HABERLER
Dini Haber
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KUR'AN DEĞİŞTİRİLDİ Mİ?


KUR'AN DEĞİŞTİRİLDİ Mİ?

Bu yazım sık sık duyduğum ‘’İncil ve Tevrat değiştirilmiştir fakat Kuran koruma altındadır!’’ sözünden yola çıkarak yazma gereksinimi duymam sonucu ortaya çıkmıştır ve farkettim ki bu düşünceye sahip kişi sayısı göz ardı edilebilecek kadar küçükte değil... O zaman elden ne gelir? Bulabildiğimiz kaynaklar doğrultusunda fikirlerimizi yazalım!

Öncelikle bahsetmemiz gereken konu başlıklarını bir sıralayalım:
1. Muhammed’in vahiy almaya başladığı zaman ve vahiy süreci
2. Alınan vahiylerin ne şekilde kayıt edildiği
3. Kuran’ın derlenişi

1. Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci

40 yaşlarına doğru Muhammed’de yalnızlık çektiği ve toplumdan bunaldığı zamanlar Nur Dağı’nda bir mağara olan Hira Mağarası’na azığını da alıp gider ve azığı bitene kadar orada kalıp Allah’a dua ederdi.

Söylenene göre Muhammed vahiy almadan önce 6 ay kadar bir süreyle sık sık rüyalar görüyormuş ve gördüğü rüyaların hepsi olduğu gibi çıkıyormuş.

Hz. Aişe’nin bir rivayeti de şöyle:
"Allah Resulü'ne vahyin başlaması doğru rüyalar görmekle olmuştur. Gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi aynen çıkardı. Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Artık Hira mağarasında yalnızlığa çekilir, oradan ailesinin yanına gelinceye kadar sayısı belirli gecelerde ibadet eder ve (ailesinin yanına döndükten bir süre sonra) yine azık alıp mağaraya geri giderdi. Sonra yine Hatice'nin yanına dönüp, bir o kadar zaman için azık tedarik ederdi."

 Gelen İlk Vahiy

Muhammed’in yine inzivaya çekildiği günlerden birisinde (610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesinde) derin düşüncelere dalmışken isminin mağaranın içinde yankılandığını duydu. Etrafında birilerinin olduğunu düşünüp mağaranın içine bir göz gezdirdi fakat kimse yoktu. Sonrasında etrafının nur ile çevrildiğini görmüş ve buna dayanamayıp bayılmıştı.

Kendisine geldiğinde karşısında Allah’ın mesajını iletmek ile görevli olan Cebrail’i bulmuştur ve sonrası şu şekildedir:

"Oku" Dedi. Muhammed:
-"Ben okuma bilmem", diye cevap verdi. Melek, Muhammed'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıktı.

-"Oku" diye emrini tekrarladı. Muhammed yine:
-"Ben okuma bilmem..." cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Muhammed'i sıktıktan sonra Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini okudu.

"Yaratan Rabb'inin adıyla oku. O, insanı ‘alak'tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'in sonsuz kerem sahibidir." (Alak Sûresi, 1-5).

Meleğin arkasından Muhammed de bu âyetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken gök yüzünden bir sesin:

"Ey Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben de Cibrail'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil'i gördü. Korku içinde evine vardı.

Eşi Hatice'ye:

"Beni örtün, çabuk beni örtün" dedi. Bir müddet dinlenip heyecânı geçtikten sonra gördüklerini Hatice'ye anlattı, “Kendimden korkuyorum”, dedi. Hatice, O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti.

"Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki, Allah, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin işlerini yüklenirsin, Fakire yardım edersin. Misâfiri ağırlarsın...."

Sonrasında Muhammed şaşkın bir şekilde evine gider ve eşinden kendisine bir battaniye/örtü getirmesini ister.

Dinlendikten sonra eşine durumu anlatır ve eşi kendi düşüncelerini açıkladıktan sonra onu bilgili birisi olan Varaka’ya götürür.

Şimdi burada hazır ilk maddenin sonlarına yaklaşmışken bir ara verip birkaç şeyden bahsetmek istiyorum:
Üste bıraktığım ayetlere bakacak olursak herkesin ortak düşünceye varacağı bir nokta var, o da Muhammed’in okuma ve yazma bilmediğidir. Muhammed’in okuma yazma bilmemesi o zaman ki Arabistan’a çok olağan bir durumdur çünkü toplumdaki okuma yazma oranı olabilecek en düşük seviyelerdedir. Şimdi Muhammed’in ve çevresindeki çoğu kişinin okuma yazma bilmediğine hepimizin karar verdiğini düşünüyorum. Peki okuma yazma bilen insanların az olduğu bir toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti? Sorunun cevabının basit olduğunu elbette biliyorum fakat ileride değineceğim bu konuya ve şimdilik aklınızın bir köşesinde bulunmasını istiyorum.

Devam edecek olursak:

Hatice daha sonra Muhammed’i, amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Varaka, Tevrât ve İncil'i okumuş, İbrânî dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Muhammed’i dinledikten sonra:

"Müjde sana Ey Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen İsâ'nın haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Allah'ın Musâ'ya göndermiş olduğu Cibrail'dir. Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin..." dedi. Aradan çok geçmeden Varaka öldü.

Muhammed vahiy almaya başladıktan sonra 3 yıl kadar bir süre boyunca Allah’ın emri üzerine sadece yakın akrabalarını durumdan haberdar etti. Gizli davet dediğimiz sürecin 3 yıl kadar sürmesinin sebebi ise bu durumun yavaş yavaş çevre tarafından duyulmasıdır.

Yapılan ilk açık davetten de kısaca söz edecek olursak eğer:

Muhammed evinden çıkıp Safâ tepesine varır ve ‘’Yâ Ben-î Kureyş! Yâ Ben-î Haşim! Yâ Ben-î Fehir!’’ şeklinde Kureyşoğulları, Haşimoğulları ve Fehiroğulları kabilelerine seslenir. Bir rivayete göre Muhammed’in açık daveti 6 saatlik bir mesafedeki çevreye kadar duyulmuştur.

Uzun uzun maddeler halinde verip okuyucuyu sıkmak istemiyorum fakat Muhammed’in ne tarz yollarla vahiy aldığı ve gizli/açık vahiy süreci hakkında hakkında internet üzerinden detaylı bir okuma yapabilir ve konuya tamamıyla hakim olabilirsiniz.

Şimdi bunlardan bahsetme sebebim vahiy vb. kavramları tekrardan gözden geçirmek, bilmeyen varsa olayı Kur'an’da ve hadis kaynaklarında geçtiği şekliyle göstermekti. Bu sıkıcı kısmı bitirdiğimize göre herkesin aklında bazı temel şeyler tekrardan oturmuştur.

2. Alınan Vahiyler Nasıl Kaydedildi?

İlk maddemiz olan ‘’Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci’’ni bitirdik ve şimdi sırada vahiylerin nasıl kaydedildiği var. Şimdi hemen azıcık üstte aklınızda tutmanızı istediğim şeyi tekrar gündeme getireyim: ‘’Peki aralarında Muhammed’in de bulunduğu okuma yazma bilmeyen insanların çoğunlukta olduğu bir toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti?’’ Muhammed’in gelen vahiyleri Allah’ın bir mucizesi olduğu söylenen mükemmel hafızasında tuttuğunu hepimiz bir yerlerden duymuşuzdur. Elbette vahyin sadece akılda durması pek bir şey ifade etmiyordu çünkü sürekli yeni vahiy geliyordu ve tebliğ inancı olan İslam’da vahyin sadece akılda tutulması bu işi zorlaştıracaktı. Bu yüzden Muhammed’in okuma yazma bilen insanlara ihtiyacı vardı.

Vahyin kaydedilmeye başlanma sebebi Muhammed’in kendi verdiği bir karar mı yoksa kendi Tanrısı olan Allah’ın bir emri mi bilinmez fakat bir süre sonra Muhammed üzerine yazılabilecek maddelerin/eşyaların üzerine vahyin kaydedilmesi emrini vermiştir.

Kur'an ayetleri dağınık bir şekilde inmekteydi ve kayıt esnasında Muhammed söylüyordu hangi ayetin hangi sırada olduğunu. Aynı şekilde Muhammed’in söylediği ayetler yazıya aktarılırken (kemik, deri vb. cisimler üzerine) sahabelerin arasından ayetleri ezberleyen kişiler de oluyordu.

Vahyin kontrolü amacıyla her sene ramazan ayında bir kere olmak üzere (sadece Muhammed’in öldüğü sene iki kere kontrol edilmiştir) Cebrail ile birlikte vahiy gözden geçiriliyordu.

Eklemek gerekirse eğer, vahyin kaydedilmeye ne zaman başladığı Kuran’da ya da başka bir kaynakta belirtilmez fakat eğer ayetler bir an önce kaydedilmeseydi karışıklık çıkabilirdi. O yüzden ilk vahiy indikten ve Muhammed şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra kayıt işlemi başlamıştır ve de bazı ayetleri ve rivayetleri göz önünde bulundurarak vahyin ilk dönemlerinden itibaren ‘’vahiy katipleri’’ dediğimiz kişilerin vahyin kaydedilmesi göreviyle Muhammed’in çevresinde bulunmuştur diyebiliriz.

Buna ek olarak Ömer’in ilk Müslüman olarak kişilerden birisi olduğunu ve Tâhâ suresinden bir bölüm okunduğu, Ömer'in onu duyduğu ve çok etkilendiği anlatılır. Bundan yola çıkarak tahminimizi doğrulayabiliriz. Bunun dışında Beyyine suresinde geçen ‘’suhuf’’ ve birçok ayette geçen ‘’sûre’’ kelimesinin yazı yoluyla kaydı işaret ettiği yönünde düşünceler vardır fakat Ömer olayına kıyaslayacak olursak ben bunların daha zayıf deliller olduğu fikrindeyim. Son bir şey daha ekleyecek olursak delillerimize: M.M. el-A'zamî de vahyin çok erken yazılmaya başladığını belirterek; gerçekte âyetlerin İslâm'ın ilk evrelerinden itibaren hatta Müslümanlar Kureyş'in zulmü altında sayısız sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirildiğini söyler. (A'zamî, Kur'ân Tarihi, s. 105.)

Birçok kaynak olmasına rağmen hepsinden bahsetmemiş olmama rağmen -ki bu okuyucuyu sıkmak istemememden kaynaklıdır- tüm delil olarak gösterilen olayları, ilk vahiyden kısa bir zaman sonrasında vahyin kaydedildiği fikrine varılabilir.

Şu ana kadar vahiy sürecini İslami kaynakları kullanarak yazmak durumundaydım haliyle fakat birazdan işler değişecek diyebilirim yani kısacası asıl eğlenceli kısma yeni geliyoruz.

3. Kuran’ın Derlenişi (Derlenişleri)

Yapılan inceleme ve aktarmalarla görülen o ki: Muhammed'in "vahiy katiplerine yazdırdığı" bildirilen "Kuran"ın ne "aynı" ne de "tümü" bugünkü Kuran'da yoktur. Halife Mervan kendi gerekçesini şöyle açıklar; "Onda yazılı olanlar, Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmiştir. Artık ona gerek kalmamıştır. Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o nedenle yaktırdım."(Kaynak: İb Ebi Davud, Leiden 1937, yay.,s.243-Suphi e's-Salih Mebahis Fi ulûm-il Kuran)

Önceki bölümlerde Kuran’ın rivayetlere göre ne zaman yazılmaya başlandığı ve nasıl kaydedildiğinden yeterince bahsettiğimizi düşünüyorum.

