HABERLER
Dini Haber
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

HİNDUİZM'DE PUTA TAPINMANIN TARİHİ

Yazan: Anu
A, hinduizm, Hinduizm ve Putperestlik, Hinduizm'de putlara tapınmak, putperestlik, Putlara ibadet tarihi, Put ibadetinin Vedik geleneği, Puta tapınmanın evrimi,
TANRI VE TANRIÇA İBADETİNİN VEDİK GELENEĞİ
Vedik insanlar imgeye veya putlara tapmadılar. Dualar, tezahüratlar, şarkılar, ayinler ve kurban törenleriyle tanrılara tapıyorlardı. Onları, yeryüzüne Doğa'nın kuvvetleri olarak tezahür eden ilahi varlıklar olarak tasavvur ettiler. Ancak, aynı zamanda onları, insan gibi davrandıkları ve aynı güçlü ve zayıf yönlere sahip olan belirli isimler ve formlarla tasarladıkları da doğrudur. Onlar muazzam güç ve otoriteye sahipken, aynı zamanda beslenmek için insanlara da bağımlıydı.

Puranalar (antik hindu metinleri), Tanrıların ve insanların birbirlerini desteklediklerini ve sıklıkla savaşlarda birlikte savaştıklarını ileri sürüyor. Tanrılar, onları düşmanlarına karşı zafer kazanmaya itip tapanlara yardım ederken (görüldüğü üzere bu inanç tüm dinlerde aynı), krallar genellikle cennete yükseldiler ve tanrıların iblislere karşı göksel savaşlar kazanmasına yardım ettiler. Tanrılar, ölümlü kadın ve erkeklere karşı şehvetliydiler.

Bu durum çoğunlukla lanetler, çatışmalar, mucizeler ve hatta hem tanrıların hem de insanların niteliklerine sahip olan ilahi çocukların doğumuyla sonuçlandı. Ayin olarak tanrılara ibadet etmenin yanı sıra, Vedik insanlar bazı belli kutsal semboller ve geometrik kalıplar ürettiler ve ayinlerde kullandılar. Böylece, tanrıların imgelerine ibadet etmemiş olmalarına rağmen, put ibadetinin tohumlarını geleneklerine gizliden ekmiş oldular.

PUTLARA İBADET TARİHİ
Tanrılar ve tanrıçaların imgelerine veya putlarına ibadet etme pratiği, kabile uygulamaları büyük ihtimalle Shaivizm, Vaishnavizm ve Shaktizm gibi Vedik gelenekleri olmayan eski Vedik dininin bir parçası haline gelmiştir. Hintli alt kıtada yaşayan eski insanlar ve ilk yerleşimciler monolitleri (tek parçalık anıtlar) kurdular ve büyülü güçlerine inandılar. Ölülerini gömdüler ve muhtemelen bir tür öbür dünyaya inanmışlardı. Atalarına ya da yaşça büyük ruhlarına tapmış olabilirlerdi.

İndus Vadisi halkı, tapınma ibadetiyle, imgelerde görgülerini onurlandırma geleneğine sahip gibiydi. Muhtemelen insanlara benzeyen hayvanlara, efsanevi yaratıklara, bitkilere, krallara ve tanrılara tapıyorlardı. Tarihçilere göre, doğurganlık tanrılarına ve tanrıçalarına ibadet etme pratiği, yıkanma ritüeli ve ibadetlerde taş sembollerin, ikonların ve imgelerin kullanılması muhtemelen İndus Vadisi kentsel topluluklarında yaygındı.

Vedik insanlar, tanrılarına ev sahipliği yapacak herhangi bir tapınak inşa etmediler. Onlar için tanrının ikamet yeri gökyüzünün kendisiydi. Ancak, Güney'deki birkaç topluluğun, krallarıyla (Koor) eşitlendikleri ve Koil veya Tanrı'nın tapınağı olarak adlandırdıkları tanrılarının şerefine tapınaklar inşa ettiğine dair bazı işaretler vardır. Tapınaklar orijinal ahşaptan yapılmıştır.

Tapınaklarda taş kullanmanın pratiği çok geç geldi. En erken tapınaklar muhtemelen, daha sonra Shiva veya Vişnu ile kendi yönleri veya tezahürleri olarak tanımlanan yerel tanrıların onuruna inşa edilmişti. Tanrılar için tapınaklar inşa etme geleneği muhtemelen Hindistan'ın çeşitli bölgelerinde bulunan antik mağara tapınaklarından ortaya çıkmıştır.

Puja töreni, ya da içsel ibadetler gibi görülen ve çiçek, tütsü, meyve, su, sandal macunu vb. ile ibadet edildiği iç ibadet töreniyle ilgili ritüeller ise geleneklerin Güney'deki kökeni gibi görünüyor. Pu, çiçek anlamına gelen Dravidian kelimesidir. Puja, ayinde yiyeceklerin sunulduğu orijinal bir Vedik kurban töreni olan Homa gibi çiçeklerin sunulmasıyla adanmış bir ibadettir.

Hindistan'ın uzak bölgelerindeki kırsal kesimler geleneksel olarak uzun zamandır putlara, heykellere, sembollere ya da köy tanrılarına (grama devatas), yılanlara, nehirlere, dağlara ve ağaçlara, onları rahatlatmak ve felaketlere karşı korunma aramak, hastalıklardan arınmak, iyi bir hasat ve nimetlerini aramak için ibadet ettiler. Tanrılar çoğunlukla barınaksız olarak açık bırakıldı ve belirli durumlarda tapıyorlardı. Bazen imgeler yerine, antik dönemin kalıntıları olan taş ya da tepelere tapınırlardı. Hindistan tanrılarının, yılanlarının ve ağaçlarının ibadeti hala birçok köyde devam ediyor.

Batı Hindistan'ın bazı bölgelerinde, dağlık bölgelerin yakınındaki insanlar olan Yunanlılar, Persler ya da Orta Asya Şaman geleneklerinden imaj ibadetlerini ele geçirmiş olabilirler.

Nedeni ne olursa olsun, Budizm popüler hale geldiğinde ve Mauryan İmparatorluğu sağlam bir şekilde kurulmuşken, Hint tarikatında put ibadeti evrensel bir pratikti. Chandragupta Maurya mahkemesinin Yunanistan Büyükelçisi Megasthanese, yaptığı çalışmalarında, Indica'da alay halinde imgeler taşıyan insanlardan söz etti. Hem Hinduizm hem de Budizm'de Tantra'nın ortaya çıkışı ve Shaivism ve Vaishnavism'deki Bhakti'nin popülaritesi, Vedik topluluklar arasında put ibadetinin artan kabulüne de katkıda bulunmuş olmalıdır.

HİNDUİZM'DE PUTA TAPINMANIN EVRİMİ
Put ibadeti Hinduizm için merkez oldu ve kraliyet himayesinde büyük ölçekli tapınak inşası geleneği Mauryan sonrası dönemde başladı ve Gupta Dönemi'nde yükselişe geçti. Sadece Hint Yarımadası'nda değil, aynı zamanda Malezya ve Tayland'a kadar yurt dışında da büyük tapınakların yapılması en az 1000 yıl boyunca devam etti.

Yüksek kalelerden sadece birkaç kişi Vedik törenlere ev sahipliği yapabilecekken, put ibadeti uygun, ucuz ve kolay bir alternatif sunuyordu. Ayrıca, doğrudan, pahalı rahip müdahalesine ihtiyaç duymadan, sıradan insanların tanrılarına doğrudan ibadet etmelerine yardımcı oluyordu. Bugün, put ibadeti Hinduizm'de en seçkin ibadettir. Hindular bunu dünyanın çeşitli yerlerine taşıdılar. Hindistan'ın çeşitli yerlerinde büyük tapınak ve tanrıça ve tanrıça heykelleri yayıldı. Onlara göre bu uygulama, tanrılarıyla bağlarını tahsis etmelerine ve onları yüksek saygınlık içinde tutmalarına yardımcı olur. İnsanlar, zihinlerinde ya da kalplerinde sadece zihinsel ya da ruhsal olarak değil, araçlarında, cüzdanlarında, çantalarında, kilit ve zincirlerinde, dövmelerinde ya da cep telefonlarında, bilgisayarlarında ve dizüstü bilgisayarlarında dijital olarak tanrılarının imgelerini taşımaya devam ediyorlar (Hinduizm'e ek olarak, bunu herhangi bir dine inanan insanların çoğu, neredeyse hepsi yapıyorlar).

15 YIL TANRI VE ATEİZM | 10

Yazan: Zübeyde Savaş
15 yıl tanrı ve ateizm 10, din, Farklı tanrılar, Gerçek hayat hikayesi, Küçük çocuklara tanrı masalları, Tanrılar nasıl oluştu?, Zübeyde SAVAŞ,

15 YIL TANRI VE ATEİZM | 10

Küçük kardeşimizi de alarak çalışıyorduk öğlenleri buğday ekmeği ve zeytin veriyordu en azından karnımız azda olsa doyar artanı eve götürürdük. Köyün içinde yürürken başımız yerde olurdu belki yolun kenarında bir ekmek ve atık bir yiyecek buluruz diye, bizimle dalga geçerlerdi fitre ve zekatlarını bile köylü bize vermezdi, köyde bulunanların her işini  bir ekmek parasına biz yapardık. Kardeşimin de hastalığı aylar içinde kötüye gitmeye başladı, askerde komutanım aç kaldığınızda birçok hayvanın yenilebileceğini söylediği aklıma geldi, abimle köylüler görmeden ormandan bulduğunuz hayvanları kardeşime yedirmeye başladık, üç ay geçmeden kardeşim de iyileşme fark ettik, abimle solucan, yılan, kurbağa, sülük ve ne bulursak toplamaya yakalamaya başladık bir yıl geçmeden kardeşim çok daha iyi oldu, köylüler bunu fark etti ve bizi dinsiz ilan ettiler köyde iş bile vermiyorlardı, abim ve ben anlatıyorduk  kardeşimiz için yaptık desek de kimse inanmıyor sanki köyde değil yabancı dil konuşulan köye gelmiştik. Abim her gece içten içe kendini yiyordu bunları kaldıramıyordu, bir sabah abim evi temizlerken dedemin resminin arkasında bir mektup bulmuş mektubu dedem göndermiş, abim okuma yazma bilmediğinden bana okutturdu:

- Sevgili oğlum ve can torunlarım, ben şu an iyiyim sana para gönderiyorum torunlarıma iyi bak, fakirlikten aile olarak kurtulsak diye dua ediyorum, en azından rahat ekmek alabiliriz, burada olanlar savaş bittiğinde bize  bolca toprak vereceklermiş bir an önce savaş bitmesi için siz de dua edin, belki bu bizim kurtuluşumuz olur, sizleri yalnız bıraktığım için beni affedin, buraya gelmem ailemin geleceği için.

- Sabahları saldırıya geçiyoruz tanrı sesleriyle ne gariptir ki düşman da saldırırken bizim söylediğimiz tanrı sesleriyle saldırıyor, aynı bizim ettiğimiz duaları duyuyorum düşman askerinden çok şaşırıyorum, bazen arkadaşlarla bizim ettiğimiz duanın daha gerçekçi olduğunu düşman askerleri de bildiği için onlar da bu duaları söylüyor diye şakalaşırdık. İlk zamanlar savaştığımız düşmanın Müslüman olduğunu bilmiyordum. İlk kez geçen ramazan bayramında ateş kez oldu bulunduğumuz düşman topraklarında bir camide bayram namazını kıldık çok ilginç düşman askerleride camide olması aynı tanrı adına ibadet ettik dua ettik ve bayramlaştık, iki gün önce birbirimizi öldürmek, kan akıtmak için mermi yağdırıyoruk, anlamıyorum, düşmanla omuz omuza ibadet ediyorum korkmadan, din görevlisi namaz da ilginç bir tanrı sözünü anlatıyor, savaşta ölen şehitlik makamına yükselir , cennetin ikinci sırası şehitler için ayrılmıştır diye devam ediyor sözlerine ayetlerle. “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayin. Aksine onlar diri olup Rableri katinda riziklandirilmaktadirlar. Allah’in lütfundan kendilerine vermiş olduklarıyla sevinç içindedirler ve arkalarindan henüz onlara kavuşmamis olanlari, kendilerine bir korku olmayacagi ve üzülmeyecekleri üzere müjdelerler.” (Ali İmran, 3/169-170)“ Şüphesiz hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda kendilerine eziyet edilenlerin, çarpışanların ve öldürülenlerin kötülüklerini örtecek ve kendilerini altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu Allah katından bir karşılıktır. Karşılığın en güzel olanı Allah katındadır.” (Ali İmran, 3/195)”Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Aksine onlar diridirler ancak siz fark edemiyorsunuz.” (Bakara, 2/154)” Savaşa geldiğimizden bu yana bunları ezberlettiler zaten, komutanlar devamlı şehitlikle ilgili tanrı sözlerini ezberletiyor, İslami kitabımızdan doğru söylüyor fakat hangimiz cennete gidecek düşmanlar mı yoksa bizler mi aynı dinden olsak da galiba iki tarafta cennete gidecek, düşmanlarla bayram süresince oturduk sohbet ettik cennet ve şehitlik kelimeleri açıldığında kavga çıkıyordu bizler de bunları konuşmuyor ama düşünmeden de geçemiyoruz, iki din kardeşi savaş yapıyor tanrı nasıl buna izin verir diye soruyorum kendime tanrı bizleri sınav yapıyor olsa her gün insanlar ölüyor kiminin bacağı, kolu bedeninden, sevdiklerini bir daha göremeyecektir, bazen geceler gündüz gibi olur yağmur tanesi yerine mermi yağardı, uyku uyumak neydi unuttum, her yanım çamur kaplamış bazen uyumak için sipere girdiğimde burası güvenlimi diye sorardım kendime, bir saatlik uyku bile mutluluk verirdi, gece ve gündüz iç içe olurdu çoğu zaman mermi sesleri ninni gibi gelirdi bomba sesleri hırs ve öfkeyle saldırmamıza neden olurdu, bir gün güneş yerini karanlığa bırakmıştı, ne mermi ne de top sesi duyulur olmuştu, gece ilerledikçe içimizi korku kapladı, ne oluyordu kimse bilmiyor herkes eli tetikte kalmış, telsizimiz bozulmuş, korku her yanda kol gezerken hücum diye bağırdı komutan, iki saat kadar koştuk güneş doğmaya başladığın da bayram olduğundan ateş kez olduğunu öğrendik, korkumuz yerini sevinç aldı, biz nasıl bir insana dönmüştük, kan görmek bizi rahatlatıyor muydu.? Bilmiyorum belki, tanrı neden bizleri bunu yaşatır diye, bu sınav olamaz, bizler sormaya başladık savaşı neden ?  tanrı ? kan ? ölüm ney kimse cevap veremiyor, üç arkadaş yanımızda olan arkadaşlara ve esir düşen askerlere sormaya başladık bir yıl boyunca dini bayramlarda ateş kez olduğunda düşman askerlerine sorduk sen nerede yaşıyor ne iş yaparsın ? işte bu soruları ne kadar askere sorduğumuzu bilmiyoruz yüz binlerce olmalı bir çoğu toprakla bütünleşti, yeşermek için yağmuru bekleyen bitkiler kanla.... acı ne çocuklarını, anne, baba, arkadaş, dostu, sevgilisi ve eşi bir daha yanlarında olamayacaklardı onlar konuşup gülemeyecek, beraber bir zamanları olmayacak, gelecek zamanlarla ilgili plan ve düşünceleri bir daha olmayacak, ne sıcak bir yatak ne güzel sözler duyamayacaklar. Konuştuğumuz her askerin düşman askeri de içinde ortak olansa iki şey vardı, tanrı ve yaşamlarımız, aslında burada savaşan askerler, köylü, ayakkabı boyacısı, pazarcı, inşaat işçisi, bir ekmek almak için hayatın içinde kaybolan insanlar, yani yoksullardan oluşan insan topluluğuydu, savaşı başlatanların ne oğulları ne de yakın bir akrabalarının savaşta olduğunu bizimle savaştığını duymadık. Bu çelişkili bir olay değil mi, insanların savaşması istenirken savaşı başlatanların ne kendisi nede kan bağı olan kimse yok, kandırıldığımızı düşünmeye başladık, savaşmaya ilk geldiğimizde kalbimizde cennet ve tanrı vardı. Gözümüz ve kollarımız düşman askerinin kanını arardı bir makine gibi, sadece öldürmek, isterdik. Ölsek de cennet bize verilen bir ödüldü bu sebeple ölmenin bir anlamı yoktu, bu düşünce oluşturulmuştu. Bir şehri ele geçirdik bir ay süren çetin bir kuşatmayla, zengin birini yakaladık  üzerinde altın ve değerli eşyalarla, neden bu kadar değerli eşyalar var üzerinde dedim oda bana kaçmak için hazırlık yaptığını diğer arkadaşları onu bıraktığını söyledi, neden savaşmak istemediğini sorduğumda ise bu kadar servetim varken neden savaşayım, biz konuşurken bu kadar altın ve para hızlıca duyulmuş olmalı komutan gelerek adamı aldı yanımızdan, adam giderken yanıma gelerek kulağıma yavaşca; etrafına bak yerde yatan ve ayakta olanlar neden burada, sen neden buradasın ben ve benim gibiler olmasa sizlerde burada olmazdınız, ya da şu şekilde düşün tanrı bunu istediği için. Adam gözümün içine bakarak gülümsedi, biz kanlarımızı kimin için kaybediyoruz bu saçmalık bunu anlamak mümkün değil biri bana anlatsın bu nasıl olur milyonlarca hayat, nedenini kimsenin bilmediği, hiç uğruna yok olan sayamadığım arkadaşlarım bilmiyorum. Ölülerin sürüklendiği nehirler, kanla oluşan göller. Yanlış olan bir şey var, bunu düşünecek zamanım yok, zamanım olsaydı bu neden nasıl olduğunu anlardım ne kadar düşünsem de bir anlam bulmak zordu. Hayat da aynı bir savaş gibi bizim düşünmemiz engelleniyor sen ne kadar düşünmeyi istesen de buna izin verilmiyor, insan düşünmediğinde senden istenileni yaparsın.

