HABERLER
Dini Haber
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İLK DİNDEN DÖNENLER KUR'AN'I YAZMA GÖREVLİLERİDİR

Yazan: A.Kara
Kur'an'ı yazmakla görevlendirilen yazıcı katiplerinden dinden dönenler oldu mu? Aralarında öldürülenler veya kılıç zoruyla İslam'ı seçenler var mıydı?

İLK DİNDEN DÖNENLER, ĶUR'AN'I YAZMA GÖREVLİLERİDİR

Kur'an katibi olan, yani Muhammed'in en yakınında olan biri dinden çıkar mı? Çıkıyorsa, o dönemde yaşamış, olan biten her şeyi görmüş, vahiy katipliği yapmış biri bile Muhammed'in peygamber olduğuna inanmıyor ve dinden çıkıyor ise, o coğrafyada ve o çağda yaşamamış, hiçbir şeye şahit olmamış, eline bir kitap tutuşturulmuş olan bizlerin dini terk etmesine şaşırmamaları gerekir.

Abdullah Bin Sa'd Bin Ebi Serh (Sarh) (عبد الله بن سعد أبي سرح)
Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh, halife Osman'ın akrabası, süt kardeşidir. Muhammed bir kısım ayetleri vahiy katiplerine söyler, onlar da yazıya geçirirlerdi.

İlk vahiy katiplerinden Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh, Muhammedin hallerinden olsa gerek, vahiyden şüphelendi ve Mekke müşriklerinin yanına dönerek mürtet oldu. Bazı Müslümanlar bunun nedeninin katipliği sırasında vahyi kendi arzusuna göre tahrif etmesi, böylece müşriklerin İslâmiyet aleyhindeki çalışmalarını desteklemesi olduğunu söyler. Bu durumda, böylesi koşullarda yazılan Kur'an'ın değiştirilmemiş olduğuna inanmanın ne kadar doğru olacağı da büyük bir soru işaretidir.

Ebi Serh, aralarına döndüğü Kureyşlilere şöyle der: "Ben Muhammed'in yazdırdıklarına istediğim gibi tasarrufta bulundum. 0 bana, "Azizun hakim" diye yazdırırdı, ben "Alimun hakim" derdim. O da: "Evet, hepsi doğru!" derdi" [11]

İbn Ebi Serh'in Kur'an'ı tahrif ettiğine dair hadislerden biri şöyledir:
“Şurahbîl b. Sa’d dedi ki: En’am sûresinin 93. ayetinin ‘Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, ‘Bana da vahyolundu’ diyenden ve ‘Ben de Allah'ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim’ diyenden daha zalim kim vardır!’ kısmı Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber Mekke’ye girdiğinde; İbn Ebî Serh, sütkardeşi Hz. Osman’ın yanına kaçtı. Mekke ehli sakinleşinceye kadar Hz. Osman onu yanında sakladı. Sonra onu Hz.
Peygamber’in yanına kadar getirdi ve ona eman vermesini istedi” [9]

Mekke'nin fethinde, Muhammed, Abdullah Bin Sad'ın kanının heder olduğunu ve görüldüğü yerde öldürülmesini emredince Abdullah gidip süt kardeşi Osman'a sığınır, pişman olduğunu söyleyerek affedilmesini ister. Halife Osman araya girer ve Abdullah Bin Sad'ın öldürülmesini engelleyince Abdullah yeniden Müslüman olur. Ey korku, sen nelere kadirsin! [2][3][4][10][11]

Konuya dair İbn Abbas'tan bir rivayet şöyledir:
Nahl suresi 106. ayetin hükmü kaldırıldı ve aynı surenin 110. ayeti bu hükmün dışında bırakıldı. Hakkında bu ayet inen kimse Mısır’da valilik görevinde bulunan ve Hz. Peygamber’e vahiy kâtipliği yapmış Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh’tir. Şeytan onu şaşırttı. Kâfirlere katıldı. Bu yüzden Hz. Peygamber, Mekke fethi günü onun öldürülmesini emretti. Hz. Osman, onu himayesi altına aldı. Hz. Peygamber de bu himayeyi kabul etti.” [1]

Dinden dönen Kur'an yazma görevlisi Abdullah b. Sa'd için indiği söylenen Nahl 106'da şöyle yazar:
Nahl 106: "Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah’ı
inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından bir gazap vardır; büyük azap da onlar içindir."

Daha sonra affedilince İbn Ebi Serh'i kast ederek Nahl 110'da şöyle yazdırılır: "Rabbin, türlü eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, Allah uğrunda savaşan ve sabreden kimselerden yanadır. Rabbin şüphesiz bundan sonra da bağışlar ve merhamet eder."

Yani eğer Nahl 106'nın hükmü uygulansaydı, dinden dönen vahiy katibi Abdullah b. Sa'd tehdit edilince geri gelip af dilemese başına gelecekler açık ve nettir. Af dileyip tekrar İslam'a girerek kafasının gövdesinden ayrılmamasını garantilemiştir.

Bir hadise göre Mekke'nin fetih gününde Muhammed'in 4 erkek ve 2 kadın haricinde herkese can ve mal güvencesi verir. (eman vermek). Hayatı ve malı tehlikede olan bu 4 erkekten biri de Abdullah b. Sa'd'dır. Muhammed halkını kendine biat etmeye çağırırken Sa'd halife Osman'ın yanına saklanır. Osman onu Muhammed'in yanına götürür ve "Ey Allah’ın elçisi, elini uzat da Abdullah biat etsin" der. Muhammed 3 kez ona bakar, üçüncüsünde biat etmesi için elini uzatır. [5]

Benzer rivayetlerde öldürüleceği açıklananların sayılarına, Abdullah affını istediğinde Muhammed'in tavırlarına dair farklı anlatımlar bulunsa da Abdullah'ın hep öldürülecekler arasında olduğu görülür. 
Örneğin bir hadiste öldürülmesi emredilenler  Abduluzzâ b. Hatal, Mıkyes b. Subabe, Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh ve Ümmü Sâre iken [6] bir başka hadiste bu kişiler  İbn Ebî Serh, cariye Fertenâ, şair İbn ez-Zeba’râ ve İbnü’l Hatal'dır. [7]
Hatta Tabakatü'l Kübra'da Muhammed'in İbn Ebi Serh'in öldürülmesini isterken "bu köpeği" veya "fasığı" öldürün dediği yazar. [8]

Abdullah Bin Hatal (Abdüluzza ibnu Hatal)
Abdullah bin Hatal'da mürtet olan bir diğer vahiy katibidir. Kettânî "Rasûl-i Ekrem’e herhangi bir konuda kâtiplik yapmış olanlar ve bunların sayıları" adlı yazısında el-Irâkî’den verdiği bilgide vahiy katiplerinin sayısının kırk ikiye kadar çıktığını söyler ve isimler arasında Abdullah b. Hatal da vardır. [31] İslam dinine geçip Medine'ye göç eden Hattal'a Muhammed tarafından zekat ve sadakaları toplama, yani tahsildarlık görevi verilir. [12][13][14] 

Abdullah b. Hatal’ın vahiy kâtipliği yaptığına dair bazı rivayetler şöyledir:
İbn Seyyidünnâs’tan aktarılan rivayete göre Hz. Ali şöyle demiştir: “İbn Hatal, Hz. Peygamber’in huzurunda yazardı. “gafûrün rahîm” indiği zaman O “Rahîmün gafûr” yazdı. Aynı şekilde “ Semîun alîm” indiği zamanda “Alîmün semî” yazar idi. [32]

Yani tıpkı Ebi Serh gibi o da Muhammed'in söylediği sözleri kendi isteğine göre yazıyordur. Fakat belirtmeliyim ki Müslümanlar bu hadisleri sahih görmedikleri için kabul etmezler.

Yine rivayete göre Abdullah Bin Hatal'ın emri altında Huzaa'lardan bir köle vardır. Bu köle ona hizmet edip yemeğini yapar. [15][16] bir gün bu köle uyuya kalıp Abdullah'ın yemeğini hazırlamayı unutunca Abdullah kızıp köleye saldırır, onu öyle döver ki öldürene kadar bırakmaz. [16][17][18][19][20] Kölesini öldürdükten sonra Muhammed'e bu konuda ne cevap vereceğinden korkar, İslam'ı terk eder, halktan topladığı zekat ve sadakaları da yanına alarak Mekke'li müşriklerin yanına geri döner. [16][19]

Fakat tüm bunlar, Kur'an katibi olup daha sonra dinden dönen birini kötü göstermek atılmış iftiralar da olabilir. Malum, günümüzde bile sırf dine inanmıyoruz diye onca itham ve iftiraya maruz kalıyoruz, dini inancın daha yoğun yaşandığı o dönemlerde insanların bu konudaki tutumunu hayal bile edemiyorum.

Konumuza dönersek, hadislere göre Abdullah, müşriklerin yanına dönünce müşrikler ona "Neden bizim yanımıza geldin?" diye sorarlar, o da "Sizin dininizden daha iyisini bulamadım" der. [17][16]

Bir gün İbn Hatal silahlanmış bir vaziyette atına binerek Mekke'nin yukarısından gelirken Said b. As'ın kızları ile karşılaşır. Onlar İbn Hatal'a, Muhammed'in Mekke'ye girdiğini haber verirler. 

Hatal onlara: "Vallahi göreceksiniz ki; vücutlar kılıç darbelerinden su tutmayan tulumların ağızlarına benzemedikçe onlar Mekke'ye giremeyeceklerdir!" der ve Handeme tepesine doğru çıkar. 

Rivayetlere göre Müslüman savaşçıların çarpışmalarını gören Hatal korkuya kapılır, atından inip silahlarını çıkarır ve Kabe'ye giderek Kabe örtülerini arasına gizlenir. Ka'b kabilesinden biri Hatal'ın çıkardığı zırh ve silahlarını, ayrıca terk ettiği atını alıp Muhammed'in yanına gider. [21]

Daha sonra Hatal'ı saklandığı yerde bulup öldürürler. Kimi rivayetlere göre Ebu Berzetü'l-Eslemî ile Saîd b. Hureysü'l-Mahzûmî'nin onu birlikte öldürdüğü anlatılırken bazı rivayetlerde onu yalnızca Ebu Berze'nin öldürdüğü ve "İbn Hatal'ı Kabe'nin örtüsüne asılmış olduğu halde çıkarıp, Rükünle Makam arasında boynunu vurdum! " dediği yazar. [16][22][23]

Osman'ın torpili sayesinde Abdullah Bin Sad idamdan kurtulmuştu. Fakat torpili olmayan Abdullah b. Hatal Mekke'nin fethinde öldürülür.

Fakat Muhammed'in öldürülmesini emrettiği kişiler arasında Hatal'ın Muhammed hakkında söylediği hiciv şiirlerini söyleyen şarkıcı 2 kadın kölesi Fertana (veya Kureyna) ve Emebe (Emeb) de vardı. [24][25][26][30]
Muhammed hakkında hiciv şiirleri söylediği için öldürülmeleri emredilen bu 2 kadın arasından Emeb, Mekke'nin fethinde yakalanıp öldürülürken Fertana kaçmayı başarır. [27][28] Her ne kadar Fertana kaçmayı başarsa da hazır Muhammed kendisi hakkında eman vermişken yayılmakta olan İslam dininin kılıcının keskin tarafından nasiplenmemek için Müslüman olur. [29]

DECCAL VE KÖKENLERİ

Yazan: A.Kara

İSLAM, MUSEVİLİK VE HRİSTİYANLIKTA DECCAL

Deccal, Hristiyan eskatolojisinde (dünyanın sonu ile ilgili konular) Mesih karşıtı, Musevilikte ise Armilos (Armilus) olarak bilinir. İslam'a göre Deccal, ahir zamanda ortaya çıkıp insanları saptıracak, fitne yayacak, kendini önce peygamber olarak tanıtacak, daha sonra ise tanrı olduğunu iddia edecek olan kişidir. Tabi bazı İslam alimlerince bir kişi değil de, bir ideoloji yada akım olduğu görüşü de ortaya atılmıştır.
İnanışa göre Deccal, Mesih tarafından öldürülecektir fakat Şia'ya göre onu öldürecek olan Mesih değil Mehdi'dir. [1][2]

Deccal'in ortaya çıkacağı yerle ilgili farklı rivayetler vardır ancak genellikle doğudan ortaya çıkacağı söylenir. Tek gözü kör olarak tanımlansa da hangi gözünün kör olduğu tartışmalıdır. Fakat ağırlıklı olarak sağ gözünün kör olduğuna dair rivayet ve görüşler hakimdir. Kusurlu bir göze sahip olmanın, genellikle kötü hedeflere ulaşmak için daha fazla güç verdiği düşünülür. [4]

İnanışa göre Deccal, Mekke ve Medine hariç her şehre girerek tüm dünyayı dolaşacaktır. [5] Sahte bir Mesih olarak insanları kandıracağına, aralarında Yahudiler, Bedeviler ve sihirbazlar da dahil olmak üzere birçok kişinin onun tarafından aldatılıp safına katılacağına ve bir iblis ordusunun ona yardım edeceğine inanılır.
Rivayetlere göre yine de onun en güvenilir destekçileri Yahudiler olacaktır. Deccal'in takipçilerinin çoğunluğunu oluşturan bu Yahudiler kavramı muhtemelen Hristiyanların Deccal efsanelerinden bir kalıntıdır. [6]

Deccal, hastaları iyileştirerek, ölüleri dirilterek, bitki örtüsünün aşırı büyümesine, çiftlik hayvanlarının daha çok üremesine ve ölmesine neden olarak ve güneşin hareketini durdurarak bazı mucizeler gerçekleştirecektir. [6]
Onun mucizeleri, İsa'nın gerçekleştirdiğine inanılan mucizelere benzer. İkisi arasındaki ilişki belirsizdir. Bir rivayette İsa'nın Kabe'yi tavaf derken Deccal'in onu takip ettiği ve ondan İsa'nın kötü, karanlık bir kopyası olarak bahsedildiği görülür [45]

Pek çok versiyonda anlatılanlara bakıldığında Deccal İsa'nın kötü bir varyantı gibidir. [7] İsa'nın Kuran'daki muğlak statüsüne benzer şekilde, ilahî olmayan ama yine de bir insandan daha fazlası olan Deccal, görünüşe göre alışılagelmiş birçok peygamberden daha niteliklidir. Bazı kesimler onu daha çok bir insan olarak görse de İslami geleneklerde insan formunda bir şeytan-iblis olarak tanımlanmaktadır. [8]

●►Sünniler İsa'nın safranla hafif boyanmış iki elbise giymiş ve elleri iki meleğin omuzlarına dayanır vaziyette Şam'daki Emevi Camii'sinin (Şam Ulu Camii) Doğu Minaresine ineceğine inanırlar.
Başını eğdiğinde, saçından su akıyormuş gibi görünecek, başını kaldırdığında ise saçları incilerle donatılmış gibi parıldayacaktır. Onun nefesi gözünün görebileceği yere kadar uzanacak ve kokusunu koklayan her inançsız ölecektir. [15]

Deccal, daha sonra Meryem oğlu İsa tarafından yakalanıp öldürüleceği, Tel Aviv'in 15 kilometre güneydoğusundaki Arap-Yahudi şehri Lod'un kapısına kadar kovalanacaktır.
Daha sonra Mesih'in haçı kıracağına, domuzu öldüreceğine, cizyeyi kaldıracağına ve tüm uluslar arasında barışı sağlayacağına inanılır.
İsa'nın kuralı adil olacak ve herkes tek gerçek dine dahil olmak için ona akın edecek. [16]

Haç'ın kırılmasının Hristiyanlığın sahte bir din olarak ilan edilmesini ve Haç'a duyulan saygının sona ereceğini sembolize ettiği söylenir.
Domuzun öldürülmesinin ardındaki anlam din adamları tarafından hala tartışılmaktadır. Bazıları, domuzun üç İbrahim inancının öğretilerine aykırı olduğunu ve Hristiyanların, Yahudiler ve Müslümanların aksine domuz eti tüketmeyi yasaklayan Kutsal Kitap kurallarına aykırı davrandıklarını düşünerek domuzun öldürülmesinin Hristiyanların bu yanlışını işaret edip ortadan kaldırdığını söylemektedir.

