Üstte: Erzincan Sovyet Cumhuriyetini kuran Kızıl Ordu mensupları
Altta: Koçgiri Aşiretinden bir grup, aşireti lideri Alişer Bey ve eşi Zarife
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-2 SOVYET KOMÜNİST EMPERYALİZMİ, “ERZİNCAN ŞURASI”
Sovyetler Birliğinde Bolşeviklerin devleti ele geçirmesi ile beraber Lenin, Komünist Partinin başına geçerek devleti yönetmeye başlamıştı. Ancak Bolşevikler tam olarak devletin tüm topraklarına hâkim olamamışlardı. Bolşevikler özellikle toprak aristokratlarının yoğun olduğu kırsal bölgelerde yeterince güçlü değillerdi. 1918 yılında Çar yanlısı generaller ABD’nin destek verdiği İngiltere ve Fransa’dan yardım alarak Komünist Partisinin Kızıl Ordusuna karşı savaş açmışlardı. Kızıl Ordu karşıtı olarak kurulan “Beyaz Ordu” ya da diğer adıyla “Beyaz Muhafızlar” yer yer Kızıl Ordu ve onun hâkim olduğu yerlerde katliamlar yaparak Çarlığı yeniden başlatmak arzusundaydı. Bir süre Batı Avrupa’dan aldığı yardımlarla direnmesine rağmen Komünist Parti etkin mücadele ile “Beyaz Terör” adını verdiği sorundan kurtulmayı başardı. Sovyetler Birliği topraklarında bulunan İngiliz ve Fransız askeri birlikleri daha fazla kayıp vermek istemedikleri için çekilmek zorunda kaldılar. Sovyetler birliği bu dönemde batıda Romanya ve Polonya’nın doğuda ise Japonya’nın işgal planlarına karşı mücadele veriyordu.
Bir yandan Sovyetler Birliğini sağlam temellere oturtmaya çalışırken, diğer yandan da sahip oldukları Komünist rejimi komşularına ihraç ederek dış güvenliklerini sağlamlaştırma gayreti içindeydiler. Özellikle doğuda Afganistan ve Hindistan ile yapılan ilişkilerde onlara da kendi siyasi rejimlerini oluşturmaya çalıştılar.
I. Dünya savaşı sürerken Ekim Devrimi adı ile yapılan hareket sonrasında Rus orduları Osmanlı topraklarında işgal ettikleri bölgelerden çekilme kararı almışlardı. Kızıl Ordu subayları ele geçirmiş oldukları toprakları doğrudan Osmanlı’ya teslim etmek yerine o coğrafyada bir Sovyet komün yapı oluşmasını sağlamayı denediler. Bu amaçla Kızıl Ordunun Bolşevik komutanı (Ermeni asıllı) Arşak Cemalyan tarafından ilk kez “Erzincan Sovyeti” (Şurası) adı altında bölgedeki Türk, Zaza ve Ermeni halkların ortak yönetimini gerçekleştirmeye çalıştılar. Zazaların lideri konumundaki Dersim yöresindeki Koçgiri aşiretinden Alişer ve Alişan Beyler ile Ermenilerin lideri Muradov bu oluşuma destek verirken Türk tarafını temsil eden Erzincan müftüsü karşı duruş sergiliyordu. Erzincan Müftüsünün itirazı dini kaygılar içermekteydi. Bir komünist yapının kendilerini dinsiz yapacağından tedirgin oluyorlardı.
Sovyetler Birliğinin Kızıl Ordusu barışçıl şekilde Osmanlı topraklarını terk ederken ellerindeki silahları, gelecekte ne olacağından habersiz bölge Ermenilerine veriyorlardı. Erzincan’da kurulmaya çalışılan Sovyet Cumhuriyeti için çalışmalara hızlı başlanmıştı. Ermenilerin lideri Muradov barışçı söylemlerle Türk, Zaza ve Ermenilerin kardeş olduklarını anlatıyordu. Zaza Alişer Bey ise kendi halkına “Rus Ordusu’nun yönetimini amele cemiyeti ele almıştır. Ordu geri çekilecektir. Şûra çalışması için Dersim’den bir komite tez elden Erzincan’a gelsin” diye sesleniyordu. Bu şekilde gelişen olaylar sonucu “Erzincan Sovyet Cumhuriyeti” Erzincan, Bayburt, Erzurum ve Sivas’ı da içine alacak şekilde kuruldu. Sovyetler Birliği RSDP üyelerinin askeri, siyasi ve ekonomik desteği ile kısa zamanda gerçek bir iktidar olup devlet yapılanmasını başardılar. Sovyetlerdeki gibi Kolhoz benzeri kollektif üretim çiftlikleri oluşturuldu. İstihbarat, askeri ve polis örgütleri kuruldu. Maliye kanunu dahi çıkarılarak ödenecek vergi miktarlarının İstanbul hükumetine değil Sovyetler Birliğine ödenmesi belirlenmişti. Toprak kanunu çıkartılıp topraksız köylülere toprak dağıtıldı. Bu olaylar böyle gelişirken Cemiyet-i İslamiye adı ile kurulmuş olan bir grup, anti komünizm propagandası yaparak halkı aydınlatma yoluna gitmişti. Kızıl Ordu bölgeden tamamen çekildikten sonra bölgeye Türk ordusu girdi. Sovyet delegeleri hükümet merkezini Erzincan’dan Ovacık Yeşilyazı’ya almak zorunda kaldılar. Bu arada Alişer ve Alişan Beyler hareketi siyasallaştırmak amacıyla “Kürt Teali Cemiyetini” kurdular. Üstelik Kurtuluş Savaşının devam ettiği sırada bir de isyana kalkıştılar. Bu isyanı Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki ordu ve Topal Osman emrindeki Giresun Alayları bastırdı. Böylece Erzincan Şurası (Sovyeti) resmen kapanmış oldu. Sovyetler Birliği açısından olumsuz gelişen bu duruma rağmen Sovyetler Birliği belki bir umut Mustafa Kemal yönetiminin bir gün kendileri gibi Komünist olabileceği ihtimaline karşın her türlü maddi ve askeri yardımı Ankara Hükümetine yaptı. Bu yardımların başka bir amacı da Avrupa’nın Emperyalist devletlerinin mağlup edilmesi içindi.
1921 yılında Lenin’in ölümü ile Sovyetler Birliğinin yönetimi bir süre Kollektif Üçlü (Troyka) ile yapıldı. Daha sonra Lenin’in hiç istemediği Stalin, partinin dolayısıyla da devlet yönetiminin başına geçti. O güne kadar nispeten daha sosyalist olan Sovyetler Birliği Stalin ile beraber bir ekonomik kalkınmaya başlarken, siyasi yapı sosyalizmden komünizme doğru kaydırılması amacıyla özellikle tarımdaki köylünün daha doğrusu Kulak’ların (büyük toprak sahibi zengin köylüler) yarı mülkiyet hakları elinden alınarak topraklar kollektifleştirildi. Topraklar Kolhoz ve Sovhoz olarak ikiye ayrılıp köylülerin üretimine bırakıldı. Yine Stalin döneminde yapılan beş yıllık kalkınma planları ile Sovyetler Birliği bir ekonomik kalkınma sürecine girmişti.
Bu sırada Avrupa ise kendini yeni yeni toparlamaya çalışıyordu. I. Dünya savaşının sonunda mağlup Almanya topraklarının bir kısmını kaybetmişti. Büyük bir ekonomik çöküntüye girdi. Ancak Avrupa’nın galip devletleri de çok iyi durumda değillerdi. Ne İtalya ne Fransa ne de İngiltere artık yeni bir savaşı göze alabilecek ekonomik yapıya sahip değillerdi. Mağlup Almanya ise hiç hak etmediğini düşündüğü bu acı tablodan kurtulmaya çalışıyordu. I. Dünya savaşı sonrasında yapılan Versay antlaşmasına göre bir miktar topraklarını Litvanya, Polonya ve Çekoslavakya’ya kaptırmıştı. Bunun yanında ekonomisi çökmüş ve silah üretimi hakkı elinden alınmıştı. Buna rağmen antlaşma maddelerinde bulduğu açıkları kullanarak silah üretimini devam ettirdi. Antlaşmaya göre kendi ihtiyacı için Almanya topraklarında silah üretimi yapamayacaktı. Bu maddeyi delebilmek için Almanya dışında Hollanda ve İsveç topraklarında fabrika satın alarak kendine silah üretmeye başladı. Ayrıca bu fabrikalarda ve kendi topraklarında ürettiği silahları Çin’e satarak büyük gelir elde etmiş oldu. Almanya bu antlaşmayı imzalamasına rağmen 5-10 yıl sonra kendi yararına uygulamamaya başladı. Yer yer vermek zorunda kaldığı toprakları yeniden işgal edip bünyesine aldı. 1931 yılında yönetimde etkin olan H!tler, Avusturya topraklarını ilhak edip Alman topraklarına kattı. İngiltere ve Fransa tüm bu gelişmeleri izlerken geçmiş tarihin verdiği sıkıntılardan henüz kurtulamadıkları için sessiz kalmayı uygun buluyorlardı. Bir yandan Neo Sosyalist Almanya’nın dizginlenemeyen gelişmesi diğer yandan da Komünist Sovyetlerin yükselişe geçmeleri Batı dünyasında tedirginlik yaratıyordu.
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-1 SOSYALİZM VE KOMÜNİZM
Orta çağın sonlarına doğru 1700’lerde dünyada sayılı imparatorluklar bulunuyordu. Toplam 10 tane sayılabilecek imparatorluk seviyesindeki devletlerden üçü Türk kökenliydi. Avrupa’da Britanya, Avusturya-Macaristan, Alman, Fransa İmparatorlukları ve Rus Çarlığı hüküm sürüyordu. Avrupa ve Asya’yı birleştiren Osmanlı İmparatorluğu yanında komşusu Safevi Devleti, Hindistan’da hüküm süren Babür Devleti (Mughal İmparatorluğu) ile Çin’de hüküm süren son hanedan Çing (Qing) İmparatorluğu son dönemlerine doğru yol alıyorlardı. Bunların içinde batılı imparatorluklar daha avantajlı durumdaydı. Çünkü bilim ve bilgi onlarla beraber olmasının yanında denizaşırı fetihleri ve ticaretleri ile sürekli büyüyorlardı. Çok geçmeden Asya’da İmparatorluk seviyesinde yalnızca Osmanlı ve Qing Hanedanları kaldı. Onlar da zayıflamayı ve toprak kaybetmeyi sürdürürken batıdaki İmparatorluklar büyümekteydiler.
Batıda en büyük gelişmeyi Britanya İmparatorluğu sağlıyordu. Özellikle denizdeki başarısıyla yeni yerler ve yeni topraklar ele geçirmesi devleti zenginleştirdiği gibi bilimdeki çalışmaları ile sanayi devrimine geçişi tetiklemekteydi. Sanayi devrimine geçiş ile ilgili her türlü yan etkiler İngiltere’de mevcuttu. İngiltere’deki anayasal monarşi kişisel mülkiyet hakkının ve bireysel hak ve özgürlüklerin sağlanması ve korunması açısından önemliydi. Bunun sonucu olarak gelişen ticaret ve üretim çalışmalarında ihtiyaç olan finansman, bölgeye yerleşen diasporadaki Yahudi bankerlerin sayesinde daha büyük gelişme gösteriyordu. Ülkede sanayi gelişmesini hızlandıran en temel hammaddelerden olan demir ve enerji kaynağı olan kömür bol miktarda bulunuyordu. Bunun yanında ihtiyacı olan diğer hammaddelere, sahibi olduğu sömürgelerden en ucuz şekilde tedarik edebiliyordu. Ayrıca kuvvetli donanması sayesinde denizaşırı ticareti kontrol edebilmekte sorun yaşamıyordu. Bu faktörlerin ışığında 1763 yılında İskoçya’da James Watt tarafından buharlı makinenin icat edilmesi ile makine çağının başlaması ve üretimin hızlanmasını sağladı. 1807’de İngiliz kökenli Amerikalı Robert Fulton buharlı makineyi gemilere uyarladı ve 1840’ta ilk kez düzenli okyanus aşırı gemi seferleri yapıldı. 1812’de buharlı motor lokomotiflerde kullanıldı. 1844’te Samuel Morse ABD’de telgraf servisini kurarken 1876’da Graham Bell telefonu kullanılmasını sağladı. Bu arada Almanlar da boş durmuyorlardı, pancardan şeker ürettiler, suni gübre ve 1834’te biçerdöverin kullanılmasını ile tarımdan daha çok verim alınmasını sağladılar. İngiltere’deki kömür üretiminin artırılması ile yüksek kalitedeki demir ve çeliğin üretimi sağlanabildi. Bunun sonucu olarak demir ve çelikten imal edilebilecek her türlü araç, gemi, köprü, kanal ve demiryolu üretimi artırıldı. Avrupa’nın bir köşesinde başlayan sanayi devrimi kısa zamanda Amerika’ya sıçradı ve hızla devam etti.
Sanayi devriminin bu denli gelişip büyümesi toplumlarda siyasi ve sosyal değişikliklere yol açtı. İşletme sahipleri, üretici yatırımcı ve tüccarların oluşturduğu seçkin burjuva sınıfının yanında yeni bir sınıf olarak işçi sınıfının doğuşu gerçekleşti. Zengin burjuva sınıfının her şeye sahip olmasına karşın işçi sınıfı siyasal ve sosyal haklardan mahrum ve gelir açısından düşük seviyede var olmaya çalışıyordu. İşçi sınıfının yanında köylü sınıfı da hak ettiğine sahip olamıyordu. Bu durum bir süre sonra sosyoloji bilimi ile uğraşan bazı bilim insanları arasında sosyalizm görüşünün ortaya çıkmasına ve farklı açılardan geliştirilmesine sebep oldu. Bu konuda çalışmalar yapan ve fikirler üreterek insanları etkisi altına alan akımlar yaratıcılarının isimleri ile anıldılar. Önceleri “Ütopik Sosyalizm” olarak başlayan düşünce akımları daha sonra Karl Marx, Friedrich Engels tarafından “Bilimsel Sosyalizm” olarak yorumlandı. Böylece zenginlerin sınıfı olarak ortaya çıkan “Burjuva” karşısında işçileri temsilen “Proleterya” sınıfı oluştu.
Sosyalizm genel olarak halkın yönetiliş biçimi olarak algılanabilir. Temel özelliği sınıfların eşitliği üzerinedir. Sosyalizm, ekonomide üretim gücünü devletin elinde tutmasını tercih etmesine rağmen burjuva rolündeki kapitalist yatırımcılara da engel olmamaktaydı. Bunu yaparken proleterya sınıfındaki işçilerin haklarını koruması gözetmesi en birinci göreviydi. Ancak farklı siyasal yapıdaki fikirlerle beraber sosyalizm bir süre sonra devletin mutlak gücünü varsayan komünizme dönüşüverdi. Komünizm sistemde tek patron ve yatırımcı yani tek burjuva devlet olarak var olacaktı. Diğer yatırımcı rolündeki kişiler en büyük patron olan devletin emrindeki yöneticilerden ibaretti. Komünizm sisteminde işçi ve köylü devlet yöneticilerinden sonra en kutsal varlıklar olarak kabul ediliyordu.
Sosyalizm ve Komünizm Avrupa’da sanayi devriminin yaşadığı toplumlarda konuşulmaya başlandı. En çok tartışılan yerler ise işçilerin ya da köylülerin haklarına sahip olamadıkları ülkelerdi. Sosyalizm ve komünizm ilk çıkışlarını Almanya’da yaptılar. Daha sonra çevresindeki diğer ülkelerde de birlikler oluşarak gelişmeyi sürdürseler de bu gelişme yeterince olamadı. Olmamasının en büyük sebebi genellikle demokratik haklara sahip olan batılı ülkeler bu tür sosyalizme soğuk bakmalarıydı. Oysa en büyük nüfus yapısıyla Rusya Çarlığında işçilerin ve köylülerin yaşam standartlarını Çarlık ailesinin huzuru ve rahatı yolunda hiçe sayılmaktaydı. Bu yüzden komünizmin ilk dalgası Lenin vasıtasıyla Rusya’da kabul gördü.
I Dünya savaşının patlak verdiği 1914 yılından itibaren savaşa İtilaf Devletleri saflarında giren Rusya, savaşın verdiği ağır ekonomik yükü işçi ve köylülerin sırtına atmıştı. Bunun yanında burjuva sınıfının zenginleri savaşın getirdiği sıkıntıları yaşamıyordu. Diğer İtilaf Devletleri olan Fransa ve İngiltere’nin Rusya’nın savaşa devam edebilmesi için silah ve teçhizat yardımı yapmaları zorunluydu. Ancak bu yardımın kara yolu ile yapılması Alman ve Avusturya-Macaristan orduları nedeniyle olanaksızdı. Tek çare savaş halinde oldukları Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki Çanakkale boğazından geçerek İstanbul ve Karadeniz üzerinden Rusya’ya silah yardımı yapmalarıydı. Ancak bunu Mustafa Kemal yüzünden başaramadılar. Rus Çarı siyasal olarak direnemedi ve 7 Kasım 1917 tarihinde Bolşevikler geçici hükümeti devirerek yönetimi ele geçirdiler. Böylece 19. Yüzyılda ortaya çıkan Sosyalizm 20. Yüzyılda Rusya’da Komünizm olarak yerleşmiş oldu.
Dipnot: Sovyetler Stalin ile komünizme geçmeyi denediyse de hiçbir zaman geçemedi. Yine de diğer ülkeler Sovyetleri komünist olarak adlandırdığı için onlardan bu şekilde bahsettim.
Dünyanın kendine demokrat Emperyalist batılı ülkeleri İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Amerika, Rusya ve doğudan kadroya katılan Japonya, her fırsatta önlerine gelen ülkelerin vampir gibi kanlarını emmeyi amaç edinmişlerdi. Belki orta çağ hatta yeni çağ için bunun gerekliliği konusunda tartışılmaz ancak yakın çağda gelişen sosyolojik toplumsal yapılar, emperyalizmi insanlık suçu olmaktan kurtaramaz.
Yazının konusu olan Çin, doğuda 1700’lü yıllardan itibaren İngiltere, Japonya, Fransa ve Rusya’nın ekonomik ve siyasal baskısına maruz kalırken, batıda da çökmüş ve Hasta Adam olarak tanımlanan Osmanlı Devleti (Artık İmparatorluk demenin anlamı yok) Çin ile aynı kaderi paylaşıyordu. Çin, Boxer ayaklanması sonucu bu son ile Osmanlı’dan daha erken karşılaşmasına rağmen kurtuluşu, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinden daha geç olacaktı. Bunun başarısı elbette Türk ulusunun Mustafa Kemal gibi bir lidere sahip olmasından kaynaklanıyor. Ancak ne yazık ki Lider bağımlılığından kurtulamayan Türk halkı, Mustafa Kemal’i kaybettikten sonra eski karanlık çukurlara dönerken, Çin çektiği sıkıntılardan bulduğu çözümlerle bugün dünya devi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu yazı hikayesi Çin’in 2000 yıl öncesinden başlattığı hanedanlıklar döneminden sonra önce Cumhuriyete ve daha sonra da Sosyalist yönetime nasıl geçtiğinin hikayesidir.
DOĞUNUN YÜKSELEN YILDIZI, ÇİN TARİHİ-6 BOXER AYAKLANMASI, XİNHAİ DEVRİMİ VE CUMHURİYET
Dünyanın doğusundaki gelişmeler Batı ülkelerini tedirgin ediyordu. Batının ele geçirdiği Çin’i, Japonya da lezzetli bir lokma olarak tanımlayınca Çin’in kontrolünde olan Kore’den başlattığı savaşı kazanarak topraklara sahip olmuştu. Çin, Şimoneski Antlaşması ile Japonya’ya ödünler vererek kendi topraklarını koruyabilmişti. Avrupa devletleri yalnızca kendisine ayırdığı bu lezzetli ülkenin başkaları tarafından yenilip yutulmasını göze almadıkları için Çin’e yardım edip verilen ödünlerin geri alınmasını sağladılar. Ancak Çin, Japonya’ya vermediği ödünlerin çok fazlasını batılı ülkelere vermek zorunda kalacaktı. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın ortak hareketi ile bir nevi manda yönetimine aldıkları Çin’in ekonomik bölgelerini parçalayarak işgal edip sömürdüler.
Çin halkı 1894 yılında hem Japonya karşısında aldıkları yenilgi hem de sonrasında batılı ülkelerin işgalinde onurlarının kırıldığını hissederek için için diş bilemeye başlamışlardı. Çinliler tüm bu sorunları başlarına getiren, Qing Hanedanlığına karşı 1870 yılında “Boxer Cemiyeti” (Boksör anlamını içeren cemiyet, bu ismi yabacılara yumruk vurma ifadesinden çıkarmıştı) isimli bir örgüt kurmuşlardı. Bu örgütün 1890 yılından itibaren batılı ülkelere karşı mücadeleye girmesi, Hanedanlığın hoşgörüsünü kazandı. 1899 yılından itibaren cemiyet üyeleri yabancı temsilciliklere, misyonerlere ve yabancıların yaptığı demiryolları ile buradaki işçilere saldırılar düzenledi.
Halk ayaklanması ciddi boyutlara geldiğinde rahatsız olan işgalci ülkeler (İngiltere, Fransa, ABD, Rusya, İtalya, Avusturya-Macaristan, Almanya ve Japonya) birleşerek “8 Devlet İttifakı” oluşturdular. İsyanı bastırma kararının fitilini ateşleyen olay ise Alman sefirinin Boksörler tarafından öldürülmesiydi. 14 Temmuz 1900’de ortak oluşturulan 54 bin kişilik ordu
Sir Edward Seymour ve Alfred von Waldersee komutasında Tianjin’deki ayaklanmayı bastırıp “Yasak Şehir” adı verilmiş olan Pekin’i ele geçirip yağmaladılar. İşgalcilerin ordusu, ayaklanmanın bastırılması sırasında binlerce Çinli kadına tecavüz etti. Tecavüze uğrayan kadınların birçoğu intihar etti. İsyanın bastırılması sırasında işgalcilerden 2500 asker, 500 yabancı sivil ile birkaç bin Hristiyan Çinli, hayatını kaybetti. Çinlilerden ise 20 bin asker ile birkaç milyon Çinli öldürüldü. Sekiz Devlet İttifakı yaptıkları katliamlar yetmezmiş gibi bir de Çin’e çok büyük zarar tazminatı yüklediler. Ödenmesinin olasılığı olmayan taksitlerin 40 yıl vadesi vardı ancak Çin’in bu ödemeyi yapacak gücü yoktu. Zaten Emperyalist sistemin temeli de buna dayanıyordu. Borcunu ödeyemeyen Çin, Avrupa devletlerinden yeniden borç alıp borcunu başka bir borçla ödemeye çalışırken özgürlüğünü kaybedecekti.
Çin artık yeni bir döneme girmişti. Ülkeyi Cumhuriyete götüren süreçteki etken kişi Sun Yat-Sen oldu. 17 yaşındayken eğittim amacıyla gittiği Honolulu’dan döndükten sonra arkadaşı ile yıktıkları tapınak yüzünden köylülerin gazabından kaçıp Hong Kong’a gitmişti. İngilizlerin kontrol ve yönetiminde olan bu kentte eğitimlerini pekiştirdikten sonra Guangzhou hastanesinde bir Hristiyan Misyonerden tıp eğitimi aldı. Daha sonra Hong Kong’da açılan Tıp okuluna giren 12 kişi içinden 1892 yılında mezun olan 2 kişiden biriydi.
Sun Yat-Sen 1905 yılında 39 yaşındayken birkaç arkadaşı ile beraber Tokyo’da olduğu sıralarda “Tongmenghui” adlı gizli bir yer altı örgütü kurdu. Bu örgüt Çin’de imparatorluğa ve haksızlıklara karşı mücadele ederken ülkeyi yeni yönetime, Cumhuriyete hazırlamak amacını güdüyordu. Örgütün en büyük hareketi “Wuchang Ayaklanması” olarak bilinen isyandı. Bir demiryolu kriziyle başlayan ayaklanma o sırada Wuchang’da bulunan Yeni Ordu’nun 1911 yılının sonlarında Huguang Genel Valisine karlı yaptığı bir saldırı ile başladı. Vali kaçarak kurtulmasına rağmen devrimciler kentin kontrolünü ele geçirdiler. Bu isyanın ardından gelişen diğer isyanların sonucunda İmparatorluk ordusu ile Yeni Ordu’nun çatışmaları Qing Hanedanlığının sonunu getirdi. Sun Yat-Sen liderliğinde başlatılan “1911 Devrimi” 1911 yılında meydana gelmesinden dolayı “Xinhai Devrimi” olarak adlandırıldı. 8 yaşındaki Son İmparator Puyi, 12 Şubat 1912 tarihinde tahttan indirildi. Böylece 2000 yıldır devam eden Hanedanlıklar saltanatı ve İmparatorluk yönetimi son bulup yerini Cumhuriyete bırakarak bugünkü modern Çin tarihinin başlamasına sebep olmuştu. Ancak bundan sonra Çin’i başka işgaller ve çalkantılar bekliyordu.
ÇİN TARİHİ - 5 DİNSEL İSYANLAR VE 1. JAPON SAVAŞI TAIPING İSYANI (Hristiyanlar)
Fransızların Pekin Antlaşması ile ülkeye soktukları Hristiyan misyonerler birkaç yıl sonra etkisini göstermeye başladı. Yoksul bir köylü olan Hong Xiuguan Hristiyanlık öğretilerinden edindiği bilgiler ışığında yeni bir din üreterek kendini Tanrı’nın oğlu ve İsa’nın kardeşi olduğunu söyleyip, Çin’de reformlar yapmak üzere gönderildiğini anlatıyordu. Hong, arkadaşı Feng Yunshan ile beraber 1847 yılında Guangxi’nin yoksul mahallelerinde “Tanrıya Tapanlar Birliği” (Bai Shangdi Hui) isimli bir dinsel topluluk kurdu. Hong, 1850 yılında taraftarları ile beraber “Tanrısal Büyük Barış Krallığı” (Taiping Tianguo) adlı yeni bir oluşum kurarak kendini “Tanrısal Kral” (Tianwang) ilan etti.
Taiping, Hristiyan öğretisinde Yeni Ahit’teki iyilik, bağışlayıcılık gibi ilkeler yerine Yahudiliğin Eski Ahit’teki ibadet ve itaati emreden anlayışı savunuyordu. Yeni dinde fahişelik, zina, kölelik, kumar, afyon ve alkollü içkiler yasaktı. Bu kurallara uyanların öbür dünyada ödüllendirileceğine ilişkin inanç son derece güçlüydü. Taiping sisteminde Çince son derece basitleştirilmişti. Erkek ve kadınlar eşitti. Tüm üretim ve tüketim malları ortaktı. Topraklar halk arasında eşit paylaştırılacaktı. Hatta taraftarları içinde eğitim görmüşler tarafından bir Taiping Demokrasisi kurulup sanayinin geliştirilmesi yönünde çalışmalar başlatılmıştı.
Yeni dinin anlayışı mülkiyette ortaklık şeklinde ifade edildiğinden dolayı ekonomik sıkıntı içinde olan köylü, madenci, işçi gibi kesimlerden taraftar toplamayı başardı. Başlangıçta 2-3 bin kişilik düzensiz çetelerden oluşan topluluk kısa sürede 1 milyon kişilik disiplinli ve hırçın, kadın ve erkeklerden oluşan savaşçılara dönüşüverdi. Ordu 1853 yılında Kuzey Çin’deki Nanjing’e girip kentin ismini “Tanrısal Başkent” (Nianjin) olarak değiştirdi. Ordu, Pekin üzerine yürürken yol üzerinde birçok zaferler kazanmasına rağmen Pekin’deki çatışmalarda başarısız kalıp kenti ele geçiremedi.
Taiping ordusu 1. komutanı Yang Xiuqing tüm yetkileri elinde toplayıp muhalif taraftarları öldürttü. Hong’un desteğiyle Yang’ı ortadan kaldıran 2. Komutan Wei de güçlenmeye başlayınca Hong onu da öldürttü. 3. Komutan durumunda olan Shi Dakai ölüm korkusuyla bir grup taraftarı alıp Hong’u terk etti. Taiping ordusu Şanghay’ı da 1860 yılında alınca Qing Hanedanı önce Amerikalı Fredrick Townsend, sonra da İngiliz subay Charles George Gordon’un komuta ettiği batılı silahlarla donatılmış Çinli paralı askerler tarafından kontrolü ele aldı. Bu sırada Hong’un fikirleri, karşıtı olan yerel toprak ağaları; Qing hanedan komutanı Zeng Guofan önderliğinde silahlı birliklerle 1864’te Nanjing’i kuşatıp ele geçirdiler. Hong intihar etti. Taiping direnişleri 1868 yılına kadar sürdü. Yüzbinlerce Taiping taraftarı savundukları öğretiler doğrultusunda sonraki hayatta kazanacaklarını düşünerek teslim olmaktansa ölmeyi tercih ettiler. Sonraki yıllarda hem milliyetçiler hem de komünistler bu ayaklanmaya sahip çıkacaklardı.
DUNGAN – PANTHAY İSYANI (Müslümanlar)
Hristiyan öğretisine sahip taraftarlar Taiping İsyanını başlatırken isyanın sonlarına doğru Müslüman azınlıklar da harekete geçmişlerdi. Yuan ve Ming Hanedanı dönemlerinde Huiler etnik grup olarak oluşmaya başladılar. Qing Hanedanı sırasında Müslüman olan ve olmayan Çinliler arasında geçimsizlik başlamıştı. Qing Hanedanlığı kurban kesilmesini, cami inşaatını ve hacca gidilmesini yasaklamıştı. Hanedan, ülkedeki toplulukları (Çinliler, Müslümanlar, Tibetliler, Moğollar) birbirine çatıştırarak kontrol ediyordu. Bu baskılar sonunda isyanın oluşumunu tetikledi. Önce Yunnan eyaletinde Panthay daha sonra da Sincan, Shaanxi ve Gansu sınırları içinde Dungan isyanı başladı. Qing Hanedanı isyanları bastırmak için soykırımına girişti. Panthay isyanında 1 milyon, Dungan isyanında 2-3 milyon ve Guizhou baskını sırasında da yaklaşık 5 milyon Hui ve Miaolardan oluşan Müslüman öldürüldü. Bu soykırımlar Mançu yönetiminin savunduğu resmi bir politika olup adı “Müslümanlardan Temizlenme” olarak geçiyordu. Dunganlar bu saldırılardan sonra kitle olarak Rusya ve Orta Asya içlerine göç etti.
Taiping, Dungan ve Panthay isyanları sırasında Qing hanedanı çok güç kaybetmişti. Bunu fırsat bilen Japonlar 1894 yılında Kore üzerinden Çin’e savaş açtı. Savaşı zaferle sonuçlandıran Japonlar Asya’da Çin hakimiyetine son verip Japon siyasi gücünü kabul ettirdiler. Qing hanedanı neredeyse son günlerine yaklaşmıştı. Japonlar ise bu zaferden sonra yeniden yapılanmalarını sağlayacak Meiji Restorasyonunu gerçekleştirdiler. Meiji Yenilenmesi olarak da geçen bu yapılanma Japon İmparator Meiji, tarafından uygulanan bir dizi kararlar zinciriydi. 1868 yılında kendisini “Amaterasu” adlı güneş tanrıçasının soyundan geldiğine inanan Meiji, uyguladığı politik sistem sayesinde tüm Japonya’nın birleşmesini sağlamıştı. Meiji’nin 5 maddelik restorasyonu ile Japonya’daki geleneksel Shogun dönemi sona ermişti. Ordu batıdan sağladığı ateşli silahlarla donatılıp yeni bir döneme geçiyordu. Bunun yanı sıra sanayi ve endüstriyel gelişim ile Japonya 20. Yüzyıla hazırlanmıştı. (The Last Samurai filmi bu konuyu işliyordu)
Birinci Japon savaşı sonunda Çin, Mançurya, Kore ve Tayvan üzerindeki hakimiyetini Japonlara kaptırdı. Qing Hanedanlığı yeniden toparlanmaya çalışıyordu. Bu amaçla yeni iktidara geçen genç imparator Guangxu ve danışmanları reform sürecine giriştiler. Bu dönemde ordular yeniden örgütlendi ve 100 Gün Reformu (Wuxu Reformu) adı verilen kültürel, politik ve eğitim konusunda yenilenme girişiminde bulunuldu. Ancak arka planda iktidarın gerçek sahibi olan dul İmparatoriçe Cixi ve çevresindeki muhafazakâr muhaliflerle reform hareketlerine bir darbe ile son verdiler.
Ming Hanedanlığının son imparatoru Cong Zhen’in kötü yönetimi sonucu ekonomik sıkıntı içinde olan halk Li Zicheng liderliğinde isyan etti. Çin ordusu içindeki bazı komutanların da kuzeydeki Mançularla iş birliği yapması ile Ming Hanedanlığı son buldu.
Hanedanlığın kurucusu Mançular, bilim dünyasında Tunguzlar olarak adlandırılan Turan ırkına ait halktı. Aisin Gioro kabilesinin şefi olan Nurhaci, Çin kültüründen etkilendiği için Çince öğrenip Çin kültürüne yakınlaşmaya çalışmıştı. Bu süre içinde Ming Hanedanlığı ile iyi ilişkiler kurmaya dikkat etmişti. Ordusunu güçlendirmek amacıyla yetersiz olan Mançu askerlerini Moğol savaşçıları ile destekledi. Ming Hanedanlığının krize girdiği ve halkın isyan etmesinden hemen sonra hazırlamış olduğu yeni ordusu ile Çin’i işgal edip imparatorluğunu ilan etti. 1644 yılında yeni yönetim Qing Hanedanlığı olarak ortaya çıkmış oldu. Hanedanlığa Qing adı verilmesi bir iddiaya göre Ming hanedanlığının anlamına karşı koyulmuştu. Ming, Çin zodyağında Ateş anlamına geliyordu, Qing ise zodyakta Su demekti. Yani bir anlamda su ateşi yok etmişti (Günümüzde kullanılan Çin adı, son hanedan olan Çing ‘Qing’ hanedanın isminden türetilmiştir).
Bulundukları coğrafyadan edindikleri Moğol kültürü ile hükümdarların unvanında Bogd Han unvanını kullandılar. Dini inanç açısından Tibet Budizmini ve yanında Konfüçyüs akımlarını destekliyorlardı. Yönetimin üst kademesi olan sarayda, hanedanlığın sahibi Mançular bulunurken yerel yönetimlerde Çinliler görev alıyordu. Mançuların da bu süreçte Çinlileşmeleri uzun sürmedi.
Qing Hanedanlığı 18. Yüzyılın sonlarına doğru her anlamda zirveye ulaşmıştı. Fakat sahip olduğu 400 milyonluk nüfusun yarattığı sıkıntı ile ekonomik durgunluk, üretimde düşme, yolsuzluk ve yönetimin çağın koşullarına uymadan klasik sistemi korumaya çalışması, modernize olamaması, imparatorda güç kaybı yarattı. Ülkenin mali krize girmesi aynı zamanda Avrupa ülkelerinin ticari baskıları ile zor durumlarda kalması sonucu merkez otorite kayboldu.
1800’lerden itibaren özellikle Britanya İmparatorluğunun ticaret gemilerinin ülkeyi sık sık ziyaret etmesi diğer Avrupalıların da ticari iş birliğine girmelerini sağladı. Qing Hanedanlığını sona doğru yaklaştıran en büyük sorun Britanya ile karşı karşıya kaldığı Afyon Savaşları olacaktı.
1830’lu yıllardan itibaren İngiliz tüccarlar kaçak yollardan ülkeye afyon sokarak ticaret yapmaya başladılar. Yerel yönetimlerin engel olmadığı afyon kullanımı bir süre sonra Guangzhou’da ciddi boyutlara vardı. 1839 yılında, bölgeye atanan yeni valinin bu olumsuz gidişe dur demek istemesi ile kantondaki tüm afyon depolarına el konularak imha edildi. Bu sırada sarhoş birkaç İngiliz’in bir Çinliyi öldürmesi ve suçlu İngiliz’in Çin mahkemesi yerine İngiliz mahkemesinde yargılanmasını istemeleri ortamı iyice gerginleştirdi. Meydana gelen küçük savaşta İngiliz gemilerini koruyan bir İngiliz zırhlı gemisi teknolojik üstünlükleri sayesinde savaşı kazandı. Savaşı kaybeden Çin Büyük Britanya ile 1842 yılında Nanjing Antlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Antlaşmanın ağır maddeler içeriyordu. Bu antlaşmaya göre; Çin, Hong Kong Adası ve bu adanın civarındaki adaları Birleşik Krallık'a verecek, Savaş tazminatı olarak 650 ton gümüş ödeyecek, İllegal olarak el koyduğu ya da imha ettiği afyonlar için Birleşik Krallık'a 6 milyon pound tazminat ödeyecek, Birleşik Krallık ile karşılıklı aynı ticari kurallara uyacak, 5 limanını düşük gümrük tarifeleriyle Birleşik Krallık'a açacaktı. Ayrıca Çin'de bulunan Britanya vatandaşları diplomatik dokunulmazlığa sahip olacak ve Çinlilerin ülke dışına çıkmaları için konulan yasak kalkacak ve yurt dışına gidebileceklerdi (Amerika’ya ilk Çin göçü bu dönemde başladı). Bu antlaşma maddeleri Çin açısından “Eşitsiz Antlaşma” olarak görülüyordu. Bunun dışında tüm yabancılara karşı “Dış Dokunulmazlık” uygulaması da geçerli oldu. Böylece Çin’de faaliyet gösteren yabancılar yerel yasalardan muaf tutuluyorlardı.
Yapılan antlaşmalardan sonra Çin, bulunduğu durumu kabullenmekte zorlanıyordu. Yerel yöneticiler içinde antlaşma maddelerine uymak konusundaki isteksizlikleri 1856 yılında sorun olarak ortaya çıktı. O yıl bazı Çinli görevliler “Arrow” isimli İngiliz gemisine çıkıp bayraklarını indirmesinden sonra Büyük Britanya ile savaş yeniden başlamış oldu. Aynı dönemde Çin’in iç kısımlarında bir Fransız’ın öldürülmesi bu kez Fransızları da İngilizler yanında savaşa soktu. Böylece Çin’e karşı İngiliz ve Fransızların olduğu 2. Afyon Savaşı ortaya çıktı. 1857 yılında İngilizler ve Fransızlar askeri harekata başladıktan bir süre sonra Çin’i Tienstin Antlaşmasını yapmaya zorladılar. Bu antlaşma ile yabancılar elçilerle Pekin’e yerleşebilecek, yeni ticaret limanları açılacak, yerleşim amacıyla Batılılar Çin’e girebilecek, Çin’in iç bölgelerine doğru yolculuk yapabilecek, toprak satın alabilecek, Çin yasalarına tabi olmadan kendi konsoloslukları tarafından yargılanmalar gibi haklara sahip olacaklardı. Aynı yıl bu kez Şanghay’da yapılan görüşmelerde afyon ithali de yasallaştırıldı. Ancak Çinli yetkililer antlaşmayı imzalamayı reddettiler. Yeniden çıkan savaşta İngiliz ve Fransız kuvvetleri Pekin’i ele geçirip İmparatorun yazlık sarayını yaktı. Bu kez Pekin Antlaşması için masaya oturuldu ancak bir farkla, artık masada bir de Rusya vardı. Bu kez yapılan sözleşmede Çin’in toprak kayıpları da vardı. Daha önce İngilizlere kullanım amaçlı verdiği Hong Kong’un bulunduğu Kowloon yarımadası bu kez tamamen bırakılıyordu. Fransız misyonerlere ait el konulan dini ve hayır kurumlarının tamamen iade edilmesi gerekecekti. Ayrıca sonradan sözleşmeye dahil olan Rusya’ya da Mançurya bölgesinden toprak verilmesi, sözleşme maddeleri arasındaydı. Bu sözleşme 4 ülke arasında imzalanıp kabul edildi. Artık Qing hanedanlığı sonuna doğru sürüklenmekteydi.
LİAO HANEDANLIĞI: Liao, 916 yılında Çin’in kuzeyinde Çinlileşmiş Moğol kökenli Karahitayların kurduğu bir hanlıktı. Liao nehri kıyılarında ikamet eden Hitaylardan Yelü Abaoji (Taizu) 907’de Hitay Kağan’ı olmuştu. 916 yılında kendini “Tanrı İmparatoru” ilan edip Büyük Kitan’ı kurmuştu. 947 yılında onun yerine gelen ikinci imparator Taizong (Yelü Deguang) ülkenin adını Liao olarak değiştirdi. Daha sonra 983 yılında bu kez “Kidan” ve 1066 yılında tekrar “Liao” oldu.
JİNN HANEDANLIĞI; Mançuların ataları Çurçenler tarafından kurulmuş hanedandı. Ülkenin ismi Çurçen dilinde “Altın Ulus” anlamına gelmekteydi.
BATI XİA HANEDANLIĞI: Batı Xia Hanedanlığı ya da diğer adıyla Tangut İmparatorluğu 1032 yılında kuzeybatı Çin’in Kansu bölgesinde kuruldu ve yaşadı. Hanedanlık Tangut kabileleri tarafından kurulmuştu. Köken olarak Tibet, Birman halklarından oluşuyordu. Varlıklarını sürdürdüğü dönemlerde Song ve Jinn Hanedanlıkları ile komşulukları oldu. 1227 yılında Moğol hakanı Kubilay tarafından yıkıldı.
SONG HANEDANLIĞI: ‘Beş Hanedan On Krallık’ dönemi Zhao Kuangyin’in Song Hanedanını kurmasıyla sona erdi. Song hanedanlığı Çin’deki bölünmüşlüğü kısmen de olsa ortadan kaldırdı. 960 yılından itibaren hüküm süren imparatorluk, kendi döneminde Asya’nın önemli devletlerinden biriydi. Bulundukları coğrafya, doğu Çin denizi yakınlarında Laos ve Vietnam gibi ülkelerin yeriydi. Batı komşuları Tibet, kuzey komşuları ise Uygurlardı. Song Hanedanlığı hüküm sürdüğü dönemde Jinn Hanedanlığını ele geçirerek sınırlarını büyüttü. Ekonomik anlamda geçmiş hanedanlardan daha zengindi. Kâğıt para ilk kez bu hanedanlık döneminde kullanılmıştı. Tarım ekonomisi gelişmiş, kentleşmede çığır açmışlardı. Ülke bugünkü anlamda tam bir liberal ekonomi seviyesindeydi. Mülkiyetçilik her noktada hakimdi. 1279 yılında Yuan Hanedanlığı tarafından yıkıldı.
YUAN HANEDANLIĞI
Moğol hanı Cengiz Han dünyayı ele geçirmeye çalışırken elbette güneyinde en yakınındaki Çin imparatorluğunu göz ardı edemezdi. Kendisi ve oğullarının hayatta olduğu sürece zaman zaman yaptığı baskınlarla büyük zararlar vermiş olsalar da tam olarak tüm Çin’i ele geçirmeleri 1270’li yıllarda torunu Kubilay döneminde gerçekleşti. Moğolların Çin toprakları içindeki yaşamları sırasında kültürlerinden etkilenerek asimile olup Çinlileşmeye yüz tuttular.
Kubilay Han babası Tuluy Han’dan sonra tahta geçti. Kubilay Han, başkenti Hanbalık (Balık Türkçede Kent anlamına gelir. Hanbalık, Han’ın kenti demektir) olan büyük bir imparatorluğun sahibiydi. Hanbalık’ın Çincedeki anlamı ise Dadu idi. Dünyanın en büyük ve geniş topraklarına sahip imparatorluk Moğol olmasına rağmen kendilerini Çin İmparatorlu olarak tanımlıyorlardı. (Fatih de Türk olmasına rağmen kendine Rum Kayzeri diyordu)
Moğollar Çin’deki hakimiyetleri sırasında devletin yönetiminde yerli halka (Çinli) fırsat vermiyorlardı. Yuan ordusunun piyade askerleri çoğunlukla bölgedeki Moğol kabilelerinden geliyorlardı. Süvariler ve üst rütbeli subaylar ise Uygurlar başta olmak üzere diğer Türk kabilelerinden sağlanıyordu. Türkler, devletin yönetiminde de söz sahibiydiler. Moğol kökenli Yuan hanedanı Uygur Türklerinin bilgi, zekâ ve deneyimlerinden her fırsatta yararlanıyorlardı. Moğollardan yüz bulamayan Çinliler ise başka bölgelere göç ederek katliamlardan kaçınmaya çalışıyorlardı.
Moğolların yükseliş dönemlerinde yerli Çin halkına dayanılmaz baskı uygulayıp sömürü düzeni oluşturuyorlardı. Bu baