. Anne Boleyn ile gizli evliliğini haber alan Papa, Henry’yi aforoz edince ipler koptu. Tam da o yıllarda Avrupa’da Protestanlık hareketi baş göstermeye başlamıştı. Biraz da bundan cesaret alan VIII. Henry, İngiltere’deki Roma Katolik Kilisesi ile olan bağları kopartarak yerine Anglikan Kilisesini kurulmasını emretti. Dönemin Canterbury Başpiskoposu olan Thomas Cranmer tarafından yazılmış olan Book of Common Prayer derlemeleri baz alınarak Anglikan Kilisesi kurulmuş oldu. Henry Catherine ile olan evliliğini geçersiz kılıp, ondan olan kızını da evlilik dışı ilan ettikten sonra Anne Boleyn ile evlendi. Böylece VIII. Henry, istediği kadınla evlenebilmek için yeni bir mezhep kurarak tarihe geçmiş oldu.

Anglikan Kilisesinin kurulması o kadar kolay olmamıştı. Ülkedeki koyu Katolik halk ve kiliseler birer birer isyan etmeye başladılar. Ancak Henry’nin gözü dönmüştü bir kere. Ülkede isyan eden kiliselerin keşişlerinden, halktan ve diğer Katolik taraftarlardan yaklaşık 40 bin kişiyi idam ettirdi.

Anne Boleyn ile olan evliliği sürerken eşinin hamile olduğunu öğrendi ve doğacak çocuğunun onuruna şölenler düzenleyerek mızraklı turnuvalar yapıldı. Bu gösterilerden birinde attan düşen Henry, sağ bacağında kalıcı bir yara ve sakatlık oluştu.

Henry’nin cinsel arzuları dinmek bilmiyordu. Anne Boleyn ile olan evliliği 3 yıl sürdü. Bu süre içinde Anne’nin kuzeni olan Madge Shelton ve sonraki eşi olacak olan Jane Seymour ile yine metres ilişkisi yaşadı. Anne Boleyn çocuğunu ölü doğurunca, Henry başına gelen bunca kötü olayların, evliliğin büyü ile oluşması sonucu olduğuna karar verdi. Anne Boleyn’den boşanmak için bulduğu yöntem aynı zamanda ondan intikam da almak isteği ile sonuçlandı. Aralarında kardeşi Rochford Vikontu George Boleyn’in de bulunduğu 5 kişiyle zina, vatan hainliği ve ensest ilişki suçlaması ile tutuklanıp yargılandı. Suçlamalar konusunda hiçbir delil olmaksızın 19 Mayıs 1536 tarihinde kendisi, kardeşi ve diğer 4 soylu kişi idam edildiler.

Anne Boleyn’in idamından 10 gün sonra 3. Karısı Jane Seymour ile evlendi. Yeni kraliçe birkaç ay sonra hamile kaldı. 1537 yılında Prens Edward doğdu. Doğumdan 12 gün sonra Kraliçe Jane Seymour öldü.

1540 Yılında bu kez Cleves’li Anne ile evlendi. Ancak bu evliliği sadece 6 ay sürdü. Cleves’li Anne’den boşandıktan sonra Boleyn ailesinden Anne Boleyn’in kuzeni, kendisinden 30 yaş küçük olan Catherine Howard ile evlendi. Catherine Howard ile iki yıl evli kaldıktan sonra Anne Bıleyn’in başına gelen onun da başına geldi. Bu kez de Catherine Howard iki farklı kişi ile zina yapmak suçundan hiç yargılanmasına gerek görülmeden idam edildi.

VIII. Henry son evliliğini Catherine Parr ile yaptı ve öldüğü güne kadar onunla evli kaldı. Yazılı tarihe ve hakkında yapılmış olan filmlere bakılacak olursa, İngiltere’nin tarih yazarlarının o dönemdeki tek işleri Henry’nin ilişkilerini takip etmek olmuş.
Yazan: Sedat Karadayı

DAVUT'UN TUHAF AİLESİ

Yazan: Sedat Karadayı

DAVUT’UN TUHAF AİLESİ

Samuel 2 kitabında 3 büyük olay anlatılır. Her üç olay da Rab’ın yasalarında cezası ölüm olarak geçen konulardı. Rab’ın bizzat seçtiği ve meshettiği Davut’un böyle bir suçu işlemiş olması ayrı bir soru, Davut’un çocuklarının bu suçları işlemesi de ayrı bir konu. Kaldı ki Tevrat’ın kitaplarından biri olan Rut kitabından hatırlarsanız Naomi’nin dul gelini Rut, Boaz isimi yaşlı bir akrabası ile evlenmişti. Rut ve Boaz’ın Ovet isminde bir oğlu olmuştu. Daha sonra Ovet’in de İşaya isminde bir oğlu ve onun da Davut isminde bir oğlu olacaktır. Yani Davut öyle önemli biriydi ki soyu Rab’ın istediği şekilde oluşturulmuştu. Bununla da bitmeyecekti, bundan sonda Davut’un oğulları yine her seferinde Rab’ı kızdıracaklardı. Bunların içine yine çok sevip meshedeceği Kral Süleyman da dahil. Peki bu soy neden bu kadar lanetli ve sorunlu çıktı?