Şimdi hadislerdeki anlatılara bakalım:

1) "Ben, Deccal ile beraber olanı ondan daha iyi bilirim. Onun yanında akar iki nehir vardır. Onlardan biri dış görünüş itibarıyla beyaz bir sudur, diğeri alevlenmiş bir ateştir. Sizden biri ona yetişirse ateş olarak gördüğü nehre gelsin. Sonra başını daldırıp ondan içsin, çünkü o, soğuk bir sudur. Deccal’in sol gözü yoktur, üzerinde kalın bir perde vardır. İki gözü arasında kâfir yazılıdır. Okuması olan olmayan her Müslüman o yazıyı okur." [3]

2) Bize Abdullah ibn Mesleme, Mâlik'ten; o da Nâfi'den: o da Abdullah ibn Umer(R)'den tahdîs etti ki, Rasûlullah (S) şöyle buyurmuştur: "Ben bu gece ru'yâmda kendimi Ka'be'nin yanında buldum. Ve ben orada esmer bir adam gördüm ki, o görmekte olduğun esmer erkeklerin en güzeli idi, onun kulak memelerine geçmiş bir saçı vardı ki, o da görmekte olduğun saçların en güzeli nev'inden olup, bunları taramış idi. Ve bu saçlar su damlatıyordu. Bu zât iki adam üzerine -yâhud: İki adamın omuzları üzerine- dayanarak Ka'be'yi tavaf ediyordu. Ben:
— Bu kimdir? diye sordum.
— Bu, Meryem 'in oğlu Mesih 'tir, denildi.

Bu sırada ben, düz değil çok kıvırcık saçlı, sağ gözü sakat, sanki salkımındaki emsalinden dışarı çıkmış iri bir üzüm tanesi gibi olan bir adamla karşılaştım. Ben:
— Bu kimdir? diye sordum. Bana:
— Deccâl Mesih'tir, denildi" [45]

3) “Ebû Saîd el–Hudrî’den rivayet edildiğine göre Peygamber şöyle buyurdu:
“Deccâl ortaya çıkınca, mü’minlerden biri onun bulunduğu tarafa doğru gider. Deccâlin silâhlı adamları onun önüne çıkarak:
– Nereye gitmek istiyorsun? diye sorarlar.
– Şu ortaya çıkan adamın yanına, der. Deccâlin adamları:
– Sen bizim Rabbimize inanmıyor musun? diye sorarlar. O da:
– Bizim Rabbimizin gizli bir yanı yok ki onu bırakıp başkasına inanalım, der. Deccâlin bazı adamları:
– Öldürün şunu, derler. Bir kısmı ise:
– İlahınız deccal, haberi olmadan bir kimseyi öldürmeyi yasaklamadı mı! derler ve o mü’mini deccâlin yanına götürürler. O mü’min deccâli görünce diğer mü’minlere:
– Ey mü’minler! Bu adam Resûlullah’ın kendisinden bahsettiği deccâldir, diye seslenir. O zaman deccâl adamlarına:
– Bunu iyice bir dövün, der. Onu dövmek üzere tutarlar. Deccâl tekrar, “Yakalayın şunu, yarın kafasını”, der. Onun sırtını, karnını dayaktan geçirirler. Bu defa deccâl, “Bana iman etmiyor musun?” diye sorar. O mü’min:
– Sen yalancı Mesîh’sin, der.

Deccâlin emri üzerine onu testereyle baştan aşağı ikiye biçerler. Deccâl o zâtın ikiye bölünen cesedinin arasından yürüyüp geçtikten sonra ona:

– Ayağa kalk! der. O da doğrulup kalkar. Deccâl tekrar:
– Bana iman ediyor musun? diye sorar. O da:
– Senin hakkındaki kanaatim iyice pekişti, dedikten sonra halka dönerek, ‘Ey insanlar! O benden sonra artık kimseyi öldürüp diriltemez’, der. Deccâl onu kesmek için yakalar. Fakat Allah Teâlâ o mü’minin boynundan köprücük kemiğine kadar olan kısmı bakır haline dönüştürür; bu sebeple deccâl ona bir şey yapamaz. Bunun üzerine deccâl onun ellerinden ve ayaklarından tutup fırlatır. Halk onu cehenneme attığını zanneder. Halbuki o cennete atılmıştır.”

Resûlullah sözünü şöyle tamamladı:
“İşte bu mü’min, âlemlerin Rabbine göre insanların en büyük şehididir.” [41]

4) Abdullah ibn Umer (R) şöyle demiştir: Peygamber(S)'in yanında Deccâl zikrolundu. Bunun üzerine Peygamber: "Şübhesiz Allah sizin üzerinize gizli olmaz. Çünkü Allah sakat gözlü değildir" buyurdu ve eliyle kendi gözüne işaret etti. "Mesih Deccâl ise, sağ gözü sakattır. Sanki onun gözü, salkımındaki emsalinden dışarı çıkmış iri bir üzüm tanesi gibidir" buyurdu. [42]

5) Bana İbrâhîm ibnu Sa'd, babası Sa'd ibn İbrahim'den; o da dedesi İbrâhîm ibn Abdirrahmân ibn Avf tan; o da Ebû Bek-re(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S):
"Medine'ye Deccâl Mesih'in (değil kendisi) korkusu (bile) giremeyecektir. O fitne günlerinde Medine'nin yedi kapısı olacak, her kapı önünde (koruyucu) iki melek bulunacaktır" buyurmuştur. [43]

6) Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor: "Resulullah buyurdular ki: "Kıyametin üç alameti vardır, onlar zuhur edince, "daha once inanmamış olanların artık inanmaları da onlara fayda vermez" (En'am, 158) Güneşin battığı yerden doğması, Deccal, Dabbetu'l-arz." [44]

●►Kadıyânîlik'te (yada Ahmedîyye / Kadıyânîyye) Deccal'in ortaya çıkışına ilişkin kehanetlerdeki Deccal tek bir kişi olmaktan ziyade Hristiyanlık gibi sahte bir dine odaklanmış olan spesifik bir gruptur. 
Ahmedîler Deccal'i özellikle İstanbul'un fethinden kısa bir süre sonra, 15.yy'da Keşif Çağı ile başlayan ve Sanayi Devrimi ile hızlanarak dünya çapında yayılan Avrupa ülkeleri ve Hristiyanlık dini ile özdeşleştirir. [17] [18] [19] [20] [21]

Diğer eskatolojik temalarda olduğu gibi Ahmedîye hareketinin kurucusu Mirza Gulâm Ahmed'de bu konu hakkında kapsamlı yazılar yazdı.

Deccal'in özellikle Gulâm Ahmed tarafından kolonici misyonerlerle özdeşleştirilmesi, Deccal'in Adem'in yaratılışından bu yana ortaya çıkan en büyük musibet olarak anlatıldığı hadisindeki anlatımlar ve Kehf, Fatiha gibi belirli Kur'an ayetleri ve hadislerle ilişkilendirerek ortaya çıkmıştır. Böylece Deccal'in hükümdarlığının Hristiyanlığın hakimiyetine denk geldiğini söylemiştir. [24] [22]

Deccal'in hadis literatüründe anlatılan sıfatları, sembolik temsiller olarak ele alınıp, Kur'an ayetleriyle uyumlu hale getirilerek Allah'ın taklit edilemez sıfatlarından ödün vermeyecek şekilde yorumlanır. Örneğin Deccal'in sol gözü aşırı büyük iken sağ gözünün kör olması onun (onların) dini ve manevi anlayıştan yoksun, ancak maddi ve bilimsel başarıda mükemmel olduğunun göstergesi olarak yorumlanır. [23] Aynı şekilde Deccal'in Mekke ve Medine'ye girmeyecek olması da kolonici misyonerlerin bu iki yere ulaşmadaki başarısızlığının işareti olarak yorumlanmaktadır. [24]

●►Şia'da ise peygamber evinden on ikinci imam olarak gördükleri Mehdi'nin yeniden ortaya çıkışının alametlerinden biri Deccal'in gelişidir. [25]

Bir Şii hadisi şöyledir: "Mehdi'yi inkar eden Allah'ı inkâr etmiş, Deccal'ı kabul eden de Allah'ı inkâr etmiş (kâfir olmuştur)."
Muhammed'e atfedilen bu Şii hadisi Deccal'in dönüşünü ve Mehdi'nin yeniden zuhur etmesi olayını vurgulamaktadır. [26]

Bir başka hadiste şöyle yazar:
Deccal ile ilgili soru sorulduğunda Ali şu açıklamayı yaptı:
Deccal'in adı Said bin Said'dir. Dolayısıyla ona destek olan talihsizdir. Ve onu inkar edenler şanslıdırlar. İsfahan'ın Yahoodiya köyünden çıkacak. Alnında okuma yazma bilmeyenlerin bile okuyabileceği şekilde şöyle yazacak: "Kafir".

Denizlere atlayacak. Güneş onu takip edecek. Önünde bir duman dağı olacak ve onu beyaz bir dağ izleyecek, ki bu dağ kıtlık zamanlarında bir yiyecek (ekmek) dağı zannedilecek. Beyaz bir eşek üzerine monte edilecek. O eşeğin bir adımı bir mil olacak. Hangi kaynak veya kuyuya ulaşırsa ulaşsın onu sonsuza kadar kurutacak. Cinlerden, insanlardan ve şeytanlardan doğuda ve batıda herkesin duyabileceği kadar yüksek sesle seslenecek. [28][29]

Şii'lere göre Deccal, insani ihtiyaçları olan tek gözlü bir adam olmasına rağmen takipçilerine kendisinin tanrı olduğunu söyleyecektir. Muhammed Deccal'in bu aldatıcı iddiasıyla ilgili olarak sahabeyi ve müminleri şiddetle uyarmıştır.
Bir hadise göre "Deccal, gerçekten de annesi tarafından Mısır'da doğurulacak ve doğuşu ile ortaya çıkışı arasından otuz yıl geçecek.
Şam'ın doğu kapısına inecek ve ardından halifeliğin verileceği Doğu'da görünecek."

Müslim'in bir rivayetine göre Deccal'in, Yemen Denizi'ndeki bir adada, bir manastır veya sarayda hapsedildiği söylenir. Bazı hadisler onun Horasan'dan çıkacağını bildirirken, bazıları Şam ile Irak arasında bir yerde görüneceğini söylüyor.[27]

İnsanlar onun sihri ve büyücülüğü tarafından aldatılacak ve onun Mesih olduğu iddia edilecek. Ortaya çıktığı ilk gün 70.000 Yahudi onu takip edecek. Yeşil başlık takacaklar. Onu kendilerine vaat edilen kurtarıcı, kutsal kitaplarında anlatılan kişi olarak kabul edecekler. Bu inançlarının asıl nedeni de Müslümanlara düşmanlıkları olacaktır.
İnanışa göre Deccal Müslümanlara karşı savaşacaktır ki bu aslında siyonistlerin ve Yahudilerin asıl amacı olacaktı. Bu yüzden Deccal'in Siyonizm uğruna terörü ve yıkımı artırmaya devam edeceği söylenir.