- Her gün bir dost bulurken, bir gün olmadan kaybetmek, artık beynim ve bedenim yoruldu, geldiğim heyecan kalmadı, her gece rüyalarımda mermilerden kaçmak bomba üzerinde uçmaktan yoruldum, koyun yününden olan yatağımı özledim, parmaklarım nasır oldu tetik çekmekten, yeni tüfekler ve bombalar geliyor daha fazla insan öldürmek için, bizler kendi türümüzü yok etmek için uğraşıyoruz, bizlerin yaşamasına izin verenler sadece bu günler olacağını bildiklerinden bir kenarda hayatta bırakıyorlar. Cephe de askerlerin gözlerinin görülmesini çok isterim, insanların acıma duygusu kalmamış sevgiden çok uzak, kin ve öfke sarmış bakışları. Bazen askerlerin elinde bombayla düşman siperlerine koşuyorlar onların bedenine isabet eden mermi bile durduramadığını gördüm defalarca, bazen ben bile koşacak durumda oluyorum, akıl ve beynini kullanan varlıklar olduğumuzu neden hangi amaçla unutuyoruz, düşman askeriyle oturup konuşuyoruz, anlaşıyoruz ekmeğimizi ve suyumuzu paylaşıyoruz iki düşman askeri olarak anlaşırken bu savaşı başlatanlar neden anlaşamıyor, neden savaşta bizimle savaşmıyorlar, savaşsalar aslında bir daha savaş başlatmazlar, insanlar oturarak anlaşabilirler savaşmak niye hangi nedenle, savaşmayı bu kadar isteyenler aslında savaşın içinde olmayanlar olduğunu biliyorum.

- Aynı güneşin altın da ısınıyoruz bizlere güneş ışığı gelmese bile kalbimiz de yarattığımız sevgi ısıtır, her zaman kalbimdesiniz.

- Abime mektubu okuduğumda saatlerce sarılarak ağladık, ben dedemi tanımıyordum. Abim bu yoksulluk değil açlık bizimkisi diyerek tanrıya göz yaşlarıyla dua ediyordu ve artık oyunun bittiğini söylemeye başlamışken bir hafta olmadan abim kendini astı, nasıl canına kıydı yaşayan birinin bunu yapması bu kararı alması zordur, açlığa bir kurban daha vermiştik artık sonbaharda dökülen yapraklar gibi tek tek düşüyorduk, dayanamıyordum evdeki açlık ve  köylünün lafları zor geliyordu, ne yapacağımı bilmiyordum, yaz yaklaşırken köylüler beni aralarına almadan çalışmaya gittiler ben de başka bir yere giderek iş bulmalıydım, kardeşimi de nasıl tek bırakacaktım, yoksa kışın ne yapardık, bir gece dağa giderek büyük bir hayvan öldürmek istedim ne olursa, önemli olan ben gelene kadar etin kardeşime yetmesi iyileşmesine yardımcı olmaktı. Beklemeye başladım bir yandan da tanrıya bir hayvan öldürmem için yalvarıyordum bir süre sonra üç tane ceylen yaklaştı ay ışığında çok güzellerdi en büyüğünü öldürdüm, ceylanın yenecek yerlerini aldım geri kalanını toprağa gömdüm, eti kavurma yaptım. Kardeşime her gün az az yemesini söyledim, kardeşim de beni merak etme sen git çalışmaya diyordu, fakat içinden kal dercesine bakardı oda farkındaydı elimden başka hiç bir şey gelmiyordu, bir gece geç saatlerde köylünün uymasını bekleyerek din adamından yardım etmesini istiyecektim,  evine usulca kimse görünmeden gittim, kapıyı çaldım durumumu anlattım, işe gitmem gerektiğini ve kardeşime ara sıra bakmasını istedim yalvardım, din adamı tanrı yardımcın olsun tabi bakarım dedi, ağlayarak eve geldim kardeşim bana sıkı sıkı sarılarak sen git ben iyiyim dedi, dua ederek evden çıktım, iş buldum iki ay çalıştım güneşin doğuşuyla iş başı yapar, batışıyla bırakırdım, çok iyi para verdi tarla sahibi, hakkım olandan  fazlasını vermişti. Sevinçle köye geldim fakat kardeşim çoktan ölmüştü, ne dünyam ne de hayallerim kalmıştı, evin için de yoksul da olsak ses vardı,  kavurma bile bıraktığım yerde bir kaç lokma almıştı can kardeşim, ölüsünü evden koku geldiği için açmışlar kapıyı zavallı köylüler, kimileri on beş veya yirmi gün olmuştu ölüsünü bulduğumuz da diyorlardı, ailem denen bir şey yoktu, artık bütün ümitlerim yok olduğunu anlamıştım, bu nasıl bir hayat diye ağladım, herkes açlık için de ölmüş çaresizliğin bir anlamı da kalmamıştı açtık fakat bir birimizle şakalaşır  hiç kimsenin servetini düşünmez kimseye kötülük bilmezdik, benim de acı sonumun  yakın olduğunu düşündüm, aileme katılmam gerektiğini bu gün olmazsa yarın olacaktı, anlamını yitirdiği yaşamın ne bir ümidim ne de hayellerim kalmıştı, o gece evde tek başıma bir ses olur diye sabaha kadar uyumadım olan ses sadece benim ağlamamdı, artık ailemden geri kalan bendim, ben ne kadar dayanabilirdim hiç bilmiyordum, sabah olurken dedem geldi aklıma, dedem de ailesi için savaşa gitmişti. Belki ailesini yaşatmak içindi hayalleri vardı, torunlarını sevecek onun da torunları olmasını ailesinin ne kadar büyük ve sağlam olduğunu görmek istiyordu, hiç birimiz bunu başaramamıştık, çünkü açlığa yenilmiştik, gündüzler bile karanlıktı güneşin ne olduğunu bilmiyorduk sadece tanrımız vardı bildiğim, dört gece hiç uyumadım evden de dışarı çıkmadım, köyden hiç biri  kapımı çalmamıştı üzüntümü az da olsa paylaşmak için, dördüncü gecenin sabahın da dedemin  mektubunu tekrar tekrar okudum, o anda anladım ki tanrı bizi açları, yoksulları kontrol altına alan bir şeydi, nasıl çocuklar uymadığın da korkuturuz, yoksullara  verilen şekerli hayalden başka bir şey olmadığını artık çok iyi anlamıştım, eğer tanrı olsaydı bu kadar acıyı bir aileye vermezdi, ya da yarattığı insanların acı çekmesini çok seven bir tanrı vardı, yoksulları sevmeyen, zenginleri çok seven saygı duyan tanrıydı bu. Nasıl olur da yaratan baba oğluna zulüm eder ve çamur için de boğulmasını izlerdi diğer oğullarına servet üstüne servet verirdi, düşündüm ağladım, sızladım yoksul aç kalanlarla kıyasladığımda tanrının sevdiği oğlu azdı ya biz neydik? Kimdik? Neden yaratılmıştık? Oyun olsun arka bahçeyi temizlemek için mi? Kimse görmeden çöpleri mi alacaktık, biz çöpleri alırken sessizce huzur içinde uyuyan kardeşlerimizi de rahatsız etmeyecektik, bu olmazdı bu yanlış, bir hata vardı. Niçinler kafamın içinde fırtına oluşmuştu, dedemin mektubun da bahsettiği aslında buydu savaşan aynı din, aynı tanrıya inananlar, şehitler ve cennet, tanrı benim ailemin çektiklerini izlemekle yetindi sadece. Bu tanrı zenginlere hizmet ediyor, ya da zenginler tanrıyı istediği gibi kullanıyordu, zenginler bize cenneti satıyorlardı. Tanrı hikayesini anladığında huzurla uyudum kaç gün uyuduğumu hatırlamıyorum, uyandığımda öğle yeni oluyordu fakat çok mutluydum neden olduğunu biliyorum. İlk kez evde tanrı sözleri yoktu artık olmayacaktı. Dedemin mektubunu ve kavurmayı aldım, başımı dimdik kaldırdım, artık yiyecek artığı aramıyordum, kavurmayı yiyerek köyden ayrıldım.

- Tanrı sadece zengin ve yoksul arasına konulmuş köprüydü. Köprüyü yapanlar zengin olduğundan yoksullar sadece köprünün karşısın da bulunan evlerin ışık gösterisini izlemekle yetinir ve hayaller kurarlardı.

Diğer sayfalar:
◄ [9] , [11] ►

MODERN PUTPERESTLER

Yazan: Gregoire de Fronsac
GF, din, islamiyet, İslam ve putperestlik, Modern putperestlik, Putperestliğin başka hali, Putperestlik ve kabe, İslam öncesi kabeler ve putperestlik, Hacc ve putperestlik, İslam Arap putperestliğidir,
Hac ibadeti farklı inançlara sahip bir çok   toplumda bulunmaktadır.
Mesela Japonlar, ataları Güneş’in, bir gün, halen kendilerinin üzerinde ikamet ettiklerine inandıkları adaya inip çevrede dolaştıktan sonra tekrar göğe hareket etmiş olduğunu düşünürler. Atalarının kendilerine bahşetmiş olduğu bu şerefin hatırası olarak Japonlar, yaya olarak aynı güzergahı izlerler ve bu onların haccıdır.

Hindistan'ın Hinduları başka bir hac telakkisine sahipler.  Tanrı görülmediğinden, O’na tazimde bulunmak için ilahi yaratıcı gücün en büyük tezahürlerinin ortaya çıkmış olduğu yerleri, ziyaret etmek gerekir. Örneğin Ganj, en önemli nehirdir, ta Himalayalardan Bengal Körfezi’ne kadar kıtayı sular ve hatta denize açıldığı bir kayadan çıkan Ganj’ın kaynağını ziyaret etmek için yolculuk yapmak Hinduların en önemli haccıdır. Ganj, Alfahabad yakınında, diğer bir büyük nehir olan Jumma ile birleşir ve bu birleşme yerinde bilhassa ay ve güneşin tutulmaları gibi özellikle önemli vakitlerde yıkanmak da, Hindu dininin en büyük haclarından biridir.

Gotama Buda'nın , kendi dininin vahyini bir yabani incir ağacı altında almış olduğuna inanılır. Önce bu ağacı, sonra da bu kutsal ağacın eskiden varolduğu yeri ziyaret etmek Budistlere göre haccın konusunu oluşturmuştur ve oluşturmaya devam etmektedir.
Kısaca bir dinin ermiş kurucusunun doğum yeri, onun defnedildiği yer, bir mucizenin meydana geldiği yer, çeşitli toplumlara göre yeryüzünün farklı bölgelerinde hac yapılmasının sebeplerini oluştururlar.

İslam öncesi Araplar’da Kabe (ve Kabe'ler yani küpler)  putperestlerin en kutsal mabetleriydi ve bölge halklarının hac mekanlarıydı. Mekke'de ki  Kabe eldeki kanıtlara göre İbrahim peygamber tarafından yapılmamıştır, yaklaşık MÖ. 800 lü yıllarda yapıldığı bilinmektedir. Ayrıca Kabe hiçbir zaman Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından kutsal sayılmamıştır. Tevrat ve İncil’de Kabe ile ilgili tek bir ayet dahi olmaması bunu kanıtlamaktadır. Kabe MÖ 800 lü yıllardan sonra putperestler tarafından “Allah'ın evi” (Ay Tanrıçası Al-İlah) olarak anılmaya başlanmıştır.
Fakat günümüzde çok önemli bazı araştırmacılar bu bahsettiğimiz Kabe'nin Mekke'de ki Kabe değil , Petra'da bulunan Kabe olduğunu iddia etmekteler (Buna başka bir yazıda değineceğim)

Putperestler Kabe etrafında 7 kez tavaf yaparlardı. Kureyş dışından gelen Bedevi putperestler tavafı çıplak olarak yaparlardı. Putları ziyaret, Hacerül Esved taşına el sürme ve öpme, Safa ve Merve tepeleri arasında gidip gelme, şeytan taşlama hac ibadetinin en önemli ayinlerindendi.