Şimdi konumuz Kuran’ın derlenişi olduğuna göre ilk önce ‘’Kuran’ın derlenmesine neden gerek duyulmuştur?’’ sorusuna cevap verelim:

Kuran’ın derlendiği dönem Ebu Bekir Dönemi olduğuna göre öncelikle Ebu Bekir Dönemi’ndeki Müslümanların durumuna bir göz atalım; Muhammed vefat etmeden önce Ebu Bekir’e imamlığı devrediyor, ardından Ömer’in önerisiyle ve Müslümanların kararıyla Ebu Bekir halife oluyor. Ebu Bekir’in halife olduğu bu dönem 2 yıl kadar sürüyor ve bu dönemde peygamber olduğunu iddia eden kişiler, dinden ayrılanlar ve elbette savaş oluyor. Savaşta Kuran’ı bilen kişilerin de kaybedilmesi ve nicelerinin de kaybedilmesi korkusu, yeni ‘’peygamberler’’ tarzı olaylar ve Ömer’in tavsiyesiyle Kuran’ı tek bir kitap haline getirme kararı alınıyor.

Tek bir cümleyle cevap verecek olursak eğer: Kuran yitip gitmesin diye Kuran’ın tek bir kitapta toplanmasına Ebu Bekir döneminde gerek duyuldu ve Kuran bir kitap haline getirildi.

Ömer, Ebu Bekir’e Kuran’ın yukarıda bahsettiğimiz gerekçeler nedeniyle toplanması gerektiğini söylüyor. Ebu Bekir karşı çıksa da başta sonunda Ömer’in önerisini kabul ediyor. Kuran’ı yazıya dökenlere ve ezberleyenlere ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için o yüzden bu görev Kuran’ın kaydedilmesinde görev alanlardan birisi olan Zeyd İbn Sabit’e veriliyor.

Zeyd:
"Ebu Bekir bana ‘Sen akıllı bir gençsin. Peygambere vahiy yazdığın için senin başaracağına güveniyorum. Araştır ve topla Kuran ayetlerini’ dedi, Tanrıya ant içerek söylerim ki, dağlardan bir dağı yükleyip taşımayı önerseydi, buyurup verdiği görev kadar bana ağır gelmeyecekti. Yani Kuran'ı derlemek kadar."

Sonrasında Zeyd görevi kabul eder ve şöyle açıklar:

"Kuran (ayetlerini) derlemeye koyuldum. Hurma dallarından, küçük taşlardan ve kişilerin ezberlerinden izleyip derledim. işin sonunda, Tevbe (Beraat) suresinin sonunu, Ebu Huzeymetu'l-Ensari'de buldum. Ki, başkasında bulamamıştım bu parçayı"

Zeyd’in söylediklerine bakarsak bir üst paragrafta kullandığım ‘’Kuran’ı yazıya dökenlere ve ezberleyenlere ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için’’ cümlesi doğruluk kazanmış oluyor. Eğer bu Kuran’ı ezbere bilen kişilerin sayısından bahsedecek olursak 4-10 arasında, en iyimser şekilde Buhari’de geçen hadislere göre ise 7 kişi olduğunu söyleyebiliriz. Hadisleri verecek olursak:
  1. Amr Ibnu'l-Ass anlatıyor: Peygamberin "Kuran'ı dört kişiden alın, Abdullah Ibn Mes'ud'dan, Salim'den, Muaz'dan ve Übeyy Ibn Ka'b'den" dedigini işittim. (Buhari, Fadailu'l-Kuran 8.)

  2. Enes anlatıyor: "Peygamber öldüğünde, dört kişiden başka Kuran'ı tümüyle ezberlemiş olan yoktu. Ebu'd-Derda, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit ve Ebu Zeyd." (Buhari.)

  3. Katade'den aktarılıyor: "Malik oğlu Enes'e; 'Peygamber döneminde, Kuran'ı tümüyle ezberleyenler kimlerdir?' diye sordum. şu karşılığı verdi: 'Dört kişi. Tümü de Medine'li. Übeyy Ibn Ka'b, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit ve Ebu Zeyd (Buhari, aynı yer, Müslim 2465. Hadis.)

Son olarak ekleyebileceğimiz bir diğer şey ise ‘’iki tanık meselesi’’. Zeyd normalde ayetleri iki tanık bulunması şartıyla kabul ediyordu fakat yukarıda verdiğim Zeyd’in söylediğine bakacak olursak Tevbe suresinin son kısmı sadece Ebu Huzeymetu’l-Ensari’de bulunuyordu ve başka tanık yoktu bu ayet için fakat yine de ayeti kabul edilmişti.

Ebu Bekir döneminde derlenen nüsha öncesinde Ömer’e sonrasında ise kızı Hafsa’ya verildi.

Bir üstteki kısımda Ebu Bekir döneminde derlenen Kuran’dan bahsettik sırada Osman döneminde yapılan derleme var.

Osman döneminde yapılan derlemeye geçmeden önce Buhari’de bulunan bir hadisi okumamız gerek:

Ermeniyye ve Azerbaycan'ı ele geçirmek için savaşılıyordu. Huzeyfe, Ibnu'l-Yeman, Halife Osman'a geldi. Müslümanların okudukları Kuran'lardaki birbirini tutmazlıktan yakındı, "Emire'l-Mü'minin! Bu ümmet, kendisinden önceki Yahudiler ve Hıristiyanların içine düştükleri birbirini tutmazlılıklar gibi bir duruma düştü!"

Ebu Bekir döneminden bahsettiğim son paragrafta nüshanın Ömer’in kızı Hafsa’ya verildiğini yazmıştım. Aldığı haberden sonra Osman incelemek için Hafsa’dan nüshayı istiyor. Sonrasında Osman; Zeyd Ibn Sabit'e, Abdullah Ibn Züyebr'e, Sa'd Ibnu'l-As'a ve Hişam oglu Haris oğlu Abdurrahman'a görev veriyor.

Osman: "(Medine'li) olan Zeyd ile, Kuran'dan herhangi bir kesimde ters düştüğünüz zaman, tartışma konusu olan parçayı Kureyş dili ile yazın. Çünkü Kuran sadece Kureyş dili ile inmiştir."

Onlar da bu buyruğu yerine getirdiler. Sonunda (esas) sayfalardan Kuran nüshaları oluşturup işi bitince, Osman, söz konusu sayfaları (Hafsa'dan getirilenler) geri gönderdi. Alınan nüshaların da her bir kesime gönderilmesini buyurdu. Ve bunların dışında kalan her bir Kuran sayfasını ya da Mushafı buyurup yaktırdı.(Buhari, e's- Sahih, Kitabu Fedaili'l-Kuran/3.)

Şimdi Osman döneminde ‘’yazılan’’ Kuran’ın Kureyş dilinde olduğunu ve diğer Kuran sayfalarını ya da Mushafları yaktırdığını biliyoruz -ki saklanan Mushafların olma ihtimali de vardır. Örnek olarak Hindistan’da bulunan Ali Döneminde yazıldığı iddia edilen Mushaf’ı verebiliriz-. Diğer Mushafların yakılma sebebini bu konunun ilk paragrafında bir alıntıyla açıklamıştık. Osman’ın kurduğu ekip önderliğinde hazırlanan ve gerçek olarak kabul edilen Kuran ise çeşitli bölgelere yollanmıştır.

Şimdi tekrar bahsetmemiz gereken bir nokta olduğunu düşünüyorum:

Oysa, asıl kuşkulara yol açan, esas alınmış olduğu belirtilen ilk derlemenin yakılması olmuştur. Çünkü, ilk derleme ile, sonraki Osman döneminde oluşturulan ‘’Mushaf’’ ile arasında fark olmasa idi, ilk derlenen Kuran yakılır mıydı?

Buraya tekrar değinme sebebim 2. cümlede geçen diğer Mushafların yakılmasının şüphe oluşturmasıydı. Bu tamamıyla benim kişisel görüşüm olsa da: Yapılan ilk derlemenin yanlış olması ve sonra tekrar düzenlenen Mushaf’ta eksik ya da fazla ayet olması Kuran’ın değiştiği fikrini bana benimsetmeye yeterli diyebilirim.

Şimdi gelelim bu “son” nüshanın en büyük problemine. Bu son nüshada noktalama ve “teşkil” bulunmamaktaydı.

Yani Arap harfleriyle az – çok muhatap olmuş olanların bileceği gibi, b harfi ile s harfi aynı şekil ile ifade ediliyordu. Daha sonra bunun okumayla ilgili problemlere yol açacağı düşünülüp Dört Halife Dönemi’nden sonra harflere nokta eklendi. Bu da yeterli görülmeyip Arapça’da sesli harfleri temsil eden, bugünkü resmî “yazılı Arapça”da kullanılmayan “teşkil” eklendi. Böylece anadili Arapça olanların yanlış yapmasını önlemek için harfler noktalanmış, anadili Arapça olmayanların yanlış yapmasını önlemek için harekelenmiş bulunuyordu.

Muhammed Döneminin Kuran'ı ile Bugünkü Kuran Aynı Değil:

Ibn Ömer diyor ki: "Hiçbiriniz, Kuran'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki, Kuran'ın çoğu yok olup gitmiştir. 'Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum' desin yalnızca." (Suyuti, el İtkan, 2/32.)

Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kuran'la, Muhammed'in "vahiy katipleri"ne yazdırdığı bildirilen Kuran'ın aynı olmadığını çok açık biçimde anlatmıyor mu? Kaldı ki, Ibn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü söylemiştir. Yani, Osman döneminde oluşturulan "Mushaf"ın da orijinali yok. O el yazması, Dünyanın hiç bir yerinde bulunmuyor.

Bir üstte ara söz olarak bahsettiğim Hindistan’da bulunan Ali’nin Mushaf’ı gibi birçok Mushaf bulunmakta. Bunlara örnek verecek olursak eğer: Peygamberin, Kuran için ezberine başvurulacak dört kişiden biri olarak belirttiği Ibn Mesud'un mushafı, yine Muhammed'in danışılması gereken dört kişiden biri olarak söz ettiği Übeyy Ibn Ka'b'ın mushafı, Abdullah Ibn Abbas'ın mushafı, Muhammed'in karılarından Aişe'nin mushafı, Ali'nin mushafı bunların başlıcaları. Suyuti'nin ve Buhari'nin kitaplarında belirtilen mushaflardan hiçbiri günümüze gelememiş. Ancak bunların içerik listeleri yazılmıştır. Ayrıca bazı din kitaplarında, bunlarda bulunduğu söylenen ayet ve surelerden parçalar günümüze kadar gelmiştir. Eldeki resmi nüshadan içerik yönünden farklı oldukları bu listelere bakınca hemen anlaşılıyor.

Örneğin, Ibn Mesud'un "Mushaf"ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nas sureleri de, Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti, kitabında, Bakara suresinin, Ahzab suresi ile aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor. (Suyuti, el ıtkan, 2/32.) Oysa bugün, eldeki resmi Kuran'da, Bakara 285 ayet iken, Ahzab yalnızca 73 ayettir.

Yine önceki kısımlarda Osman döneminde hazırlanan Mushaf’ın bir kaç yere yollandığından bahsetmiştim.

Üçüncü halife Osman döneminde bir heyet tarafından yeniden derlenip yazılan Kuran'ların kaç adet olduğu ve şu anda nerede bulundukları tartışmalıdır. -ki ben araştırmalarım esnasında net bir şekilde 7 Mushaf bulunduğunu ve derlemeyi yapan ekipte 12 kişi bulunduğunu savunan kaynaklara rastladım.

Kimilerine göre dört, kimisine göre beş ya da yedi adet yazılmıştır. Dörttür diyenlere göre, Osman bir nüshasını kendisine alıkoymuş, diğerlerini Kufe'ye, Basra'ya ve Şam'a göndermiştir. Mekke'ye, Yemen'e ve Bahreyn'e gönderilenlerden de söz ediliyor.

Hatta şu an Topkapı Müzesi’nde bulunan Mushaf’ın Osman döneminden kalma olduğu söylenmektedir. Aynı şekilde bir kopyanın Taşkent'te olduğundan söz eden çok sayıda kitap vardır. Günümüzdeki Kuran ile tutmayan bir diğer parçadan bahsedecek olursak San’a el yazmalarını örnek verebiliriz. Yemen Ulu Camii’de bulunan el yazmalarının günümüzdeki Kuran ile farkları bulunmakta.