Cafer el-Sadık, Hz.Muhammed'den, Deccal'in takipçilerinin çoğunun gayri meşru ilişkiden doğan insanlar, alkolikler, şarkıcılar, müzisyenler, bedeviler ve kadınlar olacağını aktarır. Mekke, Medine ve Kudüs dışında tüm dünyayı dolaşacak. Yeryüzü öylesine kontrolünde olacak ki harabeler bile hazineye dönüşecek ve onun emriyle yeryüzü bitki örtüsü filizlenecektir. İner inmez bir nehrin akmasını ve sonra geri dönmesini ve son olarak kurumasını emredecek ve nehir onun emrini takip edecektir.
Dağlar, bulutlar ve rüzgar bile onun tarafından kontrol edilecek. Bundan dolayı takipçileri giderek artacak ve sonunda kendisini Tanrı ilan edecek. [25]

Bir hadis dünyanın dönüşeceği durumunu şöyle anlatır. "Deccal'in gelişinden beş yıl önce kuraklık olacak ve hiçbir şey ekilmeyecek. Öyle ki tüm toynaklı hayvanlar yok olacak". Onun ortaya çıkmasından sonra dünya şiddetli kıtlıkla karşı karşıya kalacak. Yanında yiyecek ve su olacak. Pek çok kişi onun taleplerini sadece yiyecek ve su için kabul edecek, tüm dünyaya zulüm edecek ve onu kabul etmeyen öldürülecektir. [30][31][32][33]

Deccal'in asıl amacı halkın fitnesi ve imtihanıdır, ona uyan İslam'dan çıkar, onu inkar eden mümin olur ve müminlere en kötü şekilde işkence edilir. [25]

Mehdi tekrar ortaya çıktığında İsa'yı temsilcisi olarak atayacaktır. İsa Deccal'e saldıracak ve onu Lod kapısında yakalayacaktır. Ali'nin rivayetlerine göre Mehdi döndüğünde namaz kıldıracak ve İsa onu takip edecek. [34][35][25]

Ali, bir vaazında Deccal'in yenilgisinden bahsederek Deccal'in Hicaz'a doğru yola çıkacağını ve İsa'nın Harşa geçidinde onu durduracağını söyler.
İsa ona korkunç bir şekilde haykıracak ve sağlam bir darbe indirecek. Deccal tıpkı ateşte eriyen kurşun gibi yanan bir ateşte eriyecek. [36][25]

Muhammed el-Bekir, Deccal'in doğacağı zamanda insanların Allah'ı bilmeyeceklerini, dolayısıyla Deccal'in kendisinin Allah olduğunu iddia etmesinin kolay olacağını anlatmıştır. İsa bu sırada göklerden inecektir. Mehdi'nin önderliğinde dua edecek ve Deccal'i öldürecek böylece Mehdi'nin tüm dünyaya barış ve sükunet yaymasına yardımcı olacaktır. [37]

●►Musevilikte Deccal'in adı Armilus'tur (Hebrew: ארמילוס‎). Armilus (Armilos veya Armilius) [9] Orta Çağ Yahudi eskatolojisinde Mesih karşıtı bir figürdür.
Adının Roma'nın kurucularından biri olan Romulus'tan veya Zerdüştlükteki şeytani ilke Ahriman'dan (Arimainyus = Armalgus) türetilmiş olabileceği düşünülür. [12]

Armilo'dan bahseden ilk metin, VII. Yüzyıldan kalma Zerubbabel Kıyametidir. 1519'da Konstantinopoli'de yayınlanan ve 11.yüzyıldan kalma midraşik bir metin olan Midraş Vayoşa, Armilus'u kel, kısmen sağır, sakat ve cüzzamlı olarak tasvir eder. [13] [14] Zerubbabel ise onu fiziksel olarak insanlık dışı, muazzam bir boy ve kırmızı gözlere, altın rengi saçlara, yeşil tene ve iki başa ait olarak tanımlamaktadır. [38][14]
Bu figür, tüm Dünya'yı fethedecek ve Kudüs'ü merkezi haline getirerek Allah'ın Elçisi veya gerçek Mesih tarafından yok edilene kadar inananlara zulüm edeceğine inanılan Hristiyan ve İslam'daki Deccal'in ortaçağ yorumlarıyla karşılaştırılabilir. Onun kaçınılmaz sonu ise Mesih Çağı'nda iyinin kötüye karşı nihai zaferini simgeler.

Zerubbabel Kitabı veya Zerubbabel Kıyameti olarak da adlandırılan Sefer Zerubabel MS 7. yüzyılın başında yazılmış bir ortaçağ İbranice kıyamet kitabıdır ve Zerubbabel'in görülerine, rüyalarına dayanır. Tıpkı Daniel Kitabı gibi. [9] İsrail tarihinde önemli bir rol alan Zerubbabel [10] [11] MÖ 6. yüzyılda İkinci Tapınağın temelini atan ve Davud'un neslinden olan son kişidir. [9]

Armilus'un Bizans imparatoru Herakleios için bir kriptogram (şifreli yazı) olduğu ve Sefer Zerubbabel'de anlatılan olayların Herakleios'a karşı gerçekleştirilen Yahudi isyanına denk geldiği düşünülmektedir. [10]

Midraş Vayoşa (Midrash Vayosha) Zerubbabel ve diğer metinlerde kendisinden bahsedilen Mesih karşıtı Armilus, zamanın sonunda ortaya çıkacak ve İsrail'e büyük sıkıntı çektirip daha sonra İsrail'i fethedilecek bir kraldır.
Armilus Yahudilere sırt çevirir ve kendini Tanrıları olarak tanımaya zorlar. Fakat Musa'nın mucizelerini gösteremeyince insanların gözünde şeytan konumuna düşer. [39][40] Canavar daha sonra Yecüc ve Mecüc de dahil olmak üzere bir putperest ordusunun başında Yahudilere savaş açar ve bir Nehemya'lının önderliğinde savaşmaya giden 30.000 Yahudi ile yüzleşir. [38] Armilus ve güçleri galip gelerek Yahudileri katleder ve onları çölde büyük sıkıntıların ortasında yaşamaya zorlar, ta ki Tanrı mesih Davut'u ve peygamberi İlyas'ı melekleri ile birlikte gönderene kadar. Bu sefer kötüler Tanrı ile yüzleşir ve yenilirler. Mesih nefesinin gücüyle Armilus'u yok eder Zerubbabel'de Mecüc'ün yerini alır ve Mesih ben Joseph'i yener. [11]

Şeytan ve bir bakirenin ya da Şeytan ve bir heykelin soyu olduğu söylenen bu figürün kökeni, Hristiyan öğretisi, efsanesi ve kutsal metinleriyle olan çeşitliliği ve açık ilişkisi nedeniyle Yahudi Ansiklopedisi tarafından sorgulanabilir olarak kabul edilir. ] [12]

●►Hristiyanlıktaki Deccal, yani Mesih karşıtı tek bir kişidir fakat aynı zamanda Hristiyanlığa karşı olan ve İsa'ya inanmayanlardan da Mesih karşıtı diye bahsedilir ve onlar tıpkı Müslümanlar gibi "Rab Mesih değildir" diyecektir.

Bazıları Vahiy 13'deki denizden çıkan canavar veya yerden çıkan canavarın da Deccal olduğunu, sadece burada ondan canavar olarak bahsedildiğini söylese de bu anlatılar Deccal değil de Dabbe'tül-Arz tanımına daha yakındır. 

Deccal anlatımları için İncil'e göz atalım.

1.Yuhanna 2:18: "Çocuklar, bu son saattir. Mesih Karşıtı’nın geleceğini duydunuz. Nitekim şimdiden çok sayıda Mesih karşıtı türemiş bulunuyor. Son saat olduğunu bundan biliyoruz."

1.Yuhanna 4:3: "İsa’yı kabul etmeyen hiçbir ruh Tanrı’dan değildir. Böylesi, Mesih Karşıtı’nın ruhudur. Onun geleceğini duydunuz. Zaten o şimdiden dünyadadır."

2.Selanikliler 2:3-4: Hiç kimse hiçbir şekilde sizi aldatmasın. Çünkü imandan dönüş başlamadıkça, mahvolacak olan o yasa tanımaz adam ortaya çıkmadıkça o gün gelmeyecektir. Bu adam, tanrı diye anılan ya da tapılan her şeye karşı gelerek kendini hepsinden yüce gösterecek, hatta kendisini Tanrı ilan ederek Tanrı’nın Tapınağı’nda oturacaktır.

2.Selanikliler 2:9-12: Yasa tanımaz adam, her türlü mucizede, yanıltıcı belirtilerle harikalarda ve mahvolanları aldatan her türlü kötülükte sergilenen Şeytan’ın etkinliğiyle gelecek. Mahvolanlar, gerçeği sevmeye ve böylece kurtulmaya yanaşmadıklarından mahvoluyorlar. İşte bu nedenle Tanrı yalana kanmaları için onların üzerine yanıltıcı bir güç gönderiyor. Öyle ki, gerçeğe inanmayan ve kötülükten hoşlananların hepsi yargılansın.

Markos 13:5-6; Matta 24:4-5: İsa onlara anlatmaya başladı: “Sakın kimse sizi saptırmasın” dedi. “Birçokları, ‘Ben O’yum’ diyerek benim adımla gelip birçok kişiyi saptıracaklar.

Luka 21:8: İsa, “Sakın sizi saptırmasınlar” dedi. “Birçokları, ‘Ben O’yum’ ve ‘Zaman yaklaştı’ diyerek benim adımla gelecekler. Onların ardından gitmeyin.

KİMSİN SEN DÜNYADA?

Yazan: Kirpi


KİMSİN SEN DÜNYADA?

Nedir dünya? Sonsuzluk içinde ayak bastığımız bir parça taş ve toprak mı? Yoksa sonsuz bir hayat kazanmak için imtihan edildiğimiz bir yer mi? Yoksa Tanrıya kulluk için mi geldik dünyaya? Allah neden göndermiş bizi dünyaya? Ona kulluk edelim diye mi? İsrailoğullarına kitap gönderip sizi alemlere üstün kıldık deyip firavunu öldürtmesi sonra İsa'yı gönderip sizi lanetledim demesi en sonda Muhammed'i gönderip hepinizi lanetledim kafirler demesi mi Allah'a yapacağımız kulluk? Sonsuz kudret sahibinin kendi dinini yayması için elimize kılıç verip bizleri cihada göndermesi mi yapacağımız kulluk? Doğrusu ne yaşadığımız bir yerdir, ne imtihan edildiğimiz ne de kulluk ettiğimiz. Yaşamak dediğimiz başkalarının emeği üzerinden istihdam sağlayıp başkalarını sömürmek her şeyin en iyisini, fazlasını kazanmak hırsıysa yaşamadık demek. Nasıl yaşayalım ki? Bizler iş, aş veriyoruz diye sömürdüğümüz insanlara emekçi ismi taktığımız zaman birileride bizlere aynısını yapıyor. Bu piramitin ne başı ne sonu vardır. Zira her insanin kendini benzetmek istediği bir idolü vardır. Üstelik o idollerin ölmüş, yok olmuş olması gerçeği de insanları vazgeçirmeye yetmiyor.

Her grupta kendisini dünyanın asıl sahipleri sanarak başkalarını kendilerine tabi olması gereken kişiler olarak görüyorlar. Kendi gerçekleri için yeri geldiğinde savaşları, katliamları bile göze alabiliyorlar. Fakat unuttukları bir şey var. Hiç bir ideoloji dünyanın tamamına hakim olamadı ve hiçbir zaman da olamayacak. Dayatılan ideolojilere direnen birileri hep olacak. Fakat ne tuhaftır ki dayatılan ideolojilere direnen insanlar da sonunda kendi ideolojilerini dayatmaya kalkışmışlar. İşte iktidarın kör ettiği vicdanlar. Güçsüz, sayıca az olduğumuz zamanlarda ezilenlerin yanında olduğumuz halde iktidar olduğumuzda içimizdeki kötülük dışarı çıkıyor. Tıpkı Şehzadeyken adalet, vicdan dersleri veren, kardeş katlini kötüleyen insanlar tahta geçtiğinde kendi kardeşlerini rakip olarak görüp canlarına kıyması gibi. Peki ne için? Dünya için mi? O insanlar bilmiyor muydu bu dünyadan hiçbir şey götüremeyeceğini? Tabi ki biliyordu. Fakat bu gerçekler onların kendi gerçeklerini uygulamalarına engel olamadı. Sen olsaydın bunu yapar mıydın?

Dünya mali için kendi kardeşine kıyar mıydın? Hepiniz kıymazdım diyorsunuz değil mi? Emin misiniz? Bir düşünün. Orta çağda parayı harcayabileceğin fazla bir yer yok. En fazla her gün en iyi şarapları içip en güzel kadınlarla, erkeklerle para karşılığı gönül eğlendirirdin. Ya şimdi? Lüks arabaların, lüks evlerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz . Parasını verip uzaya bile gidebileceğin bir dünyada para için güç, kudret için kardeşine kıymaz mıydın? Kıyanlar olurdu elbet. İnsanız sonuçta. Hepimizin hayalleri var. Hayallerin gerçekleşmesi içinse para gerek.

Para nedir bilir misin? Para - Sende olduğu zaman telefonun eş , dost, akraba, dost aramalarından susmazken, sende olmadığı zaman en fazla birkaç yıldan bir bayramlaşmak için akrabalarını yanına getiren (tabi gelirlerse) kağıt parçasıdır. Para el kiridir derler. "Ellerim hiç temiz olmasın ama param olsun" diyen varlıklarsa insanlardır hatırlatayım.

Para için elinin kesileceğini göze alıp hırsızlık yapan, kendi sevdiklerini dolandıran, bir insanı hatta bir toplumu öldürmeye hazır olan varlıktır insan. Ölümlüdür aynı zamanda. Tabutu taşınırken ellerinin dışarıda bırakılmasını isteyen ve bu yolla insanlara dünyadan hiçbir şey götüremediği mesajını veren varlıktır insan. Karıncaları incitmekten sakınıp dünya malı için kendi evlatlarına, torunlarına kıymış olsa bile. Fakirler hırsızlık yapamadığı için fakirdir diye sosyal mesaj verenler şimdi Ejder meyveli Smoothie içiyor. Ne hoş değil mi? Peki sen ne yapıyorsun? Dur tahmin edeyim. Yoksa sen köylü milletin efendisidir masallarıyla kandırılıp gece gündüz üç beş kuruş için çalıştırılan köylü müsün? Değil misin? O zaman o kandıranlara sarhoş deyip namaz kılarak, kürsülerden Kur'an ayetleri okuyarak din pazarlayanların kurduğu Bizans İmparatorluğunun sahibinin borçlarını ödeyen zavallı, dolaylı vergi rekortmenisin. Ama kendini küçük görme. Rekortmen olmanın yanı sıra birde ses uzmanısın. 

Tabi. Allah'ın Adem'in çocuğuna işlediği suçu saklamayı karga yardımıyla öğrettiği gibi evladına suçu nasıl örtbas edeceğini telefonla anlatanların sesine montaj diyebilecek kadar uzmanlığın var.

Belkide Bayrak, Mushaf sallayarak dini duygularını gıdıklayan birilerinin fişteklemesiyle insanları otel odasına sokup yakanlardansın? Değil misin? O zaman para istediği ses kayıtları ortaya çıkacak korkusuyla bir gün önce “BANA KARŞI MONTAJLI BİR İFTİRA HAZIRLANIYOR” diyen matematikçilerdensin.

Tüm Kur'an'ı incelediğini ve matematiksel sayılarla kodlandığını söylerken Nisa suresindeki hatalı miras paylaşımı ayetlerini soran insana canlı yayında "o ayetleri incelemedim" diyenlerdensin. Onları mahkemeye vereceğim diyerek 4 senedir bir sayfalık iddia mektubu yazamayanlardansın. Onlardan da mı değilsin? O zaman cebinde kibrit kutuları içinde cennete adam sokanlardansın. Binlerce dolarlık yalılarda şeker hastalığından muzdarip olanlardansın. Yalıda otururken de yoksullara rızk duası yapanlardansın. Belki fes takıp coca cola bile diyemezken tarih hocalığı yapan, cinlere kitap yazdıranlardansın. Yada dur. Belkide gözünü kapatıp Allah'la iletişime geçip cevap geldiğinde elektrik çarpmış tavuk gibi havaya zıplayanlardansın. Aman be. Ben ne bileyim kimlerdensin. İstersen ateist ol. Bana ne kardeşim. Sonuçta ölecek misin? Öleceksin. Baki kalan dünyadır. Peki dünya kimdir? Kimlerdendir? Bırakalım da bu soruya cevabı ünlü Azeri şairlerinden Ramiz Rövşen versin.

Benim yavrum bu dünyayla oynama
Sen cevansın dünya eski dünyadır
Düşman nedir? Dost evini dost yıkar
Bilen bilir dünya nasıl dünyadır

Ömre,güne güven olmaz ezelden
Birde tekrar yaprak olmaz gazelden
Beşiğinden bize tabut düzelten
Beleyinden kefen diken dünyadır

Kim ne anlar bu zalimin işinden
Nicelerini geçirmiş dişinden
Katı yapış şapkandan, başından
Baştan şapka kapıp kaçan dünyadır

MARİYE VE İBRAHİM

Yazan: Pante


MARİYE VE İBRAHİM


Hicretin 7. yılında Mısır’ın İskenderiye kralı Mukavkıs’a İslam’a davet için elçi gönderilir.  Mukavkıs, Mâriye (Mariya) ve Şirin (Sîrîn) isimli iki cariye, Mebur ya da Cureyh adında bir köle, bin miskal yani yaklaşık olarak 5 kg. altın, 20 takım elbiselik Mısır kumaşı, Düldül adında bir katır, Afir adında bir merkep, bir miktar bal, çeşitli misk ve esanslar hediye ediyor.

Mâriye aslen Habeşistanlı olup Rum asıllı bir Hristiyandır. 20 yaşlarında genç ve güzel bir kadındır. Şirin ile kardeştir. Onları getiren elçi Hatîb bin Ebî Belteâ ya da kafiledeki Safvan bin Muttalib yolda Şirin’le cinsel ilişkiye girer.

Bu yüzden Muhammed, Şirin’i arkadaşı şair Hasan’a verir, Mâriye’yi kendisine alır.

Muhammed, zaman zaman Mâriye ile de ilişkiye girer. Hatta bu ilişkilerinden birinde eşlerinden Ömer’in kızı Hafsa’ya yakalanır. İşin kötüsü, evde olmadığını fırsat bilerek Hafsa’nın yatağını kullanmıştır ve Hafsa’nın asıl kızgınlığı da bunadır. Hafsa’yı teskin etmeye çalışır. Bu olaydan kimseye bahsetmemesi için ona vaatlerde bulunur. Tefsircilere göre bu vaatlerden biri Mâriye ile bir daha yatmayacağına dair yemin etmesidir. Mâriye ile ilgili bu yemin, Tahrim suresinin yazılış sebebine gösterilen ihtimal olaylar arasında görülür. [1] [2] [3]

Mâriye hamile kalmıştır ve hicretin 8. yılı bir erkek çocuk doğurur.  Bu, Muhammed’in çok yaşamayıp bebekken öldüğü söylenen oğlu İbrahim’dir. Fakat daha hamileyken Mâriye hakkında yayılan zina söylentileri Muhammed’i kuşkuya düşürür. Çocuk yoksa başkasından mıdır?

Bu konuda Taberi, Mâriye’nin Muhammed’e çocuğun başkasından olduğunu söylediği rivayetine yer verir. [4]

“İbrahim’in babası Muhammed değildir” söylentileri çoğalınca, Muhammed’in Mâriye’nin recmedilmesini istediği söylenir. Fakat adam onu cezalandırmadan geri dönüp şu gerekçeyi öne sürer:
“Kadın henüz doğum yapmış; dolayısıyla onun kanaması devam ediyor, o yüzden cezasını erteledim” Muhammed de buna karşın o adama,
“İyi ettin; daha sonra onun kanı kesilince gider cezasını uygularsın” karşılığını verir.
Daha sonra Muhammed aynı adama ,“Git Mâriye ile ilişkiye giren adamı öldür” talimatını verir. Adamı cezalandırmadan dönünce gerekçesini Muhammed’e şöyle açıklar: “Adamın yanına varınca gördüm ki, onun tenasül organı yok; Hal böyle olunca nasıl zina yapabilir ki! Bu nedenle ben onu öldürmekten vazgeçtim”. Bunun üzerine Muhammed, “İyi ki onu öldürmedin” karşılığını verir.

Böylece Mâriye de recm edilmekten kurtuluyor. [5] [6]

El-Tabakat ul-Kubra” kitabının yazarı; Enes b. Malik’ten şöyle nakletmiştir:
“İbrahim’in annesi ve Peygamber’in (s.a.a) cariyesi olan Mâriye; kendi evinde yaşıyordu. Kıpti onun yanına geliyor; ona su ve odun getiriyordu. Halk onlar hakkında şöyle dedi: Onlar beraber oluyorlar. Bu söylenti Peygamber’e (s.a.a) ulaştı. Hz. Ali’yi (a.s) Kıpti’nin peşine gönderdi. Hz. Ali (s.a) onu hurma ağacının üstünde gördü. Kıpti Hz. Ali’nin (s.a) kılıcını görünce durakladı ve üstündeki elbiseyi yukarı kaldırdı. Onun erkeklik cinsi organı olmadığı ortaya çıktı. Hz. Ali (a.s) Peygamber’in (s.a.a) yanına geri döndü. Peygamber’e (s.a.a) şöyle dedi: Ey Allah’ın Resulü (s.a.a) bizlerden birine bir işi emrettiğiniz zaman; o işin tersiyle karşılaşırsak size geri dönüp haber verelim mi? Resulullah (s.a.a) buyurdu: “Evet.” Hz. Ali (s.a) gördüklerini anlattı. Sonra Mâriye İbrahim’i dünyaya getirdi. Cebrail (s.a) Peygamber’in (s.a.a) yanına gelerek dedi ki: “Selam olsun sana ey İbrahim’in babası Resulullah (s.a.a)”. Bu sözle rahatladı.” [7] [8] [9]

İmam Rıza’dan şöyle nakledilmiştir:

İmam Rıza; huzurunda bulunan şialarına şöyle dedi:
Mâriye hakkında söylenen iftirayı ve Resulullah’ın oğlu İbrahim’in doğumunda onun hakkında iddia edilen şeyi biliyor musunuz?
Şialar dedi: Ey efendimiz siz daha iyi bilirsiniz, bize de bildirin.
İmam Rıza buyurdu:
Mâriye’yi Mukavkıs Resulullah’a hediye etti. Resulullah Mariya’yı kendisi için ayırdı. Mariya’yla birlikte bir de erkek köle vardı. O köleye Cureyh denirdi. Her ikisi iyi birer Müslüman olup iman getirdiler. Sonra Mariya Resulullah’ın kalbinde yer edindi. Peygamber’in bazı eşleri Mariya’yı kıskanmaya başladı. Ayşe ve Hafsa babalarının yanına gelerek; Resulullah’ın Mariya’ya gösterdiği ilgi ve fedakârlıktan şikâyet ettiler. Nefisleri onları aldatarak; Mariya’nın İbrahim’e Cureyh’ten hamile kaldığı fikrini verdi. Cureyh’in hizmetçi olduğunu sanmıyorlardı. İkisinin babaları (Ebubekir ve Ömer) Resulullah’ın yanına gelip; karşısında oturdular. Sonra şöyle dediler: Ya Resulullah, sizin hakkınızda belli olan bir hıyaneti saklamak bize caiz değildir.
Resulullah dedi: Siz ikiniz ne diyorsunuz?
Şöyle dediler: Ya Resulullah Cureyh ve Mariya büyük bir günah işlediler.
Mariya’nın hamileliği Cureyh’ten dir, senden değil.
Resulullah’ın yüzünde sinirlilik belirdi, rengi değişti. O ikisinin dediğinden dolayı Resulullah’ta durgunluk oluştu. Sonra şöyle dedi:
Vay olsun ikinize; neler söylüyorsunuz? İkisi: Ya Resulullah biz Cureyh’i Mariya’nın yanında gördük. Şakalaşıp, oynaşıyorlardı. Mariya’dan erkeklerin kadınlardan istediğini istiyordu. Cureyh’in peşine birisini gönder. Onu bu halde bulacaksın.
Onun için Allah’ın hükmünü uygula. Peygamber Hz. Ali’ye yöneldi ve şöyle dedi:
Ey Hasan’ın babası zülfikarı da alıp kalk; Mariya’nın bahçesine git.
Eğer onları bu ikisinin dediği gibi bulursan; öldür. Sonra Hz. Ali kalktı ve kılıcını elbisesinin altından boynuna astı. Resulullah’ın huzurundan ayrılırken; ona yönelerek şöyle dedi: Ya Resulullah bana emrettiğinizi kesin neticesine ulaştırayım mı, yoksa hazır olan hazır olmayandan farklı şeyler görebilir mi? Peygamber O’na dedi:
Sana feda olayım ey Ali; elbette hazır olan olmayanın görmediğini görür.
Hz. Ali kılıcını eline alıp yola düştü. Mariya’nın bahçesinden yukarı çıktı. Mariya bahçenin ortasında oturmuştu. Cureyh de onun karşısında edepli bir şekilde davranıyor ve Resulullah’ın büyüklüğü, üstünlüğü ve kerameti hakkında konuşuyorlardı. Bu sırada Cureyh Hz. Ali’nin eli kılıçlı orda olduğunu gördü. Cureyh bahçedeki bir hurma ağacına tırmandı. Hz Ali bahçenin içine indi. Rüzgâr Cureyh’in elbisesini yukarı kaldırıp; onun cinsi erkeklik organı olmadığını ortaya çıkardı. Hz. Ali dedi: Ağaçtan aşağı in ey Cureyh. Cureyh şöyle dedi: Ya Emir-el Müminin canım güvende mi? Hz. Ali dedi: Canın güvendedir. Cureyh ağaçtan aşağı indi. Hz. Ali onun elini tutup; Resulullah’ın yanına getirdi. Onu Resulullah’ın karşısında durdurarak şöyle dedi: Ey Resulullah Cureyh memsuh (cinsi organı olmayan) bir hizmetçidir. Resulullah yüzünü duvara doğru çevirdi ve sonra şöyle buyurdu: Ey Cureyh o ikisinin (Ebubekir ve Ömer) Allah ve Resulüne karşı olan; yalan, ayıp ve küstahlıklarının ortaya çıkması için; bedenini soyundur. Cureyh elbisesini çıkardı. Cinsi organı olmayan bir hizmetçi olduğu ortaya çıktı.
Ebubekir ve Ömer kendilerini Resulullah’ın önünde yere atarak: “Ya Resulullah biz tövbe ediyoruz; bizim için bağışlanma dileyin” dediler. Resulullah buyurdu:
“Sizde bu küstahlık oldukça; Allah tövbenizi kabul etmez. Bağışlanma dilemem size fayda vermez.”

Sonra Allah o ikisinin (Ebubekir ve Ömer) hakkında Nur Suresinin 23. ve 24. ayetlerini nazil etti: O namuslu, bir şeyden habersiz, inanmış kadınlara zina iftira edenler, dünyada da ahirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır. O gün dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir. 
[10] [11] [12] [13] [14]

Nur suresindeki ayetlerin Ayşe hakkında geldiği konusunda müfessirler ittifak içindedir. Bu ayetlerin Mariya ile ilişkilendirilmesi çok zayıf olasılık olarak görülür. İmam Rıza anlatımı Şia kaynaklı olduğu için Ömer ile Ebubekir hakkındaki sözlerde  abartılar olabilir.

Ayrıca bu hadislerin peygamberin onurunu zedelememesi için uydurulduğu, Mariya ile ilişkisi olduğu öne sürülen adamın cinsel uzvunun olmadığı vb. söylemlerin bir senaryo olduğu iddia edilir. Adamın cinsel uzvu olsaydı ve öldürülseydi, İslam peygamberi aldatılmış olarak düşünülecekti. Tabi bu durumda da, hiç bir kanıt olmadığı halde bir insan öldürülmüş olacaktı. Herhalde adam öldürüldükten sonra Cebrail gelip “Ey İbrahim’in babası!” demezdi. Adamın da zinayı itiraf ettiği söylenirdi büyük olasılıkla. Ama İfk olayında olduğu gibi Mâriye olayında da Muhammed hazretlerinin onurunu kurtaran Cebrail olmuştu. Haliyle Kur’an’a, Muhammed’e, Cebrail’e iman edenler bu rivayete de inanacaktı. Önemli olan da Müslümanların inanmasıydı, diğerleri zaten inanmıyordu, düşmandı.

Mâriye’nin hicretin on altıncı senesinde, yani Muhammed’in ölümünden 6 yıl sonra takriben 30 yaşında öldüğü rivayet edilir. [15]

GÜLEN'DEN İCAZET ALAN YÖNETMEN VE FİLMİNİN KLİŞE MESAJLARI

Hazırlayan: A.Kara


HÜR KÖLE FİLMİNİN MESAJLARI VE CEMAATLERİN SANATTAKİ ELİ


Cumartesi akşamı eşimle ne izlesek diye film arıyorduk çünkü çok film izlediğimizden izlenmedik düzgün film bulma zorluğu yaşıyoruz.

Neyse, Youtube'den film bakalım dedik, yerli olsun dedik. Hür Köle diye bi film çıktı karşımıza. Ama kapak görselini görmeniz lazım. İşte yok efendim 119 ödül bilmem ne yazmışlar da yazmışlar. Filmin başında bile uluslararası film festivallerinde Türkiye rekoru, 67 ödül, 92 en iyi final ödülü diyerek ödülleri savaş madalyası gibi dizmişler.

Eşim bi gaza geldi, bak işte güzel film buldum aşkım, şu kadar ödül almış vs. Vs. Nasıl gaza geldiysek hiç IMDb puanına bakmak aklımıza gelmedi çünkü puanı can çekişiyor resmen. Bu arada Mehmet Tanrısever adlı yönetmeni de hayatımızda hiç duymamıştık. “Bu kadar ödül almış bir filme sahip olan bir yönetmeni nasıl oldu da duymadık yahu” diye hayret ettik.

Filmin ilk dakikalarında başladı hemen din-iman muhabbetleri. İçten içe diyorum ki aha, ayvayı yedik. Ama bir yanım da diyor ki “oğlum ön yargılı olma ya, belki güzeldir konusu”. Filmi öyle zor bitirdik ki bitene kadar karnımıza kramp girdi resmen, bazı sahneler ise öyle klişe ve saçmaydı ki komedi filmi izler gibi güldük. Saman TV nin salih abisi tadında oyunculuklar, kalp gözü kalitesizliğinde 2 saatlik bir film. Saçma sapan İslami-dini mesajlar. Filmin insanlara aşılamaya çalıştığı İslami mesajları anlatıp eleştirmeden önce başka bir şeyden bahsetmek istiyorum.

Filmden sonra merak edip Mehmet Tanrısever kimmiş, hakkında medyada nasıl haberler çıkmış, bir bakayım dedim. ŞAK diye Fethullah Gülen çıktı önüme. Şaşırdım mı? Hayır.

Nede olsa İslam konulu film ve zamanında Gülen’i yağlayıp eteğindeki bakterileri solumayan, öpmeyen zengin veya çıkarcı dindar yok denecek kadar az.

Gülen ile ilgili bağlantısı şöyle. Said Nursi hakkında film yapmış bu abimiz. Filmi çekerken de Gülen’den icazet almış. Kalkıp sırf filmi izlettirip icazet almak için Pensilvanya’ya, Gülen’in çiftliğine gitmiş, çiftlikteki sinevizyonla Gülen’e özel gösterim yapmışlar. Beğenince de yayına girmiş.

Cüneyt Özdemir yönetmene diyor ki “Gülen size filmin şurasını, şurasını çıkart deseydi çıkartır mıydınız”
Yönetmenin cevabı aynen şu: “Çıkartırdım. Hocaefendi’ye karşı büyük bir saygım var”
Yani klasik, teslimiyetçi kafa yapısı.

Zaten bu nasıl bir sevgi ise filmi Gülen’e ithaf etmek istemiş fakat Gülen gerek yok diyip istememiş. Samimi bulmadığım şey ise klasik “Atatürk’ü severim” ayakları. Sanki çocuk kandırıyorlar, İslam’ın istedikleri ile Atatürk’ün istediği yollar öyle zıt ki özellikle de Cemaatler ve cemaat seviciler Atatürk’ü severiz dediğinde bunu çok iki yüzlü buluyorum ve sadece filmleri daha çok izlensin diye uyguladıkları bir strateji olarak görüyorum bunu.

Araştırmalarıma devam ederken gördüm ki filmlerinin yapımına destek verdiği için bazı cemaatlere teşekkür etmiş bazılarına da veryansın yapmış. Mesela Zaman gazetesine filme destek çıkmadıklarını için köpürmüş “kağıtlarını bile ben veriyordum” falan diye giydirmiş.

Bazılarınız bunları neden anlattı diye düşünürken işin o kısmına geleyim. Azımsanamayacak bir süre tasarım, reklam ve dijital pazarlama alanında, yoğun bir firmada görev aldım, çalıştım. Orada çalışınca öğrendiğim bazı şeyler beni büyük ölçüde şok etmişti. Örneğin haberlerdeki çoğu haberin, gazete ve dergilerdeki gerçek haber gibi görünen birçok şeyin aslında reklam olduğunu, bunların parayla satın alındığını gördüm, öğrendim. Hatta bir süre sonra çalıştığım firmanın bu işlerine destek olup televizyon kanallarıyla, gazetelerle falan görüşüp haber veya ödül fiyatı soruyordum.

Şaşırmayın, ödül bile parayla!

Yılın en iyi doktoru ödülü, yılın en iyi cerrahı ödülü falan. Hepsi parayla satın alınıyor, çalıştığım firmada biz de patronumuza ödül satın almıştık :D

Bunların içine girip dijital pazarlama ve medya satın alma süreçlerini görünce ödüllere ve haberlere olan inanç ve samimiyetim ciddi şekilde azalmıştı.

Bu yüzden cemaatlerin destekleri ile yapılmış, oyunculuğun rezalet olduğu, konudan konuya jet gibi atlandığı böyle saçma sapan filmlerin bu kadar fazla ödülü hakkıyla aldığına da inanmıyorum. Çünkü bu alanda çalışırken çok şey gördüm. Parayı ver, ödülü al.

Şimdi gelelim söz konusu filme, içeriğine ve verdiği mesajlarına.

Film bir yönetmenin hayat hikayesi gibi başlıyor. Baş rolde, film yapamayan, yazdığı senaryoları çekilmeyen, kızıyla yaşayan, imamlığı bırakmış fakir bir yönetmen var. Bu karakter etkileyici olsun diye her zaman hüzünlü, acıklı tonda konuşuyor. Malum, İslamı anlatmanın en güzel yolu ajitasyon ve dramdır :) Vereceksin dramı, vereceksin dramı...

Filmdeki fakir yönetmen evsiz kalınca yapımcıdan avans istiyor. Yapımcı da bunu ezikleyip eline biraz para tutuşturup postalıyor. Evsiz ve parasız kalan adam, kızını yurda teslim ediyor. Sonra deniz kıyısına gidip efkarlı efkarlı oturuyor derken, o da ne! Kalp gözü dizisinden fırlamış, ak sakallı dedenin bir varyantı olan sakallı genç bir evliya elindeki kafam kadar tespihi ile beliriveriyor, başlıyor bizim dertli elemana vaaz vermeye.

Bu evliya kısaca diyor ki “Boş işlerden vazgeç, boş şeylerden de vazgeç. İblis, deccal her tarafı sardı. Her eve girdi, esir etti. İnsanlar korkaklaştı ve yalnızlaştı. Özgürlükleri gitti. Şehvetin ve paranın kölesi oldular.
Deccal insanların aşkını, sevgisini, iyilik ve merhametini, tanrısal ışığını bitiriyor.
İnsan ruhunu yarın Allah’a teslim edeceğini bilerek, bunu düşünerek yaşamalı.
Film yapmak istiyorsan para yada zenginliği beklememelisin. Savaşın çok çetin.”


Tüm bunları dedikten sonra birden ortadan kayboluyor. Bizim eleman zaten gayet normal bir durummuş gibi birden beliren bu adamı hiç yadırgamadan dinlemişti, birden ortadan kaybolunca da hiç şaşırmadı ne hikmetse.

Şimdi bu kısımda verilmeye çalışan bu mesajlara cevap vereyim.

1)BOŞ İŞLER (Tek önemli olan ibadet)

Bildiğiniz gibi İslam’a göre ibadet dışındaki her şey ve dünya boştur. Filmde “boş işlerden, boş şeylerden vazgeç” deniyor fakat Müslümanlar her şeyden vazgeçiyor mu?

Arabası çizildi diye, yada trafik kazasında aracı zarar gördü diye birbirini öldüresiye dövenler sizler değil misiniz?
Boş dediğiniz dünyada sayısız cariye ve eşleri olmuş olanlar sizin peygamberleriniz değil mi?
150 tllik borç için birbirinizin boğazını sıkanlar hatta öldürenler sizler değil misiniz?
Görkemli camiler inşa etmek için insanlardan boş iş dediğiniz şeylerden kazanılan “parayı” dilenen sizler değil misiniz? Dünya boşsa, her şey boşsa, para kazanmak boşsa o zaman cami inşaa etme, git herhangi bir yerde kıl namazını. Cemaatten para isteme, bizden zorla vergi kesme.

Yani dine göre hem “dünya boş” deniyor hemde diğer yandan sürekli para muhabbetleri dönüyor. Her şey boşmuş, her şeyi terk edip Allah’a, öteki aleme odaklanmak gerekirmiş.

Saçma bir dini felsefe bu. İnsan tabiatı gereği sizin boş dediğiniz her şeyden vazgeçemez.

Kaldı ki her şey boşsa Allah birçok şeyi de lüzumsuz yaratmış demektir, gezegenleri, sayısız yıldız ve galaksiyi, dünyadaki birçok canlıyı mesela. Hepsi boşa. Çok daha kısa yoldan, daha basit ve kısa bir hayat ile bu kadar yaratılış gerektirmeyen bir düzen ile de sınava tabi tutabilirdi bizi. Allah’ın bile yaptığı birçok iş ve yaratma eylemi boşa.

2)DECCAL İNSANLARI SAPTIRIYOR

Film diyor ki Deccal insanın aşkını (ki bahsedilen şey Allah aşkı), sevgisini, iyiliğini, merhametini bitiyormuş.

Yani Müslüman olmayanı ayrıştıran, başka dinden olanı aşağılayıp Müslümanları onlara karşı kin beslemeye iten, savaşta ele geçirilen kadın cariyedir diyen, sabah erkenden baskın yapıp insanları öldüren yağmacıları öven Allah ve onun dini insanın iyilik ve merhameti duygularını bitirmiyor da uydurma deccal bitiriyor öyle mi :) ?

Savaşta kocasını öldürdüğü cariye ile aynı gece birlikte olan peygamberiniz, 6 yaşındaki kızla evlenilebilir denen alimleriniz insanın merhametini bitirmiyor mu?

Hepimiz bir gün öleceğimiz için Allah’a nasıl hesap vereceğimizi düşünerek yaşamalıymışız.

Ben de diyorum ki Huehueteotl, Virakoşa, Apsu, Yehova, Zeus, Odin, Ahura Mazda gibi ilahlar kaşısında hesaba çekilmeniz de aynı ihtimal. Müslümanlar eğer bir ilah varsa bile onun Allah olduğundan öyle eminler ki, cidden tuhaf. İçi boş bir emin olma hissi. Çünkü Allah’ı görmedin, duymadın, tıpkı diğer binlerce ilah gibi. Biri sana küçüklüğünden beri var dedi, onu empoze etti. Sen de delicesine onun var olduğuna inandın. İspat göster diyince de “yaratılanlara bak, bunları kim yarattı” geyiklerine giriyorsunuz. Yaratırken Allah’ı gördünüz mü? Hayır.

E o zaman dünyayı Zeus’un yaratmadığı ne malum? O zaman da diyorsunuz ki ama Kur’an’da “Allah, ben yarattım diyor.”

Eee, insan eliyle yazılmış bir kitap bunun ispatı olabilir mi? Geçmişte farklı ilahlar için yazılmış bir sürü metin var. Metinler ve gördükleriniz Allah’ın ispatı olamaz.

3)FİLM YAPMAK İÇİN PARA BEKLEME

Film yapmak istiyorsan para yada zenginlik beklememelisin kısmına ise iyi güldüm çünkü başta da dediğim gibi filmin yönetmeni cemaatlerden yardım istiyor ve bazı cemaatlere destek çıkmadığı için sitem ediyordu :) Bir insanın filmi yazar ve yönetmeni ile bu kadar mı çelişir.

Ayrıca film yapmak para işidir, he düşük bütçeli yaparsın ama yine de para gerekir. Ekipman, oyuncu, her şey paradır. Filmi çektiğin kamerayı mağaza sahibine öpücük kondurarak alamazsın di mi?

Yönetmen filminde komedi ve eğlence filmlerine gönderide bulunmayı da ihmal etmiyor ama bunu yaparken kendi filmini “düşündüren film” kategorisine koyuyor. Halbuki filmin bir şey düşündürdüğü yok, Müslümanların zaten bildiği, inandığı şeyleri tekrar ona pazarlıyor o kadar. İşlediği eşsiz bir felsefe yok ki düşündürücü olsun.

Bu arada filmdeki karakterimiz de yaşamak için para lazım olduğundan iş arıyor, eski arkadaşlarına uğruyor falan. Hayat boş, dünya hayatı boş ama Allah kimsenin iban numarasına para göndermiyor tabi.

Bir gün uyurken rüyasında evreni görüyor ve şöyle bir ses duyuyor: Allah yeryüzünün cenneti. Her yerde onun ismi, her yerde onun resmi.

Allah yeryüzünün cenneti ise yeryüzünün cehennemi kim ???

Her yerde onun ismi dediği şey Esma’ül Hüsna, ki bu da sadece Allah’a atfedilmiş sıfatlardır. Tıpkı İslam öncesi Arapların ilahları atfettikleri türlü sıfatlar gibi.

Her yerde onun resmi kısmı ile her şeyde Allah var demek istemişler ve panteizm ile İslam’ı harmanlamışlar.

Parklarda yatan, parasızlıktan eşyalarını satan yönetmenin yanına arada bir evliya da uğruyor tabi. İntihar etmek için deniz kıyısındaki bir tepeye gidiyor, tam atlayacakken bir ses geliyor ve o sesle konuşmaya başlıyor.

Ses diyor ki “Yeryüzünde çektiğin ıstıraplar boşuna değil, en acı ıstıraptan insanın olgunlaşıp, gelişmesi doğar.”

Ben çok merak ediyorum yıllarca bir odaya hapsedilip öz babası tarafından istismar edilmek insanı ne gibi bir olgunluğa eriştirir mesela? Bana izah etsinler.

Ses devamla diyor ki “Eğer intihar edersen insanların ilişkiler ağını bozarsın, hepinizi birbiriniz ile ilişkilendirdiğimiz için milyonlarca insanın yaşamını dramatik bir şekilde etkiler ve kötü örnek olursun”

İlişkiler ağı falan ne alaka? Sanırım yönetmen kelebek etkisinin etkisinde kalmış fakat İslama göre herkesin kaderi zaten en başta belirlenmiştir ve Levh-i Mahfuz’da bellidir. Bazı Müslümanlar da bununla çelişerek diyor ki Allah ne olacağını bilir ama kaderi tam sen onu yaşarken yazar.

O zaman da ben aciz bir kul olarak Allah’ın yazacağı kaderi sürekli değiştirebiliyor oluyorum ve ben yaşarken yazıyorsa Allah ne olacağını bilmemiş oluyor, bilse zaten önceden yazardı. Yani Müslüman karar vermeli Levh- i Mahfuz mu yoksa yaşandığı anda yazılan kader mi?

Enteresan olan şu ki, şahsın burada konuştuğu kişi güya Allah. Şunu bir türlü anlamıyorum, Muhammed’in karikatürü, hatta SESİ konusunda çok hassas olan, filmlerde onu göstermeyen hatta seslendirmeyen insanlar Allah’ı seslendirme konusunda neden problem görmüyorlar? Ondan sonra Muhammed Allah’tır diyince kızıyorsunuz. Biraz samimi olun ve yaptıklarını, içinde bulunduğunuz çelişkileri fark edin. Muhammed’e gösterdiğiniz imtinayı Allah’ınıza göstermiyorsunuz.

Yani bu konuda İslam aleminde ortak bir görüş yok. Fakat Kur’an’da Allah izin vermeden hiçbir şey yapılamayacağı, iyiliğin de kötülüğünde Allah’tan olduğu yazıyor. Bu konuda Kur’an’da birbiri ile çelişen çokça ayet mevcut ama videolarımda bunu zaten anlattım.

Buradan gerisi tam komedi, bildiğin yeşil çam filmlerinden araklamalar ve artık gına getiren klişelerle dolu. Engelli bir kız, zengin bir baba, hayatı onlarla kesişen fakir ama gururlu oğlan, öksürünce ağza tutulan peçeteye kan gelmesi vs.

Yönetmen muhtemelen Şener Şen’in Arabesk filminden çok etkilenmiş çünkü tıpkı oradaki gibi absürt geçiş sahneleri var. Mesela zengin adamın evinden çıkınca yer altına doğru inen bir tünel görüyor. Oraya girip kendini diğerlerinden soyutlayarak yaşadığını söyleyen insanları görüp biraz edebiyat parçalıyor.

Bu sefer evine giderken bir bekçi düdük çalarak geliyor. Üstelik bekçi de filmde sürekli ona görünen evliya :D Ne hikmetse bizimki adamı tanıyamıyor bir türlü. Buradaki sahne tam komedi çünkü tıpkı Kemal Sunal filmindeki gibi bekçi de yönetmenle sadece düdük çalarak konuşuyor :D

Kalacak yer arıyorum deyince bekçinin gösterdiği yere giriyor, HOOOP Disko. Meğer girdiği yer diskoymuş. Bak sen ya, adam sınava tutuluyor ya ;)

Birlikte diskoya ışınlanıyorlar. Yabancı müzik giriyor, bizim evliya merdivenlerden dans ederek, şov yaparak iniyor :D Fakir yönetmenimiz de ortama ayak uyduruyor, başlıyor kopmaya. Ama o da ne, koparlarken birden Sema yapmaya başlıyorlar, bu sırada üzerilerine de bir nur yağıyor ki sormayın, diskodakiler şaşkın, herkes şok :D

Dönerken dönerken kendilerini semazenler arasında görmeye başlıyorlar. Az daha dönünce, dönmenin kazandırdığı kinetik enerjiden olsa gerek uçuşa geçip uzaya çıkıyorlar, bizim yönetmenle evliya dayı dünyanın üstünde semaya devam ediyorlar.

Burada çok önemli bir detay var, dünyadan bir tek Kabe görünüyor ve tam merkezde. Güya Kabe dünyanın merkeziymiş ya. Mekke’nin Kutuplara ve 0 boylamı ile gün dönümü çizgisine uzaklık olarak altın oran noktasında olduğunu iddia edenler var.

Bu tarz uydurma haber ve iddialara bakmadan matematiğe başvurup bilimsel hesap yapıldığında altın oranın denk geldiği noktanın Kabe’nin 40 km güneyindeki dağlık alana denk geldiği görülüyor. Fakat bunu ayrıca bir videoda ele alacağım.

Dönerlerken, dönerlerken yine evrenin içinde süzülmeye başlıyorlar ve evrenle bir hissetmeye başlıyorlar gibi. Film anlatmak istediğini net anlatamadığından sanırım bu sahnelerle vahdet-i vücud’u anlatmaya çalışmışlar fakat bu inanış da Kur’an’daki Allah ile ciddi şekilde çelişir.

Neyse, dönmeler, evrende seyahatler bitince başrol abimiz tıpkı sürekli yanında beliren evliya abimiz gibi bir türbede beliriyor.

Başrol midesinden rahatsız, ya Şafi, Allah’ım şifa ver diyor ama ölüp gidene kadar şifa mifa bulamıyor. Yani hep dediğimiz şeyi farkında olmadan onlar da göstermişler, dua etmek işe yaramaz. İslama göre Allah sana bir kader yazmışsa, seni o şekilde sınava tutacaksa onları yaşayacaksın. Dua etmek boşadır. Dua etmek bir şeyleri değiştirebilecek olsa aciz olan her insan sürekli olarak Allah’ın yazdığı kaderi değiştirebilir hale gelirdi, o zaman da Allah sürekli kader güncellemekten, kabul ettiği dualara göre kaderleri tekrar tayin etmekten başını kaldıramazdı..

Tabi konu İslam olunca olay yine cinsellik ve eğlence karşıtlığına geliyor. Yönetmen bunları eleştiriyor fırsat buldukça. Tabi ki her şeyin aşırısı kötüdür ama İslam’ın ve tarikatların cinsellik veya eğlence karşıtlığı da aşırı. Resim çizmeyi, müzik dinlemeyi bile günah ilan ediyorlar, varsa yoksa Allah, varsa yoksa ibadet, ne egoistmiş, övülmeye ne muhtaç, yarattıklarını yasaklamaya ne meraklıymış bu Allah!

Tüm bu saçma filme rağmen yorumlarda desteklenmiş çünkü Müslüman için filmin iyi kötü olması fark etmez, İslamı anlatsın yeter. Bu desteklemek ve beğen tuşuna basmak için yeterli. Maalesef onlardaki bu dayanışma bizde yok...

HANGİ İSLAM?

Yazan: Wiseman


HANGİ İSLAM?


Dinleri (Ülkemiz bazında İslam’ı) neden eleştiriyorsunuz diyorlar.

Dinler, o dinlere tabi olanlar tarafından, o dine inanmayanlara Tebliğ (Davet) ediliyor. (Davetin kabulü özünde, davet edilen kişinin isteğine ve iradesine bağlıdır.) Yani davet eden, karşısındaki kişiye dinini anlatıyor ve onun da davet ettiği dine tabi olmasını ve dininin gereklerini yerine getirmesini istiyor. Böyle bir durumda dine davet edilen kişi, kendisine anlatılanlara AKIL, VİCDAN, SEVGİ, BİLİM, AHLAK süzgecinden geçirip, bunlarla uyuşuyorsa o dini kabul etme veya reddetme hakkı vardır.

Dine davet edilen kişi, davet edilen dine ait anlatılan konularda şüpheye düşüyorsa, aklına yatmıyorsa, vicdanına sığmıyorsa, bilimle çelişiyorsa davet eden kişiye çeşitli sorular sorma gereği duyacaktır. Bu sorular davet edilen kişi ikna oluncaya kadar devam edecektir. İkna olmadığı konularda ise soru üstüne soru soracaktır. İlle davete katılmasını istiyorsanız, ikna etmek davet edene düşer. Bu aklın gereğidir. İnsan olmanın gereğidir.

Kişi daveti kabul etmeyip daveti reddettiğinde ise davet edenin “Dinimiz akıl dini değildir, düşünme ve sorgulama dini değildir, teslimiyet dinidir, kabul etmeye mecbursun” deme hakkına sahip değildir. Kişinin aklı kenara bırakıp sorgusuz davete teslim olmasını istemek ise DAVET DEĞİL ZORLAMADIR, DAYATMADIR. Dayatma ise ÇATIŞMA GETİRİR. Çatışmada ise haklı ve doğru olan değil GÜÇLÜ OLAN KAZANIR. Dayatma ve Çatışma davetin amacını ortadan kaldırır.

Davet edilen kişi, sizin davet ettiğiniz dinin, sadece kitabına ve elçisine değil aynı zamanda sizin dininizi uygulama şeklinize de bakacaktır. DİNİN TEORİSİ (KİTABI) İLE PRATİĞİNİ (UYGULAMASINI) BİRBİRİNDEN KOPARAMAZSINIZ! Örneğin İslam dininin teorisi Kur’an ise pratiği de hadislerdir, sünnetlerdir, o dinin uygulayıcıları olan Müslümanlardır. Yani İslam’a davet ettiğiniz kişi hem Kur’an’a bakacak hem hadislere bakacak hem sünnetlere bakacak hem Diyanetin uygulamalarına bakacak hem diğer ülkelerin uygulamalarına bakacak hem tarikat şeyhlerinin söylem ve eylemlerine bakacak, hem hocaların söylem ve eylemlerine bakacak hem Müslümanların söylem ve eylemlerine bakacak, hem de yaşanmış olan İslam tarihine bakacaktır.

Tıpkı kanunları, yasaları, kararnameleri, yönetmelikleri, içtihatları, yasa uygulayıcılarını, hakimleri, savcıları, avukatları ANAYASADAN KOPARAMAYACAĞINIZ GİBİ... Hakkınızda hüküm veren bir hâkim; bu hükmü savunan bir avukat, bu hükmü uygulayan kolluk kuvvetleri için “sen onlara bakma istediğini yap/yapma” diyebilir mi?

İnsan uzuvları ile bütündür. İnsan; elinin alıp-verdiğiyle, ayağının gidip-geldiğiyle, gözünün görüp-görmediğiyle, dilinin söyleyip-söylemedikleriyle bir bütündür. Sen söylediklerime bak yaptıklarıma değil Dİ-YE-MEZ-Sİ-NİZ!

Kur'an’ı, İslam’ın tek kaynağı olarak gösteremezsiniz!

Hadisleri yok sayıp, sadece Kur'an’a bakarak davete tabi olunacaksa eğer, Kur'an’a davet ettiğiniz kişi "Bu Kur'an’ın uygulaması, örneği, pratiği, yaşanmışlığı nedir? Bana bir uygulama örneği gösterin" dediğinde ne diyecek, kimleri gösterecek hangi örnekleri göstereceksiniz? Hem hadisleri reddedecek hem de Kur'an’ı ve İslam’ı anlatabilmek için peygamberinizin hayatından, uygulamalarından, sözlerinden örnekler vereceksiniz.

Kur’an’ın sözde iniş süreci olan 23 yılda yaşananları, Kur’an’ın temsilcisi ve elçisi olan peygamberin hayatını, 1400 yıllık İslam uygulamalarını YOK SA-YA-MAZ-SI-NIZ! Böyle bir durumda İslam’a davet ettiğiniz kişiye “Sen sadece Kur’an’a bak, diğerlerini boş ver.” DİYEMEZSİNİZ! Çünkü bir dini bu saydıklarımın tamamı oluşturur. Davet ettiğiniz kişi size eğer bu dini oluşturan unsurlar içinde ve ya birbirleri ile aralarında bir çelişki, akla uymayan, vicdana sığmayan, bilimle, zamanla ters bir konuyu ortaya koyduğunda cevap veremiyorsanız, “O gerçek İslam değil, Onlar gerçek İslam’ı temsil etmiyorlar, onlar yobaz” DİYEMEZSİNİZ!
YOBAZ DEDİKLERİN GÖKTEN İNMEDİ. İNANDIKLARI KİTABI, ÖNDERLERİNİ VE HADİSLERİ UYGULUYORLAR.

Ayetleri, Tefsirleri, Hadisleri, kelimeleri, olayları, kişiye, zamana, mekâna göre EĞİP BÜ-KE-MEZ-Sİ-NİZ! Eğerseniz, bükerseniz, ayetten farklı bir şey derseniz eğer, gerçek İslam’ı, gerçek Müslümanı ortaya koymak zorundasınız! Koyamıyorsanız bu da, Müslüman sayısınca İslam var demektir. Bu durumda bir buçuk milyar Müslüman’ın hangisinin davetine uyacaksınız? Düşünen, sorgulayan ve aklını kullanan bir insan, herkesin farklı anlayıp farklı uyguladığı, AKLI YOK SAYAN böyle bir dinin davetine, neden uysun ki?

HER KİTAP DİĞER KİTABI, HER DİN DİĞER DİNİ, HER İNANAN DİĞER İNANANI YALANLIYORSA, İNANANLAR İNANDIKLARI YARATICIYI ANLAMAMIŞ YADA YARATICI ANLATAMAMIŞ DEMEKTİR.

AKLIN SORGULAMASINA AÇIK OLMAYAN HİÇBİR DİN TANRISAL OLAMAZ.

İNSANLIK İÇİN TEK DİN VARDIR. SEVGİ DİNİ. ELÇİSİ AKIL, KİTABI VİCDAN (ADALET), REHBERİ İSE BİLİMDİR.

İÇİMİZDEKİ ELÇİ “AKIL”

Yazan: Wiseman


İÇİMİZDEKİ ELÇİ “AKIL”


İnsanın yarattığı tanrı değil, insanlığı yaratan gerçek Yaratıcı varsa eğer insanı yaratıp boş bırakmamıştır. Doğumundan ölümüne kadar her insana “Elçi” olarak Akıl vermiştir. Her insan aynı zamanda Yaratıcı’nın elçisidir. Yaratıcı’yı yeryüzünde temsil eder.

Yaratıcı, Kitap ve Ayet olarak da insanlığa kâinatı, dünyayı ve doğayı vermiştir. Kâinat, dünya ve doğa ayetlerdir. Yeter ki insan olarak okumasını bilelim. Her canlı başlı başına bir ayettir. Elçi olan insan aynı zamanda ayettir.

Erich Fromm (Almanya doğumlu Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozoftur.) der ki;
“Artık Tanrı’ya değil, onun adına konuştuğunu iddia eden kişi ve topluluğa tapınılmaktadır.’’

Çok doğru ve yerinde bir tespit. Yaratıcı adına konuşanlar, kendi Tanrılarını yaratıp, sözlerinin (uydurdukları) vahiy olduğunu söyleyerek, aslında kutsal bir zırh, dokunulmazlık ve sorgulanmazlık kazanmaktadırlar. Böylece etkiledikleri tüm kişi ve toplumların kendi akıl ve sorgulamalarını devre dışı bırakmaktadır. Yani Akıl, düşünme ve sorgulama şalteri indirilmektedir. Bu sağlandıktan sonra artık vahiycinin işi çok kolaydır. Kişiler ve toplumlar istedikleri gibi yönlendirilebilir, kullanılabilir ve sömürülebilir hale getirilmiştir.

Eski İslamcı yazar Levent Gültekin “Onurlu Çıkış” adlı kitabında bizzat yaşadıklarına, sorgulamalarına dayanarak şöyle diyor. Daha doğrusu dürüstçe itiraf ediyor:
“Dinin, siyasi, ticari, toplumsal ortak bir payda haline getirilmesindeki sakıncayı net göremiyordum. Siyasi, toplumsal ve ticari ilişkilerde inancın sömürüldüğünü görüyor, fakat bu sömürünün kaçınılmaz olduğunu idrak edemiyordum.” “Din adına biz İslamcıları kandıranlar, uyutanlar, sömürenler gemilerini yüzdürmeye devam ediyorlar.” “Biz dini değerlerin siyasi, toplumsal ve ekonomik çözümler getireceğini sanıyorduk.”

Bazı insanlar, vahye inananlar, dindarlar, siyasal İslamcılar hayatta karşılaştıkları sorunları, olayları din terazisi ile tartıyor ve din gözlüğü ile bakıyorlar. Dini, dinin hükümlerini, o hükümleri açıklayan insanların sözlerini ölçü olarak alıyorlar. Olaylara onların inançları, gözleri ve gözlükleri ile bakıyorlar. Sürekli değişim ve gelişim içinde olan insanlık, 3300, 2000 ve 1400 yıl önceki teraziler ile yapılan tartım ve ölçümler ile hayatını şekillendiriyor, o yılların değerleri ile günümüzü yaşıyor, şimdiki ve gelecekteki hayata, geçmişin gözlükleri ile bakıyor, yönlendiriyorlar. İnsanlık ne yazık ki geçmişten gelen din terazisinin yanlış değer ve ölçüler gösterdiğinin, gözlüğün ayarının zamanımıza ve insanlığa uymadığının, karanlık gösterdiğinin farkında değil. Din gözlüğünden baktığı dünyanın ve hayatın, gerçek hayat olduğuna inanmış. O terazinin ölçümünü doğru kabul etmiş. Hâlbuki insanlığın var oluşundan günümüze ve gelecekte asla ayarı bozulmayacak, yanlış tartmayacak bir terazi var elinde. AKIL Terazisi, AKIL Gözlüğü.
Bu terazi ve gözlük bünyesinde Vicdanı, Adaleti ve Sevgiyi barındırır. Bunlar, terazinin dengesini, gözlüğün ayarını koruyan ve sağlayan değerlerdir. Akıl gözlüğü ile hayata bakmak ve tartmak aslında insanın doğasında, fıtratında vardır. Ne yazık ki doğasından gelen bu değeri, vahiyciler yüzünden kullanamamaktadır. Bu değerin asla yanlış tartması söz konusu değildir. Bireysel akıl, toplumsal akıl ve evrensel akıl her zaman diliminde, her ortam ve koşul altında, kullanılabilir olması insanlığın en büyük değeri, ölçüsü ve göstergesidir.

Bugün insanlık aklı, vahiyciler ve dinler tarafından esir alınmıştır. Akıl terazisi ile tartamayan, akıl gözlüğü ile göremeyen insanlık, kendisini, aklını, dünyasını sınırlandırmış ve etrafına aşılması çok zor düşünce kaleleri örmüştür. Kendisini vahyin hapishanesine hapsetmiş, vahiycileri de kendi başına gardiyan dikmiştir. Akıl terazisi yerine din terazisini, akıl gözlüğü yerine din gözlüğünü kullananlar hem kendilerine hem insanlığa hem de diğer varlıklara haksızlık etmiş, zulmetmiş olurlar. İnsanlık, hayata akıl gözlüğü ile bakıp, akıl terazisi ile tarttığında, Aklı vahiycilerin ve dinlerin esaretinden kurtarabildiğimizde dünya daha yaşanabilir gerçek bir cennet haline gelecektir.

Uydurma elçi ve kitaplar peşinde koşan insanlık, cennet olacak dünyasını kendi eliyle cehenneme çevirmektedir.

Sağlık ve Sevgi ile Kalınız.

TÜRK PEYGAMBERLER (!) YALANI

Yazan: Serdar Kaangil


TÜRK PEYGAMBERLER (!) YALANI


» “Türk Peygamberler” masalları insanımızı İslam zincirleri altında tutmak için uydurulmuştur. Bizlerin bu tarz masallara kanmaması ve önemli olanın etnik kimlik değil “İNSAN” olabilmek olduğunu anlaması şarttır.
Bana "Nesin?" deseler "Türk'üm" derim. Ama bu sadece etnik kimliğe, ülkelere önem veren ve keskin cevaplar isteyen insanlara cevap vermemin bir gereksinimidir çünkü bana göre en önemlisi "yaptıklarımızla" insan olabilmektir.
Geçmişteki her toplum yada kişiyi kendimizle bağdaştırmaya çalışmak DİN KURUMLARININ ve SİYASİLERİN bizleri uyutup kullanmalarının en iyi ve GÖZE BATMAYAN yollarındandır.
İyi okumalar, A.Kara

Peygamber Farsça bir kelimedir. Peygam, haber-mektup demektir. “ber” eki ise "getiren" anlamında olup peygamber "tanrıdan haber-mektup getiren, haberci" demektir. Arapça "nebe" haber demektir ve bu yüzden peygamberin karşılığı Nebî’dir. Resul ise risale sahibi, kitap sahibi peygamber demektir.

Kur’an’da her ümmete, her kavme bir peygamber gönderildiği yazılır.

Nahl 36: Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah’a kulluk edin ve Tağuttan sakının!» diye uyaran bir peygamber gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!

İslam’a göre insanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderilmiştir.
(Müsned 5/265-266; İbn Hibbân, 2/77)

Bu zırvanın doğru olduğunu varsaydığımızda ortalama her millete yaklaşık olarak 2000 civarında peygamber düşer. Ama görülür ki Arap yarımadası dışında ve Sami kavmi haricinde dünyanın hiçbir bölgesinde ve hiçbir ulusunda bir peygamber izine rastlanmaz. Nedense sır olup ortadan kaybolmuş, bir iz dahi bırakmamışlardır. Ne bir kitap, ne bir sayfa ne de bir yazıt mevcut değildir. Nedense kitaplar da hep Ortadoğu’ya inmiştir. Ne Amerika, ne Avrupa, ne Asya ne de Afrika kıtalarında namaza-oruca çağıran bir uyarıcı görüldüğüne dair bir kanıt yoktur. Yahudilerle başlayan peygamberlik müessesesini Araplar transfer etmiş ve Muhammed’le sonlandırmıştır ama zaman zaman peygamberler türemeye devam eder. Örneğin Bahailerin peygamberi Mirza Hüseyin Ali gibi…

İngiliz’i, Alman’ı, Rus’u, Fransız’ı, Rum’u, Ermeni’si, Çin’lisi, Japon’u, Türk’ü, Sırp’ı, Bulgar’ı, Romen’i ve daha onlarcası kendilerinden bir peygamber tanımamış, duymamışlardır. Ama Yahudi peygamber gırladır ve bunlar da hep kendi ırkları için çabalamış, diğer milletleri kendilerine köle olarak görmüşlerdir.

Peygamberlikten nasiplenmeyen Türklerin bu eksikliğini gidermek için bu konuda bir hayli uğraşıp çabalayanlar vardır. Tabi bu uğraşları uygun gördükleri isimleri Türklere yamamaya çabalamaktan başka bir şey değildir. Bu şekilde etnik köken üzerinden Türkleri İslam'a bağlamaya çalışırlar. Kimlerine göre Nuh, kimilerine göre Nuh’un oğlu Yafes, kimilerine göre İbrahim, kimilerine göre Zülkarneyn’dir. Muhammed’i bile Türk sayacak derecede saçmalayan da mevcuttur.

Nuh Türk’tür İddiası

“Nuh peygamber kesin Türk’tü." Bu, Fransız gazetesi Le Figaro‘nun manşet haberinde ortaya attığı bir iddia. Karadeniz’de, Sinop açıklarında yüz metre derinlikte bulunan kent kalıntılarının din kitaplarındaki Tufan olayının Filistin’de değil, Karadeniz’de meydana geldiği iddialarını doğruladığını söyleyen Le Figaro ‘Hz. Musa’nın bir Mısırlı olduğu kesinlik kazanıyor. Hz. İbrahim’in Kaldeli bir Bedevi olduğu biliniyor. Hz. Nuh da kesinlikle Türk’tü’ diye yazdı.
(Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000):

“Nuh döneminde Sinop’ta Türk var mıydı?” sorusu; Türklerin Anadolu’ya 1071’den çok önce büyük göçlerle geldikleri şeklinde yanıtlanıyor.

Bu iddia ilk kez Le Figaro tarafından ortaya atılmış değil. 1930’ların romantik milliyetçilerinin Türklerin kökenini bağladığı ilk Türk de Nuh. 1940’larda başta tarihçi Fuat Köprülü olmak üzere bilimsel tarih anlayışına sahip tarihçilerce uydurma ve saçma bulunan Türk tarih tezi reddedilmesine rağmen toplumun bir kesiminde yer etmiş ve Türklerin Nuh peygamberin soyundan geldiği benimsenmişti. Hiçbir bilimsel ve tarihi kanıta sahip olmayan bu düşünce daha sonra yerini Nuh’un oğlu Yafes’e (yafet) bıraktı.

Nuh’un Oğlu Yafes Türk’tür İddiası

Yafes (Latince Iafeth veya Iapetus, Arapça: يافث), Hz. Nuh’un üçüncü oğlu ve iddiaya göre Türklerin atasıdır. O, şecerelere göre, Nuh Peygamberin oğullarından biridir. Kırgız sözlü geleneğinde “Capaş” şeklinde de kullanılmaktadır. Birçok ilmi kaynakta “Yafes” olarak kaleme alınan bu isim, Yazıcızâde’nin eserinde “Yafet” olarak da yazılmıştır. Yafes, Arapça eserlerde ismi, “Yafes bin Nuh” (Nuh’un oğlu) diye geçmektedir.
Hz. Nuh, ikinci Adem olarak anılır. Tufandan sonra insan zürriyeti, Hz. Nuh’un oğullarından türemiştir. Hz. Nuh’un 3 oğlu vardı: Ham, Sam, Yafes. Ham, Habeş ve Afrikalıların, Sam Arapların, Yafes de Türklerin atası olarak bilinmektedir. Şimdi yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, bu üçünün soyundan gelmektedir.

Rehber Ansiklopedisi‘nde Yafes hakkında şöyle bahsedilmektedir: Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes, nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya’ya yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün Sibirya’da yaşayan Yâkutlar bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
[https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html]

İddia böyle ama hiçbir tarihi bilgiye, belgeye dayanmayan, kanıtı olmayan bir uydurma olarak gördüyseniz; sırada Zülkarneyn var:

Zülkarneyn Oğuz Kaan’dır İddiası

Kur’an’da Kehf suresinde bahsedilen ve güneşin doğduğu yere ve güneşin battığı yere seferler düzenleyen Zülkarneyn, kimilerine göre çift boynuzlu başlığından dolayı Büyük İskender’e, kimilerine göre ise Oğuz Kaan’a benzetilir. Oğuz Kaan’a benzetilmesindeki en büyük faktör; İki dağın arasındaki kavmin Yecüc ve Mecüclerden korunmak için isteğini yerine getirip demir-bakır alaşımı ile dağın girişlerini kapattığı masalıdır ki Türk efsaneleriyle benzerlik taşımaktadır.

Bilge Kağan Kitabelerinde şöyle diyor; “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına(kutuplarda altı ay gece, altı ay gündüz olur) kadar ülkelerde yaşayan bütün milletler hep bana bağlıdır. Bunca milleti düzene soktum. Artık karışıklık yok. Türk Kağanı Ötüken’de oldukça, ülkede düzen bozulmaz.”(A.Bulut)

Yine Vani Mehmet Efendiye göre, Oğuz Han’ın kurduğu hakimiyet ve yapmış olduğu seferler, Zulkarneyn’in yapmış olduğu seferlerle çok benzerlik arzetmektedir. Bu nedenle Oğuz Han adı ile anılan Türk Peygamberinin ZULKARNEYN ile aynı kişi olduğu görüşü gittikçe kuvvet kazanmaktadır. Tarihçilere göre aynı dönemde yaşayan iki kişinin, aynı dönemde dünya hakimiyeti olamaz. Öyle ise bahsi geçen bu iki isim aynı kişidir denilmektedir.

“Kaşgarlı Mahmut’un Divanında (C1.S.111-113) Uygurlar anlatılırken; “Zülkarneyn, Uygur illerine geldiğinde Türk Hakanı ona 4000 kişi göndermiş. Bunların tuğlarında Şahin Kanatları takılı imiş. Bunlar hem öne, hem arkaya ok atarlarmış. Zülkarneyn, bunlara şaşmış kalmış ve güya Farsça; ”inan khuz khurend” yani bunlar, kendi kendilerine geçinirler, başkalarının yiyeceğine muhtaç olmazlar. Çünkü bunların elinden av kurtulmaz, istedikleri zaman avlanıp yiyebilirler” demek istemiş.”(E.Yavuz. Tarih Boyunca Türk Kavimleri. S.224)

Türk Han’dan, Oğuz Han’a kadar hüküm süren Hanları sayan ve Oğuz Han’ın, Kara Han’ın oğlu olduğunu belirten Ebulgazi Bahadır Han’a (Şecere-i Terakkime) göre Türkler, Oğuz Han’dan üç nesil öncesine kadar Müslüman (yani Mü’min) idi.”(A.Bulut-Türklüğün Yeni Dünya Düzeni)

Vani Mehmet Efendi’ye göre “Oğuz Han, Türklere Hanif Dini’ni öğretiyordu.” Bu görüşe göre Oğuz Han, Hz. İbrahim’in dini olan Hanif Dini’ni yaymakta idi. Yani İslamiyet’ten 3700, günümüzden yaklaşık 5200 yıl önce Türkler Hanif Dini’ne inanıyorlardı ve Mü’min idiler.