Üç olaydan birincisi, geçen yazıda bahsedilen Davut’un Bat-Şeba ile yaptığı zina idi. İkincisi ise bu yazının konusu Davut’un çocukları arasında meydana gelen kan davası. Olay Davut’un 3 çocuğu arasında geçer. Taraflardan biri ilk eşlerinden olan Yizreelli Ahinoam’dan doğan Amnon isimli oğlu. Diğer tarafta ise Geşur Kralı Talmay’ın kızı Maaka isimli eşinden doğmuş olan oğlu Avşalom ve kızı Tamar bulunuyor. Yani üvey kardeşler arasında yaşanan bir olay.

Davut’un Amnon ismindeki oğlu, üvey kız kardeşi Tamar’ı çok beğenmektedir. Hatta o kadar beğeniyordur ki bir türlü aklından çıkartamıyordur. Onun bu sıkıntılı hallerini gören kuzeni ve arkadaşı Yonadav, Amnon’a akıl verir. Amnon’a hasta gibi yatmasını, babası geldiğinde ondan Tamar’ın ona yemek yapması için gelmesini isteyecektir. Tamar geldiğinde de ona aşkını anlatmasını önerir. Amnon hasta gibi yattığında babası onu ziyarete gelir ve Yonadav’ın dediği gibi yapar, babasından Tamar’ın ona gelip gözleme yapmasını ister. Davut bu isteği olumlu karşılar ve sarayda yanında yaşayan kızı Tamar’a, “Haydi kardeşin Amnon'un evine gidip ona yiyecek hazırla” der. Tamar, Amnon’un yanına gidip gözlemeyi tavaya koyar ve pişirmeye başlar. Amnon ise bu sırada odada bulunan Tamar dışında herkesin dışarı çıkmasını ister. Amnon, Tamar’dan gözlemeyi yatak odasına getirmesini ister. Tamar yemeğini götürdüğünde Amnon Tamar’ı kolundan yakalayarak yatağa çeker ve “Gel, benimle yat, kız kardeşim” diyerek zorlar. Tamar buna cevap olarak; “Hayır, kardeşim, beni zorlama! İsrail'de böyle şey yapılmamalıdır! Bu iğrençliği yapma! Sonra ben utancımı nasıl üstümden atarım? Sense İsrail'de alçak biri durumuna düşersin. Ne olur krala söyle; o beni senden esirgemez” der. Amnon, buna rıza göstermeyen Tamar’la zorla yatarak üvey kız kardeşine tecavüz eder. Tecavüz sonrasında emeline ulaşan Amnon, kız kardeşinin kendisini istememesinden dolayı hiddetlenir ve onu evden kovar. Tamar, ağabeyinin kendisine yaptığından dolayı ona kızgın olsa da artık iş işten geçmiştir diye susar. Ancak bir de evden kovulması katlanılacak bir durum değildir ve buna itiraz eder. Fakat Amnon onu dinlemez ve uşağını çağırarak “Bu kadını yanımdan dışarı çıkar, ardından da kapıyı sürgüle” diye emir verir. Kovulan ve evden atılan Tamar, kızgınlığından, üzüntüsünden sinir krizi geçirir ve üstünü başını yırtarak başından aşağıya külleri döker ve saraya dönmek yerine öz ağabeyi Avshalom’un evine gider.

Avsahlom olayı ve detayını öğrenince durumu babası Kral Davut’a iletir ve Amnon’un cezalandırılmasını ister. Bu suçun; üvey bile olsa kız kardeşe tecavüz olduğu için cezası ölümdür ve cezasını Davut vermek zorundadır. Ancak Davut öfkelenmekle kalır ve Amnona ceza vermez.

Avshalom kız kardeşine yapılan bu saygısızlığı affetmez. Üvey kardeşi Amnon’u cezalandırmak için fırsat kollamaktadır. Aradan 2 yıl geçip olay herkes tarafından unutulduktan sonra bir gün Avshalom, Baal-Hasor’da koyunlarını kırktırdığı yerde bir ziyafet verir. Bu ziyafete ailenin ve yakın akraba olan tüm erkekleri çağırır. Kral Davut, bu davete “Hayır, oğlum, hepimiz gelmeyelim, sana yük oluruz” diye cevaplasa da Avshalom kardeşi Amnon’un gelmesi için ısrar eder. Davut bir sorun olacağını düşünmese de tüm kardeşler hep bir arada olacağı için Amnon’un gitmesinde bir sakınca görmez ve izin verir.

Avshalom tüm hizmetkarlarını çağırarak onlara Amnon’un sarhoş olduğu bir anda onu öldürmeleri emrini verir. Hizmetkarlar uygun bir anı kollayarak Amnon’un sarhoş olduğu sırada onu kılıçla öldürürler. Kardeşlerinin ölümünü izleyen diğer kardeşler katırlarına atlayıp kaçarlar. Bu olayın haberi Davut’a Avshalom’un tüm kardeşlerini öldürdüğü şekliyle ulaşır. Davut üzüntüsünden elbiselerini yırtarak isyan eder. Bu arada Davut’a ağabeyi Şima’nın oğlu Yonadav, “Efendim kral bütün oğullarının öldürüldüğünü sanmasın; yalnız Amnon öldü. Çünkü o üvey kız kardeşi Tamar'a tecavüz ettiği günden bu yana, Avşalom buna kararlıydı. Onun için, ey efendim kral, bütün oğullarının öldüğü haberini dikkate alma; çünkü yalnız Amnon öldü” bilgisini verince Davut biraz daha sakinleşir. Bir süre sonra kralın oğulları Davut’un yanına vardığında hep beraber hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar.

Amnon’un öldürülmesinden sonra Avshalom, Geşur Kralı Ammihut’un oğlu Talmay’ın (Talmay, anne tarafından dedesi Geşur Kralı Talmay’ın torunuydu) yanına kaçtı. Avshalom Geşur’da 3 yıl kaldı. Bu sürede Davut oğlu Avshalom’u merak ediyordu ve duyduğu endişeden dolayı onun yanına gitmek istiyordu. Amnon’un ölümü Davut’u üzse de yaptığı suçun cezasını çektiğini düşünerek avunmuştu. (Tevrat, Samuel 2, 13. Bölüm)

Davut’un ve oğullarının bu ahlaksız yaşamı Tevrat’a Rab tarafından yazıldıysa Kuran’da neden yer almadı? Eğer Tevrat’a Ezra tarafından yazıldıysa Ezra neden bu konunun geçmesini gerekli gördü? Bunların açıklaması yok. Başka bir konuya gelirsek Rab koyduğu yasalara uymadığını görüyoruz. Bir başka konu da Rab nasıl bir tanrıysa ya adam seçmesini bilmiyor ya da kader yazmaktan haberi yok. Rab, Davut’un kral olmasına karar vermişti ve onu kutsayarak meshetmişti. Fakat Davut bu sevgiye karşılık Rab’ın yasalarına karşı gelerek zina suçu işlemekten geri kalmadı. Yasayı koyan Rab ise Davut’a ölüm cezası vermesi gerekirken günah çocuğu olarak dünyaya gelen oğullarının canını aldı. Amnon da kız kardeşine tecavüz ederek zina suçu işlemişti fakat Davut Rab’ın yasasına uymayarak oğluna ceza vermedi. Avshalom da her ne kadar hakkı olduğunu düşünürsek yine de kardeşini öldürdüğü için Rab’ın yasalarına karşı gelmişti ve suçluydu fakat o da ceza almadı. Bu durum gelecek konularda bu şekilde devam edecek. Davut’un soyu suç işleyecek ama hiçbiri Rab tarafından cezalandırılmayacak.

KUTSAL KÂSE - 1

Yazan: Sedat Karadayı

KULAKTAN KULAĞA YAYILAN BİR YALAN

Kutsal Kâse hikayesi İsa’nın Son akşam yemeğinde kullandığı söylenen ve mucize güçleri olan bir kadeh diye anlatılır. Ayrıca Aramatyalı Yusuf’un çarmıha gerildiğinde İsa’dan damlayan kanları bu kadehte biriktirdiğine inanılır. Ancak bu olaydan yüzyıllarca hiç söz edilmez. İsa ile ilgili olan her şey şimdiye kadar yazılmış tüm İncillerde bir bir, harfi harfine ve en ince detayına kadar anlatıldığı halde ne Matta’da ne Yohanna’da ne Luca da ne de Markos da Kutsal Kâse ya da Kadeh ile ilgili tek bir kelime bile geçmez. Hatta Son Akşam Yemeği ile ilgili bölümde dahi yedikleri kuru ekmekten içtikleri şaraptan söz edilir ama Kutsal Kâse’den hiç söz edilmez.

Bir kahramanımız daha var; Aramatyalı Yusuf. Yusuf, Roma İmparatorluğunun Yahudiye Eyaletinin Aramatya kasabasında doğmuştu. Söylentilere göre Yusuf, Kutsal Kâse’yi yanında taşıyordu ve İsa’nın bedeninden akan kanı bu kâse içinde biriktirmişti. İsa’nın ölümü gerçekleştikten sonra onu mağaraya kadar taşımış olan kişi de Yusuf idi.

Kanonik İnciller olarak geçen yukarıda yazılı 4 İncil’de de Aramatyalı Yusuf hakkında Kudüs belediyesinde yüksek mevkiye sahip bir üye olduğundan, zengin ve erdem sahibi olduğundan, Yahudiye valisi Pontus Pilatus’tan İsa’nın cesedini isteyecek kadar cesur olduğundan, bu yüzden Yahudi yasalarına aykırı davranarak İsa’nın suçlu sayılmasına ve onursuz bir şekilde gömülmesi gerektiğine rağmen Yusuf tarafından alınıp mağaraya götürülmesine kadar her şey yazılı iken Kutsal Kâseye İsa’nın damlayan kanını topladığından hiç söz edilmez. Petrus’un yazmış olduğu İncil’de Aramatyalı Yusuf hakkında hem İsa hem de Pontus Pilatus’un arkadaşı olduğundan söz edilir. Nikodemus’un yazdığı İncil’de ise Yusuf hakkında İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra tutuklandığı, İsa’nın dirilmesinden sonra İsa tarafından kurtarıldığı yazılıdır ama Kutsal Kâse ile ilgili hiçbir yazı bulunmamaktadır.

Peki bu insanlar neye inanıyorlar? Dedikodulara mı?

Aslında hikâyenin orijinal hali daha farklı bir şekilde Kelt mitolojisinde anlatılırken işgüzar bir Fransız şairin yazdıkları ile tüm dünya Hristiyanları Kutsal Kâse’nin peşine düştü. Fransız şair Robert de Boron Kâse’yi ilk kez Hristiyan dini açısından derleyen ve yaratan kişiydi. Boron’lu Robert, döneminin efsanevi hikayelerinden etkilenerek kendi efsanelerini yaratmıştı. Okuyup etkilendiği Kelt Mitolojisindeki sihirbaz Merlin masallarından, Kral Arthur hikayelerinden esinlenerek Kutsal Kâse’ye dönüşen bu efsaneyi ortaya çıkardı. 1200’lü yıllarda 4. Haçlı seferi sırasında Haçlıları galeyana getirmek amacıyla, Tapınak Şövalyelerini onurlandırmak ya da cesaretlendirmek amacıyla yarattığı yalana tüm Avrupa ve dünya sahiplenerek sürdürmeyi tercih ettiler.

Robert de Boron anlattığı masalda Son Akşam Yemeğinde kullanılan Kâse’nin Aramatyalı Yusuf’ta olduğundan söz ediyor. Bu çok doğal çünkü İsa’yı en son gören ve mezara koyan o değil miydi? Daha sonraki hikayelerde Aramatyalı Yusuf’un Kâse’yi de Kutsal olmasından ötürü yanına alıp Havari Filipus tarafından İngiltere’nin Glastonbury kasabasına gönderilen 12 Misyonerin başında buraya geldiğinden söz ediyor. Ve tabii ki çok da doğal olarak Robert de Boron’un ortaya attığı bu yalan başka yazarların da hoşuna giderek aynı masalı destekleyip yazdıkça halk tarafından doğru kabul ediliyor. Bu da yetmiyor ve Avrupa’nın saygın Hristiyan devletlerinin Hristiyan kralları ve tüm şövalyeler Kutsal Kâse’nin peşine düşüyor. Tam da Türkçede dediğimiz gibi; “Delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” gibi bir şey. Aslında çıkarmaya çalışan da yok hala taş atmaya devam ediyorlar.

Peki işin gerçeği ne? Gerçek şöyle başlıyor; Kutsal Kâse ile ilgili ilk söylenti 12. Yüzyılda yani 1100’lü yıllarda, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili anlatılan efsanelerde geçer. Bu efsanelerin genel adı “Graal Efsaneleri” olup tamamı Kelt Mitolojisine dayanmaktadır. Kelt mitolojisi ise kullanılan eşyaların sağladığı mucizeleri fazlasıyla işlemesiyle meşhurdur. Kayadan çıkarılamayan ve sadece Camelot Kralı, Uther’in soyundan birisinin çıkarabileceği Excalibur gibi ya da bolluk yaratan boynuzlar gibi veya hastaları iyileştiren, ölüleri dirilten kazanlar gibi hikayeler Kelt Mitolojisini besleyen efsanelerdir. Bu efsanelerden birisi Dagda isimli iyi bir Tanrıyı anlatır. Kelt Tanrıların babası olarak geçen Dagda, Tuatha De Danaan ırkının lideridir. Tanrıça Danu’un da oğlu olan Dagda’nın bir kazanı vardır. İşte bu kazan sihirli olup iyi tanrı Dagda’ya sonsuz bir gençlik vermektedir. Başka bir efsanede ise yine Dagda’ya benzetilen Kutsanmış Bran’a bu kazan ölümsüzlük vermekteydi.

Etimolojik açıdan bakacak olursak “Holy Grail” olarak bilinen Kutsal Kâse Orta Çağ Latincesinde “Gradalis” sözcüğünden geliyordu. Tam Türkçesi tabak anlamına gelen Gradalis, Kelt Mitolojisinde ise geniş ağızlı veya kenarları alçak kap anlamına gelen “Graal” kelimesi ile biliniyordu.

Kâse ile ilgili ilk hikâye Fransa’nın Troyes kasabasında dünyaya gelmiş olan Chertien de Troyes isimli bir halk ozanı ve hikayecisi (Türklerdeki Meddah’ın yazı ile anlatanı) tarafından İngiltere’de Kelt, Fransa’da Gal olarak bilinen halkın efsanevi hikayelerini yazmasıyla başladı. Kâse ile ilgili anlatılan ilk hikâyenin asıl kahramanı Kral Arthur’un şövalyelerinden olan Percival idi. Masal havasında yazılan bu eserin İngilizce adı “Percival, The story of the Grail” olarak geçiyor. İngiliz ve Fransız edebiyatında daha sonra diğer bir Yuvarlak Masa Şövalyesi olan Sir Galahad ile değiştirilmesine rağmen Kâse ile ilgili hikâye aynen devam etti. Ve tabii ki daha sonra Hristiyan metinlerindeki kahramanlar da ilave edilerek bugünkü konuma kadar geldi.

Percival’in hikayesini de anlatmak gerek ancak burada değil. O ikinci yazının konusu olsun çünkü o da yeterince uzun sayılır.

MUHAMMED'E NEDEN YAZDIRMADILAR? (Kırtas Olayı)

Hazırlayan: A.Kara

ÖMER MUHAMMED’E NEDEN YAZDIRMADI ? (KIRTAS OLAYI)

Rivayet ve hadislere Kur’an ayetleri ile birlikte baktığımızda Ömer’in Kur’an’a etkisinin ne denli büyük olduğunu görürüz. Öyle ki kimi ayetlerin Ömer ile Muhammed arasındaki konuşmalar, fikir ayrılığı yaşadıkları durumlar üzerine indiği, Allah’ın Ömer’i haklı bulurcasına onun görüşlerini vahiy ettiği görülür. Yani Ömer, Muhammed ve takipçileri üzerinde oldukça etkili biridir. Bunun örneklerinden biri “kalem kağıt” olayı olarak da bilinen Kırtas hadisesidir.

Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynak olarak kabul edilen Kütübü Sitte’de yer alan bu olaya göre İslam peygamberi ölüm döşeğindeyken çevresindekilerden kalem kağıt ister. Rivayetlerde yazdığına göre ölmeden önce bir şeyler yazmak istemesinin nedeni ölümünden sonra Müslümanların sapmalarını, yoldan çıkmalarını engellemektir. Fakat Ömer Muhammed’in yazı yazmasına engel olur. Bu yüzden Şiiler tarih boyunca Ömer’e tepki gösterip eleştirmişlerdir. Çünkü onların görüşüne göre eğer Ömer tarafından engellenmeseydi Ali’nin halife olmasını vasiyet edecekti, yazacağı buydu.

Şimdi ehli sünnet kaynaklarında bu konuyla ilgili yer almış rivayetlere bakalım.

حَدَّثَنَا إِبْرَاهِيمُ بْنُ مُوسَى، أَخْبَرَنَا هِشَامٌ، عَنْ مَعْمَرٍ، عَنِ الزُّهْرِيِّ، عَنْ عُبَيْدِ اللَّهِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ، عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، قَالَ لَمَّا حُضِرَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم ـ قَالَ وَفِي الْبَيْتِ رِجَالٌ فِيهِمْ عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ ـ قَالَ ‏"‏ هَلُمَّ أَكْتُبْ لَكُمْ كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ ‏"‏‏.‏ قَالَ عُمَرُ إِنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم غَلَبَهُ الْوَجَعُ وَعِنْدَكُمُ الْقُرْآنُ، فَحَسْبُنَا كِتَابُ اللَّهِ‏.‏ وَاخْتَلَفَ أَهْلُ الْبَيْتِ وَاخْتَصَمُوا، فَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ قَرِّبُوا يَكْتُبْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ‏.‏ وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ مَا قَالَ عُمَرُ، فَلَمَّا أَكْثَرُوا اللَّغَطَ وَالاِخْتِلاَفَ عِنْدَ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ ‏"‏ قُومُوا عَنِّي ‏"‏‏.‏ قَالَ عُبَيْدُ اللَّهِ فَكَانَ ابْنُ عَبَّاسٍ يَقُولُ إِنَّ الرَّزِيَّةَ كُلَّ الرَّزِيَّةِ مَا حَالَ بَيْنَ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم وَبَيْنَ أَنْ يَكْتُبَ لَهُمْ ذَلِكَ الْكِتَابَ مِنِ اخْتِلاَفِهِمْ وَلَغَطِهِمْ‏.‏