Ayrıca, Kuran'ın okunuşundaki farklar da, tek bir Kuran olmadığının göstergesidir. Nitekim, İsmail Cerraoğlu'nun, Ankara 1971 baskılı "Tefsir Usulu" adlı kitabının 90-110.sayfaları arasında, Islam kaynaklarından aktarılan bilgiler de şöyle:

"Kur'an'ın bir harfinin bile değişmediği" yalanı Tevbe suresinin 114.ayetindeki "iyyahu" sözcüğünü, Hammad İbn Zeberkan, "ebahu" diye okurdu. Sad suresinin 2. ayetindeki "izzettin sözcüğünü de "ğırratin" okumaktaydı. Buradaki değişiklikler harf değişiklikleri. Birincisinde "ya"ba" ya, öbüründe de "ayın" harfi, "ğayın" harfine dönüşmüş. Haydi bu tür harf değişikliklerini önemsemeyelim.

Eldeki Kur'an'da görülen kimi sözcüklerin yerine, Abdullah İbn Abbas, "mürâdiflerini", yani "eş anlamlı olanları kullanırdı.

Enes İbn Malik de Müezzemmil suresinin 6. Ayetindeki "akvamu" sözcüğünün yerine, "asvabu" sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cum'a suresinin 10. Ayetindeki "fes'av" sözcüğünün yerine, "femzû" sözcüğünü; İbn Abbas Karia suresinin 5. Ayetindeki "kel'ıhni"yerine "k'essavfı"yı uygun görüp kullanırdı. Yine İbn Abbas "sayhaten vahideten"lerdeki "sayhaten" yerine, "zeyfeten"i yeğlerdi.Enes İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki "vada'nâ" yerine,"halelnâ" diye okurdu. (Bkz.Sf.95). Aynı kitapta, gösterilen kesimde başka örnekler de görülebilir.


Buralarda görülen de yalnızca harf değişikliği değil kelime değişikliğidir. Demek ki peygamberden bu yana bir harf bile değişmemiştir savı gerçek değildir.

Kaynaklar, ayrı ayrı mushaflar üzerinde durur. Aktarılan örneklere göre, kimi mushaftakiler bugün elimizdeki "Resmi Kuran" dakileri tutmamaktadır. Kur'an'ın birinci orijinali de, ikinci orijinali de yine Müslümanlar eli ile yakılmıştır. Kuşkusuz gerçekleri örtmek için. Osman döneminde oluşturulup çoğaltıldıktan sonra belirli merkezlere gönderilen nüshaların orijinallerine de dünyanın hiçbir yerinde rastlanmamaktadır.

Bütün bunlar karşısında, yine ‘’Kuran, Peygamberden bu yana olduğu gibi ve bir harfi bile değişmeden gelmiştir!’’ denebilir mi?

SİZDEN GELENLER | Yazan: Kaptan Totototo

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

İBRAHİM PEYGAMBERİN 3 YALANI

Hazırlayan: A.Kara

HZ. İBRAHİM'İN 3 YALANI
(Ve Hadis Çevirilerinde Müslümanın Müslümanı Kandırması)

Başlarken belirtmeliyim ki bu makale tamamen İslami kaynaklarda yazanlardan derlenmiştir. Sizlerle kaynakları, kaynaklarda yazanları paylaşacak, çıkarılması gereken sonucu ya da anlaşılması gerekeni herkesin kendine bırakacağım. Bundan sonraki dini içerikli çalışmalarım da bu şekilde olacaktır.

Hadislerde İbrahim'in 3 kez yalan söylediği anlatılır ve karısı hakkında söylediği yalan dışındaki ikisinden Kur'an'da da bahsedilir. İslam kaynaklarında yer aldığı şekliyle hadis ve ayetleri sizlerle paylaşacağım, dolayısı ile bu kaynaklardan neyi anlamanız ya da nasıl bir sonuç çıkarmanız gerektiği de size kalacak.

Muhammed'den nakledilen açıklamayla başlayalım:
"İbrahim sadece üç defa yalan söylemiştir. Bunlardan ikisi Allah'ın zatıyla ilgilidir. Bu yalanlardan birisi "ben hastayım" (Saffat 85-89) demesi; diğeri ise "belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır" (21 Enbiya 63) demesidir."
Aynı hadisin devamında Hz. Muhammed üçüncü olayı şöyle anlatmaktadır: "İbrahim bir gün Sare ile beraber zalim bir kralın bulunduğu memlekete uğramıştı. O zalim krala 'şehre bir kişi gelmiş, beraberinde de güzel bir kadın var.' diye haber verildi. Zalim kral, İbrahim'e gelmesi için haber gönderdi. Geldiğinde ise Sare'den bahsederek 'bu kadın kimdir?' diye sordu. İbrahim 'kız kardeşimdir.' dedi."
[2]

Çoğu İslam alimlerince İbrahim'in Sare (Sara) ile ilgili olarak söyledikleri de zalim kralı zina yapmaktan vazgeçirmek amacına yönelik olduğundan dolayı Allah'ın zatıyla ilgilidir. Buna rağmen diğer ikisi Allah'ın zatı için olduğu belirtildiği halde, Sare ile ilgili olanı Hz. İbrahim için bir menfaat içerdiğinden dolayı bundan hariç tutulmuştur. [1]

İbrahim'in neden yalan söylediğini açıklama bağlamında ise şöyle bir rivayet nakledilir: 
"Bunlardan hiçbir kelime yoktur ki, Allah'ın dinini üstün kılmak için söylenmiş olmasın. Bir defasında 'ben hastayım' demişti. Başka bir kere de 'belki bu işi şu büyükleri yapmıştır' demişti. Hanımını isteyen zalim krala da 'o benim kız kardeşimdir' demişti." [3]

Müfessirlerin çoğu Kur'an'daki ilgili ayetleri kinaye, tevriye şeklinde yorumlamışlardır [4] Bunların zorlama olduğu da açıktır; ki bunu söyleyen birçok İslam alimi de vardır. Ayetleri bağlamından çıkararak hadislerdeki "kizb/yalan" sözcüğünden hareketle bunları kinaye ya da tevriye olarak ele almaları bir çıkış yolu aramalarından başka bir şey değildir.  

İbrahim'in söylediği 3 yalanı sırasıyla ele alalım.

1. YALAN
Hasta olduğunu söylemesi

Kur'an'daki ilgili ayetle başlayalım.

Saffat, 85-89: "Neye tapıyorsunuz? Allah 'tan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabb'i hakkında zannınız nedir (ki O'na böyle ortaklar koştunuz)? Derken yıldızlara bir baktı da: "Ben gerçekten hastayım" dedi."

İslam kaynaklarında ve Kur'an'da yazdığına göre İbrahim'in böyle [yalan] söylemesinin nedeni Arap paganların taptığı tanrıların putlarını yıkmaktır.

Saffat suresinin ilgili bölümü şöyle devam eder:

Saffat, 90-93: Bunun üzerine diğerleri onu arkalarında bırakıp gittiler. İbrâhim gizlice tanrılarının yanına vardı; “Niçin bir şeyler yemiyorsunuz?” dedi; “Neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” Sonra onlara güçlü darbeler indirmeye başladı.

Tabi Saffat suresinde Hz. İbrahim'in putları yıktığı anlatılırken diğer yandan Sare'den bahsedilen bazı hadislerde Hz. İbrahim'in yıldız, ay ve güneşi tanrı edinmesinden, onlara taptığından bahsedilmektedir. [5]

Saffat suresinde "ben hastayım" diyen İbrahim'in eğer gerçekten hasta olsaydı o zaman yalan söylemedi denebilirdi. Fakat hasta olduğuna dair sağlam bir rivayet olmaması ve ayetin devamındaki anlatılardan görüldüğü üzere amacının hasta olduğu bahanesi ile orada kalıp putları kırmak olduğu ortadadır.

Bu durumu kurtarmak isteyenlerden Zemahşeri (Ö. 538/1143) kinaye veya tevriye kullanmanın dışında yalan söylemenin haram olduğunu, yani Hz. İbrahim'in bu sözünün de kinaye olduğunu iddia etmiştir. Hatta çıkış yolu arama gayretiyle Hz. İbrahim'in söylediği sözün, "ölecek olan herkes hastadır." ya da "sizin küfrünüzden dolayı ruhum hastadır." anlamında kullanıldığı söylemiştir [6] 

Razi (Ö. 606/1210) de benzer bir açıklama yaparak Hz. İbrahim'in "ben hastayım" sözüyle söylemek istediği şeyin "bu kadar çok insanın küfür ve şirk üzere olması yüzünden kalbim hastadır, hüzünlüdür" olduğunu söylemiştir. [7] 

Hz. İbrahim'in gerçekten hasta olduğunu söyleyen kaynak Ebussuûd'dur (Ö. 982/1574)

Yer verdiği rivayet şöyledir: "Geceleyin bazı zamanlarda Hz. İbrahim'in belli sıtma nöbetleri olurdu. Bundan dolayı acaba o saat mi diye baktı. O saat olduğu belli olunca da "ben hastayım" dedi. Bu sözünde de doğru idi. Onların (müşrik kavminin) bayramlarından geri kalma konusunda bu hastalığını bir mazeret yaptı" [8]

Buradan yola çıkarak İbrahim gerçekten hastaydı, yalan söylemiyordu demiştir. Fakat "yalan" konusuna çıkar yol bulmak için kullandığı rivayet sahih bir kaynak değildir ve kendisinden daha önce yaşamış, Kur'an'dan sonra en güvenilir kaynaklar olarak kabul edilen büyük hadis alimlerinin hiçbirinde yer almamıştır.

Saffat suresinde Hz.İbrahim'in "ben gerçekten hastayım" demeden önce "yıldızlara bir baktı" şeklinde tercüme ettikleri cümlesinden yola çıkarak onun hasta olacağını anladığını söyleyenler bile olmuştur [9] Fakat birçok İslam alimine göre bu iddia İslam ile çelişmekte, onu yıldızlara bakarak müneccimlik yapan biri konumuna sokmaktadır.  

2. YALAN
Putları Büyük Put Kırdı Demesi

İlgili ayete bakalım.

Enbiya , 62-67:
62: İbrâhim’i getirdikten sonra, ona: “Söyle bakalım İbrâhim, ilâhlarımıza bunu yapan sen misin?” diye sordular.
63: İbrâhim, “Hayır” dedi, (belki)* “Bu işi şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!”
64: Vicdanlarının sesini dinlediklerinde aralarında: “Asıl zâlim olan İbrâhim değil, bu âciz putlara tapan biziz!” diye itirafta bulundular.
65: Sonra yine eski inançlarına dönerek: “İbrâhim! Sen de pekâlâ bilirsin ki bunlar konuşamazlar” diye çıkıştılar.
66: İbrâhim şöyle dedi: “Allah’ı bırakıp da size hiçbir faydası ve zararı dokunmayan bu putlara mı tapıyorsunuz?”
67: “Yuh olsun size de, Allah’tan başka o taptıklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

Bu ayetlerdeki anlatı, Saffat suresinde anlatılan olayın devamıdır. Hastayım diyerek yalan söyleyen İbrahim tapınakta kalarak putları kırdıktan sonra bu sefer de "bu putları sen mi kırdın?" diye soranlara hayır diyerek 2. yalanını söylemiştir.

Belirtmekte fayda var ki 63. ayetin Arapçasında "belki" kelimesi geçmemesine rağmen birçok mealde oraya belki sözcüğünü ekleyerek söylenen yalanın boyutunu küçültmeye veya cümleye farklı anlamlar yüklemeye çalışılmıştır.  

Gördüğünüz üzere 63. ayette "belki" diye bir kelime bulunmamaktadır.
قَالَ بَلْ فَعَلَهُۥ كَبِيرُهُمْ هَٰذَا فَسْـَٔلُوهُمْ إِن كَانُوا۟ يَنطِقُونَ

Âlûsî gibi bazı İslam alimleri "İbrahim kendine sorulan soruya yaptım ya da yapmadım şeklinde cevap vermedi, eğer öyle yapsaydı yalan söylemiş olurdu" diyorlar [12] fakat Arapçasında İbrahim zaten "sen mi yaptın" sorusuna "Hayır" diye yanıt veriyor. Hayır sözü burada zaten "ben yapmadım" anlamı taşır.

İbn Kuteybe ise 63. ayetteki "konuşabiliyorlarsa onlara sorun" sözünden yola çıkarak İbrahim'in yalan söylemediğini çünkü putların konuşabilmesini bu işin şartı olarak belirttiğini söylemişlerdir. [10] Fakat bunu mantıklı bulmayan İslam alimleri de vardır çünkü büyük put konuşamadığına göre bu işi yapan yine Hz. İbrahim'dir ve bu sözü bir nevi itiraf niteliği taşımaktadır. [11]

Ek olarak burada İbrahim'in amacının kabilesini azarlamak olduğunu iddia edenler de vardır [13] fakat öyle olsa kendine sorulan soruya "Hayır" diye cevap vermemesi gerekirdi. Amacı azarlamaksa yalan söylemeden, kabilesinin karşılarına çıkarak daha net bir şekilde bunu yapabilirdi.

3. YALAN
Karısı Sare İçin Kız Kardeşim Demesi

Kur'an'da bahsedilmeyen bu konudan Tevrat'ta, Yaratılış'ın (Tekvin) "Avram Mısır'da (12:10-20)" adlı babında uzun uzun bahsedilir. Yazanlara göre Avram, yani İbrahim, karısı Sara'ya şunları söyler:

"Güzel bir kadın olduğunu biliyorum. Olur ki Mısırlılar seni görüp, ‘Bu onun karısı’ diyerek beni öldürür, seni sağ bırakırlar. Lütfen ‘Onun kız kardeşiyim’ de ki senin hatırın için bana iyi davransınlar, canıma dokunmasınlar."

Tevrat'taki pasajdan anlaşılacağı üzere Hz.İbrahim'in kaygısı karısının elinden alınması ve kendinin de bu sırada öldürülmesidir. Çünkü Mısır hükümdarı beğenip göz koyduğu kadını alırken kocasını canlı bırakmak istemeyecektir.

Bu olaydan aynı şekilde Buhari, Ebu Davud, Tirmizi ve Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde de bahsedilmektedir. [14] Bunlardan farklı olarak yalnızca Müslim'in rivayetinde Hz. İbrahim'in eşi Sare'ye tavsiyede bulunmakta, Sare'nin kendi kardeşi olduğunu söylediğinden bahsedilmemektedir. [15]

Buhari, Kitabu'l Enbiya 8 (Kitap içi referans: Kitap 60, Hadis 33); Sahih-i-Buhari 3358:
Derecesi: Sahih (Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî)

33-.......Muhammed ibn Sirin'den; o da Ebu Hureyre(R)'den tahdis etti. O şöyle demiştir: İbrahim Peygamber yalnız üç defa yalan söylemiştir: Bunlardan ikisi Aziz ve Celil olan Allah'in zati ve rızası içindir: Puta tapanlara "Ben hastayım" demesi ve "Belki putların şu büyüğü bu kırma işini işlemiştir" demesi. Rasulullah üçüncüsü için de şöyle demiştir: "İbrahim günün birinde (bir kadın güzeli olan eşi) Sare ile beraber ansızın cebbarlardan azılı bir zalimin memleketine uğramıştı. Adamları tarafından o zalim hükümdara:

Şehre yolcu bir kimse gelmiştir. Beraberinde insanların en güzeli bir kadın vardır, diye haber verildi.

Zalim melik, İbrahim'e haber gönderdi. Geldiğinde Sare'den söz ederek:

Bu kadın kimdir? diye sordu. İbrahim:

(Din yönünden)* kız kardeşim, dedi. Sonra İbrahim, Sare'nin yanına geldi ve:

Ya Sare, yeryüzünde (bizim iman ettiğimiz esaslara) benden ve senden başka iman eden hiçbir kişi yoktur. Bu melik, bana seni sordu. Ben de ona senin benim kız kardeşim olduğunu haber verdim. Sakın benim sözümü yalan çıkarma, dedi.

Arkasından zalim melik Sare'ye elçi gönderip çağırttı. Sare onun yanına girince melik eliyle Sare'ye uzanmaya davrandı, bu anda adam bir hale yakalandı, nefesi boğuldu. Hemen Sare'ye:

Benim için Allah 'a dua et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sare, Allah 'a (onun çözülmesi için) dua etti. Dua akabinde adam o halden salıverildi. Sonra Sare'ye ikinci defa uzandı. Bu sefer de birincideki gibi ya da ondan daha şiddetli bir hale yakalandı. Yine Sare 'ye:

Benim için Allah 'a dua et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sare yine dua etti, o da yine çözüldü ve kapıcılarından bazılarını çağırarak:

Sizler bana insan getirmediniz, sizler bana ancak bir şeytan getirdiniz, dedi.

Akabinde Hacer'i Sare'ye hizmetçi olarak hediye etti. Sare, İbrahim'e geldi. İbrahim, dikelmiş namaz kılıyordu. Eliyle "Mehye" yani halin nedir? diye işaret etti. Sare:

Allah kafirin yahud facirin tuzağını kendi göğsüne çevirdi ve Hacer'i de bana hizmetçi verdi, dedi. "

Ebu Hureyre: İşte bu Hacer sizin ananızdır, ey sema suyunun oğulları, demiştir.

Bu ve söz konusu diğer hadislerde İbrahim'in eşi Sare'yi kız kardeşim diyerek krala takdim ettiği yazdığı halde  Türkçe ve İngilizceye tercüme edilirken metnin aslında yazmayan ibareler eklenmiştir. Parantez içinde eklenen bu ilave metinler ile İbrahim'in burada eşinden bahsederken aslında kardeşimdir değil de "din kardeşimdir" dediği şeklinde zorlamalar yapılmıştır. [16]

* Bu ve diğer hadislerin asıllarında yani Arapçalarında "din yönünden" gibi bir ifade geçmemekte, İbrahim karısı için doğrudan "kız kardeşim" demektedir. Hadislerin asıllarını burada paylaşıyorum. İsterseniz kendiniz de kontrol edebilirsiniz.

Buhari'deki hadis
Derecesi: Sahih (Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî)

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ مَحْبُوبٍ، حَدَّثَنَا حَمَّادُ بْنُ زَيْدٍ، عَنْ أَيُّوبَ، عَنْ مُحَمَّدٍ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ ـ رضى الله عنه ـ قَالَ لَمْ يَكْذِبْ إِبْرَاهِيمُ ـ عَلَيْهِ السَّلاَمُ ـ إِلاَّ ثَلاَثَ كَذَبَاتٍ ثِنْتَيْنِ مِنْهُنَّ فِي ذَاتِ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ، قَوْلُهُ ‏{‏إِنِّي سَقِيمٌ ‏}‏ وَقَوْلُهُ ‏{‏بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا‏}‏، وَقَالَ بَيْنَا هُوَ ذَاتَ يَوْمٍ وَسَارَةُ إِذْ أَتَى عَلَى جَبَّارٍ مِنَ الْجَبَابِرَةِ فَقِيلَ لَهُ إِنَّ هَا هُنَا رَجُلاً مَعَهُ امْرَأَةٌ مِنْ أَحْسَنِ النَّاسِ، فَأَرْسَلَ إِلَيْهِ، فَسَأَلَهُ عَنْهَا‏.‏ فَقَالَ مَنْ هَذِهِ قَالَ أُخْتِي، فَأَتَى سَارَةَ قَالَ يَا سَارَةُ، لَيْسَ عَلَى وَجْهِ الأَرْضِ مُؤْمِنٌ غَيْرِي وَغَيْرُكِ، وَإِنَّ هَذَا سَأَلَنِي، فَأَخْبَرْتُهُ أَنَّكِ أُخْتِي فَلاَ تُكَذِّبِينِي‏.‏ فَأَرْسَلَ إِلَيْهَا، فَلَمَّا دَخَلَتْ عَلَيْهِ ذَهَبَ يَتَنَاوَلُهَا بِيَدِهِ، فَأُخِذَ فَقَالَ ادْعِي اللَّهَ لِي وَلاَ أَضُرُّكِ‏.‏ فَدَعَتِ اللَّهَ فَأُطْلِقَ، ثُمَّ تَنَاوَلَهَا الثَّانِيَةَ، فَأُخِذَ مِثْلَهَا أَوْ أَشَدَّ فَقَالَ ادْعِي اللَّهَ لِي وَلاَ أَضُرُّكِ‏.‏ فَدَعَتْ فَأُطْلِقَ‏.‏ فَدَعَا بَعْضَ حَجَبَتِهِ فَقَالَ إِنَّكُمْ لَمْ تَأْتُونِي بِإِنْسَانٍ، إِنَّمَا أَتَيْتُمُونِي بِشَيْطَانٍ‏.‏ فَأَخْدَمَهَا هَاجَرَ فَأَتَتْهُ، وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلِّي، فَأَوْمَأَ بِيَدِهِ مَهْيَا قَالَتْ رَدَّ اللَّهُ كَيْدَ الْكَافِرِ ـ أَوِ الْفَاجِرِ ـ فِي نَحْرِهِ، وَأَخْدَمَ هَاجَرَ‏.‏ قَالَ أَبُو هُرَيْرَةَ تِلْكَ أُمُّكُمْ يَا بَنِي مَاءِ السَّمَاءِ‏.‏

Ebu Davud'daki hadis
Derecesi: Sahih (Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî)

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ الْمُثَنَّى، حَدَّثَنَا عَبْدُ الْوَهَّابِ، حَدَّثَنَا هِشَامٌ، عَنْ مُحَمَّدٍ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم ‏"‏ أَنَّ إِبْرَاهِيمَ صلى الله عليه وسلم لَمْ يَكْذِبْ قَطُّ إِلاَّ ثَلاَثًا ثِنْتَانِ فِي ذَاتِ اللَّهِ تَعَالَى قَوْلُهُ ‏{‏ إِنِّي سَقِيمٌ ‏}‏ وَقَوْلُهُ ‏{‏ بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا ‏}‏ وَبَيْنَمَا هُوَ يَسِيرُ فِي أَرْضِ جَبَّارٍ مِنَ الْجَبَابِرَةِ إِذْ نَزَلَ مَنْزِلاً فَأُتِيَ الْجَبَّارُ فَقِيلَ لَهُ إِنَّهُ نَزَلَ هَا هُنَا رَجُلٌ مَعَهُ امْرَأَةٌ هِيَ أَحْسَنُ النَّاسِ قَالَ فَأَرْسَلَ إِلَيْهِ فَسَأَلَهُ عَنْهَا فَقَالَ إِنَّهَا أُخْتِي ‏.‏ فَلَمَّا رَجَعَ إِلَيْهَا قَالَ إِنَّ هَذَا سَأَلَنِي عَنْكِ فَأَنْبَأْتُهُ أَنَّكِ أُخْتِي وَإِنَّهُ لَيْسَ الْيَوْمَ مُسْلِمٌ غَيْرِي وَغَيْرُكِ وَإِنَّكِ أُخْتِي فِي كِتَابِ اللَّهِ فَلاَ تُكَذِّبِينِي عِنْدَهُ ‏"‏ ‏.‏ وَسَاقَ الْحَدِيثَ ‏.‏ قَالَ أَبُو دَاوُدَ رَوَى هَذَا الْخَبَرَ شُعَيْبُ بْنُ أَبِي حَمْزَةَ عَنْ أَبِي الزِّنَادِ عَنِ الأَعْرَجِ عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم نَحْوَهُ ‏.‏

Tirmizi'deki hadis
Derecesi: Sahih (Dârüsselâm)