Putperestlerin hac sırasında hep bir ağızdan yaptıkları telbiye de aynen şöyleydi:
"Lebbeyk allahümme lebbeyk.
La şerike leke illa şerikun huve lek.
Temlikuhu ve ma-melek."

Yani bugünün hacıları gibi ..

Bunun yanında oruç , namaz , kurban gibi bazı ritüeller de İslam öncesi putperest - pagan ritüellerdir.
Mesela Kabe'nin üzeri örtüyle kapanmış olmasına rağmen orijinal halinde açıktır , zira ibadet esnasında güneş ışıklarının içeriye girmesi gerekir , keza namaz esnasında da secdeye varmak güneş ışınlarına yüz sürmektir esasen ..

Bugün İslam dininin tüm ibadet ve ayinleri incelendiğinde onların putperest - pagan gelenekler olduğunu rahatlıkla görebiliriz.
Her daim umut ve sevgi ile kalın dostlar..

Kaynaklar:
A guide to the contents of Quran : Farug Sherif.. 1995 / pgs 21-22
Diyanet işleri başkanlığı
Kur'an , İncil ve Tevrat'ın Sümerde ki Kökeni : Muazzez İlmiye Çığ
Din Bu serisi : Turan Dursun

AGNOSTİK TUTUM

A, Agnostik kime denir?, Agnostik tutum, Agnostiklerin Tanrı inancı, agnostisizm, agnostisizm nedir, Ateist Agnostik, Bertrand Russell, din, Tanrı vardır yada yoktur,
Agnostisizm, tanrının varlığının ya da yokluğunun ispat edilemeyeceği inancıdır. Pek çok Agnostik, şu anda bir tanrı hakkında hiçbir şey bildiğimize inanmıyor ancak bazıları için bunun gelecekte değişebilme ihtimali vardır. (Bkz: Agnostisizm Nedir?)

  • Belirli bir Tanrı'ya, Tanrıçaya ya da tanrıların birleşmesine inanan bir kişi bir "Teist"dir.
  • Herhangi bir ilahın varlığını aktif olarak reddeden bir kişi Ateisttir.
  • Bir tanrının var olup olmadığı konusunda bir metodumuz olmadığını hisseden bir kişi, bir Agnostiktir.

Agnostisizm, Tanrının varlığına ya da var olmamasına ilişkin bir inançtır. Bir Agnostik, Tanrının varlığının, kanıtlanıp kanıtlanamayacağı hakkında düşünen bir kişidir. Onlar, ilahiyatçıların ve filozofların, Tanrının var olup olmadığını binlerce yıl boyunca kanıtlamaya çalıştıklarını ancak tanrının varlığının yada yokluğunun bilinemeyeceğini belirtirler.

Peki onlar teist'ler midir? Hayır, çünkü Agnostikler kesin olarak bir Tanrıya inanmıyorlar. Ancak kendini aynı zamanda Ateist olarak gören Agnostikler'de vardır. Çünkü "Ateist" teriminin iki anlamı vardır:

1) Hiçbir Tanrının olmadığına inanan bir kişi. Tanrıya inanmayan bir kişi. Yeni doğmuş bir bebeğin bir tanrı kavramının olmadığı gibi, bazı yetişkinlerin de böyle bir inancı yoktur. Ateizm terimi "Hayır, yok" anlamındaki A- ve Teizm (Tanrı) birleşimi ile basitçe "Tanrı yok" anlamına gelir.
2) Bir kişi, Tanrının varoluşunu aktif olarak inkar etmeden Tanrı'ya olan inancından yoksun olarak bir gayri-Müslüman olabilir.


Bazı Agnostikler, inançlarının ikinci tanımla eşleştiğini hisseder ve böylece hem Ateist hem de Agnostik olarak düşünür ve zaman zaman arasında kalabilirler.

Bir Agnostik genellikle, daha fazla kanıtın varlığını beklerken, Tanrının olup olmadığı sorusunu da aklında tutar. Gelecekte sağlam bir delil veya mantıksal bir kanıt bulunması halinde inançlarını değiştirmeye isteklidirler. Bununla birlikte, bazıları, bir ilahın varlığının ya da yokluğunun kanıtlanamadığı mantıksal bir yolun bulunmadığı tutumunu almıştır. Aslında bu tutuma sahip olan Agnostikler için Nihilizm daha uygun bir felsefi yol olabilir çünkü Nihilistler Tanrının varlığının yada yokluğunun insan duyu organları ile anlaşılamayacağına inanırlar. (Detaylı olarak okumak için : Nihilizm nedir?)

Bertrand Russell, 20. yüzyılın tanınmış bir İngiliz filozofuydu. Savaş karşıtı eylemlerinden dolayı Birinci Dünya Savaşı sırasında tutuklandı ve hapishanede bir form doldurdu. Subay, Russell'ın dinsel ilişkisini "Agnostik" olarak tanımladığını ve ona "Ah evet; hepimiz O'na kendi yolumuzla ibadet ediyoruz, değil mi?" dediğini iletiyor. İddiaya göre Russell'ın bu yorumu onu ilk birkaç gün hapis cezasına çarptırılmasına sebep olmuştu.

Yazan: Anu

TEK DİN İSLAM AMA ÜÇ FARKLI İSLAM

din, DP, islamiyet, İslamiyetin çelişkileri,Hangisi gerçek İslam, Gerçek İslam, 3 farklı İslam,Vehhabilik,Mehmet Şevket Eygi,Gazali,İbn Rüşd,İslam ve Kur'an apaçık değildir
Kimileri bizleri dinlere hakaret etmekle suçluyor. Ne hakareti? Sure, ayet, hadis paylaşmak ne zamandır hakaret oldu? Kur'an veya İslami kaynaklardan örnekler veriyorum hepsi bu. Sen bu paylaşımları hakaret olarak algılıyorsan bu senin sorunun. Mesela Zeyd'in eşi Zeynep’in bir ayet ile Hz. Muhammed'e eş yapılması konusunda hakaret ediyormuşum. Çarpıtma yapıyormuşum. Kuran veya sünnette yer almayan hangi hususu İslamiyette varmış gibi gösterdim? Hiç yüce Allah, peygamberine "kadınlar kendisini hibe etsin" der miymiş? "O’na teyzelerinin, halalarının, amcalarının kızlarını helal ettik" der miymiş? Yahu Kuran’da var. Ben demedim ki? Aç tefsirleri, mealleri oku be kardeşim! Hiç Kur'an'da kadın ve erkeği eşit yaratan ve eşit haklarla donatan yüce Allah kadınları Cariye yapar mıymış? Savaş ganimeti der miymiş? Açın ayetleri okuyun.

Hiç ravilerin sahih nitelendirmesinde bulunduğu hadislerde Hz. Muhammed’in yok 40 erkek gücünde olduğu, yok gecede kaç hanımıyla beraber olduğu ile ilgili hadis olur muymuş? Var be kardeşim, aç oku.

Tek bir yazımda Kuran veya Kütüb-i Sitte'de yer almayan, kaynağı olmayan/tamamen uydurma tek bir veri bulun, bu sitede yazı yazmayı bırakacağım.

Bu noktada Yalova Üniversitesi’nden İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Ebubekir SİFİL hocayı takdir edeceğim hiç aklıma gelmezdi. Adam İslamiyet’i olduğu gibi kabul ediyor. Ehl-i Sünnet Vel Cemaat doğrultusunda Sünni Hanefi İslam inancı neyi gerektiriyorsa aynen bunu söylüyor. Dışına çıkmıyor. Caner TASLAMAN ile tartıştıkları bir TV programında:  “Ayette kadını dövün diyorsa anlamı dövün ’dür. Ayeti eğip bükmeye gerek yok! Eğer hadiste sineğin bir kanadında zehir ötekinde panzehir var diyorsa bunu kabul edeceksin! ” diyor bu hoca. Var mı yanlışlık? Hele ki Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR ile tartışmaları var ki evlere şenlik. Onun sorduğu soruyu dinden sıyrılmış bir kişiden dahi duymadım. Hem İlahiyat fakültesinde doçent olacaksın hem de böyle bir soru soracaksın. Abdülaziz BAYINDIR Hoca’ya şöyle sordu: “Kuran-ı Kerim’in Kuran-ı Kerim olduğuna Kuran dışından bir delil getirin!”. Abdülaziz hoca kalakaldı. Bu bahsettiğim hususlarda Ebubekir SİFİL’in kendi videoları internet ortamında mevcuttur. Arama motorlarında araştırarak veya Youtube üzerinde arayarak rahatlıkla bulabilirsiniz.

Bu hususta bana kızabilirsiniz ancak eğer birisi İslamiyet’i yaşıyorum diyorsa eğip bükmeyecek. İslamiyet ne ise onu yaşayacak ve onu söyleyecek. Ağzı bir olacak. Tatlı su Müslümanlığı yapmayacak. “Aslında orada o denmek istenmemiş, Aslında orada anlatılmak istenen şöyle…” gibi cümleler kurmayacak. İşte bu nedenle Ebubekir SİFİL hocayı takdir ediyorum. Bizim bahsettiğimiz çelişkilerden (çelişki olarak adlandırmasa da) o da bahsediyor. Ancak o iman etme yolunu seçiyor. Yani “Allah böyle demiştir o halde böyle olmalı ve böyle yapmalıyız.” diyor. Kısacası Tatlısu Müslümanlığı yapmıyor.

Yani bizim bahsettiğimiz çelişkileri yaşayan ya da ortaya koyan sadece biz değiliz. Hakaret etmeden önce oku, araştır sonra eleştir.

Bu çelişkiler üzerinde o kadar çok yazı ve kaynak var ki. Yazıya girişten anlayacağınız üzere yine bu çelişkilerden devam edeceğim.

İhtiyarlık işte. İnsan yazı hazırlarken bazen konuları karıştırıyor bazen de aynı konuyu temcit pilavı gibi tekrar tekrar kaynatıp duruyor. Yazılarım arasında paralellik ve benzerlik olması doğal olacaktır. İhtiyarlığıma verin. Ancak bir husus var ki üzerine fasikül fasikül ansiklopediler yazılsa da cevabı yok. Bize göre yok. Dindarlara göre cevap var.

Dinden sıyrılanların çoğunluğunu aslında yaşadığı dini okuyup araştıranlardan çıkıyor. Tabi küçüklüğünden bu yana dinsel ögeleri reddederek ateist olanlar gibi istisnalar mevcut.

Dinden sıyrılma dönemine girenlerin yaşadıkları süreci bir cetvel haline getirsek, ilk bölümleri sorgulama aşaması kapsar.

Peki, insanlar sorgulama aşamasında kimi, neyi ya da kimleri ve neleri sorgular? Bu noktada birçok parametre var. Bu parametrelerden bir tanesi de din içi pratik çelişkiler.

Aslında bu çelişkiler bile kendi içerisinde dallanıp budaklanıyor. Ancak ben sadece biri üzerinde kafa yoracağım. Daha önceki bir yazımda “Mezhepler” hakkında yazmıştım. Mezhepleri açığa çıkaran hususlar ile ilgili bazı varsayımlarda bulunmuştum. Nasıl ve neden ortaya çıktılar vs.

Kendini “Elhamdülillah Müslüman” olarak nitelendiren her birey dinini en doğru ve en mükemmel haliyle yaşayarak gerçek bir “Mümin” olma peşindedir. Peki, en doğru ve en mükemmel dini nasıl öğreneceğiz? Elbette hocalar yardımıyla.

Hocaların hemen her hususa bir cevabı vardır. Bazen bu cevaplarına kaynak dahi getirirler. Kaynak olarak kimi hocaların veya İslam alimlerinin yüzyıllar evvel yazdıkları bilgiler ile bizi aydınlatırlar.

İçimiz sonsuz bir huzur kaplar. Hocalarımızdan öğrendiklerimizi hayatımıza uygular, bu doğrultuda sonsuz mutluluğu, cenneti, yani ahireti en güzel şekilde hak ederiz. Sanırım buraya kadar sorun yok. İbadetlerini yap, öğrendiğin bilgileri uygula, kendini Cenabı Hakka teslim et. Zaten cennetliksin. Mükafatların en güzeli seni bekliyor.

Şimdi Allah'ın dini ve emri tek olmalıdır. Bu konuda inançlı okurlarımız ile hem fikiriz. İbadetler olsun, pratikler olsun, sünnetler, yorumlar… Hepsi ortak olmalıdır. Sonsuz kudrete sahip yüce yaradan hiç bunlardan yoksun olur mu? Hiç yoruma açık olur mu? Her şey Hz. Muhammed vasıtası ile Kuran-ı Kerim’de şüphesiz ve apaçık bildirildiğinden dolayı ortada farklılık olamaz. Anca usul de belki farklılıklar olabilir ki bunlar da zaten işin tuzu biberi.

İşte tamda bu noktada sorun başlıyor. Küçükken İslamiyet tekti benim için. Yani Tüm Müslüman ülkeler aynı şekilde ibadet ediyor, aynı şekilde yaşıyor, aynı şekilde inanıyordu. İslamiyet’in mucizelerinden bir tanesi de buydu bana göre.

Ancak baktım ki tamda böyle değil. Hemen her İslam ülkesinin ayinleri ve inanç şekli ayrı. Mesela İran şii. Onlar farklı. Tesettür, Allah inancı ve Kuran aynı olmasına rağmen pratikler inanılmaz farklı. Resmen Siyah ve Beyaz gibi. Siyah ve Beyaz’ın ortak yanı bir renk çeşidi olmaları. Onun dışında ortak yanları yok. Yani, İran ‘da Müslüman, Türkiye’de Müslüman, Arabistan’da Müslüman. Ancak hepsi birbirinden farklı. Hangisine sorsanız diğerleri sapkın ve cehennemlik. Kendisinin ki cennete giden yegane yol.

Şimdi inançlı okurlarımız da cennet ile müjdelenene müminlerden olmak istiyorken şu soru akıllarına takılmıyor mu? : "İyi de doğrusu hangisi?"

Sünnilik, Şiilik, Vehhabilik… Hangisi doğru? Size göre Sünnilik ile cennete gideceğiz. Ya onlara göre? Onlara göre de onların mezhebi sadece Cennet'e gidecek. Şimdi Cennet'e giriş hakkını kim kazanacak? Hepsi kazanabiliyor mu? Mantıken hayır. Mantığı geçin, istediğiniz hocaya ve alime sorun, onlar sapkın.

Kısacası, birisi hak ise öbürlerinin cehennemlik olması lazım. Peki, HAK olan mezhep hangisi? Hak Din İslam ise Hak Mezhep hangisi? Allah’ın dini farklı farklı olur mu?
Resmen “Meksika Açmazı” var karşımızda.

Ülkemizde hâkim olan Sünni Hanefi İslamiyet ile Suudi Arabistan’da hâkim olan Vehhabi İslamiyet' i irdeleyelim:
Vazgeçtim. Şimdi irdeleyen ben olursam cahillik ile suçlanacağım.

