HABERLER
Dini Haber
sümer mitolojisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sümer mitolojisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

HAVVA'NIN KABURGA KEMİĞİNDEN YARATILIŞININ KÖKENİ

Yazan: A.Kara

HAVVA'NIN, KABURGA KEMİĞİNDEN YARATILMASININ KÖKENİ
ENKİ VE NİNHURSAG MİTOSU

İslam, Hristiyanlık ve Musevilik gibi bir çok dinin kökenlerinin Sümer, Babil, Akad ve Antik Mısır dinlerine dayandığı, bu efsanelerin, efsaneyi alan toplumlar tarafından değiştirilerek kendi din ve kültürlerine uyarlandığı açıktır. Bunların en büyük delilleri elde edilen arkeolojik kanıtlardır. Tabletler, kabartmalar, mezar metinleri, parşömenler, büyü kapları, put ve heykeller, tapınak metinleri gibi yüzbinleri geçen elle tutulur deliller bu durumu kanıtlamaktadır.

Kendinden önceki çok tanrılı toplumların dininden alınan ve uyarlanan bu efsanelerin en önemlilerinden biri de kaburgadan yaratılış efsanesidir. Kur'an ve kutsal olarak görülen diğer kitaplara Havva'nın Adem'in kaburgasından yaratıldığı şeklinde geçen söz konusu efsane insanları değil de tanrıları konu edinen bir cennet mitidir. Olayın geçtiği yer Sümer tanrılarının cenneti ve İbrahimi dinlerdeki Aden bahçesinin öncülü olan Dilmun'dur. Nuh Tufanı efsanesinin kökeni olan Gılgamış Destanı'nda Sümerlilerce cennet bahçesi olarak tanımlanan bu yer aynı zamanda Sümer halkının kutsal topraklarıdır. [1][2]

Dilmun öyle bir ülkedir ki temizlik, saflık ve aydınlık hakimdir, hayvanlar birbirlerine saldırmaz, zarar vermez, insanlar yaşlanmaz, kimse hasta olmaz. Dünyanın her yerinden ahşap, taş, değerli mineraller, yün, baharat gibi zenginliklerin bulunduğu kentsel bir alışveriş merkezi gibidir. Tahılları, hurmaları ve konutlarıyla övünülmektedir. Hiçbir genç kız yıkanmaz çünkü kirlenmek yoktur, hiçbir erkek nehre yelken açmaz çünkü avlanma, yemek için uğraşma ihtiyacı yoktur, hiçbir haberci dolaşmaz, ne sevinç şarkısı ne de feryat vardır. [3] Fakat tüm güzelliklerine rağmen Dilmun diyarının bir kusur vardır, içme suyundan mahrumdur. Enki, Dilmun tanrıçası Ninsikila'nın (= Ninhursag) yakarması üzerine içme suyu (tatlı su) getirilir.

Enki üreme organıyla bataklıkta kanallar kazar ve sazlıkları “sular-döller”. Öyle ki organı elbisesinden dışarı çıkar (Güç, verimlilik göstergesi). Daha sonra Enki, bu bataklıklara girmeyi yasaklar ve Ninhursag'ı onunla yatmaya davet eder. [14]

Ninhursag (Nintu, Ki, Ninmah, Damgalnuna) ile Enki birleşince bitki tanrıçası Ninsar, diğer adıyla Ninmu'ya hamile kalır. Zaman tanrıların katında farklı akmaktadır; tıpkı İbrahimi dinlerde olduğu gibi. Ninhursag'ın hamileliği şöyle anlatılır:

Ninhursag’a “yürek suyu”nu akıttı,
O da “yürek suyu’nu, Enki’nin tohumunu aldı.
Bir gün ona bir aydır,
İki gün ona iki aydır,
Üç gün ona üç aydır,
Dört gün ona dört aydır,
Beş gün (ona beş aydır,)
Altı gün (ona altı aydır,)
Yedi gün (ona yedi aydır,)
Sekiz gün (ona sekiz aydır,)
Dokuz gün ona dokuz aydır, “kadınlık” ayıdır,
... kaymak gibi, ... kaymak gibi, leziz tereyağı gibi,
Ülkenin anası Nintu, ... kaymak gibi, (... kaymak gibi, leziz tereyağı gibi,)
Ninsar’ı doğurdu.

Ninsar "Yeşilliğin Kadını" demektir. Kızı Ninsar dünyaya gelip büyüdüğünde Enki karaya çıkarak onu gebe bırakınca Ninkura, onu da gebe bırakınca başka bir bitki tanrıçası Uttu dünyaya gelir (Dikkat: Güneş tanrı Utu değil; Uttu. Uttu giysi tanrıçasıdır.). Tüm bu birleşmeler için Enki'nin kayığa binip karaya çıktığı yazar. Dolayısıyla bunlar suyun karaya taşıp bitkilere temasının, setler oluşturmasının ve tarımsal verimliliğin devam etmesinin erotik anlatılarıdır. Bu doğumların ve cinsel birleşmelerin tümünün ağrısız olduğuna özellikle vurgu yapılmış, hatta kaymak gibi oldu, yağ gibi oldu gibi ifadelere yer verilmiştir.

Farklı bir arkeolojik eser parçasında yazan 20 satırlık metine göre ise Ninkura'yı gebe bırakınca Ninimma doğmuş, Ninimma'da gebe bırakılınca Uttu dünyaya gelmiştir. Yani Enki "cennetteki hileci" tabletine göre 3 kızıyla birlikte olmuştur. Bağımsız parçacıkta yazan da eklenirse bu sayı 4 olur. [4]

Hal böyle olunca Enki'nin Uttu'yu da gebe bırakacağını öngören Ninhursag onu uyararak Enki ona yaklaşırsa nasıl davranacağına dair öğütler verir. Bu tavsiyeler sonrası Uttu, Enki'den elma, üzüm ve salatalık gibi bazı hediyeler ister. [5] Bu istenenler muhtemelen düğün hediyeleridir. Enki hediyeleri hazırlayıp getirir ve Uttu ile birleşirler. Fakat diğer tanrıçaların aksine Uttu ile birleşmelerinde Uttu'nun ağrıları olmuş, canı yanmıştır:

Uttu munus sag-ga a ḫaš-ĝu im-me a bar-ĝu a ša-ba-ĝu im-[me]
Güzel kadın Uttu "oy uyluğum" dedi, "oy dışım (bedenim)" dedi, "oy içim (rahmim)" dedi.

Tanrıça ah vah edince Ninhursag gelip Enki'nin menisini/sularını onun uyluğundan siler ve ortaya sekiz adet bitki çıkarır. [6] Bu kısım okunamaz durumda olduğundan 8 bitkiyi nasıl yarattığı bilinmese de Uttu'dan aldığı Enki'nin suları ile kendi toprağını suladığı kuvvetle muhtemeldir. Özellikle böyle söylüyorum çünkü unutmayın ki cinsel görünen bu ifadeler doğanın canlandırılması, suyun toprakla buluşması ve bitkilerin yeşermesini anlatmaktadır.