Kur’an’da Zülkarneyn’den bir peygamber olarak bahsedilmese bile görülüyor ki bizim Türk-İslamcılarımız Oğuz Kaan’ı Zülkarneyn peygamber ilan etmişler. Ama ne Göktengriciliğin ne de Şamanizmin haniflikle uyuşan bir yanı yok. Sonradan bozulma iddiası pek geçerli değil, Türkler kolay kolay bozulmazlar, hayatımız hala Şaman gelenekleri ile dolu.

İbrahim’in Türktür İddiası

İbrahim’in Türk olduğunu iddia edebilmek için önce Sümerlerin Türk olduğunu öne sürmek gerekiyor. Çünkü Yahudi tarihinden yola çıkıldığında İbrahim’in M.Ö. 2000 yıllarında yaşadığı tespit ediliyor ve Tevrat’tan da Mezopotamya’da ortaya çıktığı görülüyor. Doğru olduğunu kabul edersek o yıllarda Mezopotamya’da Sümerler hakim. Öyleyse İbrahim bir Sümerli olduğu söylenebilir. Güneş-Dil Teorisine göre ise Sümerlerin Türk olduğu iddiasında bulunulmuştu. İbrahim Sümerli, Sümerler de Türk ise, İbrahim  Türk demektir.

Türklerin Sümer olduğu iddiasını destekleyen kanıt olarak Sümerlilerin sami ırkından olmayıp, Mezopotamya’ya Kuzey’den göç ederek geldikleri, diğer bir kanıt olarak ise Sümer dilinde bol miktarda Türkçe sözcük olması sunulur. Terk edilen teoriye rağmen bu iddiayı sürdürmekte olan çok. Bu konuda Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın ve eski Önasya tarih uzmanı Hemmel’in görüşleri öne çıkıyor.

İbrahim bir gezgin ama, doğduğu yer Mezopotamya olunca Sümerli olma olasılığı yükseliyor. Yine Muazzez Ilmiye Çığ’ın “İbrahim Peygamber” adlı kitabında İbrahim’in Sümer’le bağlantısı inceleniyor.

İbrahim’in Türk olduğu iddiasından çok daha güçlü olarak Hind filozofu olduğu öne sürülerek Brahman’la ilişkilendirilir. Ayrıca İbrahim’in Zerdüşt olduğu savı üzerinde de durulur.

D.Matlock şöyle der:
“Arap tarihçileri Brahma ve ataları Abraham’ın aynı kişi olduğunu öne sürürler. Farsiler (İranlılar) genelde Abraham’a İbrahim Zerdüşt derler. Kirüs, Yahudi dininin kendi diniyle aynı olduğunu kabul ederdi. Hindular Abraham’da veya İsrailoğlular Brahma’dan gelmiş olmalıdır.”
(Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396.)
[http://www.hermetics.org/Abraham.html, Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who Was Abraham?]

Araplar İsmail yoluyla İbrahim’den geldikleriyle öğünürler, Mekke’yi bu şeyhin kurduğuna, onun bu kentte öldüğüne inanırlar. Gerçek şudur ki, İsmailoğulları, Yakup oğullarından daha çok Tanrı’nın lütfuna uğramışlardır.

Doğrusunu isterseniz her iki soyda hırsızlar yetişmiştir, ama Arap hırsızları Yahudi hırsızlardan çok daha yaman çıkmışlardır. Yakupoğulları ancak küçük bir ülke ele geçirmişlerdi. Onu da kaybettiler, oysa İsmailoğulları Asya, Avrupa ve Afrika’nın bir bölümünü ele geçirdiler. Romalılarınkinden daha geniş bir imparatorluk kurdular, Yahudileri de adanmış toprak dedikleri mağaralardan kapı dışarı ettiler.

Bu gibi şeyler üzerinde sadece yeni tarihlerimizden alınacak örneklerle hüküm yürütürsek İbrahim’in birbirinden bu kadar ayrı iki ulusunda babası olması epey güçleşecektir. İbrahim'in Kalde’de doğduğu, topraktan yaptığı küçük putlarla hayatını kazanan yoksul çömlekçinin oğlu olduğu söylenir. Bu çömlekçi oğlunun yolu, izi olmayan çöllerden geçip oradan 400 fersah uzakta, tropika altındaki Mekke kentini kurmaya gitmesi hiç de akla yakın bir şey değildir. Bir fatih olduysa kuşkusuz o güzel Asur ülkesinden olmuştur, yok bize anlattıkları gibi yoksul bir adam olarak kalmışsa, o zaman da kendi ülkesinin dışında krallıklar kurmamıştır.

Yaratılış’ın dediğine göre, babası çömlekçi Terah’ın ölümünden sonra, Harran ülkesinden çıktığı zaman 70 yaşında imiş, ama gene aynı yaratılış, İbrahim’in Terah 70 yaşında iken dünyaya geldiğini, bu Terah’ın 205 yaşına kadar yaşadığını, İbrahim’in ancak babasının ölümünden sonra Harran’dan ayrıldığını da söylüyor. Şu hesaba ve gene Yaratılış’a göre, açıkça görülüyor ki, Mezopotamya’yı bırakıp gittiği zaman İbrahim 135 yaşındaydı. Kalkmış puta tapar denilen bir ülkeden Filistin’de, Şekem denen puta tapar bir başka ülkeye gitmiş. Acaba niçin gitmiş ? Şekem gibi kısır, taşlık, bunca uzak bir ülke için Fırat’ın bereketli kıyılarını acaba neden bırakmış ?

Kalde dili herhalde Şekem’de konuşulan dilden bambaşka bir dil, orası bir ticaret kenti de değildi. Kalde, Şekem’den 100 fersahdan fazla uzaktır, oraya varmak için çöller aşmak gerek ama, Tanrı bu geziyi yapmasını buyurmuş ona, kendinden yüzyıllarca sonra, torunlarının oturacakları toprakları göstermek istemiş. Doğrusu böyle bir gezinin nedenlerini insan kafası zor alıyor.

Bu küçük, dağlık Şekem ülkesine varmasıyla açlık yüzünden oradan ayrılması bir olmuş karısıyla beraber Mısır’a, yiyecek bir şeyler bulmaya gitmiş. Şekem’le Memphis arası 200 fersahtır, buğday aramak için bu kadar uzağa, dili hiç bilmeyen bir ülkeye gidilirmi ? Doğrusu yüzkırkına merdiven dayadıktan sonra girişilmiş acaip geziler.

Karısı Sara’yı da Memphis’e götürmüş, karısı çok gençmiş, onun yanında sanki çocuk gibi kalıyormuş, çünkü henüz 65’indeymiş. Çok güzel olduğu için güzelliğinden faydalanmaya karar vermiş. Karısına : ”kendini benim kız kardeşimmiş gibi göster ki senin sayende bana iyi davransınlar ” demiş. Oysa daha doğrusu, ona : ” kendini benim kızımmış gibi göster ” demeliydi. Kral genç Sara’ya aşık olmuş, Sözüm ona ağabeysine de birçok koyun, sığır, erkek ve dişi eşek, deve, köle, cariye vermiş, bu da Mısır’ın daha o zamanlardan çok güçlü, çok uygar, bundan dolayı da çok eski bir krallık olduğunu, Memphis krallarına kız kardeşlerini peşkeş çekmeye gelen ağabeylere çok güzel armağanlar verdiğini gösterir.
Tanrı kendisine, o zamanlar 160’ında olan İbrahim’den, yıl içinde bir çocuğu olacağını müjdelediği zaman genç Sara 90 yaşındaymış.

Geziye çıkmasını seven İbrahim, her zaman genç, her zaman güzel olan gebe karısıyla o korkunç Kadeş çölüne gitmiş. Mısır kralı gibi bu çölün hükümdarlarından biri de Sara’ya aşık olmaktan geri kalmamış. İnananların babası Mısır’daki yalanını orada da tekrarlamış, karısını kız kardeşiymiş gibi gösterip bu işten de gene koyunlar, sığırlar, köleler, cariyeler edinmiş. Bu İbrahim’in karısı sayesinde epey zenginleştiği söylenebilir. Yorumcular İbrahim’i davranışını haklı göstermek, tarihler arasındaki aykırılığı düzeltmek için ciltlerle kitap karalamışlardır. Okuyucuya bu yorumlara başvurmasını salık vermeli. O yorumlardan hepsini de ince, olgun zekalar, kusursuz metafizikçiler, ön yargıları, ukelalıkları olmayan kişiler yazmıştır.

Zaten bu Bram, Abram adı Hindistan’la İran’da pek ünlü imiş : hatta bir çok bilginler bunun Yunanlıların Zerdüşt dedikleri aynı yasa kurucusu olduğunu ileriye sürerler. Başkaları, o Hintlilerin Brama’sıdır (Brahma) deseler de ispat edilmiş değildir. Ama bilginlerden çoğunun akla uygun gördükleri bir şey varsa, oda İbrahim’in ya Kalde’li, yada İran’lı olduğudur. Frankların Hektor’dan Breton’ların da Tubal’dan geliyoruz diye övünmeleri gibi, Yahudiler’de, sonraları, onun soyundan geliyoruz diye övündüler. Yahudi ulusunun pek yeni bir tayfa olduğu, Fenike dolaylarına daha son zamanlarda yerleştiği, eski uluslarla komşu olduğu, onların dilini kabul ettiği, Yahudi Flavius Josephe’in anlattığına göre bir Kalde’li adı olan İsrail adını da onların meydana çıkarılmıştır. Meleklerin adlarını bile Babil’lerden nihayet verdikleri Eloi veya Eloa, Adonai, Yehova veya Hiao adını da Fenikelilerden aldıklarını biliyoruz.

Abraham veya İbrahim adını da belki Babil’lililerden öğrenmiştir. Çünkü Fırat’dan Oksus’a kadar bütün ülkelerin eski dinine Kıys-İbrahim, miladi-İbrahim deniliyordu. Bilgin Hyde’ın yerine yaptığı bütün araştırmalar bizi doğruluyor.
Demek ki, Yahudileri tarihi de, eski masalı da, eskiciler eski giysileri ne hale sokuluyorsa o hale sokmuşlar. Onlar eski giysileri ters yüz edip yeniymiş gibi tutturabildikleri kadar pahalıya satarlar.
Kendi tarihçileri Josephe, aksini itiraf edip dururken, bizim Yahudiler’e uzun zaman öteki uluslara her şeyi öğretmiş bir ulus gözüyle bakmamızda insanların aptallığına eşsiz bir örnektir.

İlk çağların karanlığını delmek güçtür ama Yahudi denen Arap tayfasının kendine ait bir toprak parçası edinmeden, daha bir kenti yasaları değişmez bir dini olmadan önce, Asya’daki bütün krallıkların adamakıllı gelişmiş oldukları kuşku götürmez. Onun için Mısır’da, Asya’da ve Yahudiler’de yerleşmiş eski bir törene, eski bir kanıya rastlayınca, pek doğal olarak kaba, her zaman sanatlardan yoksun kalmış olan küçük bir ulusun, eski gelişmiş ve becerikli ulusu elinden geldiğince taklit etmiş olduğu akla gelir.

Yehuda ili, Biskaya, Kernevekeli, Arleken'in ülkesi Bergamo v.b. yerler üzerine hep bu ilke ile hüküm yürütmek gerektir: Muzaffer Roma elbette ne Biskaya’dan, ne Kernevekeli’den, ne de Bergamo’dan bir şey taklit etti. Yahudilerin Yunanlılara hocalık ettiğini söylemek için de insan ya koca bir bilgisiz olmalı ya da koca bir düzenbaz.

Muhammed Türktür İddiası

İbrahim’in Türk olduğunu öne sürenler hız kesmiyor ve Arapların İbrahim’in oğlu İsmail’in soyundan geldiği savından yola çıkarak Muhammed’in de Türk olduğunu iddia ediyor. Tabi bu durumda Yahudiler ve Araplar da Türk olmuş oluyor. Bu saçmalığa gülmemek ve bunları öne süren ve bunlara inanlara şaşırmamak elde değil. Meczupluktan da beter bir durum.

Bunlardan bir kısmı ise dolaylı yoldan Muhammed’i Türkleştiriyor. Muhammed’e ait hadislerde Kanturoğullarından bahsedildiği ve Kanturaoğullarının bir Türk kabilesi olduğunu ileri sürenler bakın İbrahim’le bağlantıyı nasıl kuruyorlar:
Muhammed’in Arap değil, Araplaşmış olduğunu ve Kanturaoğullarından olabileceğini belirttikten sonra İbrahim’in Sara’dan sonra Kantura adında bir kadınla evlendiğini ve bu kadının Türk olduğunu, Muhammed’in soyunun da bu kadına dayandığını söylüyorlar. Yine bazıları Muhammed’in Hacer soyundan geldiğini, Hacer’in aslen Mısırlı olduğunu ve Mısırlıların da Asya’dan göç etmiş Türkler olduğunu iddia ediyor. Bu iddiaların hiçbirinin tek bir kanıtı, akla mantığa sığan hiçbir yanı olmamasına rağmen ciddi ciddi öne sürülebiliyor.

Gerçi tüm ulusların Türklerden türediğini söyleyebilecek kadar kaçkın ırkçıların peygamberlerden bazılarının Türk olduğunu öne sürmelerine de gerek kalmıyor aslında. Bütün insanlar Türk kökenli olduğuna göre, peygamberlerin de tümü Türk olacaktır zaten. Hatta Allah bile Türktür bunların gözünde.

Bu Türk-İslamcılar hadislerdeki Türk düşmanlığını ve Türklerin kılıç zoruyla Müslüman yapılmak için nasıl kıyımdan geçirildiğini bilmelerine rağmen hala bu saçmalığı sürdürmekteler.