İyisi mi İslami camiada saygı duyulan bir isimden, Mehmet Şevket EYGİ'nin bu konuda ki fikirlerine bakalım. Kendisinin 06.11.2008 tarihli Milli Gazete ’de yayımlanan makalesine bir göz atalım:

Türkiye de siyasi iktidar İbn Teymiyyeci, İbn Abdülvehhabçı Vehhabîlerin eline geçse ve aşağıda anlattığım işleri yapacak güçleri olsa mutlaka yaparlar:
(1) Başta İstanbul da Eyyub Sultan semtine şeref veren Ashab-ı Kiram ın büyüklerinden, mihmandar-ı Resûl-i Kibriya (Sallallahu Aleyhi ve sellem), gerçekten büyük mücahid Ebu Eyyub el-Ensarî radiyallahu anh efendimizin türbe-i şerifini yıkarlar. Mezarını düzleyip yerini bilinmez hale getirirler. Ülkede bir tek evliya türbesi bırakmazlar, dümdüz ederler.
(2) Sadece bununla yetinmezler, ne kadar eski yeni Müslüman kabri varsa kırarlar, düzlerler.
(3) Tarikatlar bizde zaten yasak, açıkça zikrullah yapılamıyor; onlar büsbütün yasaklar.
(4) Mevlid-i şerif okunmasını yasak kılarlar.
(5) En makbul ve muteber salavat kitabı olan Delail-i Hayrat ı yasak ederler, mevcut nüshalarını toplayıp imha ederler.
Gerçek mi söylüyorum .. Suudî Arabistan da bu dediklerim yapılmamış mıdır? Sadece Efendinizin (sallallahu aleyhi ve sellem) türbe-i şerifini yıkmadılar, daha doğrusu yıkamadılar.
Şimdi bazı kimseler itiraz edecekler ve "Onlar namazın ikamesi, cemaate devam, kadınların tesettürü, şer î hadlerin muhafazası gibi çok faydalı işler de yapıyorlar..." diyecekler. Elbette yapıyorlar, bunları inkâr eden yok. Namaza ve cemaate, tesettüre önem veriyor diye yanlış taraflarına, bilhassa akaid sahasındaki bozukluklarına göz mü yumalım
Akaid sahasındaki bazı bozuklukları nelerdir?
Müslümanların büyük kısmını şirk ve küfür ile suçluyorlar. Onlara göre dünya üzerindeki Müslüman sayısı pek azdır.
Allah-u Teâlâ hazretlerine cisim, cihet, el, ayak, yüz isnad ederek mücessime fırkasıyla paralellikler arz ediyorlar.
İslâm ın bir boyutu olan tasavvufu inkâr ediyorlar, tasavvuf ve tarikat büyüklerine müşrik, "Şeytan evliyası" diyorlar.
Tevessülü ve istigaseyi sapıklık olarak kabul ediyorlar.
Vehhabî isyanları esnasında, kendileri gibi inanmayan Müslümanların kanlarını heder, mallarını ganimet olarak kabul etmişler, çok Müslüman kanı dökmüşler, çok yağma yapmışlardır. (Eyüp Sabri Paşa nın "Tarih-i Vehhâbiyan" kitabını okuyunuz. Bugünkü Türkçeyle yanında Osmanlıcası hem İslam harfleriyle, hem latin harfleriyle hepsi tek kitap halinde baskısı vardır.)
Ehl-i Sünnet büyüklerinden Ruhü l-Beyan tefsiri sahibi Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri, Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî hazretleri için "O hâtemü l-Evliyadır" buyurmaktadır. Vehhabîler ise, pîrleri İbn Teymiyye gibi ona "Şeyh-i Ekfer" (En kâfir şeyh) derler. Vehhabîlerin ve zihniyetlerinin hakim olduğu yerlerde İbn Arabî yi yüceltmek, açıkça sevmek yasaktır.
Vehhabîlik tek boyutlu ve çok bozuklukları olan bir İslâm anlayışıdır.
Onlar kendilerine Vehhabî denilmesinden hoşlanmazlar, kendilerini Selefî olarak tanıtırlar. Bu selefîlik, İslâm ın başındaki Sâlih Seleflere mi dayanır Hayır, kurucusu İbn Teymiyye olan bir fırka veya mezheptir.
Tarih boyunca dünyanın çeşitli coğrafyalarında çeşitli İslâmî uygulamalar olmuştu. Birkaçını zikr edeyim: Emevî uygulaması, Abbasî uygulaması, Fatımî uygulaması, Hindistan da İslâm sultanlığı uygulaması, Endülüs uygulaması, Osmanlı uygulaması, Vehhabî uygulaması, İran uygulaması...
Bu uygulamada, Kur ân a ve Sünnet e en yakını Osmanlı uygulamasıdır. Nitekim 19 uncu asırda yaşamış büyük alimlerden Mekke Şafiî Reisü l-uleması Zeyni Dahlan hazretleri Fütuhat-i İslâmiye Tarihi adlı eserinin Osmanlılar bölümünde "Hulefa-i Râşidîn den sonra Kitap ve Sünnete en uygun İslâmî devlet Osmanlı devletidir" demektedir. (Bu zatı Vehhabîler hiç sevmezler. Çünkü "Ed-Dürretü l-seniyye fi r-Reddi ale l-Vehhabiyye" adında bir reddiye kitabı yazarak Vehhabîliği çürütmüştür.)
Vehhabîlik konusunda Ehl-i Sünnet alimleri şu ana kadar binlerce red kitabı ve risalesi telif etmişlerdir.
Günümüzde birtakım ilahiyatçılar Vehhabîliği gerçek İslammış gibi yorumluyorlar. Gerçek İslam Ehl-i Sünnet İslamlığıdır ve onunla Vehhabîlik arasında hayli derin uçurumlar, büyük uyuşmazlıklar bulunmaktadır.
Suudî Arabistan, petro dolarla dünyanın her yerinde Vehhabîlik propagandası yapmakta, ekipler çalıştırmakta, kitaplar yayınlamaktadır. Bir ara Almanya daki imamların maaşlarını Mekke deki Râbitatü l-İslâmiyye teşkilatı veriyordu.
Keşke bu paralarla Kitap ve Sünnete uygun gerçek İslâm ın propagandası, daveti yapılsaydı... Heyhat!
Vehhabîlik mezhebi diyorlar. Doğrusu Vehhabîlik fırkasıdır.
Vehhabîlerin son devirde yaşamış, kendilerince büyük alimlerinden biri Medine-i Münevvere deki İslam Üniversitesi rektörü Abdülaziz bin Baz dır. Bundan kırk sene önce bu zat ile bir görüşmem olmuştu. Kendisinin iki gözü ama idi, yani görmezdi. Bir derste Kur'ân'daki müteşâbihatın tevil edilmemesi gerektiğini, zahirî ve lügavî manalarına alınmasını söylemiş. Talebelerinin biri de itiraz etmiş (Ne cesaret), hoca diretmiş, talebe de onu "Bu dünyada kör olanlar, ahirette de kör olacaktır ayetini sizin zihniyetinizle yorumlarsak, siz ahirette de kör kalacaksınız..." diyerek çürütmüş. Öğrencinin akıbeti acaba ne olmuştur
Bu Bin Baz cenaplarının, yer küresinin yuvarlak olmadığına, güneşin etrafında dönmediğine dair bir de matbu (basılmış) kitabı vardır.
Medine de iken duymuştum. Bu Abdülaziz bin Baz bir gün o kutsal caminin bir köşesinde şöyle vaaz ediyormuş: "Tarikat velileri, mesela Gazalî, Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî ve diğerleri evliyaurrahman değil evliyauşşeytandır..." Bunu duyan yerli Sünnî Müslümanlar kısık sesle "Neuzübillah (Allah a sığınırız)" diyerek oradan uzaklaşmışlar.
Ülkemizde şu anda hayli Vehhabî yazar, hoca, ilahiyatçı, yayıncı bulunmaktadır. Bunlar bilhassa internet siteleriyle propaganda yapıyor. Yayınladıkları kitap ve risalelerin sayısı da az değildir.
Böyle giderse, petro dolarlarla beslenen bu akım Ehl-i Sünnet i ikinci plana itebilir.

Yazının tamamına yer vermemin sebebi, eğer aradan belirli cümleleri seçsem hemen suçlamalar gelecekti “Yazının tamamına bakmadan cımbızla ayıklamışsınız, Ya öyle denmiyorsa!...” neden yazının tamamını buraya koyduğumu şimdi anlamışsınızdır.

Bizi eleştirenler Kuran’da yer alan ayetleri eğip bükmek ile suçluyorlar.
Bakın bakalım ayetleri eğip büken biz miyiz? Yoksa ayetleri eğip bükerek, farklı anlamlar çıkartıp İslamiyet’i mezheplere ve fırkalara bölen hocalarınız ve alimleriniz mi?

Bu yazıda yer alan hususlar ile ilgili türlü reddiyeler geliştirerek türlü türlü cevaplar verebilirsiniz. Hatta bu reddiyeleri "Yüce Öngörü sahibi, yıllar önce yaşamış bilmem ne hoca efendi hazretleri" de risalelerinde yazmış olabilir. Zaten bu hususlar yüzyıllardır tartışılıyor.

Eğer ki beyin kıvrımlarınızda bu sorular ve çelişkiler dolanıyorsa sizi şeytan kandırmıyor ya da nefsiniz size ihanet etmiyor. Mantığınız ile baş başa kaldınız. İster kendi öz mantığınıza uyarsınız, isterseniz başkasının mantığına. Size kalmış.

Ortada tek ve son olan din İslam var. Ama bu İslam aynı zamanda 3 farklı model almış. Sünni, Şii, Vehhabi… Ben çıkamadım bu Meksika açmazından. İnançlı arkadaşlar çıkar umarım.

Bu noktadan sonra dinden sıyrılmış okurlar yazıya devam etmeyebilirler. Ancak, inançlı okurlarımıza yönelik olarak midenize son bir küçük sinek, aklınıza bir Hin’lik düşürerek yazıma son vereyim. Normal tabi. Benim gibi sapkın, cehennemlik, şüphesiz zalimlerden olan birinden ne beklenir ki? Neyse sadede geleyim.

Şu meşhur Gazali’yi hepiniz bilirsiniz. Hani ülkemizde ne kadar Tasavvuf ehli varsa onların Piri. Ehli Sünnet Vel Cemaat Hanefi Sünni mezhebinin neredeyse kutbu olan Gazali.

Ya İbn Rüşd’ü bilir misiniz? Biliyor iseniz ya İbn Rüşd’ün Gazali’ye yaptığı o muhteşem reddiyelerden haberiniz var mı? Eğer İslam alemi vakti zamanında Gazali değil de İbn Rüşd’ü tercih etseydi şu an nasıl bir İslam coğrafyasından yaşıyor olunurdu?
Hadi bir araştırın bakalım.
Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

TARİHTE BİR GİZEM : SODOM VE GOMORA'NIN YIKIMI

A, Anunnaki gizemi, Anunnakiler, din, hristiyanlık, Sodom ve Gomora, Sodom ve Gomora'nın yıkımı, Sodom ve Gomora'nın yıkımına dair gizem, Sodom ve Gomora'yı Anunnakiler mi yıktı?, yahudilik,
YARATILIŞ 19:
24 - RAB Sodom ve Gomora’nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırdı.
25 - Bu kentleri, bütün ovayı, oradaki insanların hepsini ve bütün bitkileri yok etti.
26 - Ancak Lut’un peşi sıra gelen karısı dönüp geriye bakınca tuz kesildi.
27 - İbrahim sabah erkenden kalkıp önceki gün RAB’bin huzurunda durduğu yere gitti.
28 - Sodom ve Gomora’ya ve bütün ovaya baktı. Yerden, tüten bir ocak gibi duman yükseliyordu.
29 - Tanrı ovadaki kentleri yok ederken İbrahim’i anımsamış ve Lut’un yaşadığı kentleri yok ederken Lut’u bu felaketin dışına çıkarmıştı.

Eski Ahit'e göre Sodom ve Gomora, eski çağlarda doğaüstü yollarla tahrip olan iki antik şehirdi.

Bu kentler, Ölü Deniz kıyılarında bulunan İncil'deki Pentapolis'in parçası olan iki şehir olarak tanımlanıyor. Ölü Deniz'in yanındaki Siddim vadisinde yer alan Gomora ve Sodom, Adma, Zoar, Zeboim ile birlikte ovadaki beş şehirden ikisiydi.

Sodom ve Gomora'nın hikayesi öncelikle, Yaratılış 19'da geçer. Bu bölümde Tanrı, bu şehirlere olan yıkımını ve bu bölgelerde oturan insanların sapkınlıklarından dolayı onları cezalandırdığını bildirilir.

YHWH Sodom'a yağmur yağdırdı ve Gomora'ya yanan sülfür göndererek bu şehirleri ve onların içindeki bütün insanları yok etti.

“(Yaratılış 19: 29) Tanrı ovadaki kentleri yok ederken İbrahim’i anımsamış ve Lut’un yaşadığı kentleri yok ederken Lut’u bu felaketin dışına çıkarmıştı (2 melek göndererek)."

Kutsal yazıların bu bölümünde, Gomora'nın meleklerin ziyaretlerinin bir parçası olması ya da Lut'un bu komşu şehir Sodom ile herhangi bir bağlantısı olduğu anlamına gelmez.


Musa, Tesniye 29:22-23 bölümlerinde Sodom ve Gomora'nın yıkımına değiniyor:
22 - Sizden sonraki kuşak, çocuklarınız ve uzak ülkeden gelen yabancılar ülkenizin uğradığı belaları, RAB'bin ülkeye gönderdiği hastalıkları görecekler.
23 - Bütün ülke yanacak, tuz ve kükürtle örtülecek; tohum ekilmeyecek, filiz sürmeyecek, ot bitmeyecek. Ülke RAB'bin kızgın öfkesiyle yerle bir ettiği Sodom, Gomora, Adma ve Sevoyim gibi yıkıma uğrayacak.

Sodom ve Gomorra kentleri hakkında Kur'an da dahil olmak üzere çeşitli metinlerde gerçekler ve efsanelerin bir karışımı olan açıklamaların ayrıntılarını bulduğumuz bir bilgi hazinesi vardır.

Sodom ve Gomorra'nın efsaneleri gerçekleşmesi kaçınılmaz olan bu felaketten dolayı ölüme mahkum edilmiş bu şehirleri terk etmeleri için onları açıkça uyarmış olan tuhaf kişiliklerden, melekler ve diğer tanrılardan bahsetmektedir. Bu hikayeler farklı açıklamaların bir karışımıdır.

Birçok İncil bilgini Sodom ve Gomora'nın dünya gezegeninde var olabilecek en kötü şehirlerden olduğunu söylemektedirler.

Bu şehirler bin yıllık dönemde kayboldu ve sadece son yıllarda, bu mistik şehirler ve onların kaderleri hakkında düzinelerce farklı teori öneren uzmanlar tarafından geçmişte bu şehirlerin bulunduğu bölgeler olarak düşünülen bazı sahalar belirlendi.

Fakat bu olaylar gerçekse geçmişte burada gerçekten ne oldu ve hikayeler tam olarak ne anlatıyorlar?
Sodom ve Gomora hakkında konuşurken bilmemiz gereken şeylerden bazıları da İncil'de anlatılmaktadır.