Bataklıktaki Enki, Ninhursag'ın yarattığı yasaklı bitkileri gözetler ve onlar hakkında ulağı tanrı İsimud'a danışır. İsimud her bitkiye isim verir, köklerinden keser veya çeker ve sırayla her birini yiyen Enki'ye verir. Metinin bir kısmına bakalım:

Enki, bataklıklarda, bataklıklarda çevresine bakınır,
Ulağı tsimud’a şöyle der:
“Bu (bitki) nedir, bu (bitki) nedir?”

Ulağı İsimud yanıt verir;
“Kralım , bu “ağaç-bitkisi”dir, der ona.
O nu Enki için keser, o da yer.

Enki: “Bu nedir, bu nedir?”
İsimud: “Kralım, bu bal-bitkisidir.”
Onu Enki için keser, o da yer.

Bu şekilde Enki, her bitkinin “kalbini bilir” ve “kaderini belirler”. Bunun sonucunda Ninhursag çılgına döner ve "hayat veren gözünü" ondan çekerek Enki'yi lanetler. [13]

Tanrıçanın lanetini duyan tanrılar dehşete kapılırken lanetlenen Enki 8 farklı yerinden hastalığa yakalanır ve adeta ölüye dönüşür. Sonra efsanede bir tilki belirir. Tilki, Enlil'e Ninhursag'ı geri getirmeyi teklif edince Enlil'de karşılığında ona şehrinde bir ağaç ve şöhret vaat eder. Tilki zanaatıyla kendini süsler ve kurnazca Ninhursag'a yaklaşır. Ninhursag iyileştirmeye ikna olunca Enki'yi vulvasının (dişilik organı) yanına oturtur. Enki'ye ağrıyan-hastalanan yerlerini sorar. Bunlar baş, saç, burun, ağız/diş, boğaz, kol, kaburga ve kalçasıdır. Tanrıça ağrı içindeki her bölge için şifa tanrıları doğurur; bu tanrı ve tanrıçalar Enki'yi sağlığına kavuşturur, yaşama döndürür. Bu tanrılar özünde Enki'nin ağrıyan yerlerine atıfta bulunmaktadır. İsimleri doğrudan bu bölgelerin ismidir.

Önemli olan kısım da işte tam burasıdır. Hastalanan yerlerden biri kaburgaydı. Hasta olan her bölge için tanrıların çağrıldığı şiirin kaburga ile ilgili kısmı şöyledir:

šeš-ĝu a-na-zu a-ra-gig
"Kardeşim, neren hastalandı?"
ti-ĝu ma-[gig]
"Kaburgam hastalandı."
nin-ti im-ma-ra-an-[tu-ud]
Ninti’yi orasından doğurdu. / Ninti'ye yaşam verdim senin için.

Ti (𒋾) "kaburga", Nin (𒊩𒌆) ise "hanım, kadın" demektir. Yani Ninti (𒊩𒌆𒋾) "Kaburga Hanımı" demektir. [7] Kaburga kemiği ile var olmuştur. [11] Tevrat'ta Adem'in eşinin Adem'in kaburgasından, Kur'an'da ise Havva'nın Adem'den yaratıldığı anlatılır. Kur'an'da yaratılan kadının adı geçmezken Tevrat'taki adı Havva'dır (חַוָּה). Diğer adı Eve'dir.

Yaratılış 2: 21-25: RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi.
Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir” dedi,
“Ona ‘Kadın’ denilecek,
Çünkü o adamdan alındı.”
Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.

Nisa 1: Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının...

A'raf 189: Sizi bir tek candan yaratan, kendisiyle mutlu olsun diye ondan da eşini yaratan O’dur...

Nisa 1: "...Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının."

İbranilerin onca organ varken kadının yaratılışı anlatılarında kaburgayı tercih etmişlerinin nedenlerini biraz açalım. Kitab-ı Mukaddes'e göre Havva adı anlam olarak aşağı yukarı "yaşatan dişi", "yaşam kaynağı" gibi anlamlara gelir.

Tevrat'a göre herkesin annesi olduğuna inanılan ve Adem'e eş olarak kaburgasından yaratılan kadına Havva ismini veren kişi Adem'dir.

Tekvin 3:20'de şöyle yazar:
Adem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi.

Kitab-ı Mukaddes yazarı Havvâ adını "yaşamak, yaşatmak" anlamına gelen "hâyah" ın kökünden türediği ile [8] veya "hayat" anlamına gelen "hayya" [9] kelimesine dayandığı şeklinde açıklar.

Sümercede kaburga kemiğine de "ti" denir ve Dilmun şiirinde Enki'nin hasta organlarından biri kaburgasıdır. Fakat Sümercede "ti" aynı zamanda "yaşatmak" anlamına geldiğinden kaburga kemiğini iyileştiren kadın sadece "Kaburga Kemiğinin Hanımı" değil aynı zamanda Kitabı Mukaddes'teki gibi "Yaşatan Hanım" anlamına da gelir. [10] Yani Sümer dilinde bu iki anlam özdeş hale gelmiştir; -ti hem yaşam hem kaburgadır.

Enki'den bahsedilen söz konusu Dilmun şiiri Tevrat'taki Havva kıssasının temelini oluşturmuş [12], buradan da diğer dinlere geçmiştir. İbrahimi dinler üzerindeki etkisini oldukça fazladır. Birkaç örnek vereyim.

Efsanede güneş tanrısının* topraktan tatlı su çıkarmasını anımsatır şekilde Tekvin 2:6'da şöyle yazar:
"Ve yerden buğu yükseldi ve bütün toprağın yüzünü suladı".

* Enki'nin ricası üzerine içme suyunu getiren Güneş-Tanrı Utu'dur.

Efsanede yazana göre tanrıçalar ağrı ve sancı çekmeden, yağ gibi doğum yapmaktadır. Bu durum İbrani geleneğinde Havva'ya edilen lanetin arka planına, kaderinde çocuklarını çile çekerek taşıyıp ağrı içinde doğurmak olduğu inancına ışık tutar.

Enki yasak olan 8 bitkiyi yediği için lanetlenirken Adem ile Havva bilgi ağacının yasak meyvesini yediklerinden dolayı lanetlenmişlerdir.

Ulağı İsimud 8 bitkiye isim verip yemesi için Enki'ye uzatırken Enki onun bitkileri isimlendirmesine engel olmamış, onaylamış dolayısı ile yeni yaratılan bitkilere birlikte isim vermişlerdir. Benzer şekilde Tevrat'ın yaratılışı anlatan Ruhban metnine ait bölümünde (Tekvin 1:27; 5:2) ilk insanın erkek ve dişi olarak yaratıldığı, Yahvist metne ait başka bir bölümde (Tekvin 2:18-23) önce erkeğin, daha sonra kadının yaratıldığı vurgulanır. Buna göre ilk olarak yaratılan erkek aynı zamanda varlıkların isim babasıdır. Tanrı'nın onun için yarattığı kır hayvanlarına ve kuşlara isimlerini verir. Tıpkı Enki ve İsimud'un bitkilere isim vermesi gibi. 

Havva'yı kaburgasından yaratmadan önce Adem'e derin bir uyku verildiğinden bahsedilir. Aynı şekilde Ninti yaratılmadan önce Enki de derin bir uyku halindedir.