حَدَّثَنَا سَعِيدُ بْنُ يَحْيَى بْنِ سَعِيدٍ الأُمَوِيُّ، حَدَّثَنِي أَبِي، حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ إِسْحَاقَ، عَنْ أَبِي الزِّنَادِ، عَنْ عَبْدِ الرَّحْمَنِ الأَعْرَجِ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم ‏"‏ لَمْ يَكْذِبْ إِبْرَاهِيمُ عَلَيْهِ السَّلاَمُ فِي شَيْءٍ قَطُّ إِلاَّ فِي ثَلاَثٍ قَوْلُهُ ‏:‏ ‏(‏إنِّي سَقِيمٌ ‏)‏ وَلَمْ يَكُنْ سَقِيمًا وَقَوْلُهُ لِسَارَةَ أُخْتِي وَقَوْلُهُ ‏:‏ ‏(‏ بلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا ‏)‏ ‏"‏ ‏.‏ قَالَ أَبُو عِيسَى هَذَا حَدِيثٌ حَسَنٌ صَحِيحٌ ‏.‏

"Eğer İbrahim karısı Sare'yi karısı diye taktim etseydi, sadece dul ve evli kadınları taciz etme adeti olan kral, Sare'yi de taciz edecekti. Çünkü evli olan kadınlar üzerinde kocalarından daha çok hak sahibi olduğunu ama bekar olan kadınlar üzerinde herhangi bir hakka sahip olmadığını söylüyordu. Bu yüzden İbrahim, karısı Sare'yi bekar gibi göstermişti" şeklinde dayanaksız tahminler yürütenler bile vardır. [17]

İbnu'l-Cevzi ise bu kralın Mecusi olduğunu ve Mecusi adetlerine göre bir kadın evlenince, eşinin, kardeşi olduğunu ve kardeş olarak görülmeye başlandığını, Hz. İbrahim'in de bu kralın kendi şeriatının dilini kullanarak namusunu korumak istediğini söylemiştir.

Fakat Mecusilerde o dönem böyle bir yasa ve gelenek olduğuna dair bir delil yoktur. Ayrıca böyle bir yasa varsa bile İbrahim'in bunu bilmeden Mısır'a gittiğini söylemek tutarlı olmayacaktır. Yani İbnu'l Cevzi'nin bu zorlamalarının bir dayanağı bulunmamaktadır.

Bu dayanaksız zorlamalar dışında Buhari de yer alan sahih hadis kaynaklarında yazanlar Tevrat'taki anlatılar ile uyumludur. Hatta Tevrat'ta yazanlardan anlaşılıyor ki eğer İbrahim korkuya kapılıp "kız kardeşimdir" demeseydi bu olay başlarına gelmeyecekti. Çünkü kral şöyle diyor: "Neden Sara'nın karın olduğunu söylemedin? Niçin 'Sara kız kardeşimdir' diyerek onunla evlenmeme izin verdin?"

MUHAMMED'İN ÜVEY OĞLU ZEYD'İN KARISI ZEYNEB İLE EVLENMESİ

Yazan: A.Kara

MUHAMMED'İN EVLATLIĞI ZEYD'İN KARISI ZEYNEB İLE EVLENMESİ

Artık dini içerikli konuları anlatma şeklimi değiştirdiğimi belirtmiştim. Yine Muhammed'in Zeyd'in eşiyle evlenmesini ele alacağım bu makalede de, benimsediğim, daha mantıklı bulduğum yeni yöntem gereği sizlerle doğrudan İslami kaynaklarda yazanları paylaşacağım. Dolayısı ile bu kaynaklardan neyi anlamanız ya da nasıl bir sonuç çıkarmanız gerektiği de yine size kalacak.

Konuya Zeyd'in Muhammed'in ailesine nasıl dahil olduğuna dair hadis ile başlayalım.

ZEYD'İN AİLEYE DAHİL OLMA SÜRECİ

İbn-i Sad, Tabakat, 1. cilt, Resulullah'ın Hizmetçileri ve Köleleri Bab'ı [1] :

... Hatîce, Zeyd b. Hârise’yi satın almıştı. Hakîm b. Hizâm b. Huveylid, Zeyd’i Ukâz çarşısında 400 dirheme satın almıştı. Resûlullah (sas) Hatîce ile evlendikten sonra Zeyd b. Hârise’yi kendisine vermesini rica etti. Hatîce Zeyd’i Resûlullah’a (sas) hibe etti. Resûlullah (sas) Zeyd b. Hârise’yi ve eşi Bereke’yi azat etti ...

Kütüb-i Sitte'de yazdığına göre Hatice, 8 yaşındaki Zeyd'i Muhammed'e bağışladığında Muhammed'e henüz peygamberlik gelmemişti. [Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte I, 12.cilt, sayfa 324, Prof. Dr. İbrahim Canan]

Daha sonra Muhammed onu oğlu ilan eder [1][2] :

... Kelb kabilesine mensup olan o kişiler gidip babasına durumu bildirdiklerinde o “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki benim oğlum!” dedi. Ona yerini ve kimin yanında olduğunu tarif ettiler. Şerâhîl’in iki oğlu Hârise ve Ka’b, Zeyd’i fidye karşılığında kurtarmak üzere [yola] çıktılar. Mekke’ye gelip Peygamber’i (sas) sordular. Mescitte olduğu söylendi. Hemen huzuruna girip dediler ki: “Ey Abdullah’ın oğlu! Ey Abdülmuttalib’in torunu! Ey İbn Hişâm’ın torunu! Ey Kabile reisinin torunu! Siz Harem’in sahipleri ve komşularısınız.

Allah’ın evi olan Kâbe’nin yanı başındasınız. Köleyi azat eder, esiri doyurursunuz. Yanındaki oğlumuz için sana geldik. Bize ikramda bulun, onun fidye ile azadı konusunda bize bir iyilik yap! Fidyeyi senin için artıracağız.” Peygamber (sas), “Kimdir o?” diye sordu. “Zeyd b. Hârise.” dediler. Allah Resûlü (sas), “Bunun başka bir yolu olmaz mı?” dedi. “Nedir o?” diye sordular. Resûlullah (sas), “Onu çağırın ve tercihinde serbest bırakın. Şayet sizi tercih ederse o fidyesiz olarak sizindir. Şayet beni tercih ederse, vallahi ben, hiçbir kimseyi beni seçen birine asla tercih etmem.” dedi. “Bize daha fazla adalet gösterdin ve iyilik ettin.” dediler. Onu çağırdılar. Peygamber (sas) “Bunları tanıyor musun?” dedi. Zeyd, “Evet!” dedi. Resûlullah (sas), “Kimdir bu iki kişi?” diye sordu. Zeyd, “Bu babam, şu da amcamdır.” dedi. Resûlullah (sas), “Ben senin tanıyıp bildiğin bir kişiyim. Seninle arkadaşlığımı gördün. İstersen beni tercih et, istersen onları!” (dedi). Zeyd, “Hiçbir kimseyi asla sana tercih etmem. Sen benim babam ve annem yerindesin.” dedi. Zeyd’in babası ve amcası, “Yazıklar olsun sana ey Zeyd! Hürriyete, babana, amcana ve ailene karşılık köleliği mi tercih ediyorsun?” dediler. Zeyd, “Evet, ben bu insanda, ona asla hiçbir kimseye tercih edemeyeceğim bir şey gördüm.” dedi. Allah Resûlü (sas) bunu görünce, onu Hıcru’l-Kâbe’ye çıkardı ve buyurdu ki: “Ey burada hazır olanlar! Zeyd benim oğlumdur, ben ona varis olurum, o da bana varis olur.” Bu durumu gören Zeyd’in babasının ve amcasının gönülleri hoşnut oldu ve oradan ayrıldılar. Bundan böyle o; Allah, İslâm dinini gönderinceye kadar “Zeyd b. Muhammed” diye çağrıldı.


Hadisin devamında anlatılanlar gösteriyor ki pagan Araplar arasında üvey ya da öz oğulun eşi ile evlenmek gibi bir gelenek yoktu ve hoş karşılanmamaktaydı. Ahzâb 40, 5. ayetler de bu duruma cevap olarak ortaya çıkmıştı. Hadisin kalan kısmına devam ederek olayları görelim.

Bunların hepsini bize Hişâm b. Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî babasından, Cemil b. Mersed et-Tâî’den ve başkalarından nakletti. [Hişâm] bu rivayetin bir kısmını, babası, Ebû Sâlih, İbn Abbâs tarikiyle rivayet etti ve İbn Abbâs isnadında şöyle dedi:

“Allah Resûlü (sas) Zeyd’i, Zeyneb bt. Cahş b. Riyâb el-Esediyye ile evlendirdi. Zeyneb’in annesi Ümeyme bt. Abdülmuttalib b. Hâşim’dir. Bir müddet sonra Zeyd onu boşadı, Allah Resûlü (sas) onunla evlendi. Bu olay üzerine münafıklar konuşup durdular, Peygamber’i (sas) ayıpladılar ve dediler ki: Muhammed oğulların eşlerini haram kılıyor ama kendisi oğlu Zeyd’in hanımı ile evleniyor. Bunun üzerine Allah, “Muhammed erkeklerinizden hiçbirisinin babası değildir. Ama o Allah’ın Resûlü ve son peygamberdir.” 
[Ahzab 40] diye başlayıp devam eden ayeti indirdi ve [aynı surenin daha önce gelen bir ayetinde] şöyle buyurdu: “Onları babalarına nispet ederek çağırın!” [Ahzab 5] 
[Ayrıca bkz: Kaynak 3]

O günden sonra Zeyd, “Zeyd b. Hârise” diye çağrıldı ve evlatlıklar da babalarına nispet edilerek çağrıldılar. Mikdâd, Amr’a nispet edilerek çağrıldı. Hâlbuki daha önce ona “el- Mikdâd b. el-Esved” deniyordu. el-Esved b. Abdüyağûs ez-Zührî onu evlatlık edinmişti.

Taberi Tefsiri'nde pagan Araplar arasında evlatlıkların eşiyle evlenmenin yasak olduğu şöyle anlatılır:

Âyette: "Allah, evlatlıklarınızı da öz oğullarınız yapmadı." buyuruluyor.
Ayetin bu bölümü, İslam'dan Önce insanların uyguladıkları "Evlatlık müessesesini ortadan kaldırmaktadır. Bu cahiliye adetine göre kişi, başkasının çocuğunu alıp evlat edinirdi ve evlat edindiği çocuk o adamın öz evladı gibi kabul edilirdi. Evlat edinen kişi, evlatlığı ile evlenemezdi. Birbirlerine mirasçı olurlardı ve bunlar, birbirlerinin mahremi kabul edilirdi. İşte âyet bu adeti kaldırmakta, evlatlığın, öz evlat olmadığım bildirmektedir. [4]

Muhammed, Allah'ın bu evliliğe izin verdiğini belirterek onu ayıplayanlara olay üzerine vahiy olduğu söylenen Ahzab 38-39 ile cevap verir. Şöyle der:

"Allah’ın, kendisi için takdir ve emrettiği bir şeyi yerine getirme hususunda peygamber için bir sıkıntı ve sakınca olamaz. Allah’ın hükmü değişmez kaderdir. Daha önce gelip geçen, Allah’ın vahyini insanlara ulaştıran, O’ndan çekinen, Allah’tan başka hiçbir kimseden çekinmeyen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. Hesap sorucu olarak Allah kâfidir."
"O Peygamberler ki, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter"

İslam alimlerince Muhammed'in, evlatlık oğlu Zeyd'in karısı ile evlenmesinin nedeni evlatlığın öz evlat gibi olmadığını göstermekti. Konuyla ilgili Taberi şöyle der:

Peygamber efendimizin yanında büyüyen Zeyd b. Hârise de Peygamberimize nisbet ediliyor ve kendisine "Muhammed'in oğlu." deniyordu. Bu ayet nazil olduktan sonra artık böyle söylenmesi yasaklandı. Daha sonra da izah edileceği gibi Resulullah (s.a.v.) Zeyd b. Hârise’nin boşadığı Zeyneb Bint-i Cahş ile, Allah'ın bu husustaki emri gereği olarak evlendi. Böylece tatbiki olarak, evlatlığın, bir insanın öz evladı gibi olmayacağım gösterdi. [4]

Peki Muhammed'in evlatlığının eşi Zeyneb ile evlenmesi nasıl olmuştu. Süreç nasıl gelişmişti? Buna da yine hadisler ve bağlantılı olan ayetler ile bakalım.