İncil, olanların hikayesini şöyle anlatıyor:
24 - RAB Sodom ve Gomora’nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırdı.
25 - Bu kentleri, bütün ovayı, oradaki insanların hepsini ve bütün bitkileri yok etti.
26 - Ancak Lut’un peşi sıra gelen karısı dönüp geriye bakınca tuz kesildi.
27 - İbrahim sabah erkenden kalkıp önceki gün RAB’bin huzurunda durduğu yere gitti.
28 - Sodom ve Gomora’ya ve bütün ovaya baktı. Yerden, tüten bir ocak gibi duman yükseliyordu.
(Yaratılış 19:24-28)

Coğrafi konumlarına dair bulgular karışıklık oluşturmaya devam ediyor. Ancak, bazı uzmanlar Sodom ve Gomora antik kentlerinin Bab edh-Dhra ve Numeira olduğuna inanıyorlar.

Bab edh-Dhra, Wadi Kerak'ın güney kıyısında, Ölü Deniz'in yakınında bulunan bir İlk Tunç Çağı yerleşmesidir. Bazı İncil bilginleri bunun “Sodom” antik kenti olduğunu iddia ediyorlar. Fakat birçok arkeolog aynı fikirde değil.

Bu iki önemli tarihi kentin konumu uzmanlar için bir gizem olarak kalırken, eski çağlarda dünya dışı ziyaretçi kuramcıları Sodom ve Gomora'nın 4000 yıl önceki uzak geçmişin Hiroşima ve Nagazaki'si olduğunu öne sürüyorlar.

İlkel zamanda dünya dışı varlıkların ziyareti (başka gezegenden gelen astronotlar) kuramcıları, İncil'de ve diğer dini metinlerde anlatılan bu eski açıklamalarda bu iki şehrin Tanrı'nın gazabı tarafından değil, dünya üzerinde var olan dünya dışı varlıklar tarafından gerçekleştirildiğine, onların son derece gelişmiş silahlarını kullanmasıyla şehirleri nasıl yok ettiğini gösterdiklerini düşünmektedirler. Dünyada var olan değil, varlıklar tarafından Dünya'ya getirilen gelişmiş silahlar.

Sodom ve Gomora'nın bulunduğu iddia edilen bölge de oldukça ilginçtir.

Ölü Deniz'in yüzeyi ve kıyıları, dünya'nın karadaki en düşük kotunu temsil eden, deniz seviyesinden 429 metre aşağıdadır.

Ölü Deniz, onu dünyadaki en derin hipersalin (deniz suyu tuzluluğundan daha yüksek derecede tuzluluk oranı) gölü yapan 304 m derinliğe sahiptir.


% 34,2 oranında tuzluluk oranıyla Ölü Deniz, dünyanın en tuzlu sularından biri olabilir, Antarktika'daki Vanda Gölü (% 35), Cibuti'deki Assal Gölü (% 34.8) ve daha küçük nehirler Ölü Deniz'e akar.

Ürdün nehri, Yahudilik ve Hristiyanlıkta, bir bakıma da İslamiyet'te büyük bir öneme sahiptir. Buranın, İsrail oğullarının Vaat Edilmiş Topraklara geçtiği ve Vaftizci Yahya'nın Nasıra'lı İsa'yı vaftiz ettiği yer olduğu söyleniyor.

İlginç bir şekilde, bilimsel ölçümlere göre, yanan güneşin altında buharlaşma, Ölü Deniz'in yüzeyinde günde 230 milyondan fazla küp hızda gerçekleşir.

Arap geleneğinin de belirttiği gibi, gölden buharlaşan çok tehlikeli zehirler vardır, o kadar tehlikelidir ki kuşlar bile onların üzerinden uçamazlar.

Şahsi kanaatimce kutsal atfedilen kitaplar (Tevrat, İncil, Zebur, Kur'an vb.) tamamen insan ürünüdür ve antik dönemdeki bu insanlar öğrendikleri, karşılaştıkları, hayal ettikleri olayları ve duydukları bazı efsaneleri bu kitaplarda yazıya dökmüşlerdir.

[BİR TEORİ] Böyle bir olay kesinlikle gerçekleşmiştir diyemem, fakat eğer olduysa, bana göre bu büyük ihtimalle bunun sebebi Anunnakiler ile homosapienler arasındaki sahip-köle ilişkisi olabilir. Enki'nin 14 tabletinde çok çalışmaktan sürekli isyan eden dünyalı köleler (homosapienler) Anunnakilere karşı ayaklanmış ve akabinde onlar tarafından nükleer silahlar ile vurulmuş olabilirler. Uzun bir süre yaptıkları dna ve gen çalışmaları ile eski ilkel insanı geliştirip rahimlerden daha gelişmiş halde "homosapien" olarak çıkaran ve onların gelişmesini sağlayan Anunnakiler isyanın cevabını ölümle vermiş olabilirler.

Eğer tüm dünyadaki, dünyanın farklı bölgelerinden dünya dışı yaşam formuna dair antik tabletleri, yazıtları, metinleri, heykel ve diğer bulguları takip ediyor ve çevirilerini okuyorsanız, kutsal kitaplarda geçen bu olayı anlamlandırmak daha kolay oluyor.
Lütfen bunları hiç araştırmamış antik dönemden beri insanın geçmişine ve onlardan geriye kalanlara hiç merak duymamış iseniz, okuduğunuz ve delil olarak gördüğünüz tek şey inandığınız dinin kitabı ise yukarıda yazdıklarım için "saçmalamışsın" demeyin, bunu demeden önce dünya dışı yaşam formlarının antik dönemde dünya ziyaretlerine dair dünyadaki tüm bulguları okuyunuz.

Bunlardan bazıları:
Dahası için, zaten evinizde internet var, tüm antik dönem bulgularını araştırabilirsiniz.
(Görmek istemeyen yine de görmez ama, en azından ben söylemiş olayım).

Yazan & Derleyen & Çeviren: Anu

TAPINAK ŞÖVALYELERİNİN SON BÜYÜK LANETİ

Yazan & Çeviren: A.Kara
A, din, hristiyanlık, tarih, Tapınak şövalyelerinin büyük laneti,Tapınak şövalyelerine neden komplo kuruldu,Fransa kralı Philip'in tapınak şövalyelerini öldürmesi, tarih, Tapınağın düzenine ait diğer şövalyelerin yanı sıra 18 Mart 1314'de yapılan işkence ve aşağılamaların ardından, tapınak şövalyelerinin son büyük üstadı olan Jacques de Molay bir iskele üzerinde yakıldı.

Jacques de Molay 1293 ile 1305 yılları arasında Müslümanlara yönelik bir dizi sefer düzenleyerek 1298'de Kudüs'e girerek Emesa kenti yakınlarındaki Mısır Sultanı Malej Nacer'i 1299'da yenilgiye uğrattı.

1300'de Molay, İskenderiye'ye bir saldırı düzenledi ve Suriye sahilindeki Tartus kentini kurtarmak üzereydi, ancak sonunda yenilgiye uğradı.

1307'de Papa 5.Clemens, Barbar Beltran ve Fransa kralı 4.Felipe , Jacques de Molay'ı tutuklattılar ve akabinde diğer şövalyeler kutsal haça karşı saygısızlık yapmak, kutsal eşyaları satmak, Baphomet ve Lucifer'a tapmak, sapkınlık ve putperestlik gibi suçlamalarla itham edildiler.

Molay, kendisine yüklenen suçlamaları uygulanan işkenceler yüzünden kabul etmek zorunda kaldı,  fakat daha sonra bu söylediklerini geri çekti.
Bu eylemi ise, işkence altında itiraf etmek zorunda kaldığı tüm suçlamaları kamuoyu huzurunda ve Notre Dame Katedrali'nin önünde bir kez daha tekrarlayarak zorla kabul ettiği, bir iskele üzerinde yakılarak öldürülmesi şeklinde son buldu.

Ölmeden önce, kendisinin ve adamlarının kendilerine verilen her görev için zafer kazandıklarını, Fransa'ya olan sadakati ile gurur duyduğunu ve Fransa Kralı'nın tapınak şövalyelerini yok etmek için zorlandığını biliyorlardı. Bu aldatıcı ihanete karşı ölmeden önce herkese lanet okudu.

Ölmeden önce Jacques de Molay, masumiyetini ilan etti ve efsaneye göre, komplo suçundan suçlu bulundu:
“Tanrı, kimin yanlış olduğunu ve günah işlediğini biliyor. Talihsizlik kısa süre sonra bizi kınamış olanları mahkum edecek; Tanrı bizim ölümlerimizin intikamını alacak. Hata yapmayın, bize karşı olan herkes bizim yüzünden acı çekecek. Yüzümü Efendimiz Mesih'imizin doğduğu Meryem Ana'ya doğru çevirmeniz için yalvarıyorum. ”(Geoffroi de Paris)

Bazıları onun lanetinin gerçek olduğunu çünkü olaydan bir ay sonra Papa Clemens'in öldüğünü ve Kral Philip'in ise yıl sonu gelmeden bir av sırasında kaza geçirerek öldüğü söylediler.

Tapınak düzeni 1129 yılında doğdu ve hızlı bir şekilde Orta çağ Hristiyanlarının en prestijli örgütlerinden biri olarak kuruldu.
Haçlı seferlerinde acımasızca savaşıyorlardı ve finans yönetiminin öncüsü olarak modern bankacılık sisteminin temellerini attılar.
Zamanla, bir çok devlete borç para verebilmek için çok daha fazla para ve güç kazandılar. Alacaklılarından biri Fransa Kralı Philip'in kendisi idi.

Paranın korunması ve örgütün sona erdirilmesi yönündeki düşünceleriyle 1307'de tapınak şövalyelerinin sonunu getirmek için Papa V.Clemens ile birlikte bir komplo kurduğuna inanılır.

15 YIL TANRI VE ATEİZM | 9

Yazan: Zübeyde Savaş
15 yıl tanrı ve ateizm 9, din, Farklı tanrılar, Gerçek hayat hikayesi, Küçük çocuklara tanrı masalları, Tanrılar nasıl oluştu?, Zübeyde SAVAŞ,

15 YIL TANRI VE ATEİZM | 9

Yetkili:
- Barış’ın bir suçu yoktur, bu koyunlarda bazen görülen sürü psikolojisi dedikleri bir olay yaşanmıştır, sürü liderinin atlamasıyla koyunların da atladığı bu bir çok yerde görülmüştür, burada yaşanan olay budur dua edelim ki bu kadar büyük bir sürü tamamı da atlayabilir ve ölürdü.
Köylüler ikna olmamıştır hala kızgın ve öfkelilerdir, içlerinden biri:
- Ben anlamam zararımı kim verecek, Barış dikkatli olsaydı bunlar olmazdı, ben söylediklerinize inanmıyorum.
Yetkili:
-Benim raporum bu şekilde, çobanın hiç bir suçu yoktur, ölen koyunlarınızı gömün.
Köylülerden biri:
- Yok kardeşim benim zararımı kim karşılıyacak.
Barış üzgündür, çok sevdiği koyunları bir yana, hiç görmediği köylülerin  öfkesi bir yana.
Barış:
- Ben sizlerin bu zararını karşılıyacam.
Ramadan sinirlenir:
- Yetkililer sizlere nasıl olduğunu anlatıyor sizler suçlu arıyorsunuz ortada, Barış neden zarar ödesin sizlere.
Köylülerden biri:
- Sen karışma, zararı Barış karşılıyacak yok öyle rapor falan biz inanmıyoruz, tanrının izniyle olay çözüldü suçlu ve cezası verildi.
Ramadan sinirlerine hakim olamaz:
-Sizler bir umudu gerçek zanneden inanan, gerçek olanı ise göremiyecek kadar zavallı nefes alanlarsınız.
Köylüler Ramadan’nın sözlerini anlamamış, zararları karşılandığı için sakinleşerek ölen koyunların gömülmesini Barış’a bırakırlar oradan ayrılırlar.
Barış ve Ramadan ölen koyunları gömmeye başlarlar, hiç konuşmazlar, Ramadan çok üzgündür dostunun durumuna, Barış'ın göz yaşları toprağa yağan yağmur tanesi gibi, yüksek sesle duaları duyulurdu dağlardan saatlerce, köylülerin neden kendini suçladığını bir anlam veremezken bir yandan da yıkılan hayalleri vardır, bir de ölen koyunların paralarını nasıl ödeyeceğini düşünür, yıllarca köylülere çok para kazandıran bir anda kötü sözlerle karşılaşması çok derinden üzülmüştür,  tanrının bir bildiği vardır diye düşünür kendi hakkında, koyunları toprağa gömdükten sonra. Barış yorgun ve üzgündür.
Barış:
- Dostum bana kışın çalışmak için iş bulabilirmisin.
Gözleri yaşla dolar, hayelleri  kalmamıştır. Ramadan duygulanır, öfkelidir köylülere.
Ramadan:
- Elimden geleni yaparım.
Üç dört gün sonra akşama iki üç saat kala Ramadan gelir ve sohbet ederler, Barış Ramadan’a tanrının yüceliğinden ve sonsuz kudretinden bahseder devamlı. Ramadan tebessüm ederek:
- Bir de hayatımı ben anlatayım sana hiç bana sormadın hayatımı.
Barış:
- Geçmişini bilene geçmişi sorulur mu sence.
Ramadan uzanır yere yavaşca gözleriyle sanki bir yıldız arar gök yüzünde, konuşmaya başlar sözler sık sık boğulur dukaklarının arasında, kalbinden gelen acıyla bütünleşir.
Ramadan:
-  Üç erkek kardeşdik bir de babam, babamı dedem büyütmüş, çok zeki ve bilgi dolu olduğunu söylerdi babam. O da Irak, İran savaşına gitmiş bir daha dönmemiş. Dedemin savaşa gitmesinin nedeni din kardeşlerine yardım ve savaş sonunda toprak vereceklerini söylemişler onun da gitmesi bundan olmalı çaresizlik diyelim. Bir dağ köyünde büyüdüm, annem küçük kardeşimin doğumunda ölmüş, babam bizleri tanrı inancıyla büyüttü onu da babası. Tanrı bir gün bize mutluluk ve para verecek sizler de tanrı için dualar edin saygıyla, sevgiyle yaklaşın herkese derdi ve bu bizim için yaşam haline gelmiş bütünleşmiş din yaşantısı olmuştu, çocukken bile kim daha fazla dua eder diye yarış yapardık tanrı da bizim ailemizi mutlu etsin diyerek, babam yoksulluğumuzu bir oyun gibi anlatırdı bize. Bir gün paramız olcağına inanırdık, babam genelde tanrı bir gün bize para verdiğinde nasıl değerlendirip boşa para harcamamamız gerektiğini bizlere öğretiyor, sakın üzülmeyin yoksulluk oyunu oynadığımıza, biz aile olarak kazanacağız, bakın o zaman etleri, çikolotaları, ayakkabıları, elbiseleri ve bunun gibi, güzel ve sevgi dolu sözlerli anlatırdı, tanrıya güvenmemizi sağlardı,  o kadar fakirdikki bize bitli derlerdi, aynı yaşdaki çocuklar benle oynarken aileleri izin vermezdi, üzerimize yeni alınan hiç kıyafet hatırlamıyorum, küçük bir tarlamız vardı mısır eker ve un yapardık yaz, kış mısır ekmeği o da kısıtlıydı, ekmeği pişirecek yağımız olmadığından kestane yaprağına sarar pişirirdik, buğday ununun ekmeğinin kokusu bizlere nasıl koktuğunun bir tarifi yoktur, köy fırınında bayanlar ekmek yaparken yalvarırdık, bize de sıcak ekmek versinler diye verildiğinde evimizde bayram olurdu, yazları daha çok severdik ormandan çilek, mantar ve yenilebilir bir sürü ot toplar çorba yapardık,  kestane ve bir sürü meyve olurdu her ayın meyvesi vardı, tek kötü olansa ayaklarımıza giyecek bir ayakkabı olmamasıydı bunu dert etmez tanrı oyununu biz kazanacağımıza inanırdık, babam ve küçük kardeşim verem hastasıydı devamlı et, süt, balık, tavuk gibi vitaminli yiyecekler yemeleri gerekiyordu ama nerde, babam ve abim yaz başlarken mevsimlik tarla da çalışmaya giderlerdi üç dört ay bazen beş ayı bulurdu, ben on yaşına geldiğimde abim ve babamla çalışmaya başladım, çalışan işçilere su veriyor küçük kardeşimle oynuyordum, ailecek çok dindardık tanrı evin her köşesinde konuşulur ve övgüyle bahsedilirdi, ailemden kim ne iş yapsa hep tersine gider bir türlü düzgün olmazdı, babam ve abim  kimseye kötülük düşünmezlerdi, yazın kazanılan para kışın yetmez ve günde bir kez mısır ekmeği yer sadece uyumakla geçirirdik, abim bazen kışları insanlarda ayılar gibi kış uykusuna yatsak derdi, babamın hastalığı artık gözle görülür şekilde arttı kemikleri sayılır biçimde zayıfladı, abim, babama süt içmesi için bir inek aldı, ineğin parasını yaz mevsiminde çalışarak vereceğini söyledi, evde çok mutlu olmuştuk, evin bir odasını ineğe verdik, ineğimize dağdan ot yaprak toplar, sütü bütün aileye yetiyor yağ, yoğurt dahi yapıyorduk ailemizin bir parçası olmuştu, babam ve abim çalışmaya gittiler o yazın daha fazla çalıştılar. İneğin parası ve kışa para kalması için, yolda gelirken parayı çaldırmışlar, ineğin sahibi para için her gün eve gelir kötü sözler söyler giderdi, abim durumu anlatırdı fakat adam çalar saat gibi her sabah evimizin kapısına gelirdi, ineği geri de almazdı, abim kışın inşaata çalışmaya gitti ineğin parasını kazanarak adama verdik, bir hafta sonra inek öldü hiç anlamadık inek daha gençti, biz gene tanrıya duamızı kesmiyorduk, on iki yaşıma geldiğimde o kışın sonlarına doğru babam yataktan kalkmaz halde yatıyor zar zor konuşuyordu, bir hafta bu şekilde geçti doktora gidecek paramızda yoktu, çok daha ağırlaştı abim köyde yaşıyanlardan yardım etmelerini istemişti köylüler gelerek artık babamın son saatleri diyorlar abim ısrarla bir doktora götürmek istediğini söylerdi fakat kimse abimi dikkate almamıştı, köy de bulunan din görevlisi eve gelerek dua okumaya başladı abim din görevlisinede doktora götürmek istediğini söyledi aldığı cevap:
- Tanrı ne derse o olur vakti geldi her halde, boşuna yormayalım zavallı adamı.