Kısacası Enki ve Ninhursag efsanesinin değişime uğrayarak Tevrat'a oradan da ufak değişiklikler ile Kur'an'a geçtiği açıktır. Sümer efsanesinde kaburgadan yaratılan tanrıça figürü İbrahimi dinlerin tek tanrıcı ilkelerinin etkisi ile sıradan, ölümlü bir insan haline getirilmiş ve çamurdan yaratılan Adem'e eş yapılmıştır. Tüm bunların ışığında, tanrısal mesajlar denen bu metinler gerçekten de eskilerin masallarıdır.

BABİL KULESİ, ZİGGURAT EFSANELERİ VE TEVRAT

Yazan: A.Kara

BABİL KULESİ MİTİ VE PARALELLİK GÖSTEREN PİRAMİT-ZİGGURATLAR

Mezopotamya efsanelerinin Meksika Volkanik Vadisi'ne kadar uzandığı görülür. Birbirlerinden, engin okyanuslar ve çöller ile ayrılmış olan bu dağınık kültürlerin mitolojilerinde birbirine benzeyen hikayeler görülür. Tıpkı Babil Kulesi veya Cholula Piramidi gibi. Bunlar dünyanın farklı bölgelerinde yer alsalar da çarpıcı biçimde birbirine benzeyen yapılardır.

Farklı kültürler tarafından inşa edilen zigguratlara dair çokça hikaye bulunur. Bu masalların ortak birkaç bileşeni vardır: Öfkeli tanrılar, dillerin çoğaltılması, küresel bir tufan felaketi ve antik yapılar. Bu yönleriyle hepsi sanki deşifre edilmeyi bekleyen büyük bir küresel bulmacanın parçaları gibi iç içe geçmiş durumdadırlar.

Mitoloji göründüğü haliyle körü körüne kabul edilmemelidir ancak öte yandan onu tamamen reddetmek de tutarsız bir davranış olacaktır.
Karşılaştırmalı mitoloji konusunda en ünlü bilim insanlarından Carl Jung ve Joseph Campbell gibi  isimler, farklı kültürler arasında yaygın görülen mitolojik benzerliklerin, insan bilinçaltının ortak (kolektif) birikiminden türetilen temel arketiplerin oluşumuyla açıklanabileceğini söylüyorlar.

Tanrılarla ilişkili ve birbirine benzeyen anlatılara sahip yapılara Babil Kulesi ile başlayalım.

Babil Kulesi, Yaratılış Kitabı'nın 11. babında anlatılır. Bu anlatı küresel bir tufan felaketini izleyen nesillerin tek bir dil altında birleştiğini belirtir. Bu metinlere göre insanlar batıya, Şinar bölgesine (Sümer veya günümüz Irak'ı) göç ettiler ve heybetli kulesi olan büyük bir şehir inşa etmeye başladılar.

Bu kulenin bir şekilde onları güçlendireceğine ve gelecekte herhangi bir imhayı-felaketi önleyeceğine dair ilginç bir görüş taşıyorlar. Dahası bu proje tanrıya hakaret olarak görülüyor. Bu çabaya karşı koymak için, tanrı onları birleştiren dili birden fazla dil haline getirerek duruma müdahale eder, aynı dili konuşamayan insanlar birbirleri ile anlaşamaz, iletişime geçemez hale gelirler. Yani tanrı Babil kulesi projesinin altını oyar. Daha sonra bu insanları gezegene dağıtır.

Yaratılış Kitabı, 11.Bab:
Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya yerleştiler.
Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.”
RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi. “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi, “Gelin, aşağı inip* dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.” Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı. [1]

Antik çağlardan günümüze kadar çeşitli yazar, akademisyen ve araştırmacı bu metinle ilgili çeşitli yorumlar yapmışlardır. Örneğin Josephus, bu hikayenin önemli noktasının, kulenin dikilmesini emreden ve İncil'in Nemrut olarak bahsettiği zalim hükümdarın küstahlığı olduğunu yazmıştır. Başka bir yoruma göre ise bu anlatı, farklı dillerin ve kültürlerin kökenine açıklama getiren etiyolojik** bir efsanedir.

Yapılan bilimsel gözlemler, söz konusu yapıyı eski Babil ve Sümer'in gizemli zigguratlarıyla ilişkilendirerek tanımlamaya çalışmış olabilir. Ancak metinlerde adı geçen şehirlerin tarihsel bir temele sahip olması, söz konusu hükümdar tarafından kurulduğu söylenmesi ve bir kule ya da kule benzeri yapı inşa edildiğinin anlatılması gibi yönlere bakılırsa bu ilişkilendirme mantıklı sayılabilir.
Neticede dinlerin kutsal olduğuna inanılan kitaplar insan ürünü olduğundan onları yazanlar çevreden duyup ekledikleri hikayelere ek olarak gördüğü şeyleri de yazmış olabilirler.

Modern bilim insanlarının bir kısmının ortak kanısına göre bu kule II. Nebukadnezar tarafından restore edilen ve daha sonra Büyük İskender tarafından gerçekleştirilen restorasyon girişiminde yıkılan, Babil'deki Etemenanki Ziggurat'ı olduğu yönündedir.

Büyük İskender MÖ 331'de Babil'i ele geçirdiğinde Etemenanki'nin onarılmasını emretmişti. Yıllar sonra, MÖ 323'te antik kente döndüğünde onarım konusunda hiçbir ilerleme kaydedilmediğini fark edince, son kez yapılacak yenileme çalışması için ordusuna tüm yapıyı yıkmasını emretti. [7] Ancak İskender ölünce yeniden yapılanma da durmuş oldu. [8]

Zigguratlar toplu ibadet için kullanılmıyordu çünkü adandığı tanrının mesken yeri olduğuna inanılıyordu. O yüzden buralarda sadece seçkin rahipler, küçük bir silahlı muhafız birliği bulunurdu. 

Herodot'a göre zigguratın en tepesinde, içinde küçük bir türbenin olduğu tapınak bulunuyordu. Bu tapınakta baş rahipler gizli ayinler yaparak özel adaklar sunuyordu.

1880'lerde keşfedilen Neo-Babil temel silindirlerindeki yazıtlarda Kral'ın restorasyon çabalarının anlatıldığı görülür. Şöyle yazar:

"O sırada efendim Marduk bana, Babil'in zigguratı Etemenanki ile ilgili olarak, benden önce (zaten) çok zayıf kalmış ve kötü bir şekilde bükülmüş [olan zigguratın] altının cehennem aleminin göğsüne dayanmasını, tepesinin göklerle rekabet etmesini emretti. Fildişi, abanoz ve musukkannu ağacından maşalar, kürekler ve tuğla kalıplar yaptım ve onları toprağımdan toplanan geniş bir işgücünün eline verdim. Onlara sayısız kerpiç tuğla ve yağmur damlası sayısınca pişirilmiş tuğla şekillendirdim. Arahtu Nehri'nin tıpkı muazzam bir sel gibi asfalt ve zift taşımasını sağladım.
Ea'nın anlayışıyla, Marduk'un zekasıyla, Nabû ve Nissaba'nın bilgeliğiyle, beni yaratan tanrının sahip olmama izin verdiği engin akıl aracılığıyla, büyük aklımla düşündüm, en bilge uzmanlar ve bilir kişiler ile [yapının] boyutları on iki arşınlık kural ile belirledi. Usta yapımcılar ölçüm iplerini gerdiler, sınırları belirlediler. Şamaş, Adad ve Marduk'a danışarak onaylarını aradım ve ne zaman zihnim [yapı] üzerinde tartışsa (ve) boyutları düşünüp (emin olamasam) büyük tanrılar onaylama yöntemi (kehanet) ile bana [gerçeği] bildirdiler. Şeytan çıkarma zanaatıyla, Ea ve Marduk'un bilgeliğiyle orayı arındırdım ve ana platformu eski temel üzerinde sağlamlaştırdım. Temellerine dağdan ve denizden, altın, gümüş, değerli taşlar yerleştirdim. Tuğla işçiliğinin altına ışıltılı sapsu, tatlı kokulu yağ, aromatikler ve kırmızı toprak yığınları koydum. Kraliyet resmimin toprak sepeti taşıyan tasvirlerini yaptım ve (onları) çeşitli şekillerde yapının temeline yerleştirdim. Onu eski zamanlarda olduğu gibi Efendim Marduk için merak uyandıran bir nesne yaptım." [2]

