HABERLER
Dini Haber
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İSLAM'DA İMTİHAN

Yazan: Gerçeği Arayan Adam


SINAV & İMTİHAN

Evet bir kürenin üzerinde yaşıyoruz bu küre uzayda güneş ismini verdiğimiz bir Alev topunun yani yıldızın etrafında dönüyor bu Yıldız’da yine Samanyolu galaksisinin sarmaları içerisinde belirli bir sistem üzerine hareket halinde, sadece güneş sisteminde 8-9 gezegen var. Samanyolu galaksisinin içerisinde ise tahminlere göre 100 milyar yıldız var yine samanyolundaki muhtemel gezegen sayısı ise 100 milyar ile 3.2 trilyon arası olduğu düşünülüyor. Biz sadece bu gezegenlerden bir tanesinin üzerinde yaşayan bir yaşam formuyuz. Ne eşsiz ne harika ve ne kadar büyük bir galaksi bir ucundan diğer ucuna 100.000 ışık yılında ancak gidebiliyoruz bu arada bir ışık fotonu saniyede 300.000 km gidebiliyor. Beynimiz ve zihnimiz bu büyüklüğü henüz algılayamazken bir de birisi kalkıp bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinden 2 trilyon tane daha olduğunu ve bunların birbirinden uzaklaştıklarını evrenin genişleme hızının ışık hızından bile daha fazla olduğunu söyleyince artık yeryüzüne inmem gerektiğini düşünüyor ve konuya giriyorum.
Evet biz bu kürenin üzerine yaratıcı tarafından imtihan edilmek üzere gönderildik. Yani inanılan ve bizden inanmamız istenilen mit bu !

Yukarıdaki uzay ile ilgili kısa girişi yapmamın nedeni Bu yazıyı okurken sadece üzerine bastığınız küreyi düşünerek değil bütün evreni düşünerek okumanız içindi. çünkü gerçekte ait olduğunuz yer bütün evren. Bir yaratıcıdan bahsediyorsanız işte bu yukarıda kısaca ne kadar büyük olduğunu açıkladığım evreni yaratan kişi/şey/kuvvet. Sizi sevdiğini size önem verdiğini size kızdığını sizi ödüllendireceğini, sizi cezalandıracağını yahut sizi imtihan edeceğini düşündüğünüz kuvvet işte bu bütün evreni yaratan kuvvet.

Çoğu din ve mitoloji kaynaklarında bizim imtihan edildiğimiz , davranışlarımız nedeniyle ödüllendirileceğimiz yahud cezalandırılacağımız ile ilgili anlatımlar bulunmakta. Ancak buradaki sorgulama kuran temelli bir sorgulama olacak. Bu sorgulamayı yaparken ana kitap olan Kur’an dışındaki diğer dini kaynakları referans almadığımı yani haşa Tanrı’yı bunlarla yargılamadığımı sadece Kur’an ile hareket ettiğimi söylemeliyim.

Kur an’da insanın neden yaratıldığı ve bu dünyaya neden gönderildiği ile ilgili olarak kısa ve yüzeysel açıklamalar bulunmakta . “ Ben insanları ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım” ayeti, “ o ki hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır” ayeti bunlara üst perdeden örnek, “ Çaresiz biz sizi biraz korku biraz açlık biraz da mallardan canlardan ve ürünlerden eksilterek ile imtihan edeceğiz müjdele o sabredenleri” ve “ sizi bir İmtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz” ayeti ise eylemsel imtihan araçlarına birer örnektir.

İMTİHAN İHTİYACI

Evet böyle bir başlığın olması bile aslında yaratıcıya hakaret. imtihan bir ihtiyaç olamaz çünkü bizim inandığımız yaratıcı her şeye gücü yeten zaman ve mekan kavramlarının üstünde bilgisi her şeyi kuşatmış olan ve mülkü sonsuz olan bir yaratıcıdır. İhtiyaç olmadan varlık aleminde var olan tek şey bildiğimiz kadarıyla yaratıcının kendisi. onun dışında âlemler, yedi kat gök, dünya ve içindekiler bile bizim imtihan edilebilmemiz için ortam oluşturmak için yaratıldılar. ( ilk parağrafı idrak etmenin tam sırası) yani yapılan her eylem ve her işlemin bir amacı olması gerekiyor o nedenle eğer imtihanın varlık aleminde yani yaratıcı katından bakıldığında yüce yaratanın yaratmış olduğu evrenin de bir ihtiyaç olduğunu söyleyecek olursak o halde yaratıcının bizi yaratmaya ve imtihan etmeye ihtiyacı olduğunu söylemiş oluruz ve inandığımız yaratıcı kavramı yerle bir olur.
O zaman “gereklilik “ dersek de bu kez en nihayetinde biz olmadan olmayan, tamamlanamayan bir şeyler var demektir. Yani biz gerekliyizdir, tanrı bizi yaratmak zorundadır, bize ihtiyacı yoktur ama bizsiz de sistemde bir şeyler yerine oturmuyordur. Mesela Allahın “ ğafur -bağışlayan” isminin varlık aleminde tecelli edebilmesi için onun kurallarına uymayarak isyan eden ya da en azından hata yapan insan gibi bir varlığın yaratılmasının gerekli olması gibi. Aksi halde hiç emre aykırı davranmayan meleklerin olduğu bir sistemde Allah bağışlayan olamazdı , öyle olsa bile bu özelliğini hiç kullanmadığı için pratikte öyle olamazdı.
O zaman da onun ( zatının) isminin tecellisi için bizi günaha ve hataya meyilli yaratarak, yasak elma aldatmacası ile dünyaya gönderen ve hatalarımızı affederek aslında bizi kullanan ve kendisinin sistemsel eksikliğini tamamlayan bir hilebaz ile karşılaşırız. Hani Allah hepimizin kurallara uymasını istiyordu, hepimizden itaat , iyilik ve güzellik istiyordu. O halde bizi hata yapalım diye yaratan tanrının “ bakalım kurallara ne kadar uyacaklar” diye bizi imtihan etmesi ve nihayetinde bizi cayır cayır yakması sizce Allah’lığa sığar mı? Olmadı değil mi?
O zaman bizi yaratmaya ve intihan etmeye ihtiyacı yok kabul edelim. O zaman da amaçsız, sırf fantezi olsun, iş olsun torba dolsun, dostlar alışverişte görsün diye hiç bir amacı olmadan varlık yaratan ve sonra onları yakan , azap eden bir Tanrımız olur. Gerçi “ biz gökleri yeri ve bunlar arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık, eğer bir eğlence edinmek isteseydik onu kendi katımızdan edinirdik bunu asla yapmayız” ayeti aslında bu ihtimali çürütüyor. Zira kuran aksini söylüyor. Haşa ve kella !

İmtihanın amacı bir ağaç diktiğimizde amacımız meyve yemek yada gölgelenmek, bir araba yaptığımızda amacımız mesafeleri kısa sürede katetmek, bir bina yaptığımızda ise amacımız korunmak ve barınmaktır. Yapılan Her şeyin bir amacı vardır. Bir diğer ifade ile her şeyin bir sebebi, sonra kendisi ve sonra da sonucu vardır. Bizi de tanrı yaptı ise ve boş bir eğlence için yapmadı ise ( kendi ifadesi o şekilde )amacı ne? Bizi yaratmasındaki ve imtihan etmesindeki o ulvi amaç ne?
İbadet etmemiz olabilir mi? Hiç sanmıyorum zira melekler o işi çok daha iyi ve güzel yapıyorlar. Yaratıcının yukarıdaki bahsettiğimiz gibi isimlerinin tecellisine yönelik rol ise bir nebze kabul edilebilir duruyor ancak bu durumda da aynı kitabın bildirdiği tanrı kavramı çöküyor. Evet bizim yaratılmamızın sebebi imtihan ve ibadet etmek ama imtihanın sebebi ne? Bizim yaratılmamız mı? Yok yok sanırım değil. İmtihanın sebebini ben bulamadım. Çözemedim bu işi. Ölümün ve yaşamın sebebi bizim imtihan edilmemiz, yaratılmamızın sebebi “ibadet “ iken imtihanın bir gerekçesi yok.

Yalnız şöyle bir ayrıntı var. Kur an’da insanın yaratılışı ile ilgili pasajlarda önce imtihan olayı yok adem yaratılıyor Tanrı buradaki iradesini “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ayeti ile açıklıyor ve tanrı ademe isimleri öğretiyor. Sonrasında bilindiği üzere bütün meleklere adem’e secde emri veriliyor fakat şeytan emre itaatsizlik ederek direniyor ve Secde etmiyor işte bu aşamada makamından kovulan şeytan Tanrı’dan izin istiyor ve “ Öyleyse insanların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver” diyor. Senin doğru yolun üzerine oturacağım ve onları saptıracağım, çoğunu sana şükreder bulamayacaksın diyor. Tanrı da şeytanın bu bülöfüne karşılık veriyor ve “ haydi sen mühlet verilenlerdensin” diyor. Anlatımlara bakıldığında eğer şeytan Âdeme secde etmiş olsaydı ortada imtihan ile ilgili hiçbir şey olmayacakmış ,insan imtihan edilmeyecekmiş gibi görünüyor. yani sanki imtihan insanın yaratılmasında bir amaç değil insan yaratıldıktan sonra diğer varlıklardan olan şeytanın itaat etmemesi nedeniyle ortaya çıkan bir durummuş gibi anlatılıyor. Yani bir an olsun düşünelim şeytan Allah’ın emrine itaat etmiş olsaydı şu anda ne yapıyor olurduk. Cennette mi, dünya da mı olurduk yada bu kadar kötülük olur muydu? Sahi o zaman tanrı bizimle ne yapacaktı, sahi asıl amacı neydi ? Sanki araya kaynayıp gidiyor o esnada insanın yaratılış amacı. Bizimle bir işi vardı ama şeytanın isyanı ile olay restleşmeye gitmiş gibi görünüyor.

Eğer zaten tanrı bütün bunların böyle olacağını ezel ve ebed olan ilmiyle biliyor ise bu kadar tiyatroya ne gerek vardı değil mi? İnsana açık açık söyle gönder dünyaya. Yok önce cennete koy, elmayı göster ama yeme de? Meraklı Havva yesin , gariban edeme de yedirsin oradan dünyaya kovulsunlar, ayrı ayrı yerlere insinler birbirlerini arasınlar falan. Sonra üremeye başlasınlar ilk evrede kardeşler birbirleriyle evlenmek ve ilişkiye girmek zorunda kalarak zavallı ırkımız ensest ilişkilerin sonucunda çoğalsın. Sahi Havva o yasak elmayı hiç yemese idi bu kez tanrı ne yapacaktı? Eğer sonsuz ilmi ile yaptığı planda adem ve Havva'nın o yasak elmayı yemesi ve cennetten kovularak dünyada intihan edilmesi var ise o zaman o elmanın yenmesi özgür iradenin seçimi değildir ki? Bir planın sonucudur. Adem ve Havva da eğim aşağı bırakılan ve kütle çekimi sebebiyle yuvarlanmak zorunda olan ama yuvarlanınca da “ niye sabit durmuyorsun lan “ denilerek alt kümeye ( dünyaya ) düşürülen oyuncular oluyorlar. Bir de şu var; Hani babaların günahları evlatlara ödetilmezdi. Bize ne ademden Havva'dan. Belki ben olsam yemezdim elmayı kim bilebilir, denenmeden emin olunamaz ki. Benim asıl yerim olan cennet hakkım bana ait olmayan bir yasak ısırık nedeniyle elimden alınamaz ki.
Gerçi zaten hepsinden önce tanrı aslında bize sinyali veriyor bizim bedenimizi dünyadaki toprak ile yaratarak. Oradan anlamamız gerekiyor olacakları.

İMTİHANIN SONUCU

İmtihanın sonucunda iki şey gerçekleşiyor eğer imtihan kaybedilmişse cehennem adı verilen sonsuza tek devam eden ve kapısında zebanilerin nöbet tuttukları içerisi ateş dolu ve sınavı kaybedenlerin içerisine atıldığı sadece irin ve zakkum yenilebilen ve kaynar su içilebilen bir yere gönderiyorsunuz. Burada azap o kadar ağır ki buraya girenler “keşke toprak olsaydık da bugünleri görmeseydik” diyecekler çünkü bir taraftan etleri yanarken ve kül olurken diğer taraftan azabın devam edebilmesi için yeniden vücutlarında et yaratılıyor olacak. Bu işlem ve uygulama eğer o kişi tamamen kafir değilse günahları nispetinde uygulandıktan sonra bu kişiye cenneti alınacak eğer tamamen kafir olarak ölmüş ise sonsuza kadar hiç bitmeyen bir süreç boyunca her gün her dakika ve her saat bu uygulamaya maruz kalacak.
İkinci ihtimal de sınavı kazanmış olmamız ihtimalidir kısmen diğer ihtimale göre daha sevimli olmakla birlikte bana göre Hala çok sıkıcı olan bu ihtimal şu şekilde;
Cennetlik olduğumuzda cennetin kapısındaki güzel görevliler bizi içeri alıyorlar cennetin içerisinde altından ırmaklar akan Çardaklar bulunuyor biz bu Çardakların üzerinde bulunan minderlere yan yatar şekilde uzanıyoruz ve her bir Müslüman önünden geçen yahut gördüğü diğer Müslümana selam selam diye sesleniyor. Bu sahneden de anladığımız üzere çok mutluyuz ve birbirimize selam veriyoruz. Şarap nehirleri zemzem nehirleri ve süt nehirleri bulunuyor ne içmek istersek zaten nehirler boyunca akıyor eğer bir yemeği dilersek o altın tabakları içerisinde gökten önümüze iniyor eğer evlisek ve Eşimiz de cennetlik olmuşsa eşimiz de yanımızda bulunuyor cennette bulunan herkes en genç ve yakışıklı halinde oluyor kadınlarda en güzel şekliyle bulunuyor herkes aynı şekil ve şemal üzerine cennette bulunuyor. Etrafımızda bize hizmet eden bıyıkları yeni terlemiş yağız delikanlılar ve 70 kat elbise içerisinden kemiğinin ileri görünen temiz bakire huriler bulunuyor . Bu huriler göğüsleri yeni tomurcuklarmış kızlar olarak tarif ediliyorlar. biz bu hurilerin hepsiyle seks yapabiliyoruz hatta aldığımız zevk daha da fazla olsun diye her seferinde Allah tarafından yeniden bakire yapılıyorlar. Üzerimizde yeşil kaftanlar ve bileklerimizde altın ve gümüş takılar olduğu halde sonsuza kadar ne istersek önümüze geliyor ve çevremizdeki bütün hurilerle her gün seks yaparak Çardaklar da yatarak nehirlerden şarap su ve süt içerek sonsuza kadar sınava geçmiş olmanın huzuru içerisinde ödülümüzü alarak yatıyoruz.

CENNET VE CEHENNEM KAVRAMLARI

Yukarıda açıklanan cennet ve cehennem kavramları sizce nasıl duruyor yani bir an olsun lütfen herhangi bir dine mensup olmadığınızı düşünerek hatta bu dünyada yaşamadığınızı, uzaylı bir varlık olduğunuzu düşünerek insanların neler yaşadığını ve neler ile uğraştığını anlamaya çalıştığınızı hayal edin yani kendinizi değilde başka varlıkları araştırıyormuş gibi düşünerek bu iki kavramı beyninizde oturtmaya çalışın lütfen. İnanın ben yapıyorum ve oturmuyorlar yerlerine. En iyisinden başlarsak cennet dediğimiz yer göğüsleri yeni tomurcuklanmış olarak tarif edilen yani kendimize karşı yalan söylemeyi bırakıp dürüst olmaya başlarsak 13-14 yaş aralığındaki kızların bizim için hem hizmetçi hem de seks kölesi olarak bulunduğu yani sınavı kazanmamız nedeniyle tanrı tarafından zorunlu pedofiliye maruz bırakıldığımız ilginç bir yer. Sınavı kazandıktan sonra dünyada dört kadın ile sınırlanan cinsel ilişkide bulunma hakkımız Birden en azından 70 ( kuranda sayı yok, hadislerde çokça var ) sayısına çıkıyor bu dünyada yasak olan şarap içme hakkımız geri veriliyor hem fiziken hem de Tanrı’ya ibadet olarak çalışma zorunluluklarımız ortadan kaldırılıyor ve nehirlerden içecekler içerek Çardaklar da yan yatarak ve her daim hurilerle sevişerek sonsuza kadar yaşamamız isteniyor çünkü biz sınavı kazandık ve işte ödülümüz bu !

Kişisel olarak söylemem gerekirse bu cennet benim için maksimum bir hafta on gün süresi olan bir yer olabilir ancak. Sonrasında sıkılırım ve yapacak iş ararım. Şunu söylerim mesela ey tanrım beni burada mal gibi yatıracağına bana bir iş versen ve senin adına sonsuz evreninde çalışsam! Madem sınavı kazanmışım ve cehennemlik olan diğer gruplara göre üstün olduğumu da ispatlamışım ve yaratıcım da beni sevmiş o zaman yan gelip yatmak bana göre hem fuzuli israf hem de terbiyesizlik olur madem evren sonsuz bir yapı ise ben de yaratıcım adına bir görev olarak çalışmak isterim yan gelip yatmak yerine.

Cehennem kavramına bakacak olursak burada dünya hayatındaki ne zaman geleceği belli olmayan ölüme kadar geçen süre içerisindeki hatalarımızın bedelini burada ödüyoruz. Diyelim 40 yıl yaşadık vefat ettik yahut 100 yıl olsun cennet ve cehennem sonsuz kavramlar ama bizim imtihan edildiğimiz süre sonsuzun yanında bir hiç kadar değeri olmayan küçücük bir zamansal süre. Bazen 70 yıl ibadet ediyor ve doğru yolda oluyoruz ama nefsimiz ya da şeytan aklımızı çelebiliyor ve birden kafir oluyoruz ( ! ) arkasından da ölüm gelip bizi buluyor hayda geçmiş olsun ne oldu şimdi son bir günde ya da son bir yılda imtihanı kaybettik yani 70 yılımız boşa gitti ayrıca ne oldu biliyor musunuz, hiç bitmeyen bir süre boyunca sonsuza kadar cehennemde yanma cezası aldık bu kavramların üzerinde durma sebebim şu; sonlu bir süre içerisinde yapılan bir imtihanda ortaya çıkan başarı veya başarısızlığın karşılığı sonsuz bir süreç boyunca ödenebilir mi? Bunu dünya üzerinde kim yaparsa ona ya deli deriz ya da zalim başka hiçbir açıklaması olamaz. eğer birisi bunu cennet için yapacak olursa ona da müsrif ,aptal, hesabını kitabını bilmeyen kişi olarak bakarız.

İMTİHAN İÇİN YETERLİ DONE VERİLİYOR MU?

Peki madem imtihan ediliyoruz ve neticesinde pek de adil görünmesede bir ödül ya da ceza alıyoruz ve aldığımız ceza sonsuz olarak nitelendirilen evrende tehdit edildiğimiz en büyük ceza , o halde sınavın inanılmaz derecede sağlam , şüphe götürmeyen bir şekilde yapılması ve sınav için bize verilen hazırlık kaynaklarının da inanılmaz derecede iyi olması gerekiyor. Öyle değil mi?

Sahi nasıl kazanacağız biz bu sınavı, neden sorumluyuz, tanrı bize ne soruyor, bizden ne istiyor, neler yapmamız gerekiyor bunları çok iyi bilmemiz lazım çünkü önümüzde çok sıkıntılı bir ceza durumu var sınava kaybedersek sonsuza değin yanacağız.

Dört ayrı kuran mushafının bulunduğu ve kısmen aralarında farklılıkların olduğu akabinde Şiiler Sünniler ve Vahhabiler gibi farklı ana ekollerin bulunduğu bunların altında Hanefi, Şafii, Hambeli ve Maliki gibi en büyük mezhepler ve diğer bir sürü mezhebin bulunduğu akabinde yüzlerce tarikatın bulunduğu ve her birisinin bir yayın bir kaynak yazdığı ve ana kitabı kendisine göre yorumladığı bir dünyada tanrının bize ne söylediğini bulmaya çalışacağız. Peygamber adına uydurulan sahte hadisleri reddettiğinde kafir, mezhepleri reddettiğinde Mürted, bana anlattığınız tanrı da bir sorun görüyorum dediğinizde kafir olduğunuz herkesin dini kural ve kurumlarla ilgili kendisine göre ekol oluşturduğu ve diğerlerine yanlış yolda giden insanlar olarak nitelendirdiği bir sistem içerisinde yaşıyoruz. Ve işin garibi sorgulamak ve itiraz etmek yasak çünkü din teslimiyet dini, din akıl dini değil nakil dini! Sınav soru kitapçığı Arapça olarak indirilmiş ama biz Arapça bilmiyoruz türkçeye çevirenlerin bir kısmı araya ekleme yapmış bir kısmı kelimenin on ayrı anlamından herhangi birisini seçmiş, diğeri bazı ayetlerin hükmünün ortadan kalktığını iddia etmiş ,başkası başka bir şey yapmış ama hiç kimseyi Sorgulayamıyorsun. Tanrının benimle aynı dili konuşmayan soru kitapçığının ana çevirileri ile sınavı çözmeye çalıştığımda ise diğer alt kaynakları dikkate almadığım için muhakkak olarak sınavı kaybedeceğim yönünde telkinleri maruz kalıyorum , zira Kur’an Müslümanlığı olarak bilinen bu ekol neredeyse başka bir dine mensup olmaktan çok daha tehlikeli görülüyor , alt kaynakları kabul edecek olursam benim önüme insansı bir tanrı, cani ve kadın düşkünü pedofili bir peygamber koyuyorlar. Netice olarak kime inanacağımı neye inanacağımı hangi kaynağa güveneceğimi bilemediğim bir durum içerisinde imtihan oluyorum ve sonsuz azapla karşı karşıyayım.

SONLU İMTİHANA KARŞIN SONSUZ CEZA ADALETLİ Mİ?

Peki sonlu bir imtihan sürecindeki küçücük bir kusurumuz ( Tanrının kudretine nispeten ) nedeniyle hiç bitmeyen bir süre boyunca sonsuza değin yanmak ne kadar adaletli ya da sonsuza değin cennette olmak ne kadar adaletli. Bir kere yapılan sınavla verilen karşılığın orantısız olduğu bir gerçek ikinci olarak ise cennete gidenler ve cehenneme gidenler arasındaki bu adaletsizlik bir uçurum oluşturuyor yani küçücük bir kusuru nedeniyle ( yaratıcının sonsuz mülkü ve sonsuz zaman kavramları karşısında küçücük olduğunu söylediğim kusurlar) cehenneme giden arkadaşımızdan bizi ( cennetlikleri )ayıran nedir. Şimdilerde iletişim araçlarının çoğalması ve teknolojinin gelişmesi nedeniyle görece olarak bilgiye daha kısa sürede ulaştığımız bir dönemdeyiz ancak bundan 100 yıl ve daha öncesi tarihleri düşündüğümüzde insanların hiç görmedikleri bir Allah tarafından hiç görmedikleri bir peygambere gönderildiği iddia olundan dilinin Arapça olması nedeniyle okuyamadıkları Bir kitabı reddetmeleri nedeniyle sorumlu tutulmaları ne kadar adaletli! Kitabın gönderildiği dili konuşan insanların diğerlerine göre kazançlı olmaları adaletsizlik oluşturmuyor mu? Bu örnekler uzayıp gidiyor eğer kıvırmak istersek cevaplarda uzayıp gidiyor mesela mülkün Allah’ın olması nedeniyle istediğini istediği kadar verebileceği, herkese kendisini bulacak kadar akıl verdiği, bu nedenle İslam toplumu olarak yaratmış olduğu insanlara vermiş olduğu ekstra ihsanın diğerleri tarafından sorgulamayacağı, ilahi mesajın henüz iletilemediği kişilerin imtihandan sorumlu olmayacağı... vs vs.

İMTİHANIN GETİRİSİ-GÖTÜRÜSÜ

Bir imtihan süreci var kazanıyor ve kaybediyoruz karşılığında ödüller ve cezalar alıyoruz. ödüller ve cezaların hepsi de fiziksel ödüller ve fiziksel cezalar yani burada Tanrı’ya iyi bir kul olduğumuzda öbür tarafta bize enerji yahut ışık katından bir bilgi ya da hediye verilmiyor yine aynı şekilde etten ve taştan örülü bir hayal dünyasında ödüllendiriyoruz . Haramlara kaymayarak sabrettiğimizde, aynı ete ve kemiğe sahip olan hurilerle ,alkol içmediğimizde cennetteki şarap nehirleriyle ödüllendiriliyor sınavı geçemediğimizde ise bu dünyada canımızı en çok yakan ateşle tehtit ediliyoruz. Ölüm ve yeniden yaratılış pasajılarına baktığımızda ise yeniden yaratılacak olan dünyanın tıpkı şu anki dünya gibi kütlesi olan bir şekilde yaratılacağını zaten anlıyoruz. Yani istekler fiziki olduğu gibi karşılığındaki ceza ve ödüllerde aynı şekilde fiziki dünyada karşılığını buluyor bu dünya tamamen öte dünya olmayabilir ancak orada da aynı bu şekilde basabileceğimiz bir yer yüzü kendisiyle yatabileceğimiz huriler ve içebileceğimiz şaraplar var.
Her şey iyi güzelde bunun Tanrı’ya ve sınava tabi tuttuğu biz insanlara faydası ne? yani bu işin getirisi götürüsü ne? Amiyane tabir ile eee ne anladık biz bu işten?

İnsanları imtihan etmenin insanlar açısından ve tanrı açısından birden fazla dezavantajı bulunuyor, tanrı açısından bakacak olursak bir canlı yaratıyorsun ve ona secde etmedi diye şeytanı ( İblisi ) makamından kovuyorsun sonra bu kovulan şeytan seninle restleşmeye giriyor ve diyor ki “bana mühlet ver işte o zaman secde etmemi emrettiğin o insanların çoğunu senin yolunda bulamayacaksın diyor” Sen de tanrı olarak haydi sen mühlet verilenlerdensin diyorsun ve büyük bir restleşmeye giriyorsun. Yani insan üzerinden oynanan bu oyunda Allah nefsine ve şeytana rağmen insanın kendisine yöneleceğine ve kendisini bulacağına o kadar güveniyor ki şeytanla restleşebiliyor.

Peki sonuç; Şeytan açık ara önde. Nasıl mı? Geçmiş tarihleri hiç saymayalım günümüz üzerinden kısa bir hesap yapalım 8 milyar insan var bunun sadece bir buçuk milyarı Müslüman bunlar birbirlerine neredeyse kafir ilan eden 3-4 tane ana kola ayrılıyorlar bu kollardan her birisi diğerini yozlaşmış ve yanlış öğretiler üzerine kurulmuş bir İslam’a uyumakla yaftalıyor dolayısıyla bir kere altı buçuk milyar insan direk cehennemlik , geriye kalan 1,5 milyar Müslümanın da kısa bir hesaplama ile en fazla 500 milyon nüfusa sahip olan kesimi doğru İslam’a inanıyordur. bunlardan sadece inanmak yetmiyor uygulayabilen %20 olsa 100 milyon Müslüman şu an cennetlik demektir. Bu da tanrının başarı ortalamasının 1/80 olduğu anlamına gelir. Şeytanın ise tam tersi. Bu nasıl restleşme bu nasıl bir mağlubiyet. Tanrı açısından... Ha eğer sadece kelime-i şehadet getirmek yani ‘ la ilahe illallah, muhammedurrasulüllah ‘ demek cennete girmek için yeter diyerek tanrıya dirsek vermek isterseniz başarı ortalaması yükselir elbette. Ama bu kez de kelime-i şehadet getiren ama tecavüz, istismar, cinayet... vs her boku yiyen bir Müslümanın bir süre cezasını çektikten sonra cennete gideceğini iddia etmiş ve hiçbir bok yemeyen saf temiz bir insanın sadece kelime-i şehadet getirmedi diye cehenneme gideceğini ve bir önceki lanet insandan daha aşağılık olacağını kabul etmiş olursunuz ki bence bu durum izahı mümkün olmayan bir çelişki oluşturur.

Bir varlık yaratıyorsunuz ,buna karar veriyorsunuz ve zaten sizin için çalışan ve size tam itaat eden melekler galeyana geliyorlar ve diyorlar ki “yine yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek bir varlık mı yaratacaksın biz sana yetmiyor muyuz Ey abimiz?”. Sen de tanrı olarak diyorsun ki “ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Sonra bu varlığı yaratıyorsunuz ve meleklere ve onların başındaki İblis isimli üstün melek yöneticisi varlığa Bu yaratılan insana secde etme emri veriyorsunuz ilginçtir melekler emri yerine getiriyorlar ancak melekleri yöneten kişi yani İblis karşı çıkıyor üstelik gayet mantıklı bir gerekçeyle. Gerekçe: “ Hiyerarşi”.

Şeytan kendisinin ateşten yaratıldığı ve insanın da topraktan yaratıldı gerçeğini bildiği için kendisinin daha üstün bir maddeden yaratılması sebebiyle insana secde etmeyeceğini söylüyor ve bu nedenle tanrı katından ve görevinden kovuluyor birden yüceler yücesi bir varlık iken en alt seviyede bütün evrenin ve yaratılmışın düşmanı haline dönüyor. Yani insanı yaratmak tanrı için tanrı katında çok ama çok önemli gelişmelere neden oluyor sistemi bozuyoruz tanrı bizi yaratarak hem büyük bir risk alıyor hem de mevcut düzeninde bir sapmaya neden oluyor demek ki çok önemli ve bize çok güveniyor öyle olmasa İblis ile bizim üzerimizden restleşmeye girmezdi sanırım. Neticede dönüp dünyaya baktığınızda her devir ve her zamanda İblisin açık ara yarışmayı önde götürdüğünü ve gerçekten insanların çoğunu tanrının buyruğundan kopardığını görüyoruz. İnsana yarattığı an, şeytan ile restleşirken , ‘ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ diyen tanrı bizimle ilgili ne biliyordu acaba? ne biliyor ise biz henüz hala onu bilemiyoruz ve öyle bir yaratılış sırrı da bulamıyoruz kendimizde.

Yok efendim insan yaratılmışların en şereflisiymiş yok imtihan için yaratılmışız , efendim biz olmasaymışız, Allah'ın bazı isimleri varlık aleminde tecelli edemezmiş falan filan...

Eğer yaratılmışların en şereflisi isek vay bizi yaratan tanrının ve onun evreninin haline gerçekten nasıl bir kabus içerisinde olduğunu sadece biz en şerefli varlıkların yönettiği dünyaya bakarak anlayabiliriz. eğer imtihan için yaratıldığımızı düşünüyorsak Tanrı’nın çok başarısız bir imtihan süreci başlattığını ve kesinlikle ve kesinlikle şeytana karşı yapmış olduğu blöfün altında kaldığını söyleyebiliriz, Bir bakar mısınız insanlık tarihine; kan dökmekten, vahşetten, öldürmekten, tecavüz etmekten, yağmalamaktan ve sadece lanet olası midesini doldurmaya çalışmak ve bitmeyen cinsel açlığını tatmin etmeye çalışmak dışında bir şey yaptığını görebiliyor musunuz insanlığın? Son olarak ta, eğer biz olmadan tanrının bazı isimleri varlık aleminde tecelli edemiyorsa o halde sonsuz mutlak ve Kadir bir yaratıcıdan bahsedemeyeceğimizi üzülerek söylemek istiyorum belki bize muhtaç olmayabilir ama bizim yaratılmamız onun için ve isimlerinin tecelli edebilmesi için bir zorunluluk ise o halde henüz mutlak kadir ve her şeye gücü yeten bir tanrı değildir sadece sonsuz güç olmaya çalışan Ama hala öyle olmayan bir varlık demektir. Bu gerçeği kabul etmek ise dinsel kaynakların bize söylediği tanrı kavramını yerle bir eder.

Şimdi imtihan işleminin Tanrı açısından getirisi ve götürüsünü kısmen inceledikten sonra bir de imtihan edilen bizler açısından getirisi ve götürüsü üzerine biraz düşünelim.

Yaratıcımız bizi yaratırken ve imtihan sürecine sokarken ‘Galu bela’ denilen yerde bizim ruhlarımızı toplayarak bize ana soruyu sorduğunu ve bizden bir sağlam söz aldığını iddia ediyor. Bize “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim” dediğini ve bizim de “ evet sen bizim Rabbimizsin” dediğimizi iddia ediyor. Bu yaşanan hadise bize daha sonra unutturuluyor çünkü bizim sınava tabi tutulmamız gerekiyor ama sınavın sonunda imtihan kağıtları yani amel defteri okunurken yaratıcı bu gerçeği bizim yüzümüze vuracak ve bize diyecek ki ben sizden zamanında sağlam bir söz almıştım ve sizde beni rab olarak kabul etmiştiniz ve dünyanın emanetini kabul etmiştiniz diyecek. Ama biz bu verdiğimiz sözü hatırlamıyoruz yani sınavı kabul ettiğimizi bir türlü hatırlayamıyoruz ama ilginç bir şekilde bizi sınav yapan kişi hayır ben size sordum sizde kabul ettiniz dolayısıyla bu sınav gönül rızasıyla yapılan bir sınavdır diyor.

Peki kısa bir süreç içerisinde yapmış olduğum hata nedeniyle sonsuza kadar yanmakla tehtit edildiğim bu sınava giriş için söz verdiğimi hatırlamamak kadar saçma bir şey olabilir mi? Bu kadar tehlikeli bir işe kalkıştığımı hatırlamıyorum ama birileri bana sen evet dedin o nedenle sınav oluyorsun diyor bir kere sınava başvuru için rızamın bulunup bulunmadığı hususunun netleştirilememiş olması Bu sınavı baştan itibaren geçersiz yapıyor. Eğer insan dünyadaki her şeyi beynindeki nöronlar ile algılayarak ve beş duyu organının kendisine gönderdiği iletileri yorumlayarak anlıyor ve anlamlandırıyor ise, deliler yani akli melekeleri yerinde olmayanlar sınavdan muaf tutuluyorlar, çocuklar akli melekeleri tam olgunlaşana kadar sınavdan muaf tutuluyorlar ise buradan şu anlam çıkıyor ; insan beyninin algılama yeteneğinin tam olarak gelişmediği süreç içerisinde tanrı bizi imtihan etmediğini söylüyor. O halde akli melekelerimizin tam olarak yerinde olduğunu düşündüğümüz dönem içerisinde hiç hatırlamadığımız herhangi bir şeyden tanrı bizi nasıl sorumlu tutabiliyor sizce bu adaletli mi?

Tanrı’yı göremiyorum peygamberi 1400 yıl önce dünyaya veda etmiş onu da göremiyorum bahsedilen mucizelerden hiç birisini görmedim ve şahit olmadım sınav kitapçığı yabancı bir dilde bana gönderildi sadece çevirisi ile soruları cevaplamam yasakladı ve Bu tanrı beynimin ve nöronlarımın alamadığı ve algılayamadığı bir yığın bilgiyle beni imtihan ettiğini söylüyor. iyide ben anlayamıyorum ve algılayamıyorum göremiyorum Bir kişi bile bana ne Tanrı’yı ne cenneti ne de cehennemi gösterebiliyor ,şeytanı da gösterebilen yok. Bu kadar belirsizlik içerisinde imtihan edilmek imtihana maruz bırakılan insan için çok büyük bir risktir. evet bir tarafta cennet olabilir ama %50 ihtimalle diğer tarafta bunun karşılığı cehennem olarak bulunuyor o nedenle bu risk insan için alınabilir bir risk boyutunda bulunmuyor eğer Tanrı bize gerçeği söylemiş olsaydı bütün doneleri ayrıntısıyla söylemiş olsaydı hiç kimse bu imtihanı kabul etmezdi ya da aklı olan hiç kimse, eğer gerçekten bu imtihanı kabul ettiysek ya imtihan edilebilecek kadar zeka seviyemiz yok demektir ki bu durumda sorumluluğumuz da olamaz , ya da birileri bize bir şeyleri eksik söyledi demektir.

TANRININ KATI FELSEFESİ

İkinci boyutun varlıkları üçüncü boyuttaki yaşamı ve yaşam şeklini algılayamıyorlar biz üçüncü boyutun varlıkları ise bir sonraki boyut olan dördüncü boyutun nasıl işlediğini anlayamıyoruz yani algılayamıyoruz bir başka husus ise zaman ve mekan kavramları içerisine hapsolmuş canlılardan olan insan bu kavramların dışında herhangi bir yer ve herhangi bir yaşam şekli hayal edemiyor, orada işlerin nasıl yürüdüğünü bir türlü algılayamıyor.
Ama bizim Tanrımıza bakacak olursak; zamandan ve mekandan münezzeh olduğunu biliyoruz, kendisi doğmadı ve doğrulmadı, O her şeyi biliyor her şeyden önce o vardı, Her şeye gücü yeten çok merhametli ve kullarını çok seven ,bizim tekamül seviyesine ulaşmamızı ve olgunlaşmamızı isteyen bu nedenle bizi hep affeden ulu, yüceler yücesi bir tanrımız var. Böyle bir tanrının İblis denilen varlıkla böyle bir restleşmeye girebileceğini ve haydi girdiğini kabul edelim, bütün her şeyi önceden bilen, evrenin bilgisine sahip, varlık aleminin sonuna kadar olacak olan her şeyi bilen yüce yaratıcının kaybedeceğini bile bile bu restleşmeye girdiğini kabul edecek olursak gerçekten kafatasımızı açıp beynimize bir kenara koyup yola devam etmemiz gerekiyor. Eğer tanrı yukarıda saydığım özelliklere sahipse bizi imtihan etmez, edemez, etmeyecektir. Bir an olsun belki algılamakta zorlanacağız ama zamandan ve mekandan münezzeh olan o tanrının katından olaylara bir bakalım ne kadar mantıklı duruyor fayda maliyet hesabı yaptığımızda Tanrı’ya ne kazandırıyor tanrı kurulu düzenin de insan gibi bir hoyrat varlığı yaratarak neden risk alıyor ve neden bu varlığı imtihan etme ihtiyacı hissediyor. 

İmtihan kavramında şöyle bir durum söz konusudur bir varlık bu insan olsun hayvan olsun ya da başka bir canlı olsun fark etmez ancak kendisi bir üst göreve aday olduğunda yahutta kendisine daha üst bir görev verileceği zaman imtihan edilir. Bu imtihanda da kendisine öğretilen bilgilerle sınanır. Eğer bu sınavı geçemez ise, kişi olduğu pozisyonda bırakılır ve belirli bir süre sonrasına sınav tekrar edilir ( reenkarnasyon) . Eğer bir varlık sınavdan sonra bir üst göreve atanmıyorsa sınav bittikten sonra cennete gidip sonsuza kadar yan gelip yatacaksa burada bir imtihandan değil bir durum tespitinden bahsedilebilir zira bu varlık bırakınız üst göreve geçmeyi tamamen pasif göreve geçiriliyor yani tersine bir işlem var gibi görünüyor başarılı olanlar tamamen pasifize ediliyorlar ve sonsuza kadar cennette hiçbir şey yapmadan yatmak zorunda bırakılıyorlar.
Sormak gerekmez mi ey tanrım son gönderdiğin dine inanmak bu kadar önemli mi? Gönderdiğin dinde koyduğum kurallar bu kadar önemli mi? Beni sonsuza kadar cayır cayır yakacak kadar önemli olan şey ne? Hani çok rahmetliydin çok acıyandın, kullarını yani bizleri çok seviyordun, bizim sınavı kazanmamızı ve tekamüle ulaşmamızı istiyordun, madem bu kadar merhametliysen neden yeterli doneleri ve yeterli bilgileri vermeden bazı şeyleri bize unutturarak araya şeytan ve nefis gibi ekstra zorluklar koyarak bizi Anlamadığımız ve bildiğimiz dilde yazılmayan bir kitapla imtihan ederek sonsuza kadar cayır cayır yakmakla tehdit ediyorsun. Bizi bu kadar mı sevmiyorsun? Madem merhametliysen bizi hiç sınav yapmasaydın ne kaybederdin?. sonuçta bütün evren senin değil mi bizim kalplerimizi biraz daha iyiliğe ve sevaplara yatkın yaratsaydın ne kaybederdin? bizi öldürmekten nefret eden sevgi dolu varlıklar olarak yaratsaydın koskoca mülkünden ne eksilirdi? Bize neden bunu yapıyorsun? cehennemi hiç yaratmaya bilirdin, dünyadaki depremler acılar, açlıklar bunları oluşturmayabilirdin. Ölümlere tecavüzlere cinayetlere savaşlara izin vermeyebilirdin. Bizi tekamül ettirmek istiyorsan bunu ağrısız acısız da yapabilirdin. Belki her şeyden önce farklı bir evren, her şeyin mükemmel olduğu ve mükemmel bir nizâmın olduğu bir sistem de yaratabilirdin. Ama yapmadın değil mi, merhameti azabının üstünde olan Ve kullarını çok seven bir tanrı olarak yukarıdaki söylediklerimi yapmadın, daha iyisini yapabilecekken daha kötüsünü yaptın, hiç azap etmeyebilecekken insanın kalbini titreten bir cehennem yarattın, bizi kahrolası acının ölümün ve savaşların içerisinde yarattın, hiç Anlamadığımız bilgilerle yabancı kaynaklarla bizi imtihan olmak zorunda bıraktın ,bizi daha önce imtihanı kabul ettiğimize ikna etmeye çalışıyorsun ama hatırlamıyoruz bile.

Hey tanrım eğer gerçekten bu yazıtlar seninse ve bu sistemi sen kurdu isen sanırım hiçte tapınılacak bir varlık değilsin zira kalbinde merhametten eser yok ve öldürülürken çığlıklarımızı boğazlanırken göğe kalkmış ellerimizi görüyorsun tecavüz edilirken bir Çocuğun çığlıklarını işitiyorsun ama sadece ve sadece izliyorsun gerçekten bunu ne kalbim ne de beynim almıyor eğer bizi çok sevdiğini söylüyorsan ya biz sevgiden anlamıyoruz ya da sen nasıl sevileceğiyle ilgili henüz yeteri kadar tecrübe edinmemişsin. Yarattığın bizlere bir bak sevdiğimiz için kurşunların karşısına geçiyoruz siper oluyoruz onlar için ölüyoruz bütün varlığımızı onlar için harcıyoruz onların tırnağına taş değdiğinde bizim kalbimize hançer saplanıyor, işte biz böyle seviyor ve koruyoruz sevdiğimizi eğer gerçekten seversek. ama sen sadece izliyorsun bizi. üstelik bütün kötülüklerin kaynağının senin yarattığım dünya ve senin yarattığın varlıklar olduğunu bile bile. yani her şeyin kaynağının ve sebebinin yine sen olduğunu bile bile bizim acılar çekmemizi izliyor ve bize bizi çok sevdiğini söylüyorsun.

ROBOT ÖRNEKLEMESİ

Durumu anlayabilmemiz için kendimize bir tanrı gibi düşünerek bu senaryoyu yeniden yazalım eğer bize mantıklı geliyorsa doğru olduğunu düşüneceğiz. Biz üstün yetenekleri olan ve mükemmel robotlar üretebilen bir bilim adamıyız, elimizde her türlü madde var yeteneklerimizin sınırı yok ve fabrikamız var!
Robotları çok iyi bir metalden üretme imkanımız varken kırılabilen döküle bilen ve çürüyebilen metallerden üretmeyi tercih ediyoruz. Robotları direk olması gereken optimal boy ve ağırlıkta üretme imkanımız varken bunu tercih etmiyor ve diğer robotun içinde minik bir robot olarak üretiyor sonra eziyetli işlemlerle büyümesini ve olması gereken hale gelmesini istiyoruz. Her bir robotun mükemmel zeka seviyesinde üretme imkanımız varken serbest üretim şeklinde her bir robota ne kadar zeka/ bilinç düştüğünü hesap etmeden seri üretim yapıyoruz, Bu nedenle arada olması gerekmeyen vücut özelliklerine sahip robotlar üretildiği gibi olması gerekenden çok az bilinç seviyesine ait robotlar da üretiyoruz. Bu robotların yaşaması için mükemmel olanaklar sunma imkanımız varken her an her yerde ölüm tehlikesi olan bir alan içerisinde yaşamak zorunda bırakıyoruz. Sonuçta bu robotların beyinlerini biz programladığımız için her şeyi en güzel şekliyle dizayn edebilecekken bu robotlara sevgi, aşk ,nefret ,intikam ,öldürme isteği ,şehvet gibi Bir sürü sıkıntılı duygu yükleyip o şekilde birbirlerine zarar verme izni de vererek söylediğimiz alanda yaşamaya gönderiyoruz. Akabinde ise sistemin sonuna kadar üreteceğimiz tüm bu varlıkların dijital beyinlerini bilgisayar ortamında topluyor ve onlara sizi biz üretiyoruz ve imtihan edeceğiz diye söylüyoruz, zaten yazılımı biz yazdığımız için bize itiraz edemiyor, “evet anladım kabul ettim” diyorlar. Ama arkasından bu bilgiyi hemencik beyninden siliyoruz ki hatırlayamasın.

Sonra üretime başlıyoruz önce iki robot üretiyor diğerlerini bu robotlardan çoğaltıyoruz. Ana fabrika boş duruyor istesek milyonlarcasını aynı fabrikada üretebilecekken biz bu yolu tercih ediyoruz. Robotların bize karışma hakkı yok nede olsa, yazılım bizim, fabrika bizim. Biz mükemmeliz , her şeyin en iyisini biliriz, biz en iyi fabrikayız ve yaptığımız her Robotun yaşamının sonuna kadar ne yapabileceğini zaten biliyoruz çünkü programı biz yazdık bizden izinsiz ve bizim bilgimiz dışında hiçbir şey yapamaz. İlk robotu diğer robotlarla konuşmak için elçi olarak seçiyoruz canımız böyle istiyor istesek hepsiyle aynı anda konuşabiliriz ama konuşmuyoruz sadece bir robotla konuşuyoruz oda diğerlerine üreticinin mesajını söylüyor. Bir müddet işler yolunda gidiyor gibi devam ederken birden robotlardan biri diğerini hunharca parçalayarak öldürüyor. Bu bizim için sürpriz olmuyor biz zaten böyle olacağını biliyoruz her şeyi biz programladık izlemeye devam ediyoruz robotlar çoğalıyorlar çoğalıyorlar arada tehlikelere maruz kalıyor ölüyorlar yenilerini üretiyoruz üretimi teşvik etmek için bu robotların beynine haz duygusu ekliyoruz ve üretim onlara zevkli gelmeye başlıyor bunun ismine seks diyorlar ve bu şekilde üretmeye devam ediyorlar.

Gün geliyor robotlar o kadar çoğalıyor ki 300 500 tane ayrı dil konuşuyorlar onlar için belirlediğimiz alanın her tarafına yayılıyorlar yine iletişim kurmamız gerekiyor biz de bu dillerden bir tanesini konuşan ve bize göre en üstün yetenekli olan en temiz ve saf robotu diğerleriyle konuşmak için seçiyoruz ve o robota diyoruz ki “biz bir kural silsilesi belirledik bu kurala göre yaşamanız gerekiyor öncelikle sen bu kurala göre yaşayacaksın diğer herkese de bunu öğreteceksin “diyoruz. İstesek kurallar silsilesini tek seferde ilham ederiz, ya da yazılı şekilde veririz, ama bu yolu tercih etmiyoruz, sindire sindire öğrensinler diye Yavaş yavaş söylüyoruz söyleyeceklerimizi ayrıca yazılı olarak da söylemiyoruz rüyasında yahutta göremeyeceği bir ses veya frekans olarak kendisine iletiyoruz oda bunu diğer robotlara iletiyor. Diğer robotlar karşı çıkıyorlar bizim elçi robotumuzdan delil istiyorlar zaten bunu isteyeceklerini biliyoruz ama vermiyoruz hayır diyoruz size delil bile versek inanmazsınız, Daha önce gönderdiğimiz elçi robotlara delil verdik de ne oldu inkar ettiniz diyoruz. Elçi robota kurallarımıza diğer robotlara anlatmasını söylüyoruz ama bizim robotumuzun bilmediği ama diğer robotların konuştuğu 500 tane dil var hepsinden sorumlu tutuyoruz ve biz o robotu bütün her yerdeki diğer robotların mesaj ileticisi olarak belirliyoruz nasıl iletirse iletsin tercüme yapılabilir dil değiştirilebilir. Bu robotların hepsinin aynı dili konuşmasını sağlama yeteneğimiz varken yapmıyoruz ayrıca bu robotların hepsinin tek bir ırk olarak yaşamasını sağlama yeteneğimiz varken yine yapmıyoruz. Robotların yüzlerce değişik küçük grup halinde yaşamasına izin veriyoruz daha doğrusu böyle olacağını en başındaki programda zaten biliyoruz ve bizim elçimiz bizim verdiğimiz kurallar kitabını diğer robotlara anlatmaya çalışırken bir sürü savaş çıkıyor ve milyonlarca robot sadece ve sadece bizim mesaj verdiğimiz kişinin mesajını taşıma eylemi ve devamındaki değişmeler nedeniyle yok oluyorlar ama biz buna hiç gocunmuyoruz çünkü biz böyle olsun istedik biz mesajımızı bu şekilde iletmeyi tercih ediyoruz oysa mesajı doğrudan bütün robotların beynine göndersek kimse kimseyle kavga etmez hiç kimsede ölmezdi ama bir bildiğimiz var çünkü biz en iyi bilen ve her şeyi mükemmel yapan fabrikanın sahibiyiz.

Bir süre sonra robotları kontrol edemiyoruz ve hiçbir robot bizim sözümüzü dinlemiyor mesaj getiren robotu ya öldürüyorlar ya asıyorlar ya da hiç dinlemiyorlar biz de fabrika kurucusu yüksek mühendis olarak bütün robotların bulunduğu yeri su ile doldurarak bütün robotların paslanarak ölmesini sağlıyoruz. Birkaç kez daha bu robotların bölgesel isyanları ve kural tanımaz tavırları nedeniyle toplu olarak robotların üzerinden silindirle geçiyoruz ve yok ediyoruz çünkü biz mükemmel nizam ve düzen sahibi her şeyi en iyi bilen ve evrendeki en iyi fabrikanın sahibiz.

Gelelim mesajın içeriğine mesajımız şu: “ hatırlamasanız da sizden zamanında söz almıştık ve bu yerde imtihan edilmeyi Kabul ederek sizin bizim tarafımızdan fabrikada üretildiğinizi kabul etmiştiniz bize günde beş kez ellerinizi havaya kaldırarak ve diz çökerek itaat edeceksiniz bizi tanıyacaksınız ve bizim için hep iyi niyet dualar edeceksiniz kendi acizliğinizi bize göstereceksiniz biz her şey ve herkes için en büyüğüz, bizden önce başka fabrika yoktu bizden sonra da olmayacak bu fabrika birisi tarafından kurulmadı , zaten her zaman vardı sizden istediğimiz şey bize sonsuz saygı ve sadakat ile piliniz bitene kadar bize dua etmeniz ve bu mesajı diğer bütün robotlara yayabilmek için ordular toplayarak diğer robot kabileleri ile savaşmanız. Sizin için bir takım kurallar belirledik bazı zamanlar aç kalacak bazı zamanlar sizde bulunan belirli ihtiyaç parçalarından belirlediğimiz yerlere vereceksiniz bunları tastamam yaptığınızda ve bizim büyüklüğümüz’ü ve mesajı ileten kişinin bizim tarafınızdan gönderildiğini kabul ettiğinizde sizi sonsuza kadar hiç pilinizin bitmeyeceği Ve paslanmayacağınız sonsuza kadar en mükemmel şekilde bulunacağınız bir yerde ödüllendireceğiz, eğer bu sınavı kaybederseniz sizi binlerce santigrat derece sıcaklık bulunan ve cehennem ismini verdiğim bir yerde sonsuza kadar ısıtacağım ve yakacağım”

Sizce yukarıdaki fabrikanın kurucu mühendisi ve fabrikanın kendisi ne kadar mantıklı bir iş yapıyor, bu işten kazancı ne? Eğer bütün robotların bir sistem üzerine çalışmasını istiyorsa bunu baştan programlayabilirdi, bu kadar zor ve saçma bir yolu bu mühendis neden seçiyor? ayrıca robotlar neden başka başka diller konuşacak şekilde programlanmış veya neden bu mesaj doğrudan bütün robotlara değilde tek bir robota gönderilerek diğer robotlar için hem imtihan hem de süreç zorlaştırıyor. Fabrikanın kurucusunun amacı üzüm yemek mi yoksa bağcıyı dövmek mi bunu tespit edebiliyor musunuz eğer yukarıdaki fabrika üretim sistemi size mantıklı geliyorsa bir şey diyemeyeceğim ancak mantıklı gelmiyorsa o halde bizi ürettiğini iddia ettiğimiz fabrika ile ilgili ciddi bir sorgulama yapmamız gerektiğini düşünüyorum zira ya yaratılış amacımızdan hiçbir zaman haberimiz yok ya da çok yanlış bir programlama sistemi ile programlanıyoruz ve fabrikanın üretim hatlarında ciddi bir sorun var demektir. 

SONUÇ

Tanrının esasında insana ihtiyacının olmaması gerekirdi, hele hele onu imtihan etme zahmetine hiç girmemesi gerekirdi, bir yaratım ve üretim, ya kendi ihtiyacımızdan yada zahir bir ihtiyaçtan hasıl olur. Tanrı mutlak kadirse bizi yaratmak onun için bir israf olmalıydı. Bir varlığı yani bizi imtihan etmesi Tanrının yarattığı bilinçlerin ona ve kurallarına tabi olup olmayacağının test edilmesi, evrende birilerine, yada kendine henüz ispatlamaya çalıştığı bir şeyler olduğunu, Tanrının mutlak kadir olmadığını gösterir. Tanrı için bu ispat eylemi büyük bir risk doğurur, insanlar sınavı kaybederlerse, tanrı hem evrene karşı kendisinin hala eksik olduğunu, bir varlığa özgür irade verdiğinde hala kendisine başkaldırabildiğini tescil ederek kendi ayaklarına sıkar itibar kaybeder, hem de bu uyumsuz varlıkları sonsuz cezalandırmak için bir emek ve güç sarf etmek zorunda kalarak bir de evrende bu kahrolası varlıklara cehennem gibi bir yer ayırarak elindeki atomları gereksiz bir işte sabit tutmak zorunda kalır. Tam tersi durumda da cennet gibi bir yerde bu ulu ruhları toplayarak yan gelip yatırmak gibi bir israfa girerek yine cenneti oluşturan atomlarını orada sabit tutmak zorunda kalarak nihayetinde ve total hesapta israfa giden bir eylem icra etmiş olur. Sabit tutmak derken; yani hayal edilen şey hiç kıpırdamayan , hep orada duran bir cennet ve cehennem figürü. Oysa evrende en küçük atomdan en büyük galaksilere kadar hareket etmeden bir saniye bile sabit duran bir şey yok ki ! Tanrı insansı özellikler barındıramaz, Biz insanların acizlik olarak gördüğü kızma ve ölçüsüz ceza verme ya da öç alma gibi eylem ve duygularla işi olamaz, Toplu helaklar ,beceriksizliğini halının altına süpürmek, ya da başkalarına mal etmek anlamına geleceğinden böyle bir acziyet gösteremez. Sonsuz evreninde ne iş ne de işçi ihtiyacı bitmeyeceğinden bizi cennette yan gelip yatıramaz, Kendi beceriksizliğini , ürettiği et bedenleri sonsuza kadar yakarak kapatamaz. Böyle bir tanrıya inanıyorsanız işte bu gerçekten mitolojinin ta kendisi. İnsansı tanrı tam olarak bu işte. Gerçeği bulmak istiyorsanız bu birinci basamaktı, yol uzun ve yokuşlar gerçekten sarp.....

KUR'AN'DA YEMİN KONUSU

Yazan: Kirpi


KUR'AN'DA YEMİN KONUSU

Allah kaldıramayacağı ağırlıkta bir taş yaratabilir mi? ve türevi sorulara Müslümanların sıkça yaptığı eleştirilerden biri «Nasıl olur da Allah'a insanı vasıfları yüklersin» şeklindedir. Fakat bunu söyleyen Müslümanların belli ki Kur'an'dan haberleri yok. Zira Allah Kuranda zaten kendisini insanı vasıflarla anlatıyor. Örneğin konuşması, merhameti, sevgisi, gazabı, aklı, bunlar insani vasıflar ve Allah kendini ifade etmek için bunları kullanıyor. Onlardan biri de bu yazımın da konusu olan Yemindir. Yemin karşıdaki kişiyi inandırmak için insanlar tarafından sıklıkla kullanılan bir şeydir ve dolayısıyla insana ait vasıflardandır. Allah Kur'an'da insanları kendine inandırmak için yeminler ediyor. Peki her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi bir ilah insanları kendine inandırmak için yemin eder mi? Kur'an yeminlerle dolu olan bir çok sure vardır. Onların en büyüğü ise Şems suresidir çünkü baştan sona yeminlerle doludur.

Şems Suresi:
1- Güneşe ve onun aydınlığına andolsun,
2- Onu izlediğinde Ay'a andolsun,
3- Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun,
4- Onu bürüdüğünde geceye andolsun,
5- Göğe ve onu bina edene andolsun,
6- Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun,
7,8,9- Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.

Müslümanlar bu yeminlerin farklı konulara dikkat çekmek için kullanıldığını söylüyorlar. İyi ama Güneş ve Ay'a daha ne kadar dikkat çekecek ki? Zaten insanlar tarih boyunca onlara fazlasıyla dikkat etmiştir, hatta onları birer tanrı olarak bile görmüşlerdir.
İşin garip tarafı Kur'an'da yemin konusunda bile Müslümanlara torpil yapılıyor. Örnek vermek gerekirse kafirler yeminlerini bozarsa cezasının ne olacağı konusunda Kur'an'a baktığımızda çok sert ifadelerle karşılaşıyoruz:

Tevbe Suresi 12. Ayet:
وَاِنْ نَكَثُٓوا اَيْمَانَهُمْ مِنْ بَعْدِ عَهْدِهِمْ وَطَعَنُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ فَقَاتِلُٓوا اَئِمَّةَ الْكُفْرِۙ اِنَّهُمْ لَٓا اَيْمَانَ لَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَنْتَهُونَ
Eğer andlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dininize dil uzatırlarsa, inkarda önde gidenlerle savaşın, çünkü onların yeminleri sayılmaz, belki vazgeçerler.

Bahsi geçen ayette yeminlerini bozup İslama dil uzatanlarla savaşılması ve dolayısıyla öldürülmeleri emrediliyor. Fakat konu Müslümanların yeminlerini bozarken verilmesi gereken cezaya gelince alemlerin yaratıcısı kulları arasında ayrımcılık yapıyor. Şimdi sizlere göstereceğim ayeti dikkatlice okumanızı ve düşünmenizi istiyorum:

Mâide Suresi 89. Ayet:
لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللّٰهُ بِاللَّغْوِ ف۪ٓي اَيْمَانِكُمْ وَلٰكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمُ الْاَيْمَانَۚ فَكَفَّارَتُهُٓ اِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاك۪ينَ مِنْ اَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ اَهْل۪يكُمْ اَوْ كِسْوَتُهُمْ اَوْ تَحْر۪يرُ رَقَبَةٍۜ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلٰثَةِ اَيَّامٍۜ ذٰلِكَ كَفَّارَةُ اَيْمَانِكُمْ اِذَا حَلَفْتُمْۜ وَاحْفَظُٓوا اَيْمَانَكُمْۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin kefareti, ailenize yedirdiğinizin orta hâllisinden on yoksulu doyurmak, yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkânı) bulamazsa, onun kefareti üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin kefareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklıyor ki şükredesiniz.

Ayetin ilk kısmında Allah "boş bulunarak edilen yeminden sorumlu değilsiniz" diyor. Peki boş bulunmak ne demek? Bakalım ne demekmiş:
1: Söylenmemesi gereken bir şeyi, işin bu yönünü unutuverip, karşısındakine söyleyivermek, ağzından kaçırmak.
2: Dalgın bir durumda olmak, dalgınlıktan dolayı dikkatsiz bulunmak.

Örnek vermek gerekirse misal Ahmed komşusu Ali'nin karısının başka biriyle kocasını aldattığını biliyor. Sonra Ahmed dalgınlıkla, istemeden bu konuyu yemin etmek suretiyle Ali'nin yanında ağzından kaçırıyor. Ali sinirlenip karısını öldürüyor. Bu durumda Allah Ahmed'i sorumlu tutmuyor. Ne güzel değil mi?
Gelelim ayetin ikinci kısmına. Diyelim ki Ahmed, komşusu Ali'nin karısının ona ihanet ettiğini bilerek, yemin ederek anlatıyor. Ali karısını öldürdükten sonra Ahmed kendini suçlu hissediyor. Bu durumda kefaretini ödeyerek kendini sorumluluktan kurtarabilirsin. Bu kadar basit. Yani bir insanın ölümüne sebebiyet vermenin kefareti on yoksulu doyurmaktır. Fakat her ne hikmetse alemlerin Rabbi, sonsuz merhamet sahibi Allah kafirlere bu şansı tanımıyor.

Yemin konusunda Müslümanlara tanınan ayrıcalık bununla da sınırlı değil. Kur'an'da AHD kavramıyla ilgili ayetlere baktığımızda durumun daha da içler acısı olduğunu görüyoruz. "Ahd" ne demek önce ona göz atalım:

AHD: Yemîn, mîsâk, söz verme, ittifak, bir şeyi korumak, halden hâle onu muhafaza etmek, tavsiye etmek anlamlarında kullanılan bir terimdir.  Ahd kelimesi İslâmî bir kavram olarak "Ahd-ü Mîsâk' şeklinde kullanılmıştır.
[Kaynak sorularlaislamiyet.com]

Şimdi sizlere iki ayet göstereceğim. Ne demek istediğimi o zaman daha iyi anlayacaksınız.

İsrâ Suresi, 34. Ayet: 
وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَت۪يمِ اِلَّا بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ حَتّٰى يَبْلُغَ اَشُدَّهُۖ وَاَوْفُوا بِالْعَهْدِۚ اِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُ۫لاً 
Rüşdüne erinceye kadar yetimin malına, onun yararına olmadıkça el sürmeyin. Ahde vefa gösterin; çünkü ahid sorumluluk doğurur.

Diyelim ki bir çocuğun anne ve babası vefat ediyor. Amcası çocuk rüşd haline varıncaya kadar ebeveynlerinden kalan mirasa göz kulak olacağına dair bir ahd veriyor. Fakat daha sonra çocuğun amcası ahdine bağlı kalmıyor ve yetimin tüm malını benimsiyor. Bu durumda çocuğun amcasının cezası nedir? Yani bir Müslümanın kendi ahdine vefa etmemesinin cezası nedir? Cevabı için yine Kur'an'a bakacağız:

Tahrîm Suresi 2. Ayet:
قَدْ فَرَضَ اللّٰهُ لَكُمْ تَحِلَّةَ اَيْمَانِكُمْۚ وَاللّٰهُ مَوْلٰيكُمْۚ وَهُوَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
Allah şüphesiz size, yeminlerinizi(AHD) kefaretle geri almanızı meşru kılmıştır. Allah sizin dostunuzdur. O, bilendir, Hakim'dir.

Ayet çocuğun amcasının çocuk büyüyünceye kadar malına mülküne göz kulak olacağına dair ettiği yemini (ahdi) kefaretini ödeyerek bozabileceğini söylüyor.

Gördüğünüz gibi yeminlerini bozan kafirlerin cezasının ölüm olduğunu söyleyen Allah Müslümanlara gelince torpil yapıyor, hatta küçük çocukların bile malının mülkünün gasp edilmesi için yeşil ışık yakıyor. Yeminlerini bozduğu için Beni Kureyza'da teslim oldukları halde sırf kafir oldukları için 1000 kişinin kafasının kesilmesine onay veren alemlerin Rabbi küçük çocuğun malını mülkünü gasp eden kişiye sırf Müslüman olduğu için kefaret ödeyerek kurtulabileceğini söylüyor. Bu mudur sonsuz merhamet ve adalet? Eğer öyle ise olmaz olsun böyle adalet...

ACIMASIZ HAMZA VE SONU

Yazan: The Guiding


ACIMASIZ HAMZA VE SONU

Hamza, 569 veya 570 yılında Mekke’de doğmuştur. Annesi, Hz. Âmine’nin amcasının kızı olan Hâle bint Vüheyb’dir. Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe’den süt emdikleri için Muhammed ile sütkardeştirler. Çocukluk ve gençlik yıllarında ikisinin arkadaşlık yaptığı, Hamza’nın Muhammed’in peygamberliğini ilan edişinin 2. (612) veya 6. yılında (616) Müslüman olduğu nakledilmektedir.

Rivayete göre, Ebû Cehil ve adamlarının Muhammed’e hakaret ettiklerini duyunca Hamza, elindeki yay ile Ebû Cehil’i yaralamış ve, “İşte ben de Muhammed’in dinini benimsiyorum, cesareti olan varsa gelsin dövüşelim” diyerek İslâmiyet’i kabul ettiğini ilân etmiştir. Hamza’nın İslâm dinini benimsemesiyle Müslümanların güçleri artmış, bu da müşriklerin Müslümanlar aleyhine gerçekleştirmek istedikleri davranışlarını bir kere daha gözden geçirmelerine sebep olmuştur. (1)

Hamza, Uhud savaşında Vahşi isimli bir köle tarafından uzaktan atılan bir mızrakla öldürülmüş, ardından ciğerini sökülmüş ve Hind isimli kadına götürülmüştür. Bunun üzerine Hind, bütün takılarını Vahşî’ye vermiş, bunların yerine Hamza’nın ve diğer şehitlerin organlarını gerdanlık ve halhal olarak takmıştır. (2) 

Muhammed, peygamber olduğuna insanları inandırmak için, hep güçlülerin yanında yer almış, nüfuz sahibi insanların desteğini alma gayreti içinde olmuştur. En büyük destekçisinin amcası Ebu Talip olduğunu, hatta Ebu Talip’in vefatından sonra bir süre amcası Ebu Lehep’in yeğenini koruyup kolladığını ancak daha sonra bu desteği çektiğini biliyoruz. (3) Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebu Süfyan’ın kızı ile evlenerek, onun Ehli Beyt’ten olmasını sağlamış, (4) Ömer’in Müslüman olması için dua etmiştir. (5) Bilindiği gibi; Muhammed’i öldürmeye gelen Ömer, daha sonra nedenini bilmediğimiz bir şekilde Müslüman olarak, Muhammed’in hayatında çok önemli bir yere sahip olmuştur.

Muhammed’in aldığı kararlarda Ömer’in çok büyük etkisi olmuştur. (6) Muhammed, Ömer’in -kızı Hafsa’dan dolayı- kayınpederi (7) , -Ali ve Fatma’dan olma- torunu Ümmü Gülsüm’den (8) dolayı da büyükbabası olmuştur. (9)

Ömer ile Ali’nin Fatıma’dan olan kızı Ümmü Gülsüm arasında 43 yaş olmasına rağmen, peygambere akraba olmak isteyen Ömer Ümmü Gülsüm’ü almak için Ali’ye çok ısrar etmiş, Ömer’in ısrarlarına dayanamayan Ali, kızını 11 yaşında iken, 54 yaşındaki bir adama vermiştir. Ömer ile Ümmü Gülsüm’ün evliliklerinden Zeyd ve Rukiyye isminde iki çocuk dünyaya gelmiştir. (10)

Muhammed, Hamza’nın cenazesini gördüğü sırada bunu yapan kişiden intikam almak üzere yemin etmiş ancak daha sonra bu intikamdan vazgeçerek , Müslüman olmak isteyen Vahşi ile anlaşmış, onun belasından bir anlamda kendini korumuştur, (11) Aynı şekilde Ali ve Halid Bin Velid gibi iyi savaşçılar sayesinde de düşmanlarının kılıç darbelerinden korunmuştur.

Ali b. Ebi Talip’ten rivayet edilmiştir ki; “Bedir günü ganimetlerden hisseme düşen yaşlı bir devem vardı. Rasulullah o gün ganimetin beşte birinden ,yaşlı bir deve daha vermişti. Ben Resulullahın kızı Fatma ile evlenmek isteyince Beni Kaynuka kabilesinden kuyumcu bir adamdan benimle beraber geleceğine dair söz almıştım. Boya otu getirecektik. Onu kuyumculara satarak düğün davetimde parasından yararlanmak istiyordum. Ben develerim için ip çuval semerlerden oluşan eşyaları toplarken , develerim Ensardan bir adamın evinin yanı başına çökmüştü. Toplayacağımı topladım, bir de baktım develerimin hörgüçleri kesilmiş; böğürleri delinmiş ve ciğerlerinden bir şey alınmıştı. Onların bu manzarasını görünce gözyaşlarımı tutamadım. “Bunu kim yaptı” diye sordum. “Onu Hamza b. Abdülmuttalip yaptı. Hamza şu evde, Ensar'a mensup içkiciler arasında yer almaktadır. Ona ve arkadaşlarına bir cariye bir şarkı okudu ve şarkısı esnasında: “Ya Hamza, semiz ve yaşlı develere dikkat!” dedi. Hamza hemen kalkarak kılıçla onların hörgüçlerini kesti ve böğürlerini delerek ,ciğerlerinden (birer parça) aldı.” dediler.
Bunun üzerine Ali, oradan ayrılarak durumu resulullaha anlattığını ifade ediyor. Hikaye bu şekilde devam ediyor. Hikaye, içkinin zararları konusu işlenirken anlatılan bir hikayedir. Biz konuyu daha fazla uzatmamak için burada kesiyoruz. (12)

Görüldüğü gibi masum hayvanların hörgüçlerini keserek ciğerlerini çıkaran Hamza’nın ölümü de tıpkı zulmettiği o develer gibi olmuştur. Diğer taraftan; develerine acıyarak ağlayan Ali ki; bu çok doğal bir şey olup, vicdan sahibi her insanın ağlayabileceği bir konudur bu, ancak; aynı Ali, Muhammed’in peygamberliğine inanmayanların kafalarını kolaylıkla koparabilen biridir. Savaş sonunda esir alınan bu insanlar, eşlerinin ve çocuklarının feryatları arasında öldürülmüşlerdir. Bu konuda Ali’ye cennetle müjdelenen Zübeyr b. Avvam da yardım etmiştir. Elleri ve kolları bağlı olarak kafileler halinde, açılan çukurların başına getirilen esirler, kafaları kesilerek çukurlara atılmışlardır. Bu kesim işi sabahtan akşama kadar sürmüştür. Muhammed de bütün bu olanları bir yerde oturup seyretmiştir. (13)

Sonu, kafasını kestiği kişiler gibi olmamış ama Ali halife iken, sabah namazı sırasında Abdurrahman b. Mülcem isimli (harici mezhebinden) biri tarafından zehirli bir hançerle yaralanmış ve o zehrin etkisiyle de bir kaç gün sonra vefat etmiştir. (14)

BEDAVA PEYNİR FARE KAPANINDA OLUR!

Yazan: Wiseman


BEDAVA PEYNİR FARE KAPANINDA OLUR! 


Geçenlerde Facebook sayfamda aşağıdaki sözleri paylaştım:
“DİNCİ, DİNBAZ, ŞEYH, ŞIH, SİYASAL İSLAMCI,
TARİKAT VE CEMAATLER AKIL VE İNANÇ HIRSIZLARIDIR.”
“TARİKATLAR VE CEMAATLER MÜŞTERİSİ BOL TİCARİ KURULUŞLARDIR.
SERMAYELERİ DİN, İNSANLARIN EĞİTİMSİZLİĞİ VE SAFLIĞIDIR.”


Bu gönderime bir arkadaş yorum yapmış. Yorumunda kısa ve öz olarak “Kendisinin bir tarikat yurdunda kaldığını, kaldığı bu tarikattan herhangi bir kötülük, zarar görmediği gibi aksine bedava yediğini, içtiğini, yattığını hatta harçlık bile verdiklerini, dinini öğrendiğini” vs. anlatıyor. Bana da tarikat ve cemaatlere ön yargılı yaklaşmamamı tavsiye ediyor.

Konuyu kişiselleştirmemek için genelleyerek ele almak istiyorum. İstiyorum ki derin uykuda olan bazı beyinler uyansın.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki hiçbir tarikat, cemaat ASLA insan ve toplum yararına hareket etmez. Çünkü tarikatlar ve cemaatler TİCARİ İNANÇ SÖMÜRÜ yapılarıdır. Dinen de kanunen de yasal yapılar değildirler.

Siz hiç;
  • Devlet okullarına yardım eden, okulların ihtiyaçlarını karşılayan tarikat, cemaat görüp, duydunuz mu?
  • Çocuk Esirgeme Kurumlarına, yetimlere, yardım eden tarikat, cemaat görüp, duydunuz mu?
  • Kadın sığınma derneklerine, evlerine, dul, sokakta kalmış kadınlara yardım eden tarikat, cemaat görüp, duydunuz mu?
  • Yaşlılar yurdunda kalan, bu tür kurumlara sığınan yaşlılara, hastalara yardım eden tarikat, cemaat görüp, duydunuz mu?
  • Engelli, sakat, muhtaç, açta, açıkta kalmış, yiyecek ekmeği olmayan, sokakta yaşayan, muhtaç kişilere yardım eden tarikat, cemaat görüp, duydunuz mu?
  • Hayvanlara, doğaya yardım eden tarikat ve cemaat gördünüz mü?
  • Camilerin bu tür muhtaçlara açıldığını duydunuz gördünüz mü? İmamların bu tür muhtaçlar ile ilgilendiğini duyup gördünüz mü?
  • Tarikat ve cemaatlerin, şeylerin ve şıhların, hocaların ve imamların bilim ile bilim insanlarına destek olduklarını duyup gördünüz mü?
Duyamazsınız, göremezsiniz!

Peki, bu tarikat ve cemaatler ne yaparlar, kimlere yardım eder, kimlerin peşinden gider, kimler ile ilgilenirler?

* Kur’an kursları adı altında gayri hukuki, gayri ahlaki ticarethane açarlar. Cami yaptırırlar, kendilerine militan ve insan kaynağı için okul yaptırırlar. Ancak bütün bunlar ticarethanelerini daha da büyütmek için ileriye dönük yatırımlardır.

* Camilerde, evlerde, okullarda kendi dilini bile düzgün öğrenemeyip, konuşamayan kişilere Arapça (TÜRKÇE DEĞİL) Kur’an öğretirler. Ama anlatırken onlara Kur’an’ın gerçekte ne dediğini değil, kendi işine geldiği gibi kendi yorumları ile Türkçe anlatırlar. Bir müddet sonra Kuran öğrenme ve okuma işi hocanın Türkçe din anlatım ve öğretimine dönüşür. Daha doğrusu beyin yıkamaya dönüşür.

* Dini eğitim ve militan yetiştirme faaliyetlerine özellikle küçük yaştaki çocuklardan başlarlar.

*Her tarikat ve cemaatin kendilerini tanıtan, birbirlerini tanıyan kıyafet, sembol, işaret, sözleri vardır.

* Kendi tarikat ve cemaatlerine devam eden kişilere KUR’AN’DAN ÖNCE kendi tarikat ve cemaatlerinin ilkelerini, kurallarını anlatır ve öğretirler. Hiçbir tarikatta, cemaatte ASLA Kur’an ve ibadet öncelik değildir. Kur’an ve ibadet sadece faaliyetleri için perde ve yemdir.

* Öğrencilere ders desteği adı altında (bu arada göstermelik ders desteği de verirler) grup toplantılarına, beyin yıkama faaliyetlerine alırlar.

* Adım adım ilerleyen, güvenilir, sadakatini ispat etmiş müritlerine, Şeyhleri, Şıhları, Hocaları ile tanıştırıp onurlandırırlar. Sofrasına oturturlar. Sırtı sıvazlanıp gururu okşanır. Tava getirilir.

* Hemen her tarikat ve cemaatin birbirine benzer, görünen ve görünmeyen, gizli, illegal yapılanması vardır. Hücre sistemi uygularlar. Her şahıs ve gruptan sorumlu kişiler vardır.

* Her tarikat ve cemaatte Şeyhin, Şıhın, Hocanın yanında “Şeyhi uçuran” şakşakçısı, yardakçısı, tasdikcisi, yalancı şahidi vardır.

* Sürekli olarak “ALLAH RIZASI İÇİN” dilencilik yaparlar. İnsanların dini duygularını sömürerek maddiyat adına ne varsa toplarlar. Bunlar bazen müritlerinin evleri, arsaları, dükkânları, birikmiş büyük yatırımları olur. Kurban, sadaka, fitre, adak, deri, kermes gelirleri ve en küçük maddi yardımlar bile birikerek milyonlar milyarlar olur. Kısacası bol bol haram yerler.

* Her tarikat ve cemaat için mürit demek; MÜŞTERİ demektir. YOLUNACAK KAZ demektir, MİLİTAN demektir, TETİKÇİ demektir, PARA KAYNAĞI demektir, HİZMETKÂR demektir, KÖLE demektir. Kadın ve çocuklar CİNSEL OBJE olarak istismar edilecek köle demektir.

* Tarikatlar ve cemaatler kimlere yanaşır? Siyasi partilere ve kişilere… Neden? Nemalanmak, devlete sızmak, devlette yapılanmak ve devleti soymak için. Şimdiye kadar siyaset dışı kalmış bir tarikat, cemaat gördünüz mü?

* Yardım ettikleri (ediyor göründükleri) kişiler genelde ileride kendilerine yapılan yardımdan kat be kat fazlasını alabilecekleri kişilerdir. Bunlar özellikle öğrenciler, iş adamları, sanatçılar, futbolcular, ticarethanesi olan kişiler, varlığı olup bu varlığını tarikatlarına bırakacak kişiler, tarikat için koşturacak, mürit bulacak, hizmet edecek, kirli işlerini gördürecekleri kişiler... Yardımlar sadece bunlara gider. Toplanandan ve gerekli yerlere harcanandan geri kalan yardımlar Şeyhe, Şıha, Hocaya ve yardakçılarına YAT, KAT, AVRAT olarak döner, dönüşür.

Peki, insanlar neden bu tarikat ve cemaatlerin peşinden gider ya da tuzağına düşer?

Bunun iki temel nedeni vardır:
1-Dini duygular
2-Menfaat

1- Dini duygular ile hareket edenler aslında “SAF, TEMİZ” insanlardır. Gerçekten Yaratıcıya, dine, peygambere, Kur’an’a inanan ve ibadetini yapan, hayatını bu yönde düzenleyen insanlardır. Bunlar genelde “ALLAH RIZASI” için hareket ederler. Tek amaçları Allah’ın rızasını kazanmak, öğrenci okutmak, varlıklı iken katkıda bulunmak, vicdanen rahatlamak, inandığı gibi düşünen çevrenin içinde bulunmak. Bu tür insanlar sevap işlediklerini düşünür ve iç huzur bulurlar. Vicdanlarını rahatlatır ve görevlerini yaptıklarını düşünürler. Verici insanlardır. Genelde “mütedeyyin, muhafazakâr” dırlar. Zararsız ve iyi vatandaştırlar. Fakat bilmeden ve farkında olmadan tarikatların, cemaatlerin Şeyhlerin, Şıhların, Hocaların ayakta kalmalarını sağlarlar. En büyük tabanı bu kitle oluşturur. İnançları, dinleri, peygamberleri ve Kur’an konusunda cahildirler. Bilgiyi hazır alırlar, Okumayı sevmezler. Anlatılan dini bilgilere inanırlar. Kitap değil, kulaktan dolma, kahve ve sohbet Müslümandırlar.

2- Menfaat için hareket edenler ise oldukça geniş bir yelpazeyi kapsar. Bu tür insanların tek amaçları vardır, o da bu sistemden mümkün olduğunca yararlanmak, su akarken kovalarını doldurmak… Aslında yararlanma karşılıklıdır ve her iki taraf da bunun farkındadır. Al gülüm ver gülüm yaparlar. Onlar için inanç, din, peygamber, Kur’an, Allah asla umurlarında değildir. Sadece bu değerler üzerinden neler elde edebileceklerine bakarlar.

Bu yelpaze geniştir. Öğrenci için ele alacak olursak, hazır ve güvenli yatacak bir yer, elektrik, su parası yok, servis ücreti yok, yemek hazır, temizlik derdi yok. Başlıkta dediğim gibi “Bedava peynir sadece fare kapanında olur.” Hiçbir tarikat, cemaat, şeyh, şıh, hacı, hoca abi, abla size karşılığını almayacağı bir hizmet vermez. Sizin Allah rızası için sandığınız şey gelecekteki menfaatlerinden başka bir şey değildir. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemezler. Bu gün değilse on yıl sonra fatura sizin önünüze konacaktır. İstemeseniz de bedel ödettirilecektir. Birçok sanatçı, sporcu, iş adamı, esnaf, tarikat ve cemaatten hizmet alan, destek alan herkese bu bedel ödettirilmiştir.

Peki, bu karşılıklı menfaate dayanan ilişkilerdeki alan ve veren kişilerin özellikleri nasıldır?

Daima aldıkları "çaldıkları" verdiklerinden fazladır. Bukalemun gibidirler, her renge bürünebilirler. İbadeti gösteriş için yaparlar. Dilbazdırlar. Allah, peygamber, Kur’an, inşallah, maşallah dillerinden düşmez. Karşısındakinin nabzına göre şerbet verirler. Yalancı, riyakâr, sahtekâr, dinci, dinbaz, üçkâğıtçı, ahlaksız, kuralsız, korkusuz, kalpsiz, vicdansız, rahatlıkla dinini, kitabını, peygamberini, hatta ALLAH’I, MİLLETİ ve VATANI bile satabilirler. Diğer yelpazedekiler farklı değildir.

Tarikat ve cemaatler ile ilişkisi olmayan saf Müslümanlara gelince… Onlar hala tribünde sahnelenen oyunu seyrediyorlar. Kimi oyun olduğunun farkında ama umurunda değil, kimi hala saf duygularla “yok ya olamaz Müslüman bunlar… Öyle şeyler yapmazlar. İnanmam.” Diyorlar. Özellikle anneler, kadınlar sustukları, susturuldukları için tarikat ve cemaatler, şeyhler ve şıhlar ayaktalar. Sağduyulu insanlar, erkekler, babalar, öğretmenler, bilim insanları, askerler, hukukçular, toplumun her kesimi korktukları ve sustukları için bu tarikat ve cemaatlerin düzenleri, düzenbazlıkları, sistemleri ayakta. Nasılsa benim partimden, benim tarikatımdan, cemaatimden deyip susanlar… Başını kuma gömenler, görmeyip, duymayıp, susanlar… Hepimiz suçluyuz.

İnançlı olmak, dindar olmak, Müslüman olmak için tarikatlara, cemaatlere, şeyhlere, şıhlara, hacılara, hocalara, imamlara, aracılara ihtiyacınız yok. Kur’an’ı anlamak ve öğrenmek için ASLA AMA ASLA Arapça bilmenize ve okumanıza gerek yok. İnanın bana, sizi yaratan bir yaratıcı varsa sizin dilinizden anlar. Anlamıyorsa zaten YARATICI olamaz o. Lütfen dininizi, Kur’an’ı kendi dilinizde TÜRKÇE okuyun. Düşünerek ve sorgulayarak bilim ışığında ve bu günün değerleri ile okuyun. İnancınızı çaldırmayın.

Hiçbir şey yapamıyorsanız bu yazıyı paylaşın. Belki bir kişiyi kurtarmış olursunuz.
Sağlık ve Sevgi ile kalın.

BAKTERİLERİ ALLAH YARATMADI MI?

Yazan: Kirpi


BAKTERİLERİ ALLAH YARATMADI MI?

Evrende var olan her şeyin yaratıcısı olarak Kur'an'da Allah ifade edilir. Oysa bunun gerçekten böyle olduğunu kimse ispat edemez. Örneğin biri size atomu ben parçaladım derse ona soracağınız ilk soru nasıl parçaladın olurdu değil mi? Zira bir şeyi senin yaptığını ve yahut yapmadığını teyit etmenin en kısa yolu nasıl yaptığını bilmek. Bu kural neredeyse her yerde geçerli. En basitinden bir suç işleyen dahi o suçu nasıl işlediğini anlatmayınca ve anlattığın şekil gerçekten ispatlanmadığı sürece suçu işleyen kişi olarak kabul edilmezsin. Kur'an'da da aynı mantığın işlemesi gerek. Allah her şeyi kendisi yarattığını iddia ediyorsa nasıl yarattığını izah etmek zorunda. İzah ettiği yer ise kendi kitabı olan Kur'an olmak zorunda. Çoğu Müslüman bu eleştiriye "işte bilim Allah'ın nasıl yarattığını anlatıyor" gibi ütopik cevaplar veriyorlar.

Bilim göreceli bir kavramdır ve sürekli değişir. Bilimde bir şeyin yaranma şekli bu gün doğru olarak kabul edilse dahi yarın bunun yanlışlanamayacağının garantisi yok. Fakat Kur'an'a baktığımızda Allah'ın yasalarında (sünnetullah) hiç bir değişimin olamayacağını görüyoruz.

“...Bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın.”(17.İsra’: 77)
“...Sünnetullâh’ta asla değişme bulamazsın!” (48.Fetih: 23)
“...Sünnetullâh için bir alternatif asla bulamazsın! Sünnetullâh’ta bir değişme asla bulamazsın!” (35.Fâtır: 43)

Göreceli ve sürekli değişen bilimin değişmeyen sünnetullah'ı (Allah'ın yasasını) açıkladığını iddia etmek mantık hatasıdır. Bu yüzden bizler Allah kendi yarattıklarını nasıl yarattığını Kur'an'da açıklamak zorunda, zira iddia sahibi kendi olduğu için iddianın ispatıyla yükümlü olan da kendisidir. Meselenin bir başka tarafıysa bilim Allah'ın her şeyi nasıl yarattığını açıklıyor diyen Müslümanlar bilimin bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmiyorlar.  Allah'ın insanları yer yüzünde tutması için yer çekimini yarattığına inanıyorlar ama her ne hikmetse bilimin de kabul ettiği evrim teorisini kabul etmiyorlar. İşte bu çifte standarttır. Ya bilimin tamamına (şu an elimizde olan veriler üzerine kurulu olan kanunlara) inanacaksın yada tamamını reddedeceksin, bunun orta yolu yok. Kur'an'a baktığımızda Allah'ın yaratılış şeklinin temel görseli şu şekildedir:

kün feyekün = ol der, o da hemen oluverir (Bakara 117, Enam 73, Nahl 40) 
Fakat bu kavramın kendisinde bile sorun var. Örneğin Hadid suresinde göklerin ve yerin yaratılış şekli anlatılırken şöyle diyor: 
“O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hadid 4)

Bu yalnız Hadid suresinde geçmiyor. Araf 54, Yunus 3, Hud 7, Furkan 59, Secde 4, Kaf 38 gibi ayetlerde de altı gün ibaresi geçiyor. Şimdi Ol deyince olduran Allah neden altı gün zaman sarf etmiş ki?  Bu eleştiriye Müslümanlar genellikle şöyle cevap veriyorlar:

Hikmeti bildirilmese bile, biz anlamasak bile olduğu gibi inanmak lazım. Müslümanın yapması gereken de, Müslümana yakışan da budur. (http://www.dinimizislam.com)

İşte Müslümanların temel inancı şu şekildedir. Hikmetini anlamasak bile inanmak zorundayız. Af buyurun ama ben anlamadığım şeye inanmam.
Neyse konumuzu fazla uzatmadan esas meseleye geçelim.
Zariyat suresi 49. ayete baktığımızda her şeyin çift yaratıldığı gibi bir iddiayla karşılaşıyoruz.

Zâriyât Suresi 49. Ayet (Diyanet İşleri Meali (Yeni))
وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.

Ayetin önünde (كُلِّ شَيْءٍ) külli şey-in – diye bir kelime kullanılmış. Bu her şeyden anlamına geliyor ki evrende var olan ve Allah tarafından yaratılan her şeyi içinde barındıyor. Ayetin devamında (زَوْجَيْنِ) zevceyni diye bir ifade daha kullanılmış ki asıl tartışma konusu olan bölüm burası. Bu kelime Arapçada ÇİFT anlamına geliyor. Ve yine Arapçada  bu kelime cinsiyet içinde kullanılıyor. Peki bu ayette kullanılan zevc kelimesi hangi manada kullanılmış? Müslümanlar genellikle şöyle bir şey söylüyorlar: Bir kelimenin Kur'an'da hangi anlamda kullanıldığını bilmemiz için Kur'an'ın başka ayetlerinde o "kelimenin hangi manalarda kullanıldığına bakmamız gerek."     Şimdi bizde aynısını yaparak zevc kelimesinin Kur'an'ın başka hangi ayetlerde ve hangi manalarda kullanıldığına göz atalım.
Zariyat suresini saymazsak bu kelime Kur'an'da 3 yerde daha kullanılmıştır.

Hûd Suresi 40. Ayet
حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُۙ قُلْنَا احْمِلْ ف۪يهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ اٰمَنَۜ وَمَٓا اٰمَنَ مَعَهُٓ اِلَّا قَل۪يلٌ
Nihayet emrimiz gelip, tandır kaynamaya başlayınca (sular coşup taşınca) Nûh’a dedik ki: “Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift,( اثْنَيْنِ زَوْجَيْنِ min kullin zevceyni-śneyni) bir de kendileri hakkında daha önce hüküm verilmiş olanlar dışındaki âilen ile iman edenleri ona yükle.” Ama, onunla beraber sadece pek az kimse iman etmişti.

Mü’minûn Suresi 27. Ayet
فَاَوْحَيْنَٓا اِلَيْهِ اَنِ اصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا فَاِذَا جَٓاءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُۙ فَاسْلُكْ ف۪يهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ مِنْهُمْۚ وَلَا تُخَاطِبْن۪ي فِي الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۚ اِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ
Bunun üzerine Nûh’a, “Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre o gemiyi yap” diye vahyettik. “Bizim emrimiz gelip de tandır kaynamaya başlayınca, (sular coşup taştığında Nûh’a) dedik ki: “Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift,( مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ min kullin zevceyni-śneyni) bir de kendileri aleyhinde daha önce hüküm verilmiş olanlardan başka aileni gemiye al ve zulmeden kimseler hakkında bana hiç yalvarma! Şüphesiz onlar suda boğulacaklardır.”

Ra’d Suresi 3. Ayet
وَهُوَ الَّذ۪ي مَدَّ الْاَرْضَ وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِيَ وَاَنْهَارًاۜ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ ف۪يهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
O, yeri yayıp döşeyen, orada dağlar, nehirler meydana getiren, orada her türlü meyveden (erkekli-dişili) iki eş yaratandır.( زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ fîhâ zevceyni-śneyn) O, geceyi gündüze bürüyor. Şüphesiz bunlarda, düşünen bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.

Gördüğünüz gibi kelimelerin geçtiği her yerde Diyanet İşleri cins kavramı üzerinden çeviri yapmış nitekim doğru olanda bu zaten. Örneğin Nuh Allah'ın emriyle büyük selden önce gemiye hayvanlardan ve bitkilerden türler (çiftler) aldığında erkeklik ve dışılık kavramı üzerinden çiftler almış. Çünkü sel çekildikten sonra bu hayvanlar ve bitkiler yeniden karaya çıkarılacak ve yaşam tekrardan başlayacaktı. Onun için Diyanet İşleri de mantıklı olanı yaparak ilk 3 ayeti göz önünde bulundurup Zariyat 49 ayetindeki zevc kelimesini erkek ve dışı çiftler olarak çevirmiştir.

Şimdi Diyanet İşlerinin Zariyat suresinin 49. ayetinin tefsiriyle ilgili neler söylediğine bakalım:

Müfessirler “her şeyden çift çift yaratma”nın anlamını açıklarken daha çok “gece-gündüz, erkek-dişi, yer-gök, insan-cin, iman-küfür, ay-güneş” gibi karşıtlık örnekleri üzerinde durmuşlardır. Taberî bunu “Cenâb-ı Allah’ın her yarattığının yanı sıra amaç ve işlevi itibariyle ondan farklı bir ikincisini yaratması” şeklinde anlamanın uygun olacağı kanaatindedir. Yine Taberî’nin izahına göre burada esas amaç Allah’ın yaratma sıfatına dikkat çekmektir. O’nun yaratmasını –meselâ ateşin yakma özelliği gibi– tek sonuçlu olarak algılamamak gerekir, O dilediği her şeyi dilediği biçimde yaratma gücüne sahiptir (XXVII, 8-9). Elmalılı, bu konudaki görüşleri özetledikten sonra, Beyzâvî’nin “her cinsten iki nevi bulunduğu” tarzındaki yorumunu öncekileri de içine alması itibariyle daha kapsamlı bulur. (Kaynak- Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 133-135)

Diyanet işleri tefsirinde zevc kelimesini her şey ibaresiyle yan yana işlendiği için bir tek erkek ve dışı olarak değil hemde zıtlık teşkil eden çiftler (gece-gündüz, iman-küfür) içinde  geçerli olduğunu söylüyor. Amenna. Bunda bir sorun yok. Fakat bizim sorumuz  kavram ve işlevsel olarak zıtlık teşkil eden çiftlerle bağlı değil cinsiyet içeren erkek ve dışı çiftleriyle alakalı. Fakat burada bir not düşelim.

Not: Diyanet İşlerinin belirttiği gece-gündüz, iman- küfür gibi misaller de tam olarak doğru değil. Peki neden? Eğer Zariyat suresi 49. ayette her şey denildiğinde bunun içerisine hem cinsiyet hemde zıtlıklar dahil oluyorsa o halde zamanın zıttı nedir? Zamanı Allah yaratmadı mı? Zamanda yaratılan her şeyden biriyse o zaman ayete göre onunda bir zıt kavramı olması gerek.
Taberi'nin söylediği “Cenâb-i Allah’ın her yarattığının yanı sıra amaç ve işlevi itibariyle ondan farklı bir ikincisini yaratması”  tefsirine göre de bildiğimiz zamanın yanı sıra amaç ve işlevi itibarıyla bildiğimiz zamandan farklı olan çiftini yaratması gerek değil mi? Böyle bir zıtlık olmadığı için ayetin tam olarak cinsiyet (erkek dışı) olarak çiftlerden bahsettiği aşikar.
Şimdi Kuranın başka ayetlerinde de zevc kelimesinin kullanma şeklini göz önünde bulundurarak ve yine Diyanetin tefsirini esas alarak  Zariyat suresi 49. ayette kullanılan zevc kelimesinin erkek ve dışı olarak anlamamızda hiç bir sakınca olmadığını görüyoruz. Sorumuza geçmeden önce birazda bakterilerin ne olduğuna kısa bir şekilde göz atalım.

BAKTERİLER

Öncelikle biyolojide bakterilerin nasıl tanımlandığına bakalım:

Bakteri- toprakta, suda, canlılarda bulunan, mayalanmaya, çürümeye ya da hastalıklara yol açan, küresel, silindirimsi ya da kıvrık biçimde olan, çok basit yapılı, bölünme yoluyla çoğalan, klorofilsiz, tekgözeli canlılardır.

Bakteriler ilk kez 1976 yılında Antonie van Leeuwenhoek [1-2] tarafından kendi tasarımı olan tek mercekli mikroskop yardımıyla keşfedilmiştir. Onlara "animalcules" (hayvancık) adını takmış, gözlemlerini Kraliyet Derneği'ne (Royal Society'ye) yazılmış bir dizi mektupla yayımlamıştır. [3][4][5] Bacterium adı çok daha sonra, 1838'de Christian Gottfried Ehrenberg tarafından kullanıma sokulmuş, Antik Yunanca "küçük asa" anlamına gelen βακτήριον -α (bacterion -a)'dan türetilmiştir. [6] Latince kullanımıyla Bacteria, bakteri sözcüğünün çoğulu, bacterium ise tekilidir. Bakterilerin cinsiyeti (erkek-disi) yoktur ve eşeysiz üreme yoluyla çoğalırlar. [7]

Peki nedir eşeysiz üreme? Eşeysiz üreme [8] tek bir organizmadan yalnızca bu organizmanın genlerini alarak yeni bir canlı üremesidir. Bu üreme yönteminde ploitlik [a] görülmez. Yani eşeysiz üremelerde Otomiksis [b] haricinde herhangi bir kromozom birleşmesi ve yeni bir canlı yaratılması gerçekleşmez. Ortaya çıkan canlı ana canlının genetik olarak birebir kopyalanmış halidir. Eşeysiz üreme arkea, bakteri ve protistler gibi tek hücreli organizmalar için ana üreme yoludur. Birçok bitki ve mantar eşeysiz ürer.

Müslümanlara bakterilerin erkek ve dişilerinin bulunmadığını söylediğinizde genellikle bakterilerdeki F-faktörünü delil olarak sunarlar. Bunun sebebi de bilim çevrelerinde F-faktörüne daha iyi anlaşılması için erkeklik dişilik faktörü denmesidir. Peki nedir F-faktörü?

Bazı bakterilerde F faktörü [8] (fertilite=döllenme) faktörü bulunur. Bu F faktörü bakterilere vericilik özelliği sağlar ve bu nedenle F faktörü taşıyan bu bakterilere erkek, F faktörü taşımayanlara ise dişi bakteri denir. Bu erkek ve dişi ayrımı alıcı ve verici olan bakterileri daha iyi algılamak için kullanılır. Aslında bir plazmit olan F faktörünün bir hücreden diğerine geçişi sex pilusları aracılığı ile olur. Bunu daha iyi anlayabilmemiz için plazmitin ne olduğunu anlamamız gerek.
Plazmit 9-kendi kendini eşleyebilen, kromozomdan ayrı bir DNA parçasıdır. Tipik olarak dairesel ve çift sarmallıdır. Genelde bakterilerde, bazen ökaryotlarda da bulunur.

1: Kromozomal DNA , 2: Plazmidler

Plazmidler öyle sandığınız gibi X ve Y (erkek dışı) kromozomları değil. Her plazmid kromozomdan bağımsız olarak kopyalanmasını sağlayan bir DNA dizinine sahiptir. İşte bazen bakterilere selektif (antibiyotiğe karşı direnç) avantajlar sağlaması da plazmidlerin kromozomdan bağımsız olan DNA yapısına sahip olmalarıdır. Dolayısıyla plazmidler Bakteri kromozomundan (DNA’sında) ayrı olarak replike (bölünüp çoğalma, yenilenme) olurlar. Ve bunun erkeklik ve dişilik sağlayan kromozomlarla herhangi bir ilişkisi yok.

Aslında bu yanlış anlamanın bir diğer nedeni de Bakteriyel konjugasyondur. Bakteriyel konjugasyon çoğu zaman hatalı olarak cinsel birleşmenin ve üremenin bir benzeri olarak gösteriliyor. Bunun nedeni de Bakteriyel Konjugasyon zamanı DNA aktarımının doğrudan hücresel bir temas yoluyla aktarılıyor olmasıdır. Oysa bu süreç cinsel değildir zira eşey hücreler [c] birleşerek bir zigot [d] oluşturmaz. Olay sadece verici bir hücreden (f-faktörü taşıyan erkek) alıcı bir hücreye (f-faktörü taşımayan dişi) genetik malzeme aktarımından ibarettir ve bu aktarım zamanı hücresel yani fiziki bir temasta bulunmasıdır.[10] Ayrıca Konjugasyon olabilmesi için verici bakterinin konjugatif, yani hareket ettirilebilir bir genetik unsura sahip olması gerekir, bu çoğu zaman bir konjugatif plazmittir. Yani bakterilerde f-faktörü bildiğimiz anlamıyla erkeklik ve dışılık ayrımı oluşturmaz. F-faktörü bakterinin bulundurduğu plazmidlere göre hangisinin alıcı hangisinin verici olduğunu teyit etmek için kullanılan bir terimdir. Cinsellikle uzaktan yakından bir alakası yoktur.

Özetleyecek olursak Zariyat 49'da çift diye kullanılan genel mananın içinde bulunan erkeklik ve dişilik ayrımı bakterilere uymuyor. Zira bakteriler erkek ve dişi olarak ayrılmıyorlar.

Müslümanlar Zariyat 49'u eleştirilerden kurtarmak için bir teori daha üretmişler. Teori şöyle.
Evrende maddenin bir karşıtı yani anti-maddesi vardır. Bu durumda maddeden yaratılan her şeyin (bakteriler de dahil) anti maddesi (karşıtı, eşi, çifti) vardır. Bu teorilerine ünlü fizikçi Stephen Hawking'in [11] şu sözlerini kanıt olarak sunuyorlar:

“Zamanın daha kısa tarihi” kitabında şöyle der: “Karşıt parçacıklardan yapılmış karşıt Dünyalar ve Karşıt insanlar olabilir. Yani eğer karşıt benliğinizle karşılaşırsanız, el sıkışmayın, büyük bir ışık patlaması içinde ikinizde kaybolabilirsiniz.”

Teorinin anti madde kısmı doğru. Zira Paul Dirac [12] denklemiyle maddenin karşıtı bir anti-maddenin var olduğu ortaya çıktı. Fakat Hawking'in sözleri bir teoridir, yani ispatlanmış bir şey değildir. Nitekim Hawking kitabında "olmalıdır" yahut "vardır" demiyor "OLABİLİR"  diyor. Bugüne kadar antimaddeden oluşan dünyalar, insanlar, bakteriler hakkında herhangi elle tutulur bir kanıt bulamadık. Bunlar daha çok teorik düzeyde var olan şeyler. Yani dünyamızda maddeden oluşan bir bakterinin evrenin başka bir yerinde antimaddeden oluşan bir çiftinin olduğu henüz ispat edilmiş bir şey değildir. Onun için bahsi geçen teorinin hiçbir bilimsel tutarlılığı yoktur.

SONUÇ: Konumuzu kısaca özetleyecek olursak:
1: Evrendeki her şeyi Allah'ın yarattığını söylememiz için o şeylerin nasıl yaratıldığını Kur'an'ın detaylarıyla izah etmesi gerek. Bilim Allah'ın yaratma şeklini açıklayacak bir araç olamaz. Zira sürekli değişkendir. Bilim yalnızca Kur'an'da anlatılan yaratılış şeklinin doğru olup olmadığını test etmek için kullanabileceğimiz bir araçtır.
2: Hikmetini bilmesek bile inanmalıyız tezi yanlıştır. Zira İsra 36'ya göre bir şeye inanmak için onun hakkında kesin bilgiye sahip olmamız gerek.
3: Zariyat 49'da kullanılan zevc kelimesini Kur'an'ın bütünüyle ele aldığımızda bir tek zıtlıkların çifti değil cinsiyet anlamında, erkek ve dişi olarak da çift manası taşıdığı görülüyor. Bizim sorguladığımız yönü tam olarak erkek ve dişi olarak yaratılan çiftlerdir. Nitekim ayetin önünde kullanılan (كُلِّ شَيْءٍ) külli şey-in ibaresi Allah'ın yarattıklarından sadece biri olan bakterileri de kapsıyor. O zaman bakterilerin erkek ve dişi olanlarını göstermek zorundasınız.
4: Evrende maddedinin bir karşıtı yani anti maddesi mevcuttur, Zariyat 49 bunu anlatıyor tezi de yanlıştır. Bu tezi savunmak için evrenin her hangi bir yerinde anti-maddeden oluşan bir bakteri türü göstermeniz gerek. Kısacası Zariyat 49'da her şeyi yaratmış olan Allah'ın kendi yarattıkları içinde bakterilerden habersiz olduğu görülüyor.

BENZERLİĞİN KAYNAĞI VAHİY MİDİR?



Yazan: File0zof
BENZERLİĞİN KAYNAĞI VAHİY MİDİR?

Kanalın/sitenin isminden de anlaşılacağı üzere misyonumuz dinlerin çelişkilerini, ahlaki normlarını ve bilimsel hatalarını anlatmaktan ziyade, geçmişle olan bağlantılarını ve şu anda insanın inanç dünyasına karşı etkisini kaybetmiş mitlerden etkilendiklerini anlatmaktır.

Elbette bu konuyu anlatan videolar/yazılar, gerekli açıklamalar yapılmadığı ve gerekli sorular sorulmadığı müddetçe bir monoteisti doğrudan doğruya etkilemez. Çünkü ona göre bu benzerliklerin kaynağı vahiydir. Tanrı da insanlara benzer şeyleri söylemiştir. Fakat gerekli şeyler anlatılır, yapbozun son parçası yerleştirilirse bu benzerliklerin kaynağının vahiy olmadığı açıkça görülecektir. O halde gerekli anlatımları yapmak, gönüllü olarak üstlendiğim bir görevdir.

Dinlerin benzerlikleri anlatılırken göz ardı edilen husus, birbirine benzer hikayelere sahip olan dinlerde birbirine taban tabana zıt kavramların olmasıdır. En basiti birinin tek Tanrılı diğerinin ise çok Tanrılı olmasıdır. Bu ayrım dinlerin  belirginleşmesinde basit bir çizgi olsa da Tanrıyı fena halde kızdırmıştır. Semavi dinlerin kutsal kitabından bir örnekle anlatalım.

Çıkış 32. Bab 1-11. ayetler
(1)Halk Musa'nın dağdan inmediğini, geciktiğini görünce, Harun'un çevresine toplandı. Ona, “Kalk, bize öncülük edecek bir ilah yap” dediler, “Bizi Mısır'dan çıkaran adama, Musa'ya ne oldu bilmiyoruz!”

(2)Harun, “Karılarınızın, oğullarınızın, kızlarınızın kulağındaki altın küpeleri çıkarıp bana getirin” dedi.(3)Herkes kulağındaki küpeyi çıkarıp Harun'a getirdi. (4)Harun altınları topladı, oymacı aletiyle buzağı biçiminde dökme bir put yaptı. Halk, “Ey İsrailliler, sizi Mısır'dan çıkaran Tanrınız budur!” dedi.

(5)Harun bunu görünce, buzağının önünde bir sunak yaptı ve, “Yarın RAB'bin onuruna bayram olacak” diye ilan etti. (6)Ertesi gün halk erkenden kalkıp yakmalık sunular sundu, esenlik sunuları getirdi. Yiyip içmeye oturdu, sonra kalkıp çılgınca eğlendi.

(7)RAB Musa'ya, “Aşağı in” dedi, “Mısır'dan çıkardığın halkın baştan çıktı. (8)Buyurduğum yoldan hemen saptılar. Kendilerine dökme bir buzağı yaparak önünde tapındılar, kurban kestiler. ‘Ey İsrailliler, sizi Mısır'dan çıkaran ilahınız budur!’ dediler.”

(9)RAB Musa'ya, “Bu halkın ne inatçı olduğunu biliyorum” dedi, (10)“Şimdi bana engel olma, bırak öfkem alevlensin, onları yok edeyim. Sonra seni büyük bir ulus yapacağım.”

(11)Musa Tanrısı RAB'be yalvardı: “Ya RAB, niçin kendi halkına karşı öfken alevlensin? Onları Mısır'dan büyük kudretinle, güçlü elinle çıkardın. (12)Neden Mısırlılar, ‘Tanrı kötü amaçla, dağlarda öldürmek, yeryüzünden silmek için onları Mısır'dan çıkardı’ desinler? Öfkelenme, vazgeç halkına yapacağın kötülükten. (13)Kulların İbrahim'i, İshak'ı, İsrail'i anımsa. Onlara kendi üzerine ant içtin, ‘Soyunuzu gökteki yıldızlar kadar çoğaltacağım. Söz verdiğim bu ülkenin tümünü soyunuza vereceğim. Sonsuza dek onlara miras olacak’ dedin.”


Bu olayın ardından Musa Levililer'in içinde Tanrı'dan yana olanları yanına çağırıyor ve şöyle diyor.

Bu arada şu uyarıyı yapmalıyım ki ayetler kanınızı dondurabilir, aklınızı başınızdan alabilir.

Çıkış 32. Bab. 27-29. ayetler
(27)Musa şöyle dedi: “İsrail'in Tanrısı RAB diyor ki, ‘Herkes kılıcını kuşansın. Ordugahta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını öldürsün.’ ” (28)Levililer Musa'nın buyruğunu yerine getirdiler. O gün halktan üç bine yakın adam öldürüldü. (29)Musa, “Bugün kendinizi RAB'be adamış oldunuz” dedi, “Herkes öz oğluna, öz kardeşine düşman kesildiği için bugün RAB sizi kutsadı.”

Aynı olay Kur'an'da da geçiyor.

Bakara Suresi 54. Ayet
Hani bir zamanlar Musa kavmine dedi ki; Ey kavmim cidden siz o buzağıyı put edinmekle kendi kendinize zulmettiniz, bari gelin Rabbinize tevbe ile dönün de nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız Bârî Teâlânız katında sizin için hayırlıdır, böylece tevbenizi kabul buyurdu. Gerçekten de o Tevvab ve Rahîm'dir. [1]

Şimdi de Elmalılı Hamdi Yazır'ın ayetle ilgili tefsirine bakalım.

"...Ve buzağıya tapma meselesi Musa'nın kavmi içinde büyük bir bozulmaya ve karışıklığa sebep olmuş ve bu belanın temizlenmesi birtakım nefislerin ölmesini ve can kaybını gerektirmiştir.
'nefislerinizi öldürün' ifadesi mefhum olarak üç manaya gelebilir. Birincisi hakikat anlamı ki, herkesin kendini öldürmesidir, yani intihar etmesidir. Lakin böyle olsa idi muhatap olarak kavim kalmaz veya ancak asiler kalırdı.
Şu halde kastedilen mana bu değildir. İkincisi, işin geleneksel gerçeğidir ki, esasen kardeş olan bir kavmin fertleri, haydi bakalım şimdi birbirinizi öldürünüz, demektir. Çoğunlukla tefsirciler bu manayı gözetmişlerdir..."
[2] 

Tüm bu açıklamalar neticesinde açıkça görülüyor ki Semavi dinlerin Tanrısı'nın bir başka Tanrıya asla tahammülü yok. O halde neden Çok Tanrılı dinlerle benzer hikayeleri anlatıyor, aynı sofrayı paylaşıyor? Bugünkü veriler gösteriyor ki Sümerliler açıkça Çok Tanrılı bir din anlayışına sahiptir. Sümerlilerde Tek Tanrıcılığa ait bugüne kadar gelmiş en ufak bir veri yoktur. O halde yeni kazıların sonuç vermesi bu benzerliğin vahiy olup olmadığını, en azından Sümerlilerin tek Tanrı anlayışına yer verip vermediğini daha da netleştirecektir.

Bir diğer husus ise herhangi bir olayın yaşandığı söylendiği tarihten çok uzun zaman önce yazılmasıdır. Örneğin Musa'nın nehre bırakılması olayı Akad'lı Sargon'a aittir.

Ve bu olay İngiliz müzesindeki bir tablette yazmaktadır. [3]
"Efsaneye göre Akad Kralı Sargon rahibe bir anneden, gizlice dünyaya gelmişti. Annesi onu nehrin akıntısına bırakmış daha sonra sıradan bir işçi tarafından bulunarak yetiştirilmişti." [4]

Bu olay Tevrat ve Kur'an'da da yer almaktadır. [5]

Elbette Cüneyt Arkın filmlerine bile konu olan bu hikayelerin benzerliği, insanoğlunun çeşitli kültürlerden etkilenmesiyle mümkündür.

Aslında Kur'an'ın hiçbir olay hakkında tarih vermediği göz önünde bulundurulursa bu tarz kanıtlar pek bir işe yaramaz. Fakat yine de Musa gibi karakterlerin yaşadığı tarihi, tarih verileri sınırlar.
Bence asıl kanıt, Monoteizmde bulunan Politeizm unsurlarıdır. Örneğin Allah'ın göğe 7. günde istiva etmesi, cehennemin 7 kapısı, 7 kat gök [6] gibi unsurlar ÇokTanrıcılığa ait ögelerdir. Çünkü 7 sayısı "7 Yazgı Tanrısını" yani "birden fazla Tanrıyı" temsil etmektedir. Bu Dingirlere* ait bilgiler özetle şöyledir:

"Panteonun bütün öteki tanrıların kral ve yönetici olarak kabul ettikleri bir Dingir mevcuttur. Kozmosu oluşturan temel ögeler Gök, Yer, Deniz ve Havadır. Dolayısıyla bunları elinde tutan ilahlar, Yaratıcı Dingirlerdir. Sümerlerde 4 büyük yaratıcı tanrının yanı sıra 3 tane daha yazgı belirleyici Dingir vardır. Bunlar sırayla Ay Tanrısı Nanna (Samilerde Sin), Nanna'nın oğlu Güneş Tanrısı Utu (Samilerde Şamaş) ve Nanna'nın kızı İnananna'dır. Sümerler, gökyüzünün en parlak cisimleri olan bu üç cismi de yaratıcı tanrılar olarak kabul etmiş, bu inanç binlerce yıl farklı isimler altında etkinliğini korumuştur." [7]

Burada sorulması gereken soru şudur: Çok Tanrıcılığa ait bir kutsalın, Tek Tanrıcılıkta ne gibi bir işi olabilir?..
Ne bileyim, insanlar Kabe'nin etrafında 1 kere dönse, Allah evreni bir günde yaratsa, gök tek katlı olsa, TekTanrılı bir dinde her şey biricik olsa daha iyi olmaz mıydı?

Bir diğer unsur ise meleklerdir. Adeta birer körelmiş organ gibi TekTanrıcılıkta yer almış melekleri sloganımıza uyarlarsak "Geçmişin Tanrısı, Geleceğin Meleği" gibi bir slogan "Tam üstüne bastın, ayağını çek!" sözünü hakedecektir.
"Sümerlerde hissedilen her nesnenin bir Tanrısı vardı ve insan görünümündeydiler, fakat insanüstü güçleri olan ölümsüz varlıklardı." [8]
Kur'an'da bu Tanrılar açıkça meleğe dönüşmüştür.

Diyanet İşleri Meali (Eski)
"Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zaptederler." [9]

Tüm tarihi ve etimolojik veriler bir kenarda dursun, şu mantıkla düşünmeliyiz. Her şeye gücü yeten bir Tanrının yanında belli bir görevi üstlenmiş meleklerin ne gibi bir işi olabilir?
Bununla birlikte Tanrının her şeye kadir olması yalnızca İslamiyette, Allah için geçerlidir.

Çünkü Tevrat'ın Tanrısı Rab her şeyi bilmemektedir. [10]
Peki bu nasıl olabilir? Akla ve mantığa yatar mı? Tek bir ilahın her şeye gücünün yetmesi gerekmez mi?
Bununda nedeni yine mitolojilere, eski mitlerde Tanrıların insani yönlerinin ağır basmasına dayanmaktadır. Tanrıların insani yönlerinin çoğu silinmiştir. Evlenmek, çocuk sahibi olmak gibi. [11]
Bunlardan Tek Tanrılı dinlere miras kalan ise, Tanrı'nın insanı kendi suretinde yaratması sayılabilir.
"Tanrı, 'Kendi suretimizde, kendimize benzer insan yaratalım' dedi, 'Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.'
Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı. [12]

Aynı ifadeler sahih bir hadiste de yer almaktadır.

"Ebu Hureyre aktarıyor:
Allah Ademi kendi suretinde, 60 arşın boyunda (yaklaşık 30 metre) yarattı..." [13]

Burada ise hatırlatılması gereken husus "Tanrının insani vasıflar taşımasının" bir Politeizm unsuru olduğudur. Çünkü hem mantık açısından hem de İslami açıdan TekTanrı doğurmaz ve doğrulamaz. [14]

"Sümer Mitolojisi ve İslam" adlı videonun/yazının başında da belirttiğimiz gibi insanların birbirleriyle etkileşimi dinlerin benzerliklerindeki en büyük sebeptir.

İki coğrafya arası mesafe ne kadar artarsa inançlar arasındaki mesafe de aynı oranda artacaktır. Örneğin Budizm'de Reenkarnasyon'a inanılırken, Yezidilik'te bunun yerine ahiret ve sırat köprüsü gibi inançlar vardır.

Dr. Muazzez İlmiye Çığ, kitabında şu ifadelere yer veriyor:
"Yahudilere, Babil tutsaklığından sonra Perslerin etkisiyle, Zerdüşt dininden; ölülerin tekrar dirileceği, cennet, cehennem ve Sırat Köprüsü girmiştir. (Hayrullah Örs, Musa ve Yahudilik, İstanbul, 1966, s. 361)" [15]

Söz uçtu yazı kaldı,
Yazı hakikati gösterdi,
Çoğu da teki de vardı,
Hiçbirine iman etmedik!

Yazan: File0zof