Peygamberin ölüm vakti yaklaştığında aralarında Ömer bin. Hattab’ın da bulunduğu adamlara “Yaklaşın, size bir yazı yazmama izin verin ki ondan sonra yoldan sapmayasınız.” dedi. Ömer dedi ki: “Peygamber ağır hasta, bizde Kur’an var, Allah’ın kitabı bize yeter.” Evdeki insanlar birbirlerine ters düştü ve aralarında tartışmalar yaşandı. Bazıları: “Yaklaşın da Resulullah size sapmayacağınız bir yazı yazsın” dedi. Bir kısmı da aynen Ömer’in söylediğini söyledi. Önünde çok gürültü patırtı koparıp ihtilafa düştüklerini görünce Peygamber onlara: “Gidin ve beni yalnız bırakın” buyurdu.

İbni Abbas şöyle derdi: “İhtilaf ve tartışmaların onlar için Resulullah’ın bu yazıyı yazmayı engellemesi büyük bir felaketti.”
[1]

Başka bir rivayet şöyledir:

حَدَّثَنَا قَبِيصَةُ، حَدَّثَنَا ابْنُ عُيَيْنَةَ، عَنْ سُلَيْمَانَ الأَحْوَلِ، عَنْ سَعِيدِ بْنِ جُبَيْرٍ، عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ ـ رضى الله عنهما ـ أَنَّهُ قَالَ يَوْمُ الْخَمِيسِ، وَمَا يَوْمُ الْخَمِيسِ ثُمَّ بَكَى حَتَّى خَضَبَ دَمْعُهُ الْحَصْبَاءَ فَقَالَ اشْتَدَّ بِرَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم وَجَعُهُ يَوْمَ الْخَمِيسِ فَقَالَ ‏"‏ ائْتُونِي بِكِتَابٍ أَكْتُبْ لَكُمْ كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ أَبَدًا ‏"‏‏.‏ فَتَنَازَعُوا وَلاَ يَنْبَغِي عِنْدَ نَبِيٍّ تَنَازُعٌ فَقَالُوا هَجَرَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم‏.‏ قَالَ ‏"‏ دَعُونِي فَالَّذِي أَنَا فِيهِ خَيْرٌ مِمَّا تَدْعُونِي إِلَيْهِ ‏"‏‏.‏ وَأَوْصَى عِنْدَ مَوْتِهِ بِثَلاَثٍ ‏"‏ أَخْرِجُوا الْمُشْرِكِينَ مِنْ جَزِيرَةِ الْعَرَبِ، وَأَجِيزُوا الْوَفْدَ بِنَحْوِ مَا كُنْتُ أُجِيزُهُمْ ‏"‏‏.‏ وَنَسِيتُ الثَّالِثَةَ‏.‏ وَقَالَ يَعْقُوبُ بْنُ مُحَمَّدٍ سَأَلْتُ الْمُغِيرَةَ بْنَ عَبْدِ الرَّحْمَنِ عَنْ جَزِيرَةِ الْعَرَبِ‏.‏ فَقَالَ مَكَّةُ وَالْمَدِينَةُ وَالْيَمَامَةُ وَالْيَمَنُ‏.‏ وَقَالَ يَعْقُوبُ وَالْعَرْجُ أَوَّلُ تِهَامَةَ‏.‏

“İbn Abbas şöyle diyor: ‘Perşembe günü, Perşembe gününün ne olduğunu sen ne bilirsin?” der ve yeri ıslatıncaya kadar ağlar.”

Dedi ki: “Resûlullah'ın hastalığı Perşembe günü ağırlaştı, “Bana bir kemik getirin de size bir yazı yazayım ki ondan sonra asla yoldan sapmayasınız.” dedi. Sonra oradakiler ihtilafa düşüp münakaşa etmeye başladılar, oysa ki Peygamberin yanında tartışmak doğru değildir.

Onlar : “Resulullah ağır hastadır” dediler. O zaman Peygamber dedi ki: “Beni yalnız bırakın, içinde bulunduğum durum, hakkımda söylediklerinizden daha hayırlıdır”.