Bu kraliyet yazıtının 1880'lerde keşfedilmiştir. Daha eski tarihte bu zigguratın açıklamasını yapan tek isim MÖ 5. yüzyılın ortalarından kalma yazılarında onu tanımlayan Herodot'tur. Heredot'un yazdıkları şöyledir:

"Kasabanın her bölümü merkezi bir kale tarafından işgal edildi. Birinde kralların sarayı [vardı], büyük sağlamlık ve büyüklükteki bir duvarla çevriliydi: diğeri Jüpiter Belus'un [Zeus] kutsal bölgesiydi. Sağlam pirinçten kapıları olan, her iki yana uzanan 402 metrelik kare şeklinde bir mahfazaydı; bu da benim zamanımda kaldı. Bölgenin ortasında, üzerinde ikinci bir kule yükselen, 201 metre uzunluğunda ve genişliğinde sağlam duvarlı bir kule var ve bunun üzerinde üçüncüsü, onun üzerinde dördüncüsü şeklinde sekize kadar [kat kat] devam ediyor. Zirveye tüm kulenin etrafını saran dışarıdaki bir patika yol ile çıkılır. Biri yarı yolda kaldığında, zirveye giderken yolda bir süre oturabilmesi için oturaklar ve bir dinlenme yeri bulunur. En üstteki kulede geniş bir tapınak var ve tapınağın içinde, yanında altın bir masa olan, zengin bir şekilde süslenmiş, alışılmadık büyüklükte bir kanepe durur. Buraya dikilmiş herhangi bir heykel bulunmaz. Tanrının rahipleri olan Keldanilerin [Babilliler] de onayladığı gibi, geceleri [burada] ülkedeki tüm kadınlar arasından tanrı tarafından kendisi için seçilen bir kadın bulunur." [3]

Tevrat'taki anlatılardan uzun zaman önce yazılmış çok sayıda Sümer efsanesi vardır. Dolayısı ile bu mitlerin Tevrat'ta yer alan metinlerin öncülleri olması kuvvetli bir ihtimaldir.

Bu mitlerden biri "Enmerkar ve Aratta Efendisi"dir. Uruk kralı Enmerkar şehrini dağların arkasında yatan zengin şehir Aratta'da bulunan değerli metal ve taşlarla süslemek ister. Aratta'nın tanrıçası İnanna, Enmerkar'a yardım eder ve ona Aratta'ya meydan okuyan bir haberci göndermesini öğütler. Karşılığında kraldan bir şey ister ve bu isteğin onun lehine olduğunu belirterek iddiasını güçlendirir.

Daha sonra Enmerkar, Nudimmud büyüsünü yaparak, krallar aralarında tartışabilsin diye Enlil'in tüm dilleri bir araya getirip tek bir dil yapmasını sağlar. Zamanında insanların konuştuğu tek dili çoğaltan ise tanrı Enki'dir.

İlgili tablet metni şöyledir:

Ona kutsal şarkıyı, odalarında söylenen büyülü sözü söyleyin - Nudimmud'un büyüsü: "Yılanın olmadığı, akrebin olmadığı, sırtlanın olmadığı, aslanın olmadığı, ne kurt ne de köpeğin olmadığı o gün,  ne korku ne de titreme olduğunda insanın rakibi yoktur! Böyle bir zamanda çok dilli Cubur ve Hamazi toprakları ve benim muhteşem dağım Sümer ve uygun olan her şeye sahip olan Akad ve güvenlik içinde dinlenen Martu toprağı - tüm evren, iyi korunan insanlar - hepsi Enlil'e tek bir dilde hitap etsinler! O günlerde hırslı bey, hırslı prens, hırslı kral Enki, Enki, hırslı bey, hırslı prens, hırslı kral, hırslı bey, hırslı prens, hırslı kral, Enki, bereketin beyi, doğru söyleyen bey, Yurdun bilge, anlayışlı beyi, tanrıların uzmanı, anlayışıyla anılan Eridug’un beyi, yerleştikleri sürece [insanların] ağızlarındaki dili değiştirdi ve bu yüzden insanlığın konuşması gerçekten birdir." [4][5]

Yani bu Sümer efsanesinde Tevrat'a geçen tema vardır, bir olan dillerin bozulması. Tek fark İbrahimi dinlerde bu dilleri bozarak çoğaltan tanrı iken, Sümer metinlerinde bu karakter tanrı değil Enki yani şeytandır.

Çerokiler de (Amerikan yerlileri) bu Sümer efsanesine benzeyen unsurlar içeren sözlü geleneğe sahiptir. Bir Kızılderili efsanesine bakarak bunu görelim:

Büyük suların ötesinde yaşadığımızda Çeroki kabilesine ait 12 klan vardı. Yaşadığımız eski memlekette ülke büyük sellere maruz kaldı. Bu yüzden bir konsey yaptık ve cennete kadar yükselen bir ambar inşa etmeye karar verdik. Ambar inşa edildikten sonra, tekrar seller geldiğinde kabilemiz dünyayı terk edip cennete (göğe) gidecekti. Büyük bir yapı inşa etmeye başladık ve en yüksek göklerden birine yükselirken büyük güçler tepeyi yok ederek yapının yüksekliğinin yaklaşık yarısına kadarını kestiler. Ancak kabile, can güvenlikleri için cennete uzanan yapıyı inşa etmeye tamamen kararlı olduğundan cesaretleri kırılmadı, tanrıların verdiği zararı onarmaya başladılar. Sonunda yüksek yapıyı tamamladılar ve kendilerini sellere karşı güvende gördüler. Ancak tamamlandıktan sonra tanrılar yüksek kısmı tekrar yok ettiler. Çerokiler hasarı [tekrar] onarmaya karar verdiğinde kabilenin dilinin karıştırıldığını veya yok edildiğini gördüler. [6]

Greko-Romen anlatısında Tartarus ve Gaia'nın birleşmesi sonucunda yaratılan, yılan ayaklı ölümsüz devler olan Gigant efsanesi bu öykü ile neredeyse aynıdır. Ancak objektif olarak kabul edilmelidir ki bu kültürlerin yakın teması söz konusu olduğundan duydukları efsaneyi Mezopotamya'dan Akdeniz'e aktarmış olmaları çok güçlü ihtimaldir.

