HABERLER
Dini Haber
sümer mitolojisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sümer mitolojisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ESKİ MEDENİYETLERDE BÜYÜ VE BÜYÜCÜLÜK |1

BÜYÜ İNANIŞI, TÜRLERİ ve
ANTİK TOPLUMLARDA BÜYÜ |1

Büyü, doğal veya doğaüstü varlıkları, güçleri kontrol veya manipüle ettiği söylenen inançların, ayinlerin veya eylemlerin uygulanmasıdır. 
Büyüyle uğraşan kişilere ya büyücü ya da cadı denmiştir. Tarih boyunca zaman zaman büyü ve büyücülüğe dair çağrışımlar olumludan olumsuza değişse de, sihir günümüzde birçok kültürde önemli bir dini role sahiptir ve bazılarınca tıbbi çare arayışında bile büyüye başvurulmaktadır". [1][2][3][4]

Batı kültüründe sihir, ötekiler yani yabancılar  ve ilkellikle ilişkilendirilmiş ve bunun "kültürel farklılığın güçlü bir göstergesi" olduğu düşünülmüştür. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Batılı entelektüeller sihri ilkel bir zihniyetin işareti olarak görerek onu marjinal olmaya çalışan insan gruplarına atfettiler. [5][6][7][8]

Modern okültizm ve Neopagan dinlerinde büyü yaptığını iddia eden pek çok sihirbaz ve cadı düzenli olarak sihir yapmış [10] ve sihri kişinin iradesinin gücüyle fiziksel dünyada değişim yaratma tekniği olarak tanımlamıştır. Bu tanım etkili bir İngiliz okültist olan Aleister Crowley (1875-1947) tarafından popüler hale getirilmişti ve o andan itibaren Vika, LaVeyan Satanizmi ve Kaos büyüsü uygulayıcıları onun bu görüşünü benimsemişti.

Dünyadaki büyü inanışlarına bakıldığında 3 büyü türü önümüze çıkar: Kara, Ak ve Gri Büyü.
Kara büyü bencil, zararlı veya kötü amaçlar için, Ak büyü büyünün daha çok başkasına yardım amacıyla, iyi niyetle kullanılması olarak anlaşılmıştır. [11][4]
Sol elin geçmişten bu yana şeytanla, kötülükle, sapkınlıkla ilişkilendirildiğini biliyoruz. İşte büyü de de sol el kara büyünün, sağ el ise iyiliksever ak büyünün alanıdır.
Phil Hine şöyle der: "Okültizmin diğer birçok yönü gibi, 'kara büyü' olarak adlandırılan şey, büyük ölçüde tanımlamayı kimin yaptığına bağlıdır." [12] Aslında bu sözü çok doğrudur çünkü kara büyü yapan biri de bunu kendinin yada bir başkasının iyiliği için yaptığını düşünüp aslında yaptığının kötü bir büyü olmadığını düşünebilir.
Nötr büyü olarak da adlandırılan gri büyü ne özellikle yararlı nedenlerle ne de tamamen düşmanca uygulamalara odaklanmayan bir sihirdir. [13][14]

Tarihçiler ve antropologlar yüksek sihirle uğraşan uygulayıcılar ile düşük büyüyle uğraşanlar arasında ayrım yapmışlardır. Çünkü yüksek sihir, uzun ve ayrıntılı törenler ile sofistike ve bazen pahalı gereçler içeren daha karmaşık bir büyü türü olarak görülür. Düşük büyü ise köylülerle [16] ve daha kısa süren, sihirli olduğuna inanılan sözlerin söylendiği basit ayinlerle ilişkilendirilmiştir. [15]

Mezopotamya'da kötülüğe karşı koymak ve şifa bulmak amacıyla büyüye farklı biçimlerde başvurulmuştur. Mezopotamya'daki savunma amaçlı yapılan meşru büyüye Akad dilinde Aşiputu, Sümer'de ise Maşmaşutu denirdi. Bunlar belirli gerçeklikleri değiştirmeyi amaçlayan büyü ve ayinlerdi.
Eski Mezopotamyalılar sihrin iblislere, hayaletler ve kötü büyücülere karşı geçerli tek savunma aracı olduğuna inanıyorlardı. [17] Onlara zulmettiğine inandıkları ruhlara karşı kendilerini savunmak için bu kötü güçleri durdurması umuduyla kişinin mezarına kispu denilen sunular bırakılırdı. [18] Eğer verdikleri sunu bir işe yaramazsa bazen ölen kişinin bir heykelciğini yapıp onu toprağa gömer ve tanrılardan kötü ruhu yok etmelerini ya da kişiye musallat olmayı bırakmaya zorlamalarını talep ederlerdi. [19]

Sümer dininde büyü, muska, nazar, lanet gibi ögeler ön plandaydı. İnsanların korktuğu tanrıları ve onların lanetleri karşısında tanrıları sakinleştirmeyi, memnun etmeyi, insan üstü varlıklarla iletişime geçerek kehanet, sihir, büyü, şifa, fal, yazgı gibi konulara hakim olmaları nedeni ile rahiplere büyük saygı duyulurdu.
Kendilerini lanetleyebilecek kötü büyücülerden korunmak için sihre başvuruyorlardı. Antik Mezopotamya'da kara büyüye karşı kendini savunmak için karşıdaki kişi ile aynı tekniklerin kullanıldığı görülür. Fakat lanetlemeye yönelik kara büyüler gizlice uygulanıyorken kendini başka bir büyü yada büyücüye karşı savunma amacıyla yapılan büyüler açıkta, izleyici önünde yürütülüyordu.
İnanışlarında büyücüyü cezalandırmak için yapılan Maklû yada "Yakma" olarak bilinen dini törene başvurulurdu.
Bu uygulamada büyücülükten muzdarip olan kişi, büyücünün bir heykelciğini yapar ve geceleri onu yargılamaya başlar. Daha sonra eğer büyücünün suçlarının niteliği belirlenebilirse büyücünün heykelciği yakılır ve böylece büyücünün gücününün kırılacağına inanılırdı. [20]

Sümerlerde ise "bağı" adı verilen kara büyünün kasten yapılması büyük bir kötülük olarak görülür ve büyüye maruz kaldığını iddia eden kişi kendine yapılan büyüyü yalnızca rahiplerin kehanetleri ile öğrenebilirdi. Eğer kara büyü tespit edilirse bunu yok etmek için ak büyüye başvurulur, kara büyüyü bozma girişiminde kötü güçlere maruz kalmamak için evin belli noktalarına büyülü metinlerin yazılı olduğu tabletler konurdu. [46]

Mezopotamyalılar kendilerini bilmeden işlenen günahlardan arındırmak için de büyülü ayinler yapardı. [20] "Maklu" adını verdikleri dini törende büyücü, kişiyi tüm günahlarından arındırmak için onları bir hurma şeridi, soğan ve bir tutam yün gibi çeşitli nesnelere aktararak yakardı. [21] İnanışa göre böylece bilmeden işlemiş olabileceği tüm günahlardan arınacaklardı. Bu, Yahudilerin Yom-Kippur adlı kefaret gününde başları üzerinde tavuk çevirerek günahlarını ona aktardıklarına inandıkları Kaparot ayinine oldukça benzemektedir. Eski Mezopotamya toplumlarının din ve uygulamaları daha sonraları onları putperest olarak yaftalayan İbrahimi dinlerde farklı isim ve uygulamalar altında yaşamaya devam etmiştir.