Bu sözler beynimize yazılmıştı, din görevlisi beş altı saat kadar dua okudu, babama bakarken gözlerine her yeri resmediyor her anı her gördüğünü sanki bu son bakışı son sözleri olacakmış gibi içimiz parçalanıyor ve gözüne bakamıyorduk, içimizden tanrıya dua ederek babamızı alma bize bırak diyerek yalvarıyorduk, din görevlisi sonra gitti akşam olurken, babam aynı durumda hasta yatıyordu, abimle gece her evin kapısını beraber tek tek çaldık babamızı doktora götürmek için borç para istedik yalvardık herkese sanki aynı cevapla yanıt verdiler ''keşke dün isteseydin'' babanın saatleri kalmış, bu sözlere sinirlenmişti abim, din görevlisinin evinede gittik, hem para istemek bir de babama dua okuduğundan  ne kadar borcumuz olduğunu öğrenmek için, din görevlisi kibarca tatlı sözlerle iki gün tarlasında çalışmasını istedi abimden, babam için para da vermedi, abim ve ben köyde bulunan yirmi altı evin kapısını boşa çaldığımızı ağlayarak öğrendik, abim sabahtan din görevlisinin tarlasına çalışmaya gidecekti, o gece babama nasıl yardım edceğimi düşünmekten uyuyamadım, babamın bizleri götürdüğü iki köy uzakta bulunan ırmak geldi aklıma, balık tutarak belki babam iyi olur dedim, babam bizleri vakit buldukca balık tutkaya oraya götürürdü, babamın kendi yaptığı olta vardı, sabahtan gitmek için oltayı yatağımın yanına aldım, sabah olduğunda ben de abimle evden çıkarak babam için  balık tutmaya gittim, ırmağın kenarına geldiğimde hayvan kemrelerinin ırmağın kenarına yarısı suyun içine karıştığını gördüm. Babam her zaman tatlı su balıkları solucanı çok sever derdi hayvan kemrelerini karıştırdığımda bolca solucan buluyordum. O gün nasıl olduysa beş altı  kilo kadar balık yakaladım çok mutlu oldum babama yardım edeceğim ve iyi olacağını düşündüm. Irmaktan öğleden sonra eve gitmek için ayrıldım, tanrıya dua etmeyi de unutmuyordum, balıkları ipe dizdim ağırdı fakat hiç yorulmuyordum. Yol boyu yürürken bir araba yanımdan geçti ve yirmi otuz metre kadar sonra durdu, arabanın arkasında benim yaşlarımda çocuklar bana bakıyorlardı, arabanın yanına geldiğimde arkada iki çocuk önde bir adam ve kadın vardı, arabayı altı yedi adım geçtiğimde, adam balıkları kaça sattığımı sordu, ben de satmadığımı babamın durumunu anlattım, adam çocuklara benimle ilgili bir şeyler söylüyordu kısık sesle ben anlamıyordum, adam arabadan inerek beni öptü, elimin içine çok fazla kağıt para verdi, ben neden para verdiğini  anlamadım adam arabaya bindiğinde bir  an da babamın her zaman söylediği yoksula, muhtaç olana ve size yardım edene yardım edin, sözü aklıma geldi. Ben de adamın çok balık yemek istediğini ve bulamadığını bana da yardım ettiğinden dolayı balık vermek istedim, tuttuğum balıkların yarısını verdim, adam teşşekkür etti oradan ayrıldı, elimde sıkı sıkıya tuttuğum paralara bakıyor ve ilk defa biri bana kağıt para verdiğinden çok mutlu olmuştum sevincimden eve kadar koştum, parayı elimle o kadar sıkıyordum ki canlı olsaydı her halde ölürdü, eve geldiğimde babam aynı durumda yatıyordu, babamı öptüm balıkları pişirmeye başladım bir yandan da babama paraları gösteriyordum, fakat babam konuşamıyor gözlerinde mutlu olduğunu ben görüyordum, benimle gururduyduğunu anlıyordum, biz aile olarak bir birimizi çok seviyorduk ben çoşkuyla balıkları pişirdiğimde babama az az yidirmeye başladığımda abim eve geldi olup biteni hemen sevinçle anlattım, abim bir anda evden çıktı ben anlamadım neden gittiğini, babama ve kardeşime balıkları yedirdiğimde abim geldi din adamının yanına giderek yarın gelemiyeceğini söylemeye gitmiş, yoksulduk ama gururluyduk, zaten kalanda sadece oydu en azından gururumuzu kaybetmiyorduk, abim nasıl dua ettiğini anlatamam göz yaşlarında dahi duaları görebilirdin, abim babamı sabahtan doktora götürdü, ben de balık tutmaya kardeşimi alarak gittim, o kadar balık tuttuk ki kardeşimle zar zor dinlene dinlene eve geldik, eve geldiğimizde abim ve babam da gelmişlerdi doktor iyi olacağını söylemiş bir poşet ilaç vermiş abim benim verdiğim parayla doktorun ve ilaçların parasını gugurla vermişti, babam iyi olacaktı çok sevinmiştik evimiz de bayram vardı, abim balıkların bir kısmını komşulara verdi bizler bolca balık yedikten sonra abim beş kutu getirdi açtığımızda içinde çikolatalar vardı, o gün yediğim çikolatanın tadını hiç bir zaman unutamıyor ve aynı tadı çikolotalar da bulamıyorum, babam her geçen gün iyi oluyordu, şimdi anlıyorum ki zavallı babam cahil insanlar yüzünden ölüme terk edildiğini, tek yapmadıkları canlı canlı toprağa gömmekti, aslında onu yapmaya çalıştılarya, babam iyi olmuş evin için de huzur ve güvenle ailemizle yaşamaya devam ediyorduk, babamın hastalığı omuzunda bekleyen akbaba gibi peşini bırakmıyordu, iyi beslenmesi gerekli olduğunu biliyorduk ben de büyüyor, kardeşimi de yanımıza alarak ailemize yardım ediyorduk o yaz çalışırken babam çok zayıflamıştı, iş bittiğinde köye gelmeden doktora gittik, doktor çok iyi bakılması gerektiğini  ilaçları mutlaka almamızı söyledi, babam ilaçları almamamız için defalarca uyardı ilk kez babamızın sözünden çıkarak ilaçları aldık, aslında babam kışın ihtiyacımız olan parayı kullanmak istemiyordu öleceğini bildiği halde bizleri düşünüyordu, o kışın ortalarına geldiğimizde sabah uyandığımızda artık babam yoktu. Babamın ölüsüne bakarken nerdeyse iç organları görülüyordu kemikleri derisinden çıkacak gibiydi, neydi bu açlık denen çaresizlik. Abim, kardeşim ve ben yıkılmıştık. Bizleri ayakta tutan yoksulluğu oyun haline getiren o sevimli insan bir daha olmayacaktı bu oyunu nasıl oynanacağını o bilirdi, o kahraman yanımızda gözlerimizin önünde bir mum gibi eridi, küçükken bizlere yemek yapar sofraya oturur hiç yemek yemezdi her sorduğumuzda ben tokum derdi aslında bu hep yalandı açtı fakat yemek olmadığından tokum derdi, oda istemezmiydi çocuklarına elbise almak gezdirmek, çikolata almak hangi baba istemez bunları, o kahraman bunları yapamadığından bizleri üzülmesin diye oyun oynadığımızı söyler alamadığını diyemezdi zavallı. Tanrıyı yüceltir bize sadece onun yardım edeceğini anlatırdı, aslında o kahraman da o masala inanmıyordu elinde kalan sadece tanrı umudu kaldığından çocukluğunda beynine yer eden tanrı kurtuluşu olduğundan, o kahramanın düşüncelerine beynine halı örer gibi tanrı işlenmişti, hayatının her anında ise tanrı olması kaçınılmazdı, babamızın elinde olan umud sadece tanrıydı bize sunabileceği sadece oydu, babamın cenazesini kaldıracak paramız olmadığından köyün zengini tarlasında abim ve beni on  gün çalışma karşılığın da sevgili kahraman babamızı toprağa verdik  bir gün sonra adam bizi tarlaya çalışmaya çağırdı.

Diğer sayfalar:
◄ [8] , [10] ►

ALEVİLİKTE VAHDET-İ VÜCUD VE VAHDET-İ MEVCUD

Alevilik, din, N.Kara, Alevilikte vahdet-i vücud, Vahdet-i vücud nedir?,vahdet-i mevcud,Alevilikte tanrı, Alevilikte tasavvuf, Aevi inancı, Vahdet-i vücut ve panteizm
Vahdet-i Vücud 'Varlığın Birliği” anlamına gelir bir başka haliyle alemde var olan her şey Allah'ın bir yansıması ve insan “varlığın” bir parçası demektir. Alevi inancına göre Tanrı çoklukta teklik arz eden Bir’in kendisidir ve bu inanış vahdeti vücut ve vahdeti mevcut inancına dayanır. İnanışa  göre Tanrı bütün var olanların tümüdür ve bütün var olanların dışına çıkıp dışarıdan bakabilseydik tek bir varlık görecektik ki, o da Tanrı’dır.

Bunu daha iyi açıklayacak bir örnek verilirse. Bildiğimiz meyve olan narı düşünün.Küçülüp narın içine girebilme imkanımız olsaydı ; içeride binlerce, milyonlarca hatta milyarlarca şey görecektik ama dıştan bakıldığında o tek bir cisimdir.

Başka bir örnekle;
Bir insanı ele alalım. İçine girebilsek milyarlarca şey görünür. Hatta organlarımızın iradeleri bile vardır. Mesela kalbimiz bizim irademizle değil kendi iradesiyle çalışır. Biz istemesekte o çalışır ve kan pompalar. ama bu milyarlarca şeyin dışından baktığımızda tek bir cisimdir.. Bu sebepledir ki Tanrı çoklukta teklik arz eden birin kendisidir. İnsan Tanrı’nın bir cüzzü yani parçasıdır.
İslamiyete göre bu inanış şu şekilde anlatılır. ‘Allah Adem'i yaratır ve ona kendinden üfler. Böylece Adem Tanrıdan bir parça olur ve ardından Allah'a halife olur. Bu sebeple melekler ona secde eder, meleklerin bilemediği isimleri bilir ve meleklerden üstün olur. O’na dağın taşın yüklenemediği emanet yüklenir. İçinde potansiyel Tanrı vardır çünkü. Bu sebepten dolayı Aleviler kabeye değil insana dönerler. Çünkü asıl beytullah (Allah'ın evi) insan bedenidir.

Alevilerin önemli deyişlerinden biri de bunu tasdikleyecek derecededir.
"Secde ettik yüzümüzü Allah'a çevirdik, ki nereye baksak gördüğümüz odur. Aynayı tuttum yüzüme Ali göründü gözüme."

Yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür Vahdet-i Vücud. Tasavvuf inancına göre de açıklaması vardır.

Künt'ü Kenz inancına göre "Gizli bir Hazine idim bilinmeyi istedim" der. Künt-ü Kenzin anlamı: Tanrı'nın ilk durumu anlamında gizli hazinedir. Tanrı, küntü kenz durumundayken kendi güzelliğini görmek istedi ardından evreni ve insanı yarattı . Yol Kapısı inancında da evren, tanrısal sevgi ve aşk nedeniyle yaratıldı ve dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır.
Alevilikte bu düşünce insanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönüşleridir. Nefsini terbiye eden insan oğlu Hukuk, Yol, Marifet ve Hakikat kapılarından geçer ve en sonunda Hak ile Hak olur. Bilindiği üzere Hallac-ı Mansur ve Seyyid Nesimi'nin kendilerini ölüme götüren "En-el Hak" sözü, bu inancın yansımasıdır. Bu inanışı benimseyen ve anlatmaya çalışan o dönemin Evliyaları dinden çıkmakla ,sapkınlıkla ve şirkle suçlanmıştır. Hallac-ı Mansur, ölüm anında şu sözleri söylemiş ve Allah'tan katillerini bağışlamasını dilemiştir: Ya Rabbi canımı alan bu kullarını bağışla; çünkü onlar senin bana gösterdiğin sırlarından haberdar değiller, senin bana gösterdiklerini onlar göremezler bilemezler.’ Bu inancın en büyük temsilcileri Hallac-ı Mansur ,Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Bayazid Bestami, Niyâzî-i Mısrî gibi düşünürlerdir. Alevi toplumunca saygı ile anılan değerli önderler vardır. Bu düşüncenin Aleviliğin oluşmasında çok büyük etkisi olmuştur.


Ayrıca bir diğer tartışılan konu da şudur: Aralarında sufi ve selefilerin (dini hareket savunucuları) de bulunduğu bazı Müslümanlar vahdet-i vücud ve panteizm arasında karşılaştırmalar yaparak ikisi arasındaki benzerliklere dikkat çekmişlerdir. Diğer bazı Müslüman bilgin ve sufiler ise her iki kavramın birbirlerinden tümüyle ayrı anlamlar taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir. Yunus Emre için de vahdet-i vücud konusu, İslam topraklarında tarafların kimi zaman birbirlerini mülhidlik ,cahillik, sapkınlık, zındıklık ve dinden çıkmakla suçladıkları çok tartışmalı konulardan biri olmuştur.
İsmail Fenni Ertuğrul Vahdet-i Vücud ile ilgili önemli bir eser sahibidir. Eserinde vahdet-i vücutta, panteizmin aksine, Tanrı'nın evrenin bütünü ve toplamı olmadığını ileri sürer. Evrenin Hak’kın vücuduyla ayakta durduğu (mevcudiyeti) ayrı bir varlığa sahip olmadığı ve evrenin varlık (vücud) itibariyle Hak'kın aynı ise de eşyanın hususiyet ve belirtileri itibariyle Hakkın eşyadan ayrı olduğunu söyler. Tanrı'nın dışındaki her şey yani eşya, varlığını Hak’kın varlığına borçludur ve bir an bile ona muhtaç olmaktan azade değildir. Yani evren panteizmde olduğu gibi kesin mutlaklık taşımamakta ve Hak'kın varlığı aleme ihtiyaç duymamaktadır.

Evren Haktan var olmuşların tümüdür. Bir ulu çınarda da O vardır, bir taş parçasında da O vardır. Her yerde olan bu Hak terimi İslamiyetin Allah kavramıyla bir değildir. Alevilikte Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Mevcud kavramında “Hak” (Tanrı) başlangıçtır. O her şeyin “başlangıcı, özü ve varoluş noktasıdır”. Yıldızlar, galaksiler,gezegenler, uzay, boşluk ve bu boşluktaki bütün canlılar bu nedenle Hakkın farklı görünüşlerinden başka bir şey değildir.

Aşağıda aktaracağım İbn-i Arabiye ait olan eserdeki Hak terimi ile İslamiyetteki Allah kavramı arasındaki farkların ve çelişkilerin ayrımını okuyucuya bırakıyorum.

Mansur; “Ben Hakkım, Hak bendedir”
Hasan Sabbah; “İnsan Hakkın bir parçasıdır”
Ünlü bir sufi olan Ferîdüddîn-i Attâr; “İnsan Hak ile özdeştir”
Hâcı Bektâş-ı Velî ise; “Ne ararsan kendinde ara” demiştir.

Bazı düşüncelere göre de bütün bu tanımlar salt bir tasavvufi görüş veya sufist bir duruş değil, günümüz biliminin öne sürdüğü tek gerçektir ve onlara göre kuantum fiziği “Vahdeti Vücudun” bilimsel olarak kanıtlanmış halidir. Binlerce yıllık “Vahdeti Vücud” gerçeği bir kaç yıllık “Kuantum fiziği” biliminin ta kendisidir.
CERN’de calışan profesör Gökhan Ünel evrenin kronolojik sıralamaya göre oluşumunu bu noktayı baz alarak şöyle anlatıyor;

  • 0 saniye: Büyük Patlama, enerji yoğunluğu sonsuz, çünkü evren nokta kadar.
  • 0, (25 tane sıfır) 1 saniye, yani saniyenin trilyonda birinin trilyonda biri: BHÇ’nin ulaşabileceği en yüksek yoğunluk, nokta halindeki evren yaklaşık 300 milyon km’ye genişlemiş.
  • 0,00001 saniye: Proton ve nötronlar oluşuyor.
  • 3 dakika = 180 saniye: Hidrojen ve helyum gibi hafif çekirdekler oluşuyor.
  • 380 000 yıl: Elektronlarla birleşen hafif çekirdekler hidrojen ve helyum atomlarını oluşturuyor.
  • 200 milyon yıl: Yıldızlar ve gökadalar oluşuyor.
  • 9.2 milyar yıl: Güneş sistemi oluşuyor.
  • 10 milyar yıl: Dünya’da hayat başlıyor.
  • 13.7 milyar yıl: Bugün…

Bugünün bilim dünyası bu konu hakkında her ne kadar hemfikir değilse de en azından evrenin sürekli genişlediği konusunda hemfikirler. Evren sürekli genişleyen bir yapıya sahip ise bu demek oluyor ki bir başlangıç noktası vardı. Bir başlangıç noktası olmasaydı sürekli genişlemesi de imkansız olurdu.
Bir Alevi deyişinde şöyle der:

'Lâ mekân elinden bir nişan iken
Meni zuhur etti ol kan içinde
Üç yüz altmış altı şehirden gelip
Özüm katre oldu umman içinde'


Evren sürekli büyüyen, genişleyen fakat hiçbir yere sığmayan bir yapıdadır. Bu yapıya Alevi literatüründe “lâ mekân” deniyor. Peki dünyanın varoluşunu düşünecek olursak nedir eni ve boyu olmayıp mekana sığmayan? Tabi ki evren ve uzay.
Deyiş şu dörtlük ile devam etmekte;

Bir zaman ummanda cansız yatırdı
Cana ceset verip vücut yetirdi
Gıda verip kalp içinde oturttu
Rızkımı yarattı ol kan içinde
Noksanî

Bütün evrenin bir noktadan oluştuğunu,
Evrendeki bütün varlıkların birbirleri ya da kendi eksenleri etrafında dönduklerini,
Dünyayı oluşturacak koşulları, yaşamın güneşten geldiğini,
İlk canlıların okyanustan çıktığını,
Evrenin en küçük zerresinde bütüne ait olan bilgilerin tümünün bulunduğunu,
Tüm canlıların evrimleştiklerini,
İnsan bedeninin dört elementten oluştuğunu,
Uzayın eni ve boyu (lamekân) olmadığını…
Alevî pirleri, ozanları bunca derin bilgileri günümüzden yüzlerce yıl evvel nereden oğrenmişlerdi?
Bunun cevabını da size bırakıyorum.

VAHDET-İ MEVCUD
Tanrı ile evrenin birliğini savunan maddeci düşüncedir. Vücudiye de denilen vahdet-i mevcud, Batı felsefesindeki materyalist panteizmin İslam dünyasındaki karşılığıdır. Görülen dünya lehine Allah'ın varlığını reddettiği için İslam bilginleri tarafından dinsizlerin, zındıkların yolu olarak tanımlanır. Zaman zaman vahdet-i vücud anlayışı ile karıştırıldığı da görülür.
Vahdet-i mevcud düşüncesine göre dışta bağımsız bir varlık ile var olan ruhlar ve cisimler evreni dışında bir Allah yoktur. Allah denilen varlık, evreni oluşturan varlıklar toplamından başka birşey değildir. Panteizme göre Tanrı evrendir. Var olan her şey, bu evrenden ibarettir.
Vahdet-i mevcud ile ilgili Panteizmle de ilişkili olan itirazlar arasında evrenin ezeliliği (mevcudiyeti) bahsi geçmektedir. Vahdet-i Vücudu savunanlar (hadis) yönünde bu konuya da savunma getirmişlerdir. Onlara göre ‘Alemin Allah'ın ezeli ilminde bulunması sebebiyle ezeli olduğu ancak harici varlığı itibariyle ezeli olmadığı ‘ düşüncesi vardır.

Vahdet-i mevcud düşüncesi, İslam tasavvufundaki vahdet-i vücud anlayışının tam karşısında yer alır. Birincisi, Allah'ı yok sayarak varlığı evrenle sınırlandırırken, ikincisi mutlak varlığın Allah olduğunu, evrenin ise kendi başına bir varlığı ve gerçekliği olmadığını savunur. Vahdet-i mevcuda göre evren sonsuz ve zorunludur . Vahdet-i vücuda göre ise evren, sonlu ve mümkün bir varlıktır.
Bu yazıdan sonra Alevilikte aslında sorgulayabilen,insana,yaratıcıya,vicdana yönelik ibadetlerinin kalben yapıldığının farkına varacaksınız. Alevilik eğer dinden gelen ibadetleri kapsamasa çok  daha güzel bir felsefeye sahip olacaktı.

Yazan: N.Kara

DRUİDLER (KELT RAHİPLERİ)

Druidler, Kelt ırkının ve geleneklerinin koruyucusu olan bir rahipler (ruhban) sınıfıydı. Kendi toplumları içinde bilgi ve bilgelikleriyle büyük saygı gören ve neredeyse her sözleri kanun kabul edilip yerine getirilen Druidler aynı zamanda çok güçlü birer büyücüydüler. Başta Julius Caesar olmak üzere pek çok Romalı yazarın anlattığı Druidler, kimilerine göre doğanın koruyucuları kimilerine göre de insan kurban eden gözünü kan bürümüş vahşilerdi. Hangi görüş doğru olursa olsun hem Galya’da hem de Britanya Adasında Kelt halkının istilacılara karşı durmasında en büyük rolü oynadıklarını ve yok edilmelerine kadar Kelt birliğinin en sağlam teminatı olarak kaldıklarını kabul etmemiz gerekmektedir.

Bir başka Romalı yazar Diodorus Siculus MÖ. 1 yy’da yazdığı “Bibliotheca Historia” isimli eserinde Druidler hakkında şöyle yazmaktaydı: "Bunlar geleceği kuşların uçuşuna bakıp ötüşlerini dinleyerek ve kutsal saydıkları hayvanları kurban edip iç organlarıyla kanlarının akışına bakarak tahmin ederlerdi. … çok önemli bazı meselelerde ise insan kurban ederlerdi. Önce kurbanın göğsünü ve karnını bir hançerle yararlar, iç organlarının dökülüşü ile kanının akma biçimine göre geleceği okurlardı."

Druid inancının en belirgin özelliklerinden biri de ruhun ölmezliği ve göçüne inanmalarıdır.  Caesar’dan öğrendiğimize göre Druidler bütün eğitimlerini ruhun yok edilemezliği ve bulunduğu beden öldükten sonra bir başka bedene geçtiği düşüncesi üzerine şekillendirmişlerdir. Bu inanca sahip olmak onlar için ölümün bütün korkunçluğunu yok etmiş ve insanı olabilecek en cesur hale getirmeyi mümkün kılmıştır.
Aynı konuda Yunan kökenli Romalı tarihçi Lucius Cornelius Aleksander Polyhistor MÖ. 1 yy’da şöyle yazmaktadır: "Galyalılar arasında insan ruhunun ölümsüz olduğuna ve bulunduğu bedenin ölümünden belirli bir süre sonra başka bir bedene geçtiğine dair Pythagorasçı bir inanç karşımıza çıkmaktadır." Polyhistor Druidleri filozof olarak görmekte ve ruh göçü inançlarını Pythagoras’tan almış olduklarını düşünmektedir. Bunun dışında Druidlerin astronomiye büyük önem vermiş olduklarını, yerin coğrafi durumu, doğa felsefesinin farklı alanları ve dinle ilgili problemleri incelediklerini yine Caesar’dan öğrenmekteyiz.

Druidler Kelt toplumu içerisinde otoriteleri kesinlikle sorgulanamayan yol gösterici bilge kişilerdi. O kadar etkiliydiler ki Diodorus ve Strabo’dan ayrı ayrı öğrendiğimize göre savaşmak üzere olan iki ordunun arasına girip savaşı bitirme gücüne bile sahiptiler. Strabo Druidler için insanların en adil olanları demektedir. Caesar da onların kökenlerini klasik Roma düşüncesine göre Tanrı Jüpiter’e dayandırmakta bir mahsur görmemiştir.

Druidler üzerine pek çok eserde bahisler bulunmasına rağmen ismi verilerek herhangi bir klasik metinde kendisinden bahsedilen tek Druid’e Cicero’nun De Divinatione adlı eserinde rastgeliriz. Cicero Galya’daki kahinler ve kuş falcılarından bahsederken Haedui Kavmi’nden Diviciacus’u bir Druid olarak tanıtır.

Kelt toplumunda çok önemli bir yere sahip olan Druidler pek çok farklı görev ve yetkiye sahiptiler. Öncelikle yargıç konumundaydılar, üstün güçleri ve bilgileri sebebiyle şifacı ve kahindiler, bütün dini meselelerin tek otoritesi olarak bilgin-rahip, kadim bilgilerin sahibi olarak eğitimci ve sezgilerinin gücüyle de kral-seçen kişiydiler.

Druidler kendi aralarında da üç farklı kategoriye ayrılmışlardı. Buna göre;
  1. Ozan Druid: (Bard) Müzik, şiir ve sanatsal yetenekleri ile ön plana çıkanlar;
  2. Büyücü Druid: (Ovates veya Vates) Öncelikle sezgi gücü ve büyü yetenekleriyle şifacılık, astroloji ve kehanet konularında yetenekleriyle ön plana çıkanlar;
  3. Druid: Yargıda bulunma, toplumsal tören ve ritüelleri yönetme, esinlenme, cezalandırma-ödüllendirme ve her konuda doğru karar verebilme yeteneklerine sahip olanlar.
Druidler kendi aralarında yaptıkları toplantılarda daima bir daire oluşturacak şekilde otururlardı. Bu herhangi birinin diğerinden üstün olmadığını göstermenin yanı sıra mevsimsel döngüyü de sembolize ederdi. Başlangıç ya da sonları yoktu. Öte yandan daire biçimi Güneşi de sembolize etmekteydi. Druid inancında yapılan ve konuşulan her şey Güneşin gözünün önünde ve birbirlerinin şahitliğinde gerçekleştirilirdi.

KUTSAL İMGELER
Plinius’tan öğrendiğimize göre Druidler doğaya ait imgelere yani doğanın farklı görünümlerine kutsallık atfetmekteydiler. Bu imgelerin en bilinenleri Korular, Meşe Ağacı ve Ökse Otu’dur. Kimi uzmanlar buradan yola çıkarak Druid inancını animizmle özdeşleştirmişlerdir.

Druidler, Plinius ve Lucan’dan öğrendiğimize göre toplantılarını taştan tapınaklar ya da farklı yapılarda değil kutsal kabul ettikleri korularda yaparlardı. Kelt çok tanrıcılığına göre “Nemeton” da denilen “Kutsal Korular” Druidler tarafından korunurlardı. İnsan ve hayvan kurban törenleri burada gerçekleştirilirdi. Kelt dilinde kutsal mekan anlamına gelen Nemeton’lar bir Kelt kavmi olan Nemetesler’in tanrıçası Nemetona’dan isimlerini almaktaydı. Bu korulara Almanya, Macaristan, İsviçre gibi Orta Avrupa ülkelerinden başka Fransız Galyası’ndan Türkiye’ye Kuzey İrlanda’dan Finlandiya’ya kadar pek çok yerde rastlanmıştır. Nemetonlar genellikle hendek ve siper kazıkları ile çevrelenmiş dörtgen biçimli korulardır. Ülkemizde Galatya bölgesinde bulunan Nemeton’a Strabo’ya göre “Drunemeton” adı verilmekteydi.

Lucan , Pharsalia adlı eserinde böyle bir koruyu biraz abartarak tasvir eder: "Nemeton’da hiçbir kuş yuva yapmaz ya da hayvanlar dolaşmaz. Ağaçların yaprakları hiç esinti olmamasına rağmen sürekli hışırdayıp durur. Korunun tam ortasında bir sunak vardır ve hemen yanında Tanrılarının tasviri yer alır. Her bir ağaç bu sunakta kurban edilmiş kişilerin kanlarıyla lekelenmiştir. Toprak sürekli derinden gelen bir kükremeyle sarsılır. Yıkılmış ağaçların çevresi alevlerle çevrilidir. Devasa yılanlar meşe ağaçlarının etrafını sarmıştır. İnsanlar koruya yaklaşmaktan korkarlar hatta rahipler bile gün ortası ya da gece yarısında korunun ilahi koruyucusu ile karşılaşmamak için oraya gitmezler."

Druidler için Nemetonlar dışında meşe ağacı  ve ökse otu da kutsal kabul ediliyordu. Bu konuda en önemli ve tek kaynağımız MS. I. yy’da yazılmış olan Plinius’un Naturalis Historia isimli eseridir. Plinius’a göre: "Druid adını verdikleri büyücüleri için en kutsal şey ökse otu ve bu otun üzerinde yetiştiği meşe ağacı idi. Ökse otu son derece az bulunan bir ottu ve rast gelindiğinde özel bir tören eşliğinde ayın altıncı gününde kesilirdi. Her şeyin şifacısı olarak görünen ay kutsandıktan sonra ağacın hemen altında bir ziyafet sofrası kurulur ve kurban töreni için hazırlık yapılırdı. Bu törende beyaz bir kıyafet giymiş Druid ağaca çıkar ve altın bir orakla ökse otunu kesip yine beyaz bir pelerinin içine koyardı. Hemen sonra iki boğa kurban edilir ve verdiği nimet için tanrılara dua edilirdi. Druidlere göre ökse otu katılmış içkilerin içirildiği hayvanlarda doğurganlık artar ve bu içki her türlü zehre karşı bir panzehir haline gelirdi."

Roma’nın ilk coğrafyacısı kabul edilen Pomponius Mella, MS. 43’de yazdığı “De Situ Orbis” adlı eserinin III. bölümünde Druid ayinlerinin gizli olduğunu ve koruluklar dışında mağaralarda da yapıldığını ilk defa olarak söyleyen yazardır.

Kadın Druidler ise “Dryades” adı altında 3-4. yüzyıllara tarihlenen imparatorluk biyografileri “Historia Augusta”da karşımıza çıkar. Her ne kadar Dryades’lerin gerçek anlamda Druid olup olmadıkları tartışmalıysa da yine de Roma’da 3-4. yüzyıllarda halk arasında Druid inancının ve uygulamalarının bir şekilde devam ettiğini göstermesi bakımından bu kayıt önemlidir. Kıta Avrupası’ndaki Druidler Galya’nın Romalılaştırılma politikası sebebiyle yok edildiler. Zaman zaman Romanın güçsüzleştiği dönemlerde ortaya çıkmaya çalışmışlarsa da Druidler MS. I. yüzyılda büyük ölçüde Avrupa’dan silinmişlerdi. Varlıkları büyük oranda Britanya adasında sürmeye devam etti. Galya ve Bretagne’de ciddi kovuşturmaya uğrayan Druid inancı ilmi ve kozmogonik yanlarından arındırılmış bir biçimde ağırlıklı olarak İrlanda’da devam etmiştir. Britanya Adası’nda Hıristiyanlığın yayılmasına karşı önemli bir engel teşkil etmiş bulunan Druidler ve Druid inancı ancak VI. yy. sonlarında tamamen ortadan kaldırılabilmiştir. Ancak izleri ve etkileri bütün ortaçağ boyunca devam edip XII. yy’a kadar sürmüştür.

GF, Druid nedir?, tarih, Tarihte Druidler,Kelt rahipleri,Orman rahipleri,Kelt toplumlarında Druid,Druid türleri,Britanya Druidleri,İrlanda Druidleri,Druidlerin kutsal imgeleri,Druidler kimlerdir?
BRİTANYA DRUİDLERİ
Antik çağ yazarları içinde Britanya’da ki Druid inancından bahseden tek yazar Tacitus’tur. Genel anlamda Druidlere karşı düşmanca bir yaklaşım sergilemiş olan Tacitus onları insan kurban eden ve sunakları her zaman insan kanıyla ıslak vahşiler olarak anlatır. Druidler’in büyü gücüyle ilgili olarak Tacitus’ta şöyle bir olay anlatılır: "Mona Adası’na (Galler adası Anglesey) yapılan ve başında Suetonius Paulinus’un bulunduğu bir saldırıda askerlerimiz karşılarına bir gurup Druid çıkınca dehşete kapıldılar. Druidler ellerini gökyüzüne kaldırıp büyülü sözler söyleyerek askerlerimizin üzerine felaket yağdırdılar." Tacitus, böyle bir olaya daha önce şahit olmamış askerlerimiz çok korkmuştu ama sonunda Roma cesareti üstün geldi ve düşmanı yendik diye devam eder. Sonuçta Romalılar adadan Britonları sürmüş ve adanın kutsal korusundaki ağaçların hepsini kesmişlerdir.

Bunun dışında Adalar’daki Druid varlığı ile ilgili olarak elimizdeki en önemli kanıt ada Keltçesi’nde yer alan druwid kelimesidir. Eski İrlanda dilinde yer alan ve büyü anlamına gelen draoiocht kelimesi de bir başka kanıt olarak görülebilir. Galler dilinde ise geleceği gören, kahin manasında dryw kelimesi bulunmaktadır. İrlanda dilinde yer alan faith kelimesi ile Galler dilindeki dryw kelimesi arasında etimolojik bir bağ olduğu düşünülmektedir. Faith kelimesinin vates ya da ovates kelimesinden geldiği ve her ikisinin de Kelt kültüründeki rahip sınıfını anlattığına inanılmaktadır. Öte yandan İrlanda’daki Druid geleneğinin 7. yüzyıla kadar sürmüş olabileceğine dair gösterilen bir diğer kanıt da Augustinus Hibernicus’un “De Mirabilibus Sacrae Scripturae” adlı eseridir. Bu eserde kuş formunda gerçekleşen ruh göçü öğretisini anlatan magus’lardan bahsedilmektedir. Latince ve İrlanda dillerinin karışımından meydana gelen Hiberno-Latin dilinde “magus” kelimesinin sıklıkla druid kelimesinin karşılığı olarak kullanıldığı bilinmektedir. İrlanda ve İskoç dillerinde Druid bilge adam anlamına gelmektedir. Briton dillerinden Galler dili ile Cornwall dilinde ise büyü ya da meşenin gizemine (bilgisine) vakıf olan anlamlarına sahiptir. Meşe ağacı Kelt mitolojisine göre dünyalar arasındaki kapıların ağacıdır, bir geçiş noktasıdır. Caesar’ın Druidleri Jüpiter’e dayandırmasına yol açan etken belki de Jüpiter’in de kutsal ağacı olan meşe ağacına Druidler ve tabii ki Keltler’in verdiği değerdi. Öte yandan meşe ağacı Kuzey Avrupa’nın en yüksek ağacıydı ve bu sebeple yıldırımların en fazla üstüne düştüğü ağaç olarak da dikkat çekiyordu.

GF, Druid nedir?, tarih, Tarihte Druidler,Kelt rahipleri,Orman rahipleri,Kelt toplumlarında Druid,Druid türleri,Britanya Druidleri,İrlanda Druidleri,Druidlerin kutsal imgeleri,Druidler kimlerdir?
İRLANDA DRUİDLERİ
İlk olarak 7 ve 8. yüzyıllarda yazılmış olan kanun metinlerinden anlaşıldığı kadarıyla Hristiyanlığın gelişiyle Druidler’in İrlanda toplumundaki rolü basit büyücülere ve şifacılara dönüşmüştü. İrlanda sagaları ve azizlerin hayatını anlatan Hristiyanlık öncesi metinlerde ise çok saygın bir konumda yer alıyorlardı. Sekizinci yüzyıla kadar giden eski İrlanda edebiyatında Druidler’den bahseden pek çok hikaye bulunmaktadır. Bunlarda Druidler genelde krala tavsiyelerde bulunan kimseler olarak anlatılırlar. Geleceği görme güçlerinden bahsedilir. Örneğin Bec mac De isimli bir Druid, Tara Kralı Diarmait mac Cerbaill’in ölüm tarihini üç Hristiyan azizinden daha kesin bir şekilde önceden bilmiştir. Druidler’in İrlanda’da özel bir topluluk ya da sınıf olarak görüldüklerine dair herhangi bir kanıt olmadığı gibi askerlikten muaf olduklarına dair de bir kayıt bulunmamaktadır. Druidler İrlanda mitolojisinde de oldukça fazla yer almışlardır. Ulster Çemberi’nin krallarından Conchobar’ın sarayının baş Druid’i Cathbad; kahraman Cuchulainn’e yardım eden Druid karakter; Connacht kraliçesi Medb’in Ulster’e yaptığı seferde yanında yer alan Druidler gibi.

Avrupa’da 16. yüzyıla gelindiğinde Druid inanç yeniden keşfedilir. Kelt mirasına yönelik ilgi artarak devam eder. Özellikle John Aubrey’in (1626-1697) ortaya attığı Stonehenge ve diğer megalitik anıtların Druidler tarafından yapılmış olduğu iddiası arkeoloji biliminin kurucularından biri olarak kabul edilen William Stukeley’in (1687-1765) çabası ve yayınlarıyla geniş kesimlere ulaşır. John Toland 1717’de Antik Druid Düzeni adlı oluşumu kurar. ADO (Ancient Druid Order) 1964 yılında ikiye bölünene kadar faaliyetlerini sürdürecektir. Oluşumun Seçilmiş Şef’i 1799’dan 1827’ye kadar William Blake olur.

Chateaubriand 1809 yılında bir Druid rahibesi ile Romalı askerin lanetli aşkını anlattığı Les Martyrs’i yazdığında Druidler de popüler kültür içerisinde ilk defa görünmüş olurlar. Giovanni Pacini 1817 yılında sahnelenen operası Trieste ve 1831’de sahnelenen Vincenzo Bellini’nin Norma ile Druidler opera sahnelerine de arz-ı endam ederler.

Popüler kültür içinde belki de en çok tanınan ve sevilen Druid karakteri ise kuşkusuz Rene Goscinny ile Albert Uderzo tarafından yaratılan Galyalı Asterix’in maceralarında yer alan köyün Druid’i Getafix’tir. Yere kadar uzamış bembeyaz sakalları, beyaz cüppesi ve kırmızı pelerini ile her zaman yanında taşıdığı altından yapılma küçük orağı ile Getafix tipik bir Druid’dir. Bütün karakterlerin çocukluk hallerinin anlatıldığı bir macerada bile o her zamanki yaşlı görünümüyle yer almıştır. Köyün sihirli kuvvet iksirini hazırlayabilen tek kişidir. Başka iksirler de yapabilir, şifacıdır ve aynı zamanda köyün eğitmenidir. Eğlencesine yapılan kavgalara bile karışmaz. Sihirli iksiri köylülerin fazla bencil davranışlar içinde bulunduğunu gördüğü zamanlarda hazırlamaz. Her zaman Asteriks ve arkadaşlarının akıl hocasıdır. Onlara yol gösterir, akıllıca tavsiyelerde bulunur.

Getafix, pek çok anlatıda yer alan ve kahramana yol gösteren bilge yaşlı adamdır. Popüler kültürde pek çok benzeri bulunur. Örneğin Yüzüklerin Efendisi filminde Gandalf, Yıldız Savaşları’nda Obi van Kenobi, Harry Potter’da Albus Dumbledore gibi karakterler tipik birer Druid'dirler. Edebiyat alanında ise hala büyük bir zevkle okunan ve beyaz perdeye de maceraları defalarca aktarılmış bulunan Kral Arthur’un akıl hocası büyücü Merlin de birçokları tarafından son Druid olarak kabul edilmektedir.

İlk olarak John Aubrey’in ortaya attığı sonrasında da William Stukeley’in yayılmasına öncülük ettiği, Stonehenge gibi megalitik yapıların Keltler tarafından yapıldığı ve haliyle Druidler’in tapınakları olduğu görüşü 60’lı yıllara kadar pek de ciddiye alınmamıştı. Bunun ana sebebi Keltler’in Britanya’ya MÖ. 500-600 yılları civarında gelmiş olduklarının düşünülmesiydi. Oysa bu megalitik yapıların en sonuncusu MÖ 1400’lerde inşa edilmişti. Ancak son dönemlerde araştırmacılar Britanya’da MÖ 2000’lerden itibaren bir ön-Kelt uygarlığının yaşamış olabileceğini dile getirmektedirler. Söz konusu yapıları inşa edenlerin de bunlar olabileceği düşüncesi her geçen gün daha fazla taraftar toplamaya devam etmektedir. Druidler ve Keltlerin son derece gizemli yapılar olan bu taş meclislerde tapınımlarını gerçekleştirmiş oldukları fikri günümüz Britanya’sında da büyük ilgi görmektedir. Öyle ki pek çok Yeni-Druid oluşumu halen İngiltere, İrlanda ve İskoçya’da faaliyet göstermektedir. Birçok mistik ögenin de katılımıyla tarih boyunca şahit olduğumuz Druid inancından oldukça farklılaşmış olan günümüz Druidliği bağımsız bir din olarak kabul edilmekte ve müritleri her geçen gün artmaktadır. Doğayla beraber onu koruyarak yaşamayı ilke edinmiş günümüz Druidler’i geleneksel toplantılarını ve ibadetlerini Ada’nın bir çok yerinde karşımıza çıkan Stonehenge gibi mekanlarda sürdürmektedir.

Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar.

Yazan: Gregoire de Fronsac