Dünyanın en uzak köşelerinde bulunan paralel mitoslar ve esrarengiz yapılardan biri de Meksika'daki Büyük Cholula Piramidi'nin meşhur ikiz kulesidir.

Günümüze kadar keşfedilenler içinde hacim olarak en büyük piramit Meksika Vadisi'nde bulunur. Büyük Cholula Piramidi olarak bilinen bu muazzam piramit, Mezoamerikan tanrısı Tüylü Yılan, diğer adıyla Kuş-Yılan (Quetzalcoatl) ve yakınlarındaki esrarengiz Teotihuacan bölgesi ile yakından ilişkilidir. Bu yapı ve daha önce hakkında konuştuğum ziggurat, tasarımları açısından benzer olmasalar da mitolojik gelenekleri ve gizemli işlevleri açısından oldukça benzerdir.

Aztekler için Cholula Piramidi ve Teotihuacan kutsal hac yerleriydi. Aztek mitolojisine göre Quinametzin, önceki “Yağmur Güneşi” döneminde bölgede yaşayan devlerin bir ırkıydı. 3,7 metre uzunluğundaydılar ve hem Teotihuacan'ın hem de Cholula Piramidi'ni inşa edenler onlardı.

MS 16. yüzyıl Dominik rahiplerinden Diego Duran, eski bir Cholula rahibi tarafından kendisine iletilenler hakkında bir rapor yazmıştı. Yazdıklarına göre, güneş ilk doğduğunda karada devler vardı ve onları Güneş'e götürecek bir kule inşa etmeye karar vermişlerdi. Yaratıcı tanrı buna öfkelendi ve gökyüzü sakinlerini kuleyi yıkmaya ve devlerin ırkını dağıtmaya çağırdı.

Aztek mitolojisinde buna benzer başka bir efsane daha vardır. 7 dev, dehşet verici bir tufandan sağ kurtularak vadiye gelir ve tekrar böyle bir felaket olursa diye devasa bir piramit inşa etmeye çalışırlar. (aralarında Xelhua'nın da bulunur) Tanrılar buna öfkelenerek piramidin üzerine ateş topları fırlatır, birçoğunu öldürür ve böylece piramitin inşası da son bulur.

Tabi bu Mezo-Amerikan mitlerinin Tevrat-İncil metinlerini yansıtması, bunlarla paralellik göstermesi, onları ilk kaydedenlerin keşişler, katolik rahipleri ve misyonerler olmasından kaynaklanıyor da olabilir. Yani Aztek efsanelerini kaydeden Musevi ya da Hristiyan din adamlarının bu efsanelere eklemeler yapmış olabileceği çoğu kez tartışılmış bir konudur.

Bu Aztek efsanesine farklı bir bakış açısı kazandırabilmek için onunla paralellik gösteren yerlerle ilişkili isimlerin köken ve anlamlarına bakmak gerekir.

Cholula kelimesini Nahua*** dilinde "sığınak yeri" anlamına gelen Cholollan'dır kelimesinden gelmektedir. Teotihuacan kelimesi ise "İnsanların Tanrı Olduğu Yer" demektir.

Chimalpopoca metinlerinde, Teotihuacan ve Cholula ile ilişkilendirilen tanrı Tüylü Yılan'ın bir süre Dünya'da yaşadıktan sonra kız kardeşi olan bekâr rahibe ile birlikte içerek sarhoş olduğu, onunla çiftleştiği ve kutsal yükümlülüklerini ihmal ettiği anlatılır. Ertesi gün o ve ona tabi olanlar muazzam bir taş sandık dikerler. Tüylü Yılan bu sandığın içine uzanır, her yeri yeşim taşı ile kaplanır ve ateşe verilir. Külleri ve yüreği göklere yükselince sabah yıldızına yani Venüs'e dönüşür.

Antik Yunan'ın Gigant anlatısı, devlerin dağların tepesine devasa kayaları yığarak Olimpos'u yani gökyüzünü kuşatmaya çalıştıklarını anlatır.

Tüm bu benzerliklerin nasıl var olduğunun cevabı insanoğlunun göğe yüklediği kutsallıkta yatar. Gökyüzünün tanrıların ya da cennetin mekanı olduğu düşünüldüğünden bu kutsal alana erişme çabalarına yönelik hikayeler türetilmiş, yüksek yapılar inşa edilmiştir. Yani benzerliklerin asıl nedeni kolektif bilinçtir. Kimilerine göre ise bu benzerliklerin çok daha gizemli nedenleri vardır...

DİPNOTLAR
* Kur'an'da arşa istiva eden Allah gibi Yahve'de göktedir. Bu İbrahimi dinlerin geleneksel inancıdır.
** Bilinmeyen bir şeyin kökenini açıklayan bir mit türüdür.
*** Nahuatl, Meksika'da ve El Salvador'da Nahualar tarafından konuşulan bir dildir.

NUH TUFANININ KÖKENLERİ

Yazan: A.Kara

SÜMER VE BABİL TOPLUMLARINDA TUFAN EFSANESİ

Sümer'deki tufan mitosuna geçmeden önce konuya dair sık sık yöneltilen sorulardan birini açıklığa kavuşturmam gerek: "Tufan efsanesi yalansa neden birçok toplum bundan bahsetmiş?"

Bir toplumun sahip olduğu efsaneler ya benzer durumlarla karşılaşan topluluklarınkine benzeşen efsaneler üretmeleri yada farklı kültür ve uygarlıkların efsanelerinin yayılması yolu ile gerçekleşir. Yayılmadan kastım; Ticari amaçlı gidip-gelmeler, gezginler, gezici halk tiyatroları, göç ve istilalardır. Yayılmanın en basit örneği çoğu Babil tanrı ve tanrıçalarının antik Yunan ve Arap topraklarında bile var olmuş olmasıdır.

Yayılmaya bir diğer örnek Adapa efsanesini içeren tabletin Mısır'da ortaya çıkmış olmasıdır. Mısırlılar Adapa efsanesinin yazıldığı bu tableti kendi halklarına çiviyazısı öğretmek için topraklarına kadar götürüp muhafaza etmişler, bu yolla efsaneyi de kendi topraklarına taşımış oldular.

Yine arkeolojik keşifler sonrası Adapa tabletine benzer şekilde Gılgamış efsanesinin yazılı olduğu bir tablet bölümü de Mısır topraklarında bulunmuştur.

Dolayısı ile insanlar ne kadar uzun süredir dünya üzerinde yaşadığı ve benzer durumların kaç bin kez yaşanmış olabileceği düşünüldüğünde aynı yada benzer efsanelerin başka toplumlarda görülmesi onun gerçek olduğunun delili olamaz.

SÜMER TUFAN EFSANESİ

Tufan efsanesinin Sümer ve Babil toplumlarındaki biçiminin Dicle-Fırat vadisinde ortaya çıkışı, efsanenin bu bölgede oluşan su yükselmelerinin, ürünleri silip süpüren sellerin bir sonucu olarak ortaya çıktığı açıktır.