Sonra onlara üç şey emretti: ‘Müşrikleri Arap yarımadasından çıkarın. Görüşmeye gelen heyetlere, benim yaptığım gibi ikramda bulunun ve hediyeler verin. Üçüncüsünü unuttum.”
[2]

Bu rivayette Muhammed’in hakkında söylenenlere neden sitem ettiğini, yanındakilerin hakkında ne dediklerini aynı olayı anlatan farklı bir rivayetteki ifade ortaya koyuyor. Çünkü aralarından kimileri yazı yazmak isteyen Peygamber için “Ona ne oluyor? (Sizce) delirmiş (ağır hasta) mi? Durumunu anlamak için ona sorun.” derler. [3]

فَقَالُوا مَا شَأْنُهُ أَهَجَرَ اسْتَفْهِمُوهُ فَذَهَبُوا يَرُدُّونَ عَلَيْهِ‏.‏

Kimi rivayetlerde “Gerçekten Resulullah sayıklıyor” dedikleri yazar. [4]

فَقَالُوا إِنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَهْجُرُ ‏.‏

Bunun üzerine Muhammed onları huzurundan kovar, ki rivayetlerin genelinden anlaşılacağı üzere bu tartışmaya neden olan kişi Ömer’dir. Onun söyleminden sonra kimileri aynı şekilde Muhammed’in bir şeyler yazmak istemesine karşı çıkarlar.

Anlatım yönüyle diğerlerinden farklı olan ve İbni Sa’d da yer alan bir rivayet yine Buhari, Müslim gibi kaynaklarda yer alan rivayetleri destekler şekilde Ömer’in Muhammed’in bir şeyler yazmasına karşı çıkışını anlatır:

“Biz Nebî (sav)’in yanındaydık. Bizimle kadınların arasında perde vardı. Resulullah (sav) “Beni yedi ayrı kuyudan alınmış su ile yıkayın ve bana kağıt ile kalem getirin ki, ondan sonra asla dalalete düşmeyeceğiniz bir yazı yazayım.” dedi. Kadınlar, “Resulullah’ın isteğini yerine getirin.” dediler. Ben, “Siz susun. O hastalandığında gözlerinizden yaşlar akar, iyileşince de boğazına sarılırsınız.” dedim. Resulullah (sav) ise, “Onlar sizden hayırlıdır.” dedi.” [5]

Bunlara ek olarak belirtmekte fayda var ki İbni Sa’d’da yer alan bir rivayette daha güvenilir olan ehli sünnet kaynaklardaki rivayetlerle ve Muhammed’in ölümüne dair anlatılarla uyumsuz bir şekilde olaydaki kişi Ömer değil de Ali olarak önümüze çıkar. Şöyle yazar:

“Resulullah’ın hastalığı ağırlaştığında, “Ey Ali, bana bir şey getir de, benden sonra ümmetimin dalalete düşmemesi için yazayım.” dedi. Getirmeden önce vefat eder korkusuyla, “Ben onu aklımda tutarım.” dedim. Onun başı göğsümde olduğu halde, namazı, zekatı ve kölelere iyi davranılmasını vasiyet etti. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet edilmesini emretti. Sonra da ruhunu teslim etti. Her kim bu şekilde şehadet getirirse ona cehennem haram olur.” [6]

Fakat gördüğünüz gibi daha güvenilir olarak kabul edilen Buhari ve Müslim gibi onca sünni hadis kaynağı bu kişiden Ömer olarak bahseder. Muhammed’in ne yazmak istediği belirsiz olsa da Şiilerin görüşüne göre Ali’nin halife olacağını yazacaktır ve Ömer bunu engellemiştir. Bu yüzden Şiiler arasında zaman içinde Ömer’e karşı artan bir nefret oluşmuştur.

Muhammed’in ölümü ile ilgili rivayetlerden yola çıkılarak onun bu olaydan birkaç gün sonra öldüğü ve muhtemelen bu süre zarfında yazamadığı şey her neyse onu sözlü olarak insanlara bildirmiş olması gerektiği söylenir. Fakat eğer söz konusu kimin halife olacağı ise rivayetlere bakıldığında ölmeden önce bu konuda net bir açıklama yapmış değildir. Örneğin şöyle bir rivayet vardır:

“Bana baban Ebubekir’i ve kardeşini (Abdurrahman’ı) bir yazı yazmam için çağır. Çünkü gerçekten ben, bir temenni edicinin şöyle temenni etmesinden ve ben öldükten sonra “ben bu işe (hilafete) daha layığım.” demesinden korkuyorum.

Sonra Resulullah, Allah ve mü’minler ancak Ebubekir’e razı olur.” değerlendirmesini yaparak bundan vazgeçmişti."
[7]

Bu rivayete göre kendisi halife seçmiyor da “zaten halk Ebubekir’i seçecektir” diyerek bu konuda herhangi bir açıklama getirmiyor.

Eğer “halife şu kişi olacaktır” deseydi ölümü sonrası yaşanacak birçok siyasi çekişmenin, Müslümanın Müslümanı öldürmesinin önüne geçebilirdi.

İki rivayet var ki Şiilerin iddiası ve Kırtas hadisesi konusunda oldukça önemliler.

İlk rivayete göre Muhammed’in amcası Abbas, Muhammed’in hastalığı sırasında, başkanlığın, Haşimoğulları’ndan çıkmaması için bazı girişimlerde bulunmuştur. Bunun için bir gün Ali, hasta olan

Muhammed’in yanından çıkınca onun hastalığı hakkında bilgi alır ve “Görmüyor musun? Allah’ın Elçisi bu hastalıktan ölmek üzeredir. Ben, Abdülmuttalip oğullarının ölecekleri sırada yüzlerinin ne duruma geldiğini bilirim. Haydi Allah’ın Elçisi’nin yanına gidelim de bu işi (yönetim) kime bırakacağını soralım. Bize bırakıyorsa bunu bilelim. Bizden başkasına bırakıyorsa kendisiyle konuşalım, bizim için tavsiyelerde bulunsun” deyince, Ali, “Biz bunu Allah’ın Elçisi’ne sorunca, o da bunu bize vermeyecek olursa, artık bir daha bunu bize vermezler. Onun için ona böyle bir şeyi asla sormam” der. [8]

İkinci rivayet şöyledir: Abdullah bin Abbas’a “Tanrı elçisi vasiyetlerde bulundu mu?” diye sordum. O, “Hayır, bulunmadı” dedi. Ben “bu nasıl oldu? Diye sorduğumda,O “Allah’ın Elçisi, “Ali’yi bana çağırınız” dediğinde, Ayşe, “Ebû Bekir’i çağırmayacak mısın?” , Hafsa da: “Ömer’i çağırmaya adam göndermeyecek misin?” dedi. Bunun üzerine hepsi Peygamber’in huzurunda toplandılar. Tanrı elçisi “Evlerinize dönün, bir işim olursa ben sizi çağırırım” dedi. [9]

Tüm bunlara bakıldığında Muhammed ölüm döşeğindeyken çevresindekilerin “kim halife olacak” derdine düşüp bu güçlü makama sahip olmayı dilediği açıktır. Muhammed Ali’yi çağırtınca Ayşe ve Hafsa’nın da babalarını çağırttığı, onlar gelince Muhammed’in hepsini huzurundan gönderdiği rivayete bakılınca insanın aklında yaşanmış olabilecek onlarca ihtimal beliriyor. Tabi Ebubekir’i övdüğü hadisleri de unutmamak gerekiyor.

Diğer yandan, eşleri ile kavga edince, cariyesini kendine yasaklayınca veya Yahudiler kendisi ile alay edince ayet gönderen Allah nedense büyük sorunlara yol açacak daha önemli bir konuda, halifenin kim olacağı konusunda hiçbir ayet göndermiyor. Müslüman arkadaşlara sesleniyorum. Elinizi vicdanınıza koyup, gerçekten akıllıca düşünüp samimi olarak cevap verin. Hangisi daha önemli bir konu:
  1. Muhammed’in cariyesi Mariye’yi kendine yasaklayıp eşlerinden kimilerini boşamaya kalkması. (Tahrim, 1-5)
  2. Ölümünden sonra imametin, halifeliğin kime geçeceği, yönetimi kimin ele alacağı.

Birincisi hakkında ayet var ama çok daha önemli olan, dinin ve inananların kaderini belirleyecek olan ikincisi hakkında yok. Böyle bir kutsal kitap olabilir mi? Gerçi, Kur’an’ın Muhammed’in ölümünden yıllar sonra zar zor bir araya getirilebildiğini hatırlayınca insanın tekrar “böyle bir kutsal kitap olabilir mi?” diye sorası gelmiyor değil.

Kırtas hadisesi ile ilgili rivayetlere bakınca bazı soruları sormak gerekiyor:

1) Ömer Muhammed’in yazı yazmasına neden engel oluyor?

2) Yanındaki kişilerden bazıları “yoksa o delirdi mi?” ya da “sayıklıyor” gibi sözler söylüyorlar. Hani peygambere hürmet edip tevazu gösteriyorlardı? Yoksa O’nun yatağa düştüğünü görünce gevşeyip güçlü gördükleri kişilere yanlamaya mı başladılar?

3) Birçok rivayette Ali Muhammed’in cenazesiyle ilgilenirken Ebubekir ve Ömer’in halifelik konusuyla uğraştıkları, daha sonra Ebubekir’in halife ilan edildiği yer alır. [10] Bu durumda Şiilerin ya da kimi insanların halifelik konusunda oyun oynandığını düşünmesi normal değil midir?

4) Necm suresi 3. ayette “O, nefis arzusu ile konuşmaz.” deniyor. Buna karşın Kırtas hadisesine dair rivayetler gerçekse Ömer’in aslında Muhammed’e inanmadığı, iktidar dengeleri için yanında saf aldığı sonucu ortaya çıkmıyor mu?

5) Allah’ın böylesi önemli bir konu hakkında emir göndermemiş olmasını nasıl açıklıyorsunuz? Mantıklı buluyor musunuz?