OLAYLARIN GELİŞME SÜRECİ

Muhammed, Zeyd ile Zeyneb'i MS.623'te nikahlamıştır. [5] Çift bir yıl kadar evli kaldıktan sonra boşanmıştır. Bazı hadislerde Zeyneb'in Zeyd ile evlenmek istemediği, Muhammed'in ısrarı üzerine kabul ettiği yazmaktadır. [6]

İbn-i İshak'ın siyerinde Zeyneb'in, Zeyd'den el-Hakem adında bir oğlu olduğu yazar (384.hadis) ve ilgili bölümün devamında yer verilen hadis şöyledir:

385. Zeyd b. Harise hastalandı. Rasulullah (S.A.V.) onu ziyarete gitti. Zeyd'in hanımı Zeyneb binti Cahş, Zeyd'in baş ucunda oturuyordu. Zeyneb, bazı işlerini yapmak üzere ayağa kalktı. Rasulullah (S.A.V.) onu gördü ve başını önüne indirerek: "Kalpleri ve gözleri ters yüz eden Allah, noksanlıklardan uzaktır." buyurdu. Bunu üzerine Zeyd: ''Ya Rasulullah, onu senin için boşuyorum." dedi. Rasulullah: "Olmaz." cevabını verdi. 
Bu olay üzerine Allah şu ayeti [Ahzab 37'yi] indirdi. [7]

Bu olay kısmen farklı anlatımlar ile başka İslam kaynaklarında da yer alır. Bunlardan birine daha bakalım:

Allah Rasûlü onun ailesine karşı gösterdiği bu tutumu değiştirmek için Zeyd’in evine ziyarete gitti. Ancak Zeyd evde yoktu. Bundan dolayı otuz altı yaşında olan ve üzerinde safranlı suda yıkanmış elbisesi içinde çok cazibeli duran Zeyneb bint Cahş, Hz. Peygamber’e kapıyı açtı ve Zeyd’in evde olmadığını söyleyerek içeriye girmesini teklif etti, ancak Allah Rasûlü, Zeyd evde olmadığı için içeriye girmeyi uygun bulmadı. Buna rağmen şöyle demekten de kendini alamadı: سبحان العظیم الله سبحان القلوب مصرف’’ Kalpleri bir halden diğer bir hale çeviren Allah ne yücedir…’’
Daha sonra Zeyd eve gelince Zeyneb, Rasûlüllah’ın geldiğini haber verince Zeyd: ‘‘Rasûlüllah’a niçin içeriye girmesini söylemedin?’’ dedi. Zeyneb: ‘‘İçeriye girmesini söyledim, fakat o, bunu kabul etmedi ve ondan bir şeyler duydum’’ deyince Zeyd: ‘‘Onun ne olduğunu sordu?’’ Zeyneb, söylediği şeyleri anlayamadım, ancak şöyle dediğini işittim: سبحان العظیم الله سبحان القلوب مصرف’’  Kalpleri bir halden diğer bir hale çeviren Allah ne yücedir…’’ Bunun üzerine Zeyd, Hz. Peygamber’e gelerek: ‘‘Senin evime geldiğin haberini aldım. Niçin evime girmedin? Annem babam sana feda olsun. Zeyneb hoşuna gittiyse, onu boşayayım.’’ Bunun üzerine Hz. Peygamber, Zeyd’e: ‘‘Eşini tut’’ dedi. Aradan çok geçmeden Zeyd tekrar Allah Rasûlü’ne gelerek aynı şeyleri söyledi, Hz. Peygamber de aynı şekilde: ‘‘Eşini tut’’ diye karşılık verdi. Zeyneb ile arasındaki şiddetli geçimsizliğe daha fazla dayanamayan Zeyd eşini boşadı. [8]

Gördüğünüz gibi İbn-i İshak Muhammed, Zeyneb'i görüp o sözleri söylediği sırada Zeyd evdeydi derken diğer kaynaklar Zeyneb evde tekti demektedir. Fakat tümünde olayın sıralaması aynıdır. Yani Zeyd'in Zeyneb'i boşamak istemesi, Muhammed Zeyneb'i görüp bu sözleri söylemesinden sonra gerçekleşmektedir.

Kur'an'da söz konusu hadislerle bağlantılı olan bölüm Ahzab 37'dir. Şöyle yazar:

"Hani sen Allah’ın kendisine nimet verdiği, senin de (azat etmek suretiyle) iyilikte bulunduğun kimseye, “Eşini nikâhında tut (onu boşama) ve Allah’tan sakın” diyordun. İçinde, Allah’ın ortaya çıkaracağı bir şeyi gizliyor ve insanlardan çekiniyordun. Oysa kendisinden çekinmene Allah daha lâyıktı. Zeyd, eşinden yana isteğini yerine getirince (eşini boşayınca), onu seninle evlendirdik ki, eşlerinden yana isteklerini yerine getirdiklerinde (onları boşadıklarında), evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri konusunda mü’minlere bir zorluk olmasın. Allah’ın emri mutlaka yerine getirilmiştir."

Sünen-i Tirmizi'de yazan hadise bakarak devam edelim:

3212- Enes (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Cahş’ın kızı Zeyneb hakkındaki Ahzab sûresi 37. ayeti indiği zaman Zeyd şikayetçi olarak geldi, boşamadan dolayı üzgündü. Rasûlullah (s.a.v.),
kendisine “Eşini terk etme, Allah’a kendine ve diğer insanlara karşı vazifene dikkat et” diyordu. 
Tirmizî: Bu hadis sahihtir. [9]

MUHAMMED'İN ZEYNEB İLE EVLENMESİ

Muhammed ile Zeyneb hicretin 5. yılında evlenmiştir. Bu sırada Zeyneb 35 yaşındadır. (Kaynaklar Zeyneb'in yaşı konusunda tamamen örtüşmez. Kimileri 35, kimileri 36 yaşında olduğunu söyler.) Evlilikleri konusunda 2 farklı rivayet vardır.

Birinci rivayet şöyledir:

Zeyneb, Zeyd'den boşandıktan sonra bir gün Muhammed, Aişe ile oturmaktadır. Bu sırada Ahzab 37 nazil olur ve Muhammed "Yüce Allah beni onunla evlendirdi. Kim bunu gidip Zeyneb'e müjdeler?" der. Hizmetçilerinden Selma bu haberi ve gümüş ayak bileziklerinden oluşan hediyeyi Zeyneb'e götürür. Daha sonra Zeyneb, Muhammed ile evlenir. [10]

Şimdi de ikinci rivayete bakalım:

Zeyneb'in iddet süresi bittikten sonra Muhammed evlatlık oğlu Zeyd b. Harise'yi göndererek Zeyneb'i kendine istetir. Zeyd evine gittiği sırada Zeyneb hamur yoğurmaktadır. Zeyd o anı şöyle anlatır:
“Onu görünce içim kabardı öyle ki ona bakamayacak duruma geldim. Hz. Peygamber’in Ona talip olduğunu kendisine söyleyemedim. Sırtımı ona döndüm ve geriye dönerek, ‘Ey Zeyneb, sana müjdeler olsun. Allah Resûlü seni kendisine istemem için beni sana gönderdi’ dedim. Zeyneb de, ‘Azîz ve Celîl olan Rabbim bana emretmedikçe ben bir şey yapmam’ dedi. Sonra kalkıp namazgâhına
gitti.” Bu olay üzerine Ahzâb sûresi 37. âyet nâzil oldu. [11]

Bu evlilik sonucu Zeyneb kendini Muhammed'in diğer eşlerinden daha üstün tutuyor, bunu da Allah'ın müdahalesine bağlıyordu.

3213- Enes (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Zeyneb binti Cahş hakkında “… Fakat Zeyd o kadınla beraberliğini sona erdirdiğinde onu seninle evlendirdik…” ayeti indirilince Zeyneb, Peygamberin diğer hanımlarına karşı övünür ve şöyle derdi: “Sizleri kendi aileleriniz evlendirdi. Beni ise yedi kat semanın üstünden Allah evlendirdi.” [12]
Tirmizî: Bu hadis hasen sahihtir.

İKİ SORU

Hiçbir yorum katmadan doğrudan İslami kaynakları paylaştığım bu makalenin sonunda Müslüman arkadaşlara konuyla ilgili olarak 2 soru sormak istiyorum. Tüm samimiyetimle söylüyorum ki bu soruları sorma amacım görüşlerinizi öğrenmektir. Herhangi bir art niyet taşımamaktadır.

1) Gördüğünüz gibi İslam öncesi pagan Araplar tıpkı bizim kültürümüzdeki gibi evlatlık bile olsa onu öz oğul gibi görmeyi daha doğru bulmakta, dolayısı ile üvey de olsa oğlunun karısı ile evlenmeyi doğru bulmamaktadır. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? Evlatlık olduğunuzu varsayın. Bu durumda eşinizden boşansanız ve üvey babanız eski eşinizi kendine eş olarak alsa, yani eski karınız anneniz olsa bundan rahatsız olur muydunuz, olmaz mıydınız?

2) İslam'a göre Muhammed MS. 610 yılında, 40 yaşındayken peygamber olmuştur (Ölümü 8 Haziran 632). Zeyneb ile MS 627'de evlenmiştir. Yani yaşanan bu olaylar, Allah, Muhammed'i "peygamber" olarak görevlendirdikten yaklaşık 17 yıl sonra gerçekleşmiştir. Arapların benimsediği "oğullukların eşleriyle evlenmenin yasak olduğu" yönündeki geleneği geçersiz kılmak böylesine önemli bir konu ise Allah bunu vahiy etmek için neden bu kadar uzun süre beklemiştir?

DABBE

Yazan: A.Kara

DABBETÜ'L ARZ (دابّة الأرض)

Dabbe İslam'ın kıyamete dair mitlerinden biridir ve ahir zamanda ortaya çıkacak bir yaratık olarak tasvir edilir. Bir rivayete göre ortaya çıkacağı yer Safa tepesidir. [1] 

Neml suresi 82. ayette ondan şöyle bahsedilir:
"O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize kesin bir bilgiyle inanmadıklarını onlara söyler.
► Veizē vegaal gavlu aleyhim e[k]hracnē lehum dâbbetem-minel-ardi tukellimuhum ennen-nēse kēnû biēyētinē lē yûginûn. [2]

Buna ek olarak Sebe 14'de de Dabbe kelimesinin kullanıldığı görülür fakat buradaki Dabbe, bir  kıyamet alameti değil, Süleyman'ın asasını yiyen yer kurtlarıdır:
“Ne zaman ki Süleyman’a ölümü hükmettik, cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği yere dayandığı asâsını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardı.”
► Felemmē gadaynē aleyhil mevte mē dellehum alē mevtihî illē dâbbetul ardi te’külu minseetehû felemmē [k]harra tebeyyenetil cinnu el lev kēnû yağlemûnel ğaybe mē lebisû fil azēbil muhîn. [3]

Dabbe, hafif yürüyen, debelenen, kımıldayan, ayakları üzerinde yürüyen gibi manalara gelir. Genellikle hayvanlar yada binek hayvanları için kullanılıyor olsa da bu sıfat insanlar için de kullanılabilir. Aslında tam da bu yüzden İslam alimleri arasında Dabbe'ye dair görüş ayrılıkları yaşanır ve net bir fikir ortaya konamaz. Çünkü bazısına göre Dabbe korkunç bir yaratık iken, bazısına göre bir insandır.