İbrani mitosundaki Nuh'un antik Sümerli tufan efsanesindeki kökeni M.Ö. 2900'lerde yaşamış olan Kral Ziusudra'dır (𒍣𒌓𒋤𒁺 zi-ud-su₃-ra₂). Ziusudra yada diğer adıyla Zin-Suddu, günümüzde Tell Fara olarak bilinen ve Fırat nehrinin kıyısında yer alan antik Sümer şehri Şuruppak'ın kralıdır. Sümer krallar listesine göre tufandan önceki son Sümer kralının oğludur. [1]

Sümer tufan efsanesini anlatan şiirin başında, kurulmuş olan 5 kent olan Eridu, Badtibira, Larak, Sippar ve Şuruppak'ın kuruluşları ele alınır.
Şuruppak, Uruk (Erek), Kiş ve diğer yerlerdeki tortul tabakaları geçmişte bu gölgede bir nehir taşkını yaşandığını göstermiş ve tortullar üzerinde yapılan radyokarbon çalışmaları MÖ 2900 tarihini vermiştir. [2] Yani Ziusudra'nın yaşadığı dönemde, yaşadıkları bölgede bir nehir taşkını gerçekleştiği, bunun da efsaneleştirilerek tanrıların temsilcileri olarak gördükleri kral Ziusudra üzerinden anlatıldığı açıktır. Bildiğiniz üzere eski toplumlara göre krallar tanrının yeryüzünde seçtiği yarı-ilahi kişilerdir.

Ziusudra'nın ilahi bir kişilik olarak öne çıktığı bu efsaneye göre tanrılar bir tufan göndererek insanları yok etmek ister. Ama gerekçelerinin ne olduğu yazılı değildir. Tanrıların bu kararını duyan su tanrısı Bilge Enki, yani şeytan, tanrılara saygı gösteren, hayvanlara merhamet eden ve kötülükten uzak duran Ziusudra'ya haber vererek onu tanrıların göndereceği bu yıkımdan kurtarmak ister. Sippar kentinin kralı Ziusudra'ya bir duvarın kıyısında durmasını söyler. Ziusudra bu duvarın dibinde beklerken tanrı Enki ona tanrıların göndereceği felaketi, insanlığı yok etmek istediklerini anlatmakla kalmaz, aynı zamanda tufandan kurtulmanın yollarını anlatır. Enki tıpkı İbrahimi dinlerdeki tanrı gibi tufandan kurtarmak istediği kuluna bir gemi inşa etmesini söyler. Hatta Musevi-Hristiyan teolojisindeki gibi; Tanrı, yani Enki, kurtarmak istediği bu ilahi kişiliğe geminin (ark) nasıl yapılacağını bile uzun uzun anlatır. Fakat tabletin bu kısımları kayıptır.

Tufan günü geldiğinde sel her yeri alt üst eder.

Sümer metinlerinde şöyle yazar:
Yedi gün (ve) yedi gece sürdükten sonra
Tufan ülkenin altım üstüne getirdi,
(Ve) büyük suların üzerindeki
fırtınalar koca kayığı bir o yana bir bu yana salladı durdu.
Göklere (ve) yere ışık saçan [güneş-tanrı] Utu göründü.
Ziusudra koca kayığının bir penceresini açtı,
Kahraman Utu ışınlarını dev kayığın içine getirdi.
Kral Ziusudra
Utu'nun önünde yerlere kapandı,

Sık sık gördüğümüz 7 rakamı bu efsanede 7 gün 7 gece söylemiyle karşımıza çıkar. Bu hem bir abartma sanatı hem de Sümer panteonunu oluşturan An, Enlil, Enki, Ninhursag, Nanna, Utu ve İnanna'ya atıftır.

Sel sona erip, Utu güneş ışıklarını dev kayığın içine gönderince Kral Ziusudra tanrılara kurbanlar sunar. Bir öküz ve bir koyun öldürür. Tabletteki hikaye, kralın ona sonsuz nefes vererek Dilmun diyarına götüren An ve Enlil'e secde etmesiyle devam eder:
Kral Ziusudra,
Anu'nun ve Enlil'in önünde yerlere kapandı,
Anu (ve) Enlil hoş davrandılar Ziusudra'ya,
Ona bir tanrı(nınki) gibi [sonsuz] yaşam verdiler,
Bir tanrı(nınki) gibi sonsuz soluk indirdiler onun için.
Sonra, kral Ziusudra'nın
Bitkiler dünyasının (ve) insanlığın soyunun adını sürdüren kişinin,
Karşı taraftaki ülkede, Dilmun ülkesinde, güneşin doğduğu ülkede oturmasını sağladılar.

Ziusudra'dan bahsederken eski dönem insanı için kralın ve kraliyetin kutsal görüldüğünden, kralların, tanrıların seçtiği yarı-ilahi kişiler olduğuna inanıldığından bahsetmiştim. Buradan yola çıkarak, bir nehir taşkınının efsaneleştirilerek dünyayı sular altında bırakan bir tufan anlatısına dönüşürken kralın neden bu anlatıya dahil olmuş olabileceğine dair şahsi görüşümü belirtmek istiyorum.

Fırat nehrinin ucu Basra Körfezi'ne kadar uzanır. Dolayısı ile nehir suları aşırı yükselir ve büyük çaplı bir baskın yaşanırsa, sel sularına kapılanları kurtarabilmeniz yada onların cesetlerini bulabilmeniz imkansızlaşır. Bildiğiniz üzere günümüzde bile bazı büyük sellerde sel sularına kapılan vatandaşlarımızı bulamıyor yada kilometrelerce uzakta, hatta bazen denizde buluyoruz.

Bu tufan efsanesinde Dilmun adlı, hayvanların birbirine zarar vermediği, hastalığın ve yaşlanmanın olmadığı saf ve aydınlık bir yer vardır. Hatta daha sonra bu efsaneyi türeten ve kendilerine uyarlayan Samiler, Dilmun için "ölümsüzlerin yaşadığı yer" derler. Yani tüm bunlara bakıldığında bu yer için bir cennet tasviri demek mümkündür.

Ziusudra'nın nasıl öldüğü şimdilik bilinmiyor. Fakat eğer nehir taşkınından kaynaklanan bu büyük selde kral Ziusudra'da ortadan kayboldu, sele kapılıp uzaklara sürüklenip boğularak can verdi ise, kralları kutsal gören bir halk doğal olarak buna da farklı anlamlar yüklemek ve olay hakkında inanışlar geliştirmek isteyecektir. İşte bu yüzden yarattıkları tufan efsanesine nehir taşkını sonrası ortadan kaybolan Ziusudra'yı eklemeleri ve onun seçilmiş biri olarak ölmediğini, tanrıların onu kurtarıp ödüllendirdiğini yazıp bu yolda inanışlar geliştirmeleri oldukça olası ve normaldir. 

BABİL TUFAN EFSANESİ

Gelelim bu efsanenin Babil toplumundaki yansımalarına.
Samilerin Sümer'i fethettikten sonra onların çivi yazılarını ve hikayelerini kendilerine uyarladığını ve bu Samilerin bir bölümünün Babil'i kurduğunu biliyoruz. Babil'in güneyinde Arap toprakları, batısında Mısır, Libya, doğusunda Elam ve Persler, kuzeydoğusunda Harran, Ninova, Erbil ve kuzeyinde Kilikya, onun biraz daha kuzeyinde Kapadokya yer alır. İşte Samilerin Sümerlerden alarak kendilerine uyarladığı ve efsane bir süre sonra bu bölge ve topluluklara yayılmaya başlamıştır. Antik Babil tüm bunların ortasında bulunur.

Gılgamış destanı, destanın ana kahramanı Gılgamış'ın maceralarını anlatır. Babil tufan efsanesinin Gılgamış destanı ile birleştirildiği görülür. Dolayısı ile Babil tufan efsanesi Gılgamış ve onun can yoldaşı Enkidu ile ilişkilidir.

Babil mitolojisinde sık sık ölüm ve hastalıktan kaçmanın yani ölümsüzlüğün arayışı teması işlenir. Sümer mitolojisinde neredeyse hiç karşılaşılmayan bu durumun Samilerde görülmesi, onların ölüm gerçeğine daha fazla odaklandığını gösterir.

Gılgamış'ın dostu Enkidu ölünce, Gılgamış ölüm gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalır. İşte tufan efsanesinin başlangıcını da bu oluşturur. Dostunun ölümü için yas tutan Gılgamış bir gün kendinin de öleceğini anlayarak korkuya kapılır. Şöyle der:
"Ölünce Enkidu gibi olmayacak mıyım? Karnıma acı girdi. Ölüm korkusuyla bozkırda başıboş dolaşıp durmaktayım" [3]

Gılgamış ölümsüzlüğe ulaşabilmek için ölümden kurtularak ölümsüz olabilmiş bir atasını, Utnapiştim'i
bulmaya karar verir. Utnapiştim, Sümer tufan mitosundaki Ziusudra'nın Babilonyalı karşılığıdır.
Fakat yolculuğun tehlikeli olduğu hakkında kendisine uyarılar da bulunulsa da Gılgamış'ın ölüm korkusu ve ölümsüzlük isteği daha ağır basar.

Gılgamış ölüm sularını ve Maşu dağlarını aşar; ki bunu daha önce başarabilen tek varlık Güneş-tanrı Şamaş'tır. Gılgamış, Utnapiştim'e ulaşınca ona nasıl ölümsüz olduğunu sorar. Hatırlayın, Sümer mitosunda tufandan kurtulan Ziusudra'ya da ölümsüzlük verilmiş-ölümün ve hastalığın olmadığı Dilmun'a yerleştirilmişti.

Ölümsüzlüğün sırrını soran Gılgamış'a, atası Utnapiştim tanrıların ölümsüzlüğü yalnızca kendilerine ayırdığını yani insanlara vermediği söyleyince Gılgamış ona "o halde sen ölümsüzlüğü nasıl elde ettin?" diye sorar. Bunun üzerine Utnapiştim anlatacağı şeyin gizli bir bilgi, tanrılara ait bir sır (giz) olduğunu belirterek tufan efsanesini anlatmaya başlar.

Utnapiştim, kendisinin Şuruppak kentinden olduğu söyler. İnsanları çamurdan ve ilahi kandan yaratan tanrı Ea'nın ona kamış kulübesinin duvarından seslenerek insanlar çok ses çıkardığı için Enlil'in onları öldürmeye karar verdiğini, tanrıların tufan göndereceğini haber verdiğini açıklar. [5][6] Ea, Sümer tanrısı Enki'nin Babil varyantıdır.

Tufanı açıklayan Ea, Utnapiştim'e bir tekne yapmasını ve yaşayan tüm canlıların tohumunu bu geminin içine koymasını söyler.

Utnapiştim, Ea'ya tüm bu yapacaklarını kendi hemşerilerine nasıl açıklayacağını sorar. Ea'nın önerisi üzerine halkına Enlil'in nefretini üzerine çektiğini, bu yüzden onun ülkesinden sürgün edildiğini söyler ve bu yüzden tanrı Ea ile birlikte kalmak için derinliğe ineceğini belirtir.
Halkına Enlil tarafından lanetlendiğini, öfkesinin hedefi olduğunu söylediğinden onlara aynı zamanda şehri terk ettiğinde Enlil'in onlar üzerine bolluk-bereket göndereceğini söyler. Bu açıklamalarıyla tanrıların gerçek niyetini de halktan gizlemiş olur.

Utnapiştim küp şeklinde bir gemi (ark) inşa eder ve Ea'nın talimatlarını uygulamaya koyulur. Tablette şöyle yazar:

(Sahip olduğum her şeyi) gemiye yükledim;
Sahip olduğum gümüşün hepsini ona yükledim ;
(sahip olduğum ) altının hepsini ona yükledim;
Sahip olduğum tüm canlı varlıkları (yükledim ) ona.
Tüm ailemi ve akrabamı gemiye yolladım.
Kırın hayvanlarını, kırın yabanıl varlıklarını,
Tüm zanaatçıları tekneye yolladım. [4]

Babil'de fırtına tanrısı Adad, yeraltı tanrısı Nergal'dır. İştar'ın kışkırtmasıyla insanları yok etmeye karar veren tanrılar tufanı başlatır. Fırtına tanrısı Adad gürleyip yeraltı tanrısı Nergal göklerdeki okyanusun sularını tutan sütunları yıkınca tufan başlar. Anunnaki tanrıları meşalelerle ülkeyi ateşe verir. Yaşanan durum karşısında tanrıların bile dehşete düştüğü, tıpkı ürkek köpekler gibi göğün duvarının dibine sindikleri anlatılır:

Sabah erkenden, şafak vakti ufuktan kara bir bulut yükseldi.
Hava korkunçtu.
Utnapiştim tekneye bindi ve tekneyi ve içindekileri girişi mühürleyen tekne kaptanı Puzurammurri'ye emanet etti.
Gök gürültüsü tanrısı Adad bulutun içinde gürledi ve fırtına tanrıları Sullar (Shullat yada Shullar) ve Haniş (Ḫanish) dağların ve karanın üzerinden geçti. [7]
Erragal bağlama direklerini çıkardı ve bentler taştı.
Anunnaki tanrıları toprakları yıldırımlarıyla aydınlattı.
Her şeyi karanlığa çeviren Adad'ın eylemleriyle şaşkınlık yaşandı. Arazi bir çömlek gibi paramparça oldu.
Gün boyu güney rüzgarı hızla esti ve su saldırır gibi halkı ezdi.
Kimse arkadaşlarını göremedi. Seldekiler birbirlerini tanıyamadılar.
Tanrılar selden korktular ve Anu cennetine çekildiler. Duvarın dibinde yatan köpekler gibi korktular.
İştar, doğum yapan bir kadın gibi çığlık attı.
Tanrıların Hanımı eski günlerin çamura döndüğünü feryat etti, çünkü "Tanrılar Meclisi'nde kötü şeyler söyledim, denizi balık gibi dolduran halkımı yok etmek için bir felaket emrediyordum." dedi.
Diğer tanrılar da onunla ağlıyordu ve kederle hıçkıra hıçkıra oturdu, susuzluktan dudakları kavruldu.
Sel ve rüzgar altı gün altı gece sürdü ve araziyi dümdüz etti.
Yedinci gün fırtına doğum yapan bir kadın gibi dövünüyordu.

Tablet metninde İştar'ın dövünüp pişman olduğunu yazıyor. İştar Venüs gezenidir. Venüs, Güneş doğmadan hemen önce yada sonra görünür. Bu hareketlerinden dolayı Venüs gezegeni ve onunla ilişkilendirilen birçok tanrı-tanrıça felaketin habercisi olarak görülmüştür. Tabletteki metinde tufanın "sabah erkenden, şafak vakti" başladığı yazar. Bu da yaşanan büyük çaplı nehir taşkınının Güneş battıktan hemen sonra gökyüzünde görülen Venüs yani İştar ile ilişkilendirildiğinin kanıtıdır.

Şuruppak, Uruk, Kiş ve diğer yerlerdeki tortul tabakalarının geçmişte bu gölgede bir nehir taşkını yaşandığını gösterdiğini ve radyokarbon testleri yapılan tortulların MÖ 2900'e tarihlendiğini belirtmiştim. [2] İşte Şuruppak ve çevresinde yaşanan nehir taşkını muhtemelen sabah yıldızı Venüs göründükten sonra yaşanmış olmalı ki insanlar bu taşkınla İştar'ı ilişkilendirmiş ve onun tanrıları kışkırttığını düşünmüşler. Daha sonra bu yaşananları 1'i 40 yaparak, abartılı bir hikayeye dönüştürerek Gılgamış Destanı'na dahil etmişlerdir.

Babil mitosunda anlatılan tufan 6 gün 6 gece sürer ve bu süre boyunca fırtına ortalığı darmadağın eder. 7.gün geldiğinde fırtına yatışınca (7.günün ve 7.nin kutsallığı) Utnapiştim gemisinden dışarı bakar, her yer dümdüz olmuş ve tüm insanlar balçığa dönüşmüştür. Gemi Nisir dağında karaya oturduktan sonra 7 gün daha bekleyen Utnapiştim bir kumru gönderir. Kumru konacak yer bulamayıp dönünce kırlangıç yollar fakat o da dönünce bu sefer kuzgun gönderir. Yiyecek bulan kuzgun tekrar geri dönmeyince Utnapiştim gemideki herkesi (hayvanları ve akrabalarını) dışarı bırakır, akabinde tanrılara kurban sunar, buhur yakar. Ateşe verilen kurbanın hoş kokusu alan tanrılar kurbanın üzerine tıpkı sinekler gibi üşüşürler.

Yani günümüzdeki "adak" inancına benzer şekilde felaketten canlı çıkan Utnapiştim kan akıtıp tanrısı için kurban kesmiştir. Günümüzde bile bu gelenek devam etmekte ve kesilen adak ile tanrıdan korunma, bereket veya yardım istenir. Kurban'da da asıl maksat kan akıtmaktır, kökeni ve özü budur. Buhur'un bunlardan farkı ise kurban verilen hayvanın etinin yakılmasıdır. Bu uygulamayı İbrahimi dinler arasında en çok Musevilikte görürüz.

Tufan efsanesine geri dönersek, gemidekiler dışarı çıktıktan sonra yaşananlar tablette şöyle anlatılır:

O bir koyun kurban etti ve dağlık bir Zigguratta buhur sundu, buraya 14 kurbanlık kap koydu ve ateşe saz, sedir ve mersin döktü.
Tanrılar kurbanlık hayvanın tatlı kokusunu kokladılar ve kurbanın üzerine sinekler gibi toplandılar.
Sonra büyük tanrıça geldi, sineklerini (boncuklarını) kaldırdı ve dedi:
"Tanrılar, tıpkı boynumdaki bu lapis lazuli'yi (muskayı) unutmadığım gibi, bu günleri de düşüneceğim ve onları asla unutmayacağım! Tanrılar kurban adağına gelebilir. Ama Enlil gelemez, çünkü o sel oldu ve [sonuçlarını] düşünmeden halkımı yok etti. "
Enlil geldiğinde kayığı gördü ve İgigi tanrılarına öfkelendi. "Canlı nereden kaçtı? Hiçbir insan yok oluştan hayatta kalamaz!" Dedi.
Ninurta, Enlil'le konuştu ve "Böyle bir şeyi Ea'dan başka kim yapabilir? Tüm planlarımızı bilen Ea'dır." dedi.
Ea, Enlil'le konuştu ve "O sendin, Tanrıların Bilgesi. Düşünmeden nasıl bir sel meydana getirebilirsin?"
Ea daha sonra Enlil'i aşırıya kaçan bir ceza göndermekle suçlar ve ona şefkat ihtiyacını hatırlatır.
Ea tanrının gizli planını Utnapiştim'e (Atrahasis) sızdırdığını reddeder, ona sadece bir rüya gönderdiğini kabul eder ve Enlil'in dikkatini sel kahramanına çevirir.

Daha sonra Ea, Enlil ile Utnapiştim ile ailesi için aracılık eder. Siniri yatışan Enlil Utnapiştim ile karısının canlarını bağışlamakla kalmaz, aynı zamanda onları kutsayarak ölümsüzlük bahşeder. Fakat onların uzakta, ırmakların ağzında oturmalarına karar verir.

İşte Sümer kökenli olan ve Babil toplumu tarafından değiştirilerek daha da detaylandırılan bu tufan efsanesi çevre bölgelerdeki topluluklarca tekrar elden geçirilerek dinlerinde ve kutsal olduğunu iddia ettikleri kitaplarında yer almıştır. İbrahimi dinlere geçen bu efsane Musevilik'ten Hristiyanlık ve İslamiyet'e geçmiştir. İbrahimi dinler içerisinde bu efsaneyi duyup derleyen ve kendi dinlerine entegre eden Museviler, baş roldeki Ziusudra yada Utnapiştim yerine dinlerinin en büyük peygamberi olarak gördükleri Musa'yı yerleştirmiştir. Tevrat'a taşınan bu efsane daha sonra Kur'an'da yer almıştır.

Dinlerin "eskilerin masalları" olduğunu görmek istemeyen bir grup insan "Allah ker topluma bir peygamber gönderdi" yada "İşte bunlar İslam'ın o dönemde de var olduğunun fakat bozulduğunun göstergesidir" deseler de ortada ne 124.000 peygamber veya "her topluma bir peygamber" iddiasını doğrulayacak bir belge ne de "İslam'ın ve peygamberlerin o dönemde de var olduğu ve Allah'ı tebliğ ettiğine dair" en ufak bir iz bulunmamaktadır. Görüldüğü üzere İbrahimi dinlere taşınan Sümer-Babil mitlerinin asıl sahibi olan topluluklar çok tanrılıdır. Yaşadıkları bölgeden binlerce tablet, kap-kaçak, kabartma vb. arkeolojik kanıt çıkmıştır. Fakat 1 tanesinde, yalnızca 1 tanesinde bile "bir peygamberin gelip "İslam'ı yada Allah'ı tebliğ ettiğine" dair bir bulgu-metin yoktur.
Hepsine din-peygamber gitmiştir de hepsi mi bozulmuştur? Bu iddianın delili nedir? Bu topraklardan çıkan binleri aşkın antik eserde bira tarifinin, bebeklere okunan ninnilerin anlatıldığı tablet bile çıkarken neden hiçbirinde Allah-Rab-Yahve, İsa, Musa, Davud yada İslam yoktur ?!

Kendinizi kandırmayın, kendinize karşı dürüst olun. Olmasını istediğiniz şeyleri uydurup "bu böyledir" deyip gözünüzü gerçeklere kapayarak körü körüne inanmak yerine yüzünüzü gerçeğe dönmenizi tavsiye ederim.