Şurpu adı verilen yalatma yöntemi ile büyü bozmaya başvurulur, hastalıkları ortadan kaldırması için tanrılara kurban verilen ayinler düzenlenirdi. [36] Yani kurban, adak gibi uygulamalar ve kendisi için kan akıtılmasını isteyen ilahlar düşüncesi Sümer dininin ayrılmaz parçalarındandı.

Başvurdukları şeylerden biri de aşk büyüsüydü. Bu tür büyülerle bir kişinin başka bir kişiye aşık olması, bitmiş olan sevgiyi yeniden kazanması veya erkeğin ereksiyon problemine çözüm getirmesi hedeflenirdi. [22] Bir adamı koruyucu tanrısı ile veya bir kadını onu ihmal eden kocası ile uzlaştırmak için de büyüye başvurulurdu. [23]

Sümer rahibelerinin doğum yapan kadınları kötü varlıklardan koruduğuna inanılır ve bu rahibe sınıfı aynı zamanda büyücü olarak kabul edilirdi. 

Mezopotamya'dan rasyonel bilim ile büyü arasında hiçbir ayrım yoktu. [24] Biri hastalandığında doktorlar hem okunacak sihirli sözlere hem de tıbbi tedaviye başvururdu. Çoğu ayin, büyülü sanatlarda uzman olan, Aşipu (āšipu) adı verilen kişiler tarafından gerçekleştirilirdi. [30][31][32] Bu meslek genellikle nesilden nesile [25] aktarılır ve son derece yüksek saygı görürdü. Bu yüzden genellikle krallara ve büyük liderlere danışman olarak hizmet ederlerdi. Fakat Aşipular sadece birer sihirbaz değil aynı zamanda doktor, rahip, yazıcı ve bilgin olarak da hizmet ederdi. [26]

Tanrı Ea ile bağdaştırılan Sümer tanrısı Enki bile sihir ve büyülü sözlerle yakından ilişkiliydi. [27] Büyü uygulayıcısı olan Aşipu'ların koruyucu tanrısıydı ve tüm gizli bilginin nihai kaynağı olarak kabul edilirdi. [28][33][34] Mezopotamyalılar ayrıca talep edildiğinde bazı alamet ve kehanetlere ulaşabileceklerine inanıyor ve alametleri daima son derece ciddiyetle alıyorlardı. [29]

Mezopotamya'da kötülüğün nedenleri ve bunun nasıl önleneceği konusunda "büyü kasesi" veya "sihirli kase" adı verilen koruyucu yöntemlere başvurulduğu görülür. 6-8. yüzyıllar arasında oldukça popüler olan bu kaseler Orta Doğu'da, özellikle Yukarı Mezopotamya ve Suriye'de üretilirdi. [35] Yüzüstü gömülen bu kaselerle iblisleri yakalamak hedeflenirdi. Bunlar genellikle eşiğin altına, avlulara, yeni ölenlerin evlerinin köşelerine ve mezarlıklara yerleştirilirdi. [37] Büyü kaselerinin bir alt kategorisi, Yahudi ve Hristiyanların büyüde kullandıklarıdır. Aramice dilindeki büyülü kaseler Yahudilerin büyü uygulamaları hakkında önemli bir bilgi kaynağıdır. [38][39][40][41][42]

Hititlerde de büyü ayinleri oldukça yaygındı. Büyü içeren törenleri sadece tapınak ve kutsal alanlardaki ibadetlerle sınırlı değildi. Hitit metinleri şifa ve korunma amaçlı birçok büyü hakkında bilgiler verir. [51] Hititler de Tıpkı Sümer'de olduğu gibi kötü cinleri, hastalıkları kovmak için büyüye başvururdu fakat bu büyüleri ya kişinin evinde yada yerleşim alanlarının dışında, uzakta yaparlardı. Kişinin saflığını kaybetmesi, cinler, hayaletler, iftira, büyü, kirli nesnelere dokunma ve tanrıların öfkelenmesi gibi nedenlerden ötürü hastalandığına yada talihinin ters gittiğine inanılıyordu. Tanrıların öfkesini bastırmak için kan dökülmesi gerekse de dökülen kanın aynı zamanda evi kirlettiği ve törensel bir arınmaya ihtiyaç duyduğu düşünülürdü.
Ritüeller Sümer lologramlarının geleneksel çevirisini kullanan şifacılar tarafından idare edilirdi. Büyü törenlerinde "Yaşlı Kadın" adı verilen uzman kadınlar yada "kahin" ler olan erkekler önemli rol oynardı. [55]

Hititlerin büyü ayinlerinin genel öğretileri arasında sembolik eylemler bulunur. Tanrılar yardım için çağrılırken ayinin hedefindeki kişi genellikle saflığın simgesi olan su, yağ yada gümüş kullanılarak arındırılır. Kişinin hastalığı veya kirliliği figürlere yada doğrudan hayvanlara temas yoluyla aktarılarak onları taşıyıcı konumuna getirir. Daha sonra kötülüğü içinde taşıyan bu figür yada hayvanlar bulundukları bölgeden uzaklaştırılır.

Bir Hitit büyü ayininde kişiyi etkileyen kötülüğün bir fareye nakledildiği anlatılır. Kötülüğe maruz kalan kişinin sağ eline ve ayağına ip ve kalay iliştirildikten sonra kalay alınır ve tekrar iple fareye bağlanır. Ardından büyüyü yapan kişi fareyi kovalarken onu iki cine havale eder ve şöyle der:
“Kötülüğü onlardan aldım, onu bir fareye sarmaladım. Bu farenin onu dağlara, derin vadilere ve uzun yollara götürmesine izin ver! ... Zarniza, Tarpatašša onu sen al!” [56]

Antik Yunanda büyücüler, Perslerde ise Magi rahipleri denen sihirbazlar yalnızca sırların bilgeliğe sahip kişiler olarak değil, aynı zamanda matematik ve kimya gibi çeşitli alanların efendileri olarak görülüyorlardı. Büyücüler ölüm, kehanet ve kara büyü ile ilişkilendirildiğinden şüphesiz onlardan korkuluyordu ve genellikle toplumun daha uç noktalarında yaşıyor ve hayatlarını sadakalarla sürdürüyorlardı.

Yunan mitolojisinde büyü, Hermes, ay ve büyücülük tanrısı Hekate, Orfeus, büyülü bitkiler, iksirler konusunda uzman olan ve Odisseus'un Hades'in hayaletlerini çağırmasına yardım eden Helios'un büyücü kızı Kirke gibi figürlerle ilişkilendirilmiştir. Sihirli iksirler ve lanetlerle ilgili bol miktarda efsane bulunur. Örneğin, Nessos adlı sentor (yarı at-yarı insan) ölürken akan kanından Herkül'ün karısı Deianeira'ya verir ve sevgilisi ona ihanet ederse kullanmasını, bunun bir aşk iksiri olduğunu, eğer Herkül'ün giysisine bu kanı sürerse ona yeniden aşık olacağını söyler. Fakat bu kanın içine Hydranın zehirli salyası karışmıştır. Herkül yanında İole ile birlikte gelince kıskançlık krizine giren Deianeira kendine söylenenleri yaparak kana buladığı gömleği kocası Herkül'e verir ve Herkül onu giyer giymez yanmaya başlar ve korkunç bir şekilde can verir. [9]

Yönümüzü Mısır'a çevirirsek; Heka ile kişileştirilen Büyü eski Mısır din ve kültürünün ayrılmaz bir parçasıydı. Tüm bunları bizzat Mısırlılar tarafından yazılıp günümüze ulaşan metinlerden biliyoruz. [43]

Kıpti terimi olan "hik", dinsizlik ya da yasadışılık anlamına gelmeyen ve Eski Krallık'tan Roma dönemine kadar kullanılan, firavunlara ait "heka" teriminin torunudur. [44] Ahlaki açıdan tarafsız kabul edilen heka, hem yabancıların hem de Mısırlıların uygulama ve inançlarında yer edindi.
Merikare Talimatları heka'nın vakıaları savuşturacak silahlar olmak üzere yaratıcının insanlığa armağan ettiği bir iyilik olduğunu bildirir. [45]

Mısır'da sihir, hem okur-yazar rahip hiyerarşisi hem de okuma yazma bilmeyen çiftçiler ve çobanlar tarafından uygulanırdı ve heka ilkesi, hem tapınaklarda hem de özel ortamlarda tüm ayinlerin temelini oluşturuyordu. [47]

Heka'nın temel ilkesi kelimelerin bir şeyleri var etme gücüne odaklanır. [48] Karenga, yaratıcının dünyayı var etmek için kullandığı birincil araç olarak kelimelerin temel gücünü ve ontolojik rolünü açıklar. Çünkü antik Mısır insanı tanrılarla aynı ilahi doğayı ve onların görüntüsünü (snnw ntr) paylaştığına inandığından tıpkı tanrıların yaptığı gibi kelimeleri yaratıcı bir şekilde kullanma gücüne sahip olduklarını düşünmüşlerdir. [50]

Mısır'ın Beşinci Hanedanlığının son firavunu olan Unas piramidinin iç duvarları, dikey sütunlar halinde yerden tavana uzanan yüzlerce büyülü yazıtla kaplıdır. Bu yazıtlar Piramit Metinleri olarak bilinir ve Öbür Dünyada hayatta kalabilmek için firavunun ihtiyaç duyduğu büyüleri içerir. Fakat Piramit Metinleri kesinlikle yalnızca kraliyet soyu içindi ve büyüler, büyülü sözler sıradan kişilerden gizli tutulurdu. Birinci Ara Dönem'in kaosu ve huzursuzluğu sırasında mezar soyguncuları piramitlere girerek büyülü yazıtları gördüler. Böylece halk büyüleri öğrenmeye başlayınca Orta Krallık’ın başlangıcında halk kendi tabutunun kenarına benzer yazılar yazmaya başladı ve bunu yapmanın öbür dünyada onların hayatta kalmasını sağlayacağını umdular. Bu yazılar Tabut Metinleri olarak bilinir. [47] [48][49]

Mısırlıların "Meket"dediği muskalar (tılsım) hem yaşayanlar hem de ölüler arasında yaygındı. [52][48] Bunları kötülüklerden korunma ve "evrenin temel adaletini yeniden teyit etme" aracı olarak kullanıyorlardı. [53] Bulunan en eski muskalar hanedanlık öncesi Badâri Dönemi'ne aittir ve bu muskalar Roma dönemine kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. [54] Yani Arapların İslam'a entegre ederek boyunlarına asmaya başladığı ve toplumumuzun da uygulamaktan geri kalmadığı muskaların temeli aslında antik Mısır ve Sümer dinlerine dayanır.

SÜMER-BABİL TOPLUMLARINDA VE İSLAM'DA CİNLER

Hazırlayan: A.Kara


ANTİK SÜMER-BABİL TOPLUMLARINDA VE İSLAM'DA CİNLER


Sümer topraklarına, kültür ve dinlerine sahip olmuş olan Samilerin, onların efsane ve inanışlarından hiçbirini benimsemediğini düşünmek doğru olmayacaktır. Kurulan her Sami devletinin Sümer dininden ögeler edindiği ve kendine uyarladığı bulunan arkeolojik keşifler ile ispatlanmıştır.
Cin inanışı da bunlardan biridir. Bu bağlamda önce Sümer-Babil toplumlarında cinlere dair anlatılara, onlardan ne şekilde bahsedildiğine sonra da bu inanışların Arap coğrafya ve dininde nasıl yer edindiğine hadisler üzerinden bakacağız.

Sümer mitolojisinde Galla adlı cinlerin ismi İnanna ve Dumuzi mitosunda sıkça geçmektedir. Bunlar insanları yer altına çeken, yedi rakamı ile tanımlanan, şekil değiştirebilen kötü cinlerdir. İnanna-Dumuzi efsanesinde Dumuzi'yi yer altına çekenler de Galla adlı bu cinlerdir. [19] Sümer tabletlerinde onların yiyip içmedikleri ve sevgi barındırmadıklarına vurgu yapılır. [20]

Enki, yer altına inip orada esir kalan doğurganlık tanrıçası İnanna'yı kurtarmak için tırnaklarının dibindeki pislikten kurgarru ve kalaturru adında varlıklar yaratır ve bu varlıkları yer altı dünyasına, İnanna'nın yanına gönderir. Yani Enki cinleri kirden yaratmış ve onları cehennem ile ilişkilendirilen yer altı dünyasına göndermiştir. Onların yaratılışındaki bu kir ögesi Arap dinindeki "cinlerin azığı (yiyeceği)" konusu ile oldukça ilişkilidir.

İnanna'nın yer altına inişinin anlatıldığı mitosa göre İnanna cinler tarafından kurtarılıp yeryüzüne çıktığında etrafı cinlerle sarılmış durumdadır. Yeryüzüne dönmüş olan İnanna'nın anlatısında cinlerden nasıl bahsedildiğine bakalım:
İnanna ölüler diyarından çıktı;
İnanna ölüler diyarından çıkınca,
Ulağı Ninşubur ayaklarına kapandı,
Yerin dibine girdi, çaputlara büründü.
Cinler kutsal inanna’ya şöyle dediler:
“Ey inanna kentinin önünde bekle, onu sana getireceğiz” [8]

Tıpkı orta doğu dinlerinde Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar getiren cinler gibi, Sümer dininde de cinler diğer varlıkları başka yerlere götürebilmektedir. Öyle ki cinler, İnanna'nın huzuruna çıksınlar diye diğer tanrıları İnanna'nın ayağına getirirler.
Yukarıda da gördüğünüz üzere cinler:
“Ey inanna kentinin önünde bekle, onu sana getireceğiz” derler fakat cinlere dair bir diğer özellik bu mitosta İnanna'yı sürekli olarak farklı yerlere götürebilmeleridir.
İlgili Sümer efsanesinin metninde cinler:
“Haydi onu götürelim, Umma'da Sigkurşagga’ya götürelim onu.”
“Haydi onu götürelim, Badtibira’da Emuşkalamma’ya götürelim onu.” [8]
Gibi ifadeler kullanır ve İnanna'yı ilgili yerlere götürürler.

Sümer'i işgal eden Samiler Babil'i kurduğunda Sümer dinini kendi dillerine çevirerek, okudu, öğrendi ve türetti. Efsanelerinde yer altı dünyasına dair korkularının ne kadar ağır bastığı net şekilde görülür. 

Babil mitolojisinde Gılgamış'ın ölen arkadaşı Ea-bani, ölüm tanrısı Nergal tarafından diriltildiğinde Gılgamış'a yeraltı dünyasını tarif ederken defnedilen bir savaşçı ile cesedi toprak üstünde terk edilmiş iki savaşçıyı kıyaslayarak şöyle der:
Bir divana yattı,
Ve saf sudan içti.
Savaşta öldürülen adam... Sen de ben de sıkça gördük böylesini.
Babası ile annesi başını kollarına almış,
Ve karısı yanı başında diz çökmüş.
Öte yandan cesedi yeryüzüne bırakılmış adam,
Sen de ben de sıkça gördük böylesini...
Ruhu artık yeryüzünde istirahat etmiyor.
Ruhuyla artık kimsenin ilgilenmediği adamı,
Sen de ben de sıkça gördük böylesini...
Şişelerdeki tortular, ziyafetlerden geriye kalanlar,
Ve sokaklara saçılanlar artık onun yemeği. [9]

Dikkat edilmesi gereken yer son iki mısradır:
Şişelerdeki tortular, ziyafetlerden geriye kalanlar,
Ve sokaklara saçılanlar artık onun yemeği.

Yani Samilere göre cesedi gömülmeyen savaşçılar yeryüzünde dolaşıyor, insanların ziyafetlerinden, yiyip içtiklerinden, sokaklara atılan artık yemeklerden, mesela sıyırıp yedikleri etlerin kemiklerinden besleniyorlardı. Onların yemeği artık buydu. Peki bu size tanıdık geldi mi? İslamdaki cinlerin yemeği inanışı ile ne kadar benziyor değil mi?
İşte efsane ve inanışlar böyledir. Sümer ve Babil'deki kirden yaratılan, yer altına, dolayısı ile ateşin egemen olduğu mekana gönderilen canlılar ile huzur bulamayan savaşçıların yeryüzünde gezerek yemek artıklarını yemesi gibi anlatılar Sami toplumları arasında yayılarak Arapların cin dediği varlığın yaratılışına zemin hazırlamıştır. Öyle ki oldukça güçlü görünen cin inanışlarından dolayı eski Arapların cinlere saygı duyduğu, taptığı olmuş ve aslında insanların yarattığı bu mistik varlık gerçekmiş gibi Kur'an'da ve kutsal denen diğer kitaplarda bile kendine yer edinmiştir.

Cinlere olan inancın kesin kökeni tam olarak bilinmese de Orta Doğu'daki bazı bilim adamları onların çöllerde ve kirli yerlerde yaşayan kötü ruhlar olarak ortaya çıktığını, genellikle hayvan biçimine girdiklerini iddia eder. [7] Diğerleri ise cinlerin başlangıçta pagan doğa tanrıları olduklarını ve diğer tanrılar daha fazla önem kazandıkça cinlerin yavaş yavaş önemsizleştiğini iddia eder. Aslında Sami ırkının birbirleri ile bağlantısı, inanışları, Mezopotamya'daki süreçleri ve Sümer-Babil-Akad metinleri göze alındığında bu iki görüşe de doğru demek mümkündür. 

Eski Sümerler şişkin gözlü, köpek yüzlü, pullu vücutlu, kuş pençeli ve kanatlı bir rüzgar cini olan Pazuzu'ya inanıyorlardı. Eski Babilliler, uzaktaki ıssız yerlerde, çöllerde, mezarlıklarda, dağlarda ve denizde bulunduğuna inanılan bir cin sınıfı olan utukku'ya inanıyorlardı.
Babilliler aynı zamanda Arapların çölde yaşayan, sırtlan şeklinde görünen ve gezginleri yakalayıp yiyen Gul adlı iblis inancına benzer şekilde, tenha yerlerde gezginlere saldırdığına inanılan bir vampir cin olan Rabisu'ya da inanmışlardı. Adı etimolojik olarak bir Sümer yeraltı cini olan galla ile ilişkiliydi. [7][11][12][13]

Eski Suriye kenti Palmira'da cinlere benzer varlıklar cinnayê olarak biliniyordu. Günümüz Bedevileri arasındaki cinler gibi cinnayê'nin de insanlara benzediği düşünülüyordu. Çöldeki kervanları, sığırları, köyleri koruduklarına inanıldığından onların şerefine koruyucu tapınaklar kuruldu.

İnsana cin musallat olması, bedenine girmesi gibi anlatı ve inanışların temeli bile Sümer'e dayanmaktadır. Hatta bazı Müslüman modernistlerin cinleri hastalığa neden olan virüs olarak yorumlamasına benzer şekilde antik Sümer'de de insan bedenine giren cinler onları hasta ediyordu. [15] 

Sümer büyücüleri yaptıkları ayinlerde cinleri kovmak için “Gökyüzünün davetine kulak verin! Yer altı dünyasının davetine kulak verin!” gibi sözler kullanırlardı. Kişiyi kötü cinlerin saldırılarından korumak için evinin çeşitli yerlerine büyülü sözlerin yazıldığı muskalar konur, daha sonra kötü cinler tasvir edilerek kovulurdu. [16] 

Sümerlerin inanışına göre bir insan hata ve günahlarında aşırılığa gidip bunları terk etmiyorsa koruyucu tanrısı o kişinin bedeninden çıkar ve bu boşluktan faydalanan cinler kişinin bedenine girerek ele geçirir, onu kötü hale sokardı. Bu cinlerden kurtulmak için tanrılara yakarıp dua etmek, onlara kurban ve adaklar vermek, böylece sevgilerini geri kazanmak gerekirdi. Bu yolda edilen dualardan biri şöyledir:
“Koruyucu tanrım, hatalarım çok, günahlarım büyüktür.
Tanrılar, hatalarım çok, günahlarım büyüktür.
Tanrıçalar, hatalarım çok, günahlarım büyüktür.
Ey bildiğim bilmediğim tanrılar,
Ey bildiğim bilmediğim tanrıçalar,
Koruyucu tanrımın kalbindeki öfke geçsin,
Bildiğim bilmediğim tanrıların öfkesi geçsin..” [17]

Sümer dininde tanrıların en çok sevdiği kurbanın kuzu olduğuna inanıldığından kurban ve adaklar genellikle koyun, oğlak ve kuzulardan oluşurdu. Fakat bir hastalığa tutulmuş kişinin tanrılardan yardım isteyebilmesi ve kötü cinleri def edebilmesi için bir domuz kurban edilmesi ve 6 parçaya bölünerek hastanın üzerine konması gerekirdi. Sonrasında Apsu'nun kutsal suyuyla yıkanan hastanın kapısının önüne külde pişirilmiş 7 ekmek bırakılır ve bu eylem 2 kez tekrarlanırdı. Devamında ise insan uzuvlarının karşısına 6 parçaya ayrılmış olan domuzun uzuvları konarak cinlere takdim edilirdi. [21]

Doğuma dair bazı inanışlar da vardı. Nugig veya kadiştum adlı sınıftan olan Sümer rahibeleri aynı zamanda büyücü olarak görülüyor, genel olarak tapınaklarda görev yapıyor olsalar da doğum yapacak kadınları koruma görevini de üstleniyorlardı. Çünkü inanışa göre doğum yapan kadın zayıf düştüğünden onu kötü cinlerin ve ifritlerin saldırılarından korumak gerekiyordu. [18]

Yani İslam'da olduğu gibi antik Mezopotamya'da da cinlerin yarı insan yarı hayvan görünümlü varlıklar olduğu, mezarlık, çöl gibi tenha yerlerde bulunup insanlara musallat oldukları, bedenen zayıf veya günahkar insanları, hamileleri hedef aldıkları, insan bedenine girdiklerine, şekil değiştirebildiklerine dair inanışlar bulunmaktaydı.
Cinlerin yiyip-içtikleri konusundaki ihtilaf bile İslam'a aynı şekilde geçmişti. Çünkü Sümer dininde cinlerden bahsedilirken bazen yiyip içmedikleri, bazen ise tam tersi olduğundan bahsedilirdi. Bu, günümüz İslam alimleri arasında bile hala devam eden ihtilaflardan biridir. Çünkü bir kısmı "cinler tabi ki yer-içer" derken diğer kısmı "ateş ve dumandan olan varlıklar nasıl yiyip içsin" demektedir.

Şimdi gelin hadislerde Cinlere dair neler anlatılıyor, Mezopotamya'daki inanışlara nasıl benziyor kendiniz görün.

Cinlerin yemeği -1
Ebû Hüreyre'den rivayet edilmiştir:
Ebû Hüreyre, Peygamber'in beraberinde bulunuyor ve abdest için su matarasını taşıyordu. Hazreti Peygamber taharet için uzaklaşınca, Ebû Hüreyre su matarasını alarak Hazreti Peygamberi
takip etti. Bunu fark eden Hazreti Peygamber:
«Bu (peşimden gelen) kimdir?.» buyurdu. Ebû Hüreyre;
-Ben, Ebû Hüreyre,'yim, diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem: «Bana birkaç taş getir, onlarla temizleneyim. Ancak kemik ve tezek getirme.»
Ebu Hüreyre der ki:
-Kemik ve tezeğin nesi var? diye sordum. Peygamber bana cevaben şöyle buyurdu:
«Onlar (kemik ile tezek) cinlerin yemeklerindendir. Nitekim bana Nasibin beldesinin cinlerinden bir heyet geldi. Onlar ne iyi cinlerdi. Benden azık ve yiyecek istediler. Ben de onlar için Allah'a dua ettim ki, rastladıkları her kemik ve tezeğin üstünde behemehal bir yiyecek bulsunlar.» [3]

Cinlerin yemeği -2
Âmir'den rivayet edilmiştir:
“Alkame'ye sordum: Abdullah İbn Mes'ud, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde bulundu mu?” dedim. Alkame:
“Abdullah İbn Mes'ud'a ben de bu meseleyi sorup: “Sizden birisi, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde bulundu mu?” dedim. Abdullah İbn Mes'ud:
“Hayır, fakat bir gece biz Resulullah (s.a.v.) ile birlikte bulunduk. Bir ara onu kaybettik ve onu vadilerde, dağ yollarında aradık, acaba (cinler tarafından) uçuruldu mu, yoksa gizlice öldürüldü mü?” dedik. Böylece bir kavmin geceleyebileceği en kötü geceyi geçirdik. Sabahlayınca bir de baktık ki, Resulullah (s.a.v.) Hirâ tarafından çıka geldi. Ona:
“Ey Allah'ın resulü! Seni kaybettik, aradık, fakat bulamadık. Bu sebeple bir kavmin geceleyeceği en kötü geceyi geçirdik” dedik. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bana, cinlerin dâvetcisi geldi. Onunla gittim de cinlere Kur'ân okudum” buyurdu. Bizi götürerek cinlerin izlerini ve ateşlerinin eserlerini bize gösterdi. Cinler, Resulullah (s.a.v.)'e azıklarını sormuşlardı. O da, (onlara):
“Elinize geçen üzerine besmele çekilmiş her kemik olabildiği kadar bol etli olarak sizindir. Her deve tezeği de hayvanlarınıza yemdir” buyurmuş. Daha sonra Resulullah (s.a.v.) bize dönerek:
“Artık siz bunlarla taharetlenmeyin! Çünkü onlar, (din) kardeşlerinizin yiyeceğidir” buyurdu. [10]

Muhammed'in bir cini yakalayıp bağlaması
Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber şöyle demiştir:
«Dün gece bir azgın cin, namazıma mani olmak için üzerime atıldı. Allah'ın izniyle onu kıskıvrak yakaladım. Hatta istedim ki mescidin direklerinden birine bağlayayım da, sabahleyin hepiniz onu göresiniz. Lâkin sonra kardeşim Süleyman peygamberin şu duası hatırıma geldi:
Allah'ım, beni bağışla ve benden sonra hiçbir kimseye nasip olmayacak bir saltanat bana ver.» (Cinlere hükmetme saltanatının yalnız kendisine ait olmasını dinleyen Süleyman peygamberin bu duası yüzünden o cini bağlamaktan vazgeçti.)
[1][2][5]

Muska ile cinden korunma
Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselam bize, zehre karşı, göz değmesine karşı, nemle kurduna karşı rukye yapmamıza ruhsat tanıdı." [4]

Cinlerin insan kılığına girmesi
Ebû Bekir Muhammed b. Ubeyd der ki: Abdurrahman b. Abdüllah, amcası Amr b. el-Heyseman kendisine, babası vasıtasıyla dedesinden şöyle naklettiğini rivayet etmiştir: «Merkua gitmek üzere evden çıktım.Dört fersah kadar uzaklaşınca, bir pınar başında oyna-şan bir güruh gördüm. Onları seyretmeye koyuldum.Derken biri geldi, arkadaşının sırtına atladı, sonra diğeri ötekinin boynuna atladı. Üzerlerine atımı sürmek istedim. Arka üstü yatarak gülmeye, kahkaha atmaya başladılar. Sonra atımın başım onlardan çevirip yoluma devam etmek istedim. Baktım ki bir ağacın altından kahkaha sesleri gelmiyor mu? (hayret ettim, kaldım..)»

Yine el-Haysem, babasından naklediyor: «Bir arkadaşımla birlikte yolculuğa çıktık, yolun ortasında bir kadın gördük. Haydi onu atlarımıza alalım» dedim. Arkadaşım onu arkasına aldı. Ona bakınca bir de ne gör-sem ağzından hamam bacasından çıkan alevler gibi alev çıkmıyor mu? Hemen ona hücum ettim. Bana dedi ki: «Ben sana ne yaptım da bana böyle hücum ediyor-sun?» Arkadaşım da sanki bir şey olmamış gibi:
«Yahu zavallıdan ne istiyorsun?» demez mi? Susmak zorunda kaldım. Ve yürüdük. Bir saat sonra tekrar baktığımda yine ağzını açmaz mı? baktım yine aynı alevler. Hücum ettim. Aramızda bu hâl üç kere cereyan etti. Üçüncüsünde azmettim, "mutlaka bunu yere sereceğim" dedim Üzerine atladığım gibi yere yıktım onu. Fakat yine susmadı ve şöyle söyledi: «Allah kahretsin seni, bugüne kadar senin kadar cesur bir kimse görmedim. Amma da yürek varmış sende!» [6]

Cinlerin akşam, tenhada çocukları kaçırması
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Yiyecek içecek kaplarının üzerlerini örtünüz, su kırbalarının ağız iplerini bağlayınız, bütün kapıları arkalarından kapayınız, yatsı vakti sırasında çocuklarınızı dışarıda hareketten men edip eve toplayınız. Çünkü o zaman cinlerin yayılması ve bir şeyi süratle alıp kapmaları vardır. Uyku sırasında kandilleri söndürünüz. Çünkü fasıkçık; yani fare, bazen yanan fitili çeker de ev halkını yakar." [14]

Cinlerin bir adamı kaçırması
Abdurrahman b. Ebî Leylâ anlatıyor: Kadının birinin kocası ortadan kayboldu. Kadın dört yıl bekledikten sonra durumunu Ömer b. el-Hattâb’a anlattı. Ömer (R.A.), bunu kendisine haber ettiği gün itibariyle dört sene beklemesini emretti. Kocasının gelmemesi ve ondan haber alamaması halinde dört yıl sonra evlenebileceğini de bildirdi. Kadın evlendikten bir süre sonra kaybolan kocası geri döndü. Evinin kapısını çalarken veya evine giderken ona: “Karın senden sonra başkasıyla evlendi” dediler. Adam durumu soruşturunca olanları kendisine anlattılar.  Adam Ömer b. el-Hattab’a geldi ve “Karımı elimden alan ve beni ondan ayırana karşı bana yardımcı ol” dedi. Ömer, durumdan endişeye kapıldı ve “Bunu yapan kim?” diye sordu. Adam “Ey müminlerin emiri! O kişi sensin!” deyince, Ömer: “Nasıl oldu?” diye sordu. Adam: “Cinler beni kaçırdı ve uzun bir süre başıboş bir şekilde bilmediğim yerlerde dolaşıp durdum. Geri döndüğümde karımın başkasıyla evli olduğunu gördüm. Bunun emrini de senin verdiğini söylediler” karşılığını verince, Ömer r.a. “İstersen karını sana geri veririz, istersen de seni başkasıyla evlendiririz” dedi. Adam “Olur, beni başkasıyla evlendir” karşılığını verince Ömer r.a. adama cinleri sormaya, adam da anlatmaya başladı. [24]

Cinin insan bedenine girmesi
Ed-Darekutnî, İbn-i Abbas’dan şöyle bir hadîs nakletmiştir:
«Bir kadın oğlunu Allah'ın Resulünün (S.A.V.) yanına getirdi ve:
Ey Allah'ın Resûlü! Bunda delilik vardır, bu hastalık onu öğlen ve akşam tutar, diye yakındı. Bunun üzerine Peygamber onun göğsünü mesh etti ve ona dua etti. Ona istifra ettirince, karnından siyah köpek yavrusuna benzer bir şey çıktı. Ve yürüdü.» [22]

Bu hadisi, Ed-Dârimi, Müsnedi’nin ilk kısımlarında rivayet etmiştir, orada şu kayda rastlanır: Allah Resûlü ona: «Çık ey Allah’ın düşmanı!» dedi.

Cinlerin hastalıklara neden olması
"Bedevî bir adam Hz. Peygamber'in yanına gelip beraberinde getirdiği kardeşinin ağrılar çektiğinden şikayet etti. Hz. Peygamber, ağrılarının sebebini sorunca, cinlerin çarpmasından olduğunu söyledi. Bunun üzerine Peygamberimiz Bakara suresinin ilk beş ayetini, ihlas suresi ve diğer bazı ayetleri okudu, adam hemen iyileşti.” [23]

HABİL İLE KABİL ve DUMUZİ İLE ENKİMDU

Hazırlayan: A.Kara

SÜMER MİTOLOJİSİ VE İBRAHİMİ DİNLER :
ÇİFTÇİ VE ÇOBANIN MÜCADELESİ


Antik Sümer ve Babil toplumlarının birçok dini etkilediğini, birçoğu için kaynak olduğunu Sümer Mitolojisi ve İslam, Babil Mitolojisi ve İslam gibi araştırma makaleleri ile anlatmaya çalışmıştım.

İbrahimi dinlerin kitaplarında kendine yer edinmiş olan ve kökeni antik Sümer olan bir başka efsane ise Dumuzi ile Enkimdu yani Habil ile Kabil (Kayin) mitosudur. Çoban ile çiftçinin yaşam tarzlarına ve tanrıça İnanna'nın aşkını elde edebilmek için aralarında oluşan rekabete değinen bu efsane özellikle Tevrat'ta kendine geniş yer bulmuşken, Kur'an ve İncil'de daha kısa şekilde geçmektedir.

İsrailliler Dumuzi'yi Babilli adıyla Tammuz (Temmuz) olarak biliyorlardı.
Tanah'ta, Hezekiel 8:14-15'te şöyle yazar:
14) Bundan sonra beni Rab'bin Tapınağı'nın kuzeye bakan kapısının giriş bölümüne götürdü. Orada oturup Tammuz için ağlayan kadınları gördüm.
15) Bana, “İnsanoğlu, bunu gördün mü? Bundan daha iğrenç şeyler de göreceksin” dedi.

Dumuzi ve Enkimdu olarak bilinen Sümer efsanesine göre tanrıça İnanna kendine bir eş seçecektir ve önünde 2 seçenek vardır: Çoban tanrı Dumuzi ve çiftçi tanrı Enkimdu.
İnanna'nın erkek kardeşi ve güneş tanrısı olan Utu, ona çobanı yani Dumuzi'yi tercih etmesini söylemektedir fakat İnanna'nın gönlünden geçen isim çiftçi olan Enkimdu'dur.

Çoban ve çiftçi, İnanna'yı ikna etmeye çalışmaktadır. Dumuzi İnanna'ya Enkimdu'nun sahip olduğu her şeye, hatta fazlasına sahip olduğunu söyler. Enkimdu'da İnanna'yı istediği için Dumuzi'yi bu sevdadan vazgeçirmeye çalışarak ona türlü tekliflerde bulunur fakat Dumuzi İnanna ile evlenme arzusundan vazgeçmemektedir.

Tablette yazan şiirde Enkimdu'nun çoban tanrıya şunları dediği görülür:

"Sen ey çoban , niye bir kavga çıkarıyorsun ?
Ey Çoban Dumuzi niye kavga çıkarıyorsun ?
Benle seni, ey çoban , benle seni niçin karşılaştırıyorsun ?
Koyunların yerin otlarını yesin,
Benim otlaklarımda senin koyunların otlasın,
Zabalam tarlalarında ot yesinler,
Tüm koyun sürülerin ırmağım Unun'un suyunu içsin "

Dumuzi şöyle cevap verir:

"Ben , çoban [diyorum ki] evliliğim ey çiftçi 
dostum olarak girme [burnunu sokma]
Ey çiftçi Enkimdu , dostum olarak, ey çiftçi [evliliğimi] çiğneme"

Enkimdu'nun ise vereceklerini sıralamaya devam ederek ikisini de ikna etmeye çalıştığı görülür:

"Sana buğday getireceğim, fasulye getireceğim sana,
... fasulyesi getireceğim sana,
Genç kız İnanna (ve) sen neden hoşlanırsan o şeyi
Genç kız İnanna ...getireceğim sana ."

Enkimdu'nun bu uğraşlarına rağmen Sümer efsanelerinde kendisinden İnanna'nın kocası olarak bahsedildiğinden ve tablette yer alan şiirlerden bu çekişmenin kazananının çoban tanrı Dumuzi olduğu açıktır. İnanna başta çoban olduğu için Dumuzi'yi küçük görür ve şöyle der:

Çobanla evlenmeyeceğim, asla!
Yünü kaba giysileri kabadır onun.

Fakat çoban Dumuzi hitabeti ve sundukları ile bereket tanrıçası İnanna'yı kendine aşık eder ve çiftçi Enkimdu geri planda kalır.

Bu efsanede çoban tanrı Dumuzi'nin çiftçi tanrı Enkimdu'nun armağanlarından hiçbirini kabul etmemesinin Tevrat'ta Yehova, Kur'an'da ise Allah'ın çiftçi Kayin'in tarım ürünlerini kabul etmemesinin temelini oluşturduğu açıktır. Kökeni antik Sümer olan birçok efsanenin semavi dinlerde yer aldığı gerçeği göz önündeyken bu efsanenin de Sümer'den ve onları işgal eden Samilerden çevre topluluklara yayılmış olması oldukça büyük bir olasılıktır.

Tevrata göre yeryüzünde ilk başta sadece Adem ile Havva ve Kayin ile Habil yaşamaktadır ve tıpkı Sümer efsanesinde olduğu gibi tanrı Yehova'nın kendine adaklar sunan Kayin ile Habil'den çiftçi olan Kayin'in mahsullerini kabul etmediği görülür. Bunun üzerine Kayin kıskançlık hissine kapılarak kardeşi Habil'i öldürür.

Tevrat ve Kur'an'dan ilgili ayetlere bakalım:

Yaratılış 4:1-9:
Adem karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin’i doğurdu. “RAB’bin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim” dedi.
2) Daha sonra Kayin’in kardeşi Habil’i doğurdu. Habil çoban oldu, Kayin ise çiftçi.
3) Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden RAB’be sunu getirdi.
4) Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. RAB Habil’i ve sunusunu kabul etti.
5) Kayin’le sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi, suratını astı.
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.”
8) Kayin kardeşi Habil’e, “Haydi, tarlaya gidelim” dedi. Tarlada birlikteyken kardeşine saldırıp onu öldürdü.
9) RAB Kayin’e, “Kardeşin Habil nerede?” diye sordu.
Kayin, “Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?” diye karşılık verdi.

Maide Suresi 27-30. Ayetler:
27) Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat: Hani ikisi de birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine, "Andolsun seni öldüreceğim!" dedi. O da dedi ki: "Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.
28) Andolsun ki sen öldürmek için bana el uzatsan bile, ben öldürmek için sana elimi kaldıracak değilim! Zira ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım.
29-30) Ben diliyorum ki sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenesin, cehennemliklerden olasın! Zalimlerin cezası işte budur."
Sonunda içindeki duygular onu kardeşini öldürmeye itti; onu öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.

Habil ile Kabil mitosu Tevratın yazanlar tarafından büyük ölçüde değiştirilmiştir ve efsanenin Tevrat varyantında yer alan Kayin ile Habil her biri kendi kurban törenlerini uygulayan iki farklı toplumu temsil etmekte kullanılmıştır. Antik dönemdeki birçok topluluk doğa olaylarını olağan dışı şekilde yorumlar, mahsül bakımından verimsiz geçen yılları tanrının onlara duyduğu öfke ve kızgınlık, hatta lanetlemesi olarak düşünürlerdi. İşte çiftçinin adaklarının kabul edilmemesi de o yılın mahsul bakımından verimsiz geçtiğinin bir işaretiydi ve bu gibi verimsiz dönemlerde insanlar bu durumu düzeltmesi için tanrıya bir nevi bir kefaret olarak kurban verirlerdi.

Yaratılış 4:6-7 bu bağlamda okunduğunda üzerindeki bulanıklık ortadan kalkacaktır. Zira bu bölümde İbrani tanrısı Yehova, Kayin'e böyle bir törenin gerekliliğini vurgulamaktadır:
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.”

Tevrat'ın İ.Ö. 3.yy'da yapılan Yunanca çevirisinde (septuagint) yazan fakat İbranice metinde yer almayan önemli bir cümle vardır:
"Ve Kayin kardeşi Habil'e tarlaya gidelim" dedi. Bu ayrıntıdan sonra Sümer efsanesi ile arasındaki bir diğer bağlantıyı fark ettiniz mi?
Sümer mitosunda da çiftçi tanrı çoban tanrıyı koyunlarını getirip tarlalarında otlatması için çağırıyordu.

Dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki bu efsanenin Yahudi uyarlamasında çoban verimsiz olan, çiftçinin iyi mahsul alamadığı sürülmüş topraklar üzerinde öldürülür ve bu durum bahsi geçen öldürmenin ritüel yönden önemli bir niteliğe sahip olduğunu gösterir.
Çünkü anlatıda şöyle yazar: "Yer senin kardeşinin kanını alabilmek için ağzını açtı"
Tüm bunlara bakıldığında öldürmenin düşüncesizce, sadece kıskançlık hissi ile yapılmadığı ortadadır. Asıl vurgulanan şey verimsizliği ortadan kaldırmak adına tanrıya kurban sunmak ve kurbanın kanıyla verimsiz toprağı ıslatarak döllemek, bu yolla onu verimli hale getirmektir; ki bu da komünal bir ayindir.

Tevrattaki hikayede tanrının Kayin'i hem lanetlemesi hem de onu kimse öldürmesin diye üzerine koyduğu bir işaretleme koruması tuhaf değil mi? Çünkü Tevrata göre bu durum yaşandığında yeryüzünde kardeşini öldüren Kabil ve onun akrabaları dışında kimse yaşamamaktadır. O halde Yahudilerin tanrısı Yehova o dönemde başka insan topluluklarının yaşamadığını unutmuş mudur? Hayır, bu aslında Babil geleneklerine dayanan bir uygulamanın izlerinin bulunduğu anlatıdır.

Babilonya Yeni Yıl Şenliği olan Akitu ve Atina Bouphonia ayini gibi mevsimsel ayinlerin uygulanışına baktığımızda duruma açıklık getirebiliriz.
Babil toplumunun özellikle daha verimli hasat elde etme amacıyla kutladığı Akitu şenliğinde kurbanı kesecek olan bir rahip ve bir cin kovucu öldürülmüş koyunun kanını tanrı Marduk'un oğlu Nabu'nun sunağının duvarlarına sürerek dinsel anlamda arındırırdı.
Fakat bu ritüeli yapanların kirlendiğine inanıldığından ayinin hemen akabinde toplum tarafından zorla sürgüne gönderilir ve Akitu şenliği bitene kadar çölde kalırlardı.

Çıktığı dönemde sonbaharda kutlanan Yeni Yıl Şenliğinin bir bölümünü de İbrani Kefaret Günü ritüeli oluştururdu ve bu ritüelde tamamen dinsel-ritüel amaçlı bir öldürme ve kaçışın var olduğu görülmektedir. İbrani örneğinde baş rolde insanın değil de biri öldürülen diğeri çöle sürülen iki keçinin olduğu görülür. Öyle ki "günah keçisi" deyişi bile bu gelenekten türetilmiştir.
Benzer şekilde, Atina Bouphonia ayininde bir öküz öldürülüp kanı sunulurdu ve ayinin kurban verme sürecini yürüten iki kişi yine sürgüne gönderilir, bir süre uzaklaştırılırdı.

Tüm bunlar dikkate alındığında Tevrattaki Kayin ve Habil efsanesinde Kayin'in kaçışı onun ritüel nitelikli bir eylem gerçekleştirdiğini gösterir. Tevrattaki bu anlatının kökeni olan Babil mevsimsel ayinlerinde töreni uygulayan, kurban veren kişi kutsal bir iş yaptığından arınıp temizlenene dek sürgün edilirdi. Bu yüzden öldüren kişi aynı zamanda kutsal bir koruma altına girerdi çünkü inanışa göre o tanrının onları görmesini, topraklarını ve hasatlarını bereketlendirmesini sağlayan yani topluluk yararına çalışan biriydi. Fakat kurban ayini sonrası dokunulmazlığa sahip olsa da törensel anlamda kirlenip murdar sayıldığından topluluktan uzaklaşması gerekirdi.
Tevratta Yehova'nın katilin üzerine öldürülmemesi için işaret koymasının temeli de Babildeki bu ayinlerde yatar. Ayin sonrası sürgüne giden rahiplerin kutsal kişiler olduğunun, tanrının mülkü olduklarının bilinmesi ve öldürülmelerini engellemek adına yüzlerinde bir dövme yada vücutlarında çeşitli işaretler taşırlardı.

Eski Ahit'teki bir anlatı da peygamber olduğuna inanılan kişilerin bu tür işaretler taşıdığından bahseder, böylece ilahi kişiler olduğu, tanrının mülkü oldukları anlaşılacaktır:

Zekeriya Kitabı 13:4-6:
"Ve o gün vaki olacak ki, peygamberler utanacaklar, peygamberlik ettiği zaman herkes kendi niyetinden utanacak ve aldatmak için kıl kaftan giymeyecek ve diyecek: Ben peygamber değilim, ben toprak işçisi bir adamım; çünkü gençli­ğimde bir adam beni köle edindi. Ve biri ona diyecek: kollarının arasındaki bu yaralar ne? (Kitabı Mukaddes (1981 Türkçe baskısı)

Tüm bunların ışığında Tevrat'ta Kayin'in Habil'i öldürmesi hikayesinin temelinin Sümer ve Babil'e dayandığı, bu ayetlerin özgün biçiminin aslında ürün bolluğu için ayinsel bir kan akıtmayı-öldürmeyi anlattığı, öldüren ve sürgüne giden din adamının kutsal işaretlerle koruma altına alındığı mevsimsel kutlamalardan bahsettiği açıktır.

Tevratı yazanlar Sümer ve Babilden devşirdikleri bu efsaneyi kısmen değiştirmişti. Kur'an'ın yazarları da bu anlatıyı Tevrat'tan alırken kendilerine göre uyarladığından Kur'an'da yüzeysel olarak anlatılan Habil ile Kabil hikayesi Babildeki asıl halinden tanınamayacak derecede uzaklaşmış ve Kabil, kardeşini öldürerek günah işleyen, yeryüzünde ilk kanı döken insana dönüşmüştür.