Örneğin Rağıb İsfehani'ye göre Dabbe, kıyamet sırasında ortaya çıkacak bir hayvandır. [4]

Elmalılı ise, Ebu Hüreyre'nin Dabbe'yi elinde Musa'nın asası ve Süleyman'ın mührü ile ortaya çıkıp kafir ve müminleri işaretleyeceği hadise dayanarak Dabbetü'l-arz'ın hem maddi hem manevi yönden büyük bir İslam devletini teşkil edeceğini, yani başkaldıran büyük bir zat olacağını söyler. [5]

Said Nursi'ye göre tıpkı Firavun'a musallat olan çekirgeler, Ebrehe'ye musallat olan Ebabil kuşları gibi Dabbetü'l arz'da canavarlaşmış, küfür ve fesada batmış olan insanların akıllarını başlarına getirmesi için Allah tarafından gönderilecek ve insanoğluna musallat olacak bir hayvandır. Fakat Nursi, bunun tek bir hayvan olmadığını çünkü tek bir hayvanın tüm insanlığa musallat olamayacağını söyler. Buradan hareketle Dabbe'nin, Sebe suresi 14.ayette Süleyman'ın asasını yiyen ağaç kurtları olduğunu, insanların kemiklerini de bu asayı kemirdikleri gibi yiyeceklerini, insanın dişinden tırnağına kadar her yerine yerleşeceklerini söyler.
Yani Nursi'ye göre konuşacağı söylenen bu hayvan ağzı ile değil, insanlara yerleşerek onları düşürdüğü hal ile konuşacaktır.
[6]

Gördüğünüz üzre çok farklı görüşler var; Öyle ki Dabbe'nin AİDS hastalığı olduğunu söyleyenler bile bulunmaktaydı. Fakat AİDS ciddi artış gösterip aşırı can kaybına sebep olamayınca bu iddia rafa kaldırıldı ve şuan dünyanın uğraşmakta olduğu Korona virüsünün Dabbe olduğuna yönelik görüşler ortaya atılmaya başlandı. Bu virüs zararsız hale getirildiğinde ve üzerinden birkaç yıl geçtiğinde kıyametin hala kopmadığını gören bu şahıslar Korona ve Dabbe konusundaki iddialarının fos çıktığını görünce nasıl hissedecekler şimdiden merak ediyorum.

Çoğu İslam aliminin üzerinde durduğu fikre göre Dabbe denen yaratığın ortaya çıkma nedeni, hem Allah'ın kendini bildirip tanıtması, "bakın işte, ben varım" demesi hem de Allah diyenlerin sayısının azlığıdır. Dabbe yeraltından çıktıktan sonra artık iman durumunun duraksayacağı, yani kimsenin iman edemeyeceği hatta gerileyeceği, bitip-tükeneceği, İslam'a ait her şeyin tükenme noktasına geleceği, iman kapısı kapandığı için kimsenin imanının kabul olmayacağı görüşü hakimdir.

Buradan hareketle yine İslam'ın teknoloji karşıtlığı öne çıkar. Çünkü onlara göre bunların gerçekleşmesinin, Dabbe'nin çıkıp gelmesinin ve insanların artık iman etmiyor olmasının en büyük nedeni teknolojinin aşırı derecede ilerlemesi, robotlar, tüplerde yetiştirilen bebekler yapılması ve insanların yaratma hevesine kapılacak olmasıdır.
Fakat bunu diyenler enteresan bir şekilde Allah'ın en başından beri tüm bunları, yani teknolojinin aşırı gelişeceğini, insanların ona inanmayı bırakacağını ve sonunda Dabbe'nin ortaya çıkacağını zaten biliyor olması gerektiğini göz ardı ediyorlar. Allah'ın olacak her şeyi bildiği halde buna rağmen her şeyi var edip sonunda da cezalandırması büyük bir mantık hatasıdır. 

Çoğu kez olduğu gibi Kur'an, Dabbe konusunu da üstü kapalı bir şekilde geçiştirmiş, detay veya doyurucu anlatımda bulunmamıştır. Bu yüzden de Dabbe'den kast edilenin ne olduğunu tam olarak anlayabilmek, bu yolda daha açık tanımlamalar elde edebilmek için bazı hadislere ve çoğu kez olduğu gibi Musevi ve Hristiyan teolojisine ait metin ve inanışlara bakmak gerek. Hadislerden başlayalım.

HADİSLERDE DABBETÜ'L-ARZ

Ebu Hüreyre buyurdu ki: "Dâbbetü'l-arz, beraberinde Hz. Musa'nın asası ve Hz. Süleyman'ın mührü olduğu halde çıkar. Asa ile mü'minlerin yüzünü cilalar, mührü de kafirlerin burnuna basar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine (yüzündeki parlaklıktan dolayı) "Ey mü'min!" der, diğeri de (öbürüne, burnundaki mühür damgası sebebiyle): "Ey kafir!"der. (Yani mü'min de kafir de yüzünden tanınır). [7]

İbnu Amr İbnu'l-As anlatıyor: "Resulullah buyurdular ki: "Çıkış itibariyle, kıyamet
alametlerinin ilki güneşin battığı yerden dogması, kuşluk vakti insanlara Dabbetu'l-arz'ın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir." [8] 

"Üç şey vardır ki onlar çıktığı vakit «önceden inanmayan veya îmânıyla bir hayır kazanmayan kimseye, artık îmânı fayda vermez». Bunlar; Güneş’in battığı yerden doğması, Deccâl ve Dâbbetü’l-Arz’dır.” [9]

Bazı hadislere göre Dabbe; deve ayağı gibi dört ayaklı, kuş kanatlı, öküz başlı, fil kulaklı, koç kuyruklu dev bir yaratıktır. [10]

HRİSTİYAN & MUSEVİ TEOLOJİSİ

Hristiyan-Yahudi teoloji ve mitolojisine bakıldığında İslam'daki Dabbe, Deccal gibi ögelerin esin kaynağının neler olduğu görülmektedir.

Daha önce hazırladığım bir video ile Livyatan (Leviathan) adlı dev deniz yaratığı mitolojisini sizlere anlatmıştım. İslam'daki Dabbe'ye benzer şekilde Yahudi & Hristiyan teolojisinde Rahav (Rahab), Canavar ve Ejderha gibi isimlerle anılan çeşitli yaratıklar bulunur.

Livyatan videomda anlatmış olsam da tekrar kısaca değinmekte fayda var. Cinni bir çöl yaratığı olan Behemot ve Rahav ile bağlantılı olan Livyatan'a dair çeşitli görüşler olsa da temelde kötü, şeytani bir varlık olduğu ve tanrının ilerde gerçekleştireceği bir plan için başlangıçta onu yaratıp bekletmekte olduğu açıktır. Tıpkı İslam'daki Dabbe gibi. Çünkü Talmud'da tanrının çift olarak yarattığı Livyatanlardan dişi olanı öldürdüğü yazar [11] fakat erkekten bahsetmediğine göre inanışa göre onu bir amaç için sakladığı düşünülebilir.

Eyüp 3:8'de "Livyatan'ı uyandıracak olanlar" derken;
Vahiy 20:2-3'de "Melek, ejderhayı -o eski yılanı- yakalayıp bin yıl için bağladı. Bin yıl tamamlanıncaya dek ulusları bir daha saptırmasın diye onu dipsiz derinliklere attı, oraya kapayıp girişi mühürledi. Bin yıl geçtikten sonra kısa bir süre için serbest bırakılması gerekiyor." der.
Yani tıpkı İslam'daki Dabbe gibi Livyatan'ın da bir vadi olduğu ve belli bir amaç için beklemekte olduğu açık.

Buna ek olarak Dabbe benzeri diğer yaratıklardan yıkım-dehşet-korku temaları işlenirken nasıl bahsedildiğine bakalım:

Mezmurlar 89.Bab'da Rab'be methiyeler düzülürken şöyle denir:
Mezmurlar, 89:9-10:
Sen kudurmuş denizler üzerinde egemenlik sürer,
Dalgalar kabardıkça onları dindirirsin.
Sen Rahav’ı leş ezer gibi ezdin,
Güçlü kolunla düşmanlarını dağıttın.

Eyüp, 26:11-12:
Göklerin direkleri sarsılır,
Şaşkına dönerler O azarlayınca.
Gücüyle denizi çalkalar,
Ustaca Rahav’ı vurur.

Eyüp, 9:12-13:
Evet, O avını kaparsa, kim O’nu durdurabilir?
Kim O’na, ‘Ne yapıyorsun’ diyebilir?
Tanrı öfkesini dizginlemez,
Rahav’ın yardımcıları bile
O’nun ayağına kapanır.

Yahudi folklorundaki "Denizin Şeytanı", "Suların Ejderhası" gibi sıfatlarla bahsedilen Rahav (רַהַב) adlı yaratık tıpkı Livyatan gibi bir deniz canavarıdır. [17]
Onu Dabbe'ye benzeştiren yanı, tanrının onu zapt ettiği ve dünyanın sonuna doğru bu canavarın tekrar yeryüzüne dönüş yapacak olmasıdır. [18]

Mezmurlar 74:13-14
Gücünle denizi yardın,
Canavarların kafasını sularda parçaladın.
Livyatan’ın başlarını ezdin,
Çölde yaşayanlara onu yem ettin.

Vahiy, 13:11-18'de denizden çıkan Livyatan (Leviathan) adlı canavarın güç ve yetkisini kullanan ve bazı yönleri ile kısmen Deccal özellikleri de taşıyan bir başka yaratıktan bahseder:
[●►Kalın yerler, İslam'daki Deccal anlatısı ile de benzeşen kısımlardır◄●]

Bundan sonra başka bir canavar gördüm. Yerden çıkan bu canavarın kuzu gibi iki boynuzu vardı, ama ejderha gibi ses çıkarıyordu.
İlk canavarın bütün yetkisini onun adına kullanıyor, yeryüzünü ve orada yaşayanları ölümcül yarası iyileşen ilk canavara tapmaya zorluyordu.
İnsanların gözü önünde, gökten yere ateş yağdıracak kadar büyük belirtiler gerçekleştiriyordu.
İlk canavarın adına gerçekleştirmesine izin verilen belirtiler sayesinde, yeryüzünde yaşayanları saptırdı. Onlara kılıçla yaralanan, ama sağ kalan canavarın onuruna bir heykel yapmalarını buyurdu. 
Canavarın heykeline yaşam soluğu vermesi için kendisine güç verildi. Öyle ki, heykel konuşabilsin ve kendisine tapmayan herkesi öldürebilsin.
Küçük büyük, zengin yoksul, özgür köle, herkesin sağ eline ya da alnına bir işaret vurduruyordu.
Öyle ki, bu işareti, yani canavarın adını ya da adını simgeleyen sayıyı taşımayan ne bir şey satın alabilsin, ne de satabilsin.
Bu konu bilgelik gerektirir. Anlayabilen, canavara ait sayıyı hesaplasın. Çünkü bu sayı insanı simgeler. Sayısı 666’dır.

Bunlara ek olarak İslam hadislerindeki Dabbe'yi andıran anlatımlara benzer anlatılara Daniel (Danyal) Kitabı'nda (דניאל) rastlanır:
Denizden birbirinden farklı dört büyük yaratık çıktı. Birinci yaratık aslana benziyordu, kartal kanatları vardı. Ben bakarken kanatları koparıldı, yaratık yerden kaldırıldı, insan gibi ayakları üzerine durduruldu. Ona bir insan yüreği verildi. İkinci yaratık ayıya benziyordu. Bir yanı üzerinde doğrulmuştu. Ağzında, dişleri arasında üç kaburga kemiği vardı. Ona, ’Haydi kalk, yiyebildiğin kadar et ye!’ dediler. Sonra baktım, parsa benzer bir başka yaratık gördüm. Sırtında dört kuş kanadı vardı. Bu yaratığın dört başı vardı ve ona egemenlik verilmişti. [21]

İslam kaynaklarına ve ondan önceki Musevi-Hristiyan teolojisine bakıldığında çoğu zaman olduğu gibi Yahudilerin Babil gibi çevre toplumlardan duyup kendine uyarladığı, türettiği efsaneleri daha sonra Muhammed'in de alarak Kur'an'a ilave ettirmiş olması güçlü bir ihtimaldir. Neticede Yahudi-Hristiyan teolojisine dair birçok konuyu ilan ettiği dinine eklemesi, diğerlerinin onun dinine geçmesini kolaylaştıracaktır.

Tuhaf olan ise Kur'an'da Muhammed'in eşleri ve onlarla ilişkileri hakkında yüzlerce ayet varken kıyamete dair önemli bir tema olan Dabbe'ye dair doğru düzgün, elle tutulur ifade ve anlatımlar bulunmamaktadır.

İLK DİNDEN DÖNENLER KUR'AN'I YAZMA GÖREVLİLERİDİR

Yazan: A.Kara
Kur'an'ı yazmakla görevlendirilen yazıcı katiplerinden dinden dönenler oldu mu? Aralarında öldürülenler veya kılıç zoruyla İslam'ı seçenler var mıydı?

İLK DİNDEN DÖNENLER, ĶUR'AN'I YAZMA GÖREVLİLERİDİR

Kur'an katibi olan, yani Muhammed'in en yakınında olan biri dinden çıkar mı? Çıkıyorsa, o dönemde yaşamış, olan biten her şeyi görmüş, vahiy katipliği yapmış biri bile Muhammed'in peygamber olduğuna inanmıyor ve dinden çıkıyor ise, o coğrafyada ve o çağda yaşamamış, hiçbir şeye şahit olmamış, eline bir kitap tutuşturulmuş olan bizlerin dini terk etmesine şaşırmamaları gerekir.

Abdullah Bin Sa'd Bin Ebi Serh (Sarh) (عبد الله بن سعد أبي سرح)
Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh, halife Osman'ın akrabası, süt kardeşidir. Muhammed bir kısım ayetleri vahiy katiplerine söyler, onlar da yazıya geçirirlerdi.

İlk vahiy katiplerinden Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh, Muhammedin hallerinden olsa gerek, vahiyden şüphelendi ve Mekke müşriklerinin yanına dönerek mürtet oldu. Bazı Müslümanlar bunun nedeninin katipliği sırasında vahyi kendi arzusuna göre tahrif etmesi, böylece müşriklerin İslâmiyet aleyhindeki çalışmalarını desteklemesi olduğunu söyler. Bu durumda, böylesi koşullarda yazılan Kur'an'ın değiştirilmemiş olduğuna inanmanın ne kadar doğru olacağı da büyük bir soru işaretidir.

Ebi Serh, aralarına döndüğü Kureyşlilere şöyle der: "Ben Muhammed'in yazdırdıklarına istediğim gibi tasarrufta bulundum. 0 bana, "Azizun hakim" diye yazdırırdı, ben "Alimun hakim" derdim. O da: "Evet, hepsi doğru!" derdi" [11]

İbn Ebi Serh'in Kur'an'ı tahrif ettiğine dair hadislerden biri şöyledir:
“Şurahbîl b. Sa’d dedi ki: En’am sûresinin 93. ayetinin ‘Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, ‘Bana da vahyolundu’ diyenden ve ‘Ben de Allah'ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim’ diyenden daha zalim kim vardır!’ kısmı Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber Mekke’ye girdiğinde; İbn Ebî Serh, sütkardeşi Hz. Osman’ın yanına kaçtı. Mekke ehli sakinleşinceye kadar Hz. Osman onu yanında sakladı. Sonra onu Hz.
Peygamber’in yanına kadar getirdi ve ona eman vermesini istedi” [9]

Mekke'nin fethinde, Muhammed, Abdullah Bin Sad'ın kanının heder olduğunu ve görüldüğü yerde öldürülmesini emredince Abdullah gidip süt kardeşi Osman'a sığınır, pişman olduğunu söyleyerek affedilmesini ister. Halife Osman araya girer ve Abdullah Bin Sad'ın öldürülmesini engelleyince Abdullah yeniden Müslüman olur. Ey korku, sen nelere kadirsin! [2][3][4][10][11]

Konuya dair İbn Abbas'tan bir rivayet şöyledir:
Nahl suresi 106. ayetin hükmü kaldırıldı ve aynı surenin 110. ayeti bu hükmün dışında bırakıldı. Hakkında bu ayet inen kimse Mısır’da valilik görevinde bulunan ve Hz. Peygamber’e vahiy kâtipliği yapmış Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh’tir. Şeytan onu şaşırttı. Kâfirlere katıldı. Bu yüzden Hz. Peygamber, Mekke fethi günü onun öldürülmesini emretti. Hz. Osman, onu himayesi altına aldı. Hz. Peygamber de bu himayeyi kabul etti.” [1]

Dinden dönen Kur'an yazma görevlisi Abdullah b. Sa'd için indiği söylenen Nahl 106'da şöyle yazar:
Nahl 106: "Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah’ı
inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından bir gazap vardır; büyük azap da onlar içindir."

Daha sonra affedilince İbn Ebi Serh'i kast ederek Nahl 110'da şöyle yazdırılır: "Rabbin, türlü eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, Allah uğrunda savaşan ve sabreden kimselerden yanadır. Rabbin şüphesiz bundan sonra da bağışlar ve merhamet eder."

Yani eğer Nahl 106'nın hükmü uygulansaydı, dinden dönen vahiy katibi Abdullah b. Sa'd tehdit edilince geri gelip af dilemese başına gelecekler açık ve nettir. Af dileyip tekrar İslam'a girerek kafasının gövdesinden ayrılmamasını garantilemiştir.

Bir hadise göre Mekke'nin fetih gününde Muhammed'in 4 erkek ve 2 kadın haricinde herkese can ve mal güvencesi verir. (eman vermek). Hayatı ve malı tehlikede olan bu 4 erkekten biri de Abdullah b. Sa'd'dır. Muhammed halkını kendine biat etmeye çağırırken Sa'd halife Osman'ın yanına saklanır. Osman onu Muhammed'in yanına götürür ve "Ey Allah’ın elçisi, elini uzat da Abdullah biat etsin" der. Muhammed 3 kez ona bakar, üçüncüsünde biat etmesi için elini uzatır. [5]

Benzer rivayetlerde öldürüleceği açıklananların sayılarına, Abdullah affını istediğinde Muhammed'in tavırlarına dair farklı anlatımlar bulunsa da Abdullah'ın hep öldürülecekler arasında olduğu görülür. 
Örneğin bir hadiste öldürülmesi emredilenler  Abduluzzâ b. Hatal, Mıkyes b. Subabe, Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh ve Ümmü Sâre iken [6] bir başka hadiste bu kişiler  İbn Ebî Serh, cariye Fertenâ, şair İbn ez-Zeba’râ ve İbnü’l Hatal'dır. [7]
Hatta Tabakatü'l Kübra'da Muhammed'in İbn Ebi Serh'in öldürülmesini isterken "bu köpeği" veya "fasığı" öldürün dediği yazar. [8]

Abdullah Bin Hatal (Abdüluzza ibnu Hatal)
Abdullah bin Hatal'da mürtet olan bir diğer vahiy katibidir. Kettânî "Rasûl-i Ekrem’e herhangi bir konuda kâtiplik yapmış olanlar ve bunların sayıları" adlı yazısında el-Irâkî’den verdiği bilgide vahiy katiplerinin sayısının kırk ikiye kadar çıktığını söyler ve isimler arasında Abdullah b. Hatal da vardır. [31] İslam dinine geçip Medine'ye göç eden Hattal'a Muhammed tarafından zekat ve sadakaları toplama, yani tahsildarlık görevi verilir. [12][13][14] 

Abdullah b. Hatal’ın vahiy kâtipliği yaptığına dair bazı rivayetler şöyledir:
İbn Seyyidünnâs’tan aktarılan rivayete göre Hz. Ali şöyle demiştir: “İbn Hatal, Hz. Peygamber’in huzurunda yazardı. “gafûrün rahîm” indiği zaman O “Rahîmün gafûr” yazdı. Aynı şekilde “ Semîun alîm” indiği zamanda “Alîmün semî” yazar idi. [32]

Yani tıpkı Ebi Serh gibi o da Muhammed'in söylediği sözleri kendi isteğine göre yazıyordur. Fakat belirtmeliyim ki Müslümanlar bu hadisleri sahih görmedikleri için kabul etmezler.

Yine rivayete göre Abdullah Bin Hatal'ın emri altında Huzaa'lardan bir köle vardır. Bu köle ona hizmet edip yemeğini yapar. [15][16] bir gün bu köle uyuya kalıp Abdullah'ın yemeğini hazırlamayı unutunca Abdullah kızıp köleye saldırır, onu öyle döver ki öldürene kadar bırakmaz. [16][17][18][19][20] Kölesini öldürdükten sonra Muhammed'e bu konuda ne cevap vereceğinden korkar, İslam'ı terk eder, halktan topladığı zekat ve sadakaları da yanına alarak Mekke'li müşriklerin yanına geri döner. [16][19]

Fakat tüm bunlar, Kur'an katibi olup daha sonra dinden dönen birini kötü göstermek atılmış iftiralar da olabilir. Malum, günümüzde bile sırf dine inanmıyoruz diye onca itham ve iftiraya maruz kalıyoruz, dini inancın daha yoğun yaşandığı o dönemlerde insanların bu konudaki tutumunu hayal bile edemiyorum.

Konumuza dönersek, hadislere göre Abdullah, müşriklerin yanına dönünce müşrikler ona "Neden bizim yanımıza geldin?" diye sorarlar, o da "Sizin dininizden daha iyisini bulamadım" der. [17][16]

Bir gün İbn Hatal silahlanmış bir vaziyette atına binerek Mekke'nin yukarısından gelirken Said b. As'ın kızları ile karşılaşır. Onlar İbn Hatal'a, Muhammed'in Mekke'ye girdiğini haber verirler. 

Hatal onlara: "Vallahi göreceksiniz ki; vücutlar kılıç darbelerinden su tutmayan tulumların ağızlarına benzemedikçe onlar Mekke'ye giremeyeceklerdir!" der ve Handeme tepesine doğru çıkar. 

Rivayetlere göre Müslüman savaşçıların çarpışmalarını gören Hatal korkuya kapılır, atından inip silahlarını çıkarır ve Kabe'ye giderek Kabe örtülerini arasına gizlenir. Ka'b kabilesinden biri Hatal'ın çıkardığı zırh ve silahlarını, ayrıca terk ettiği atını alıp Muhammed'in yanına gider. [21]

Daha sonra Hatal'ı saklandığı yerde bulup öldürürler. Kimi rivayetlere göre Ebu Berzetü'l-Eslemî ile Saîd b. Hureysü'l-Mahzûmî'nin onu birlikte öldürdüğü anlatılırken bazı rivayetlerde onu yalnızca Ebu Berze'nin öldürdüğü ve "İbn Hatal'ı Kabe'nin örtüsüne asılmış olduğu halde çıkarıp, Rükünle Makam arasında boynunu vurdum! " dediği yazar. [16][22][23]

Osman'ın torpili sayesinde Abdullah Bin Sad idamdan kurtulmuştu. Fakat torpili olmayan Abdullah b. Hatal Mekke'nin fethinde öldürülür.

Fakat Muhammed'in öldürülmesini emrettiği kişiler arasında Hatal'ın Muhammed hakkında söylediği hiciv şiirlerini söyleyen şarkıcı 2 kadın kölesi Fertana (veya Kureyna) ve Emebe (Emeb) de vardı. [24][25][26][30]
Muhammed hakkında hiciv şiirleri söylediği için öldürülmeleri emredilen bu 2 kadın arasından Emeb, Mekke'nin fethinde yakalanıp öldürülürken Fertana kaçmayı başarır. [27][28] Her ne kadar Fertana kaçmayı başarsa da hazır Muhammed kendisi hakkında eman vermişken yayılmakta olan İslam dininin kılıcının keskin tarafından nasiplenmemek için Müslüman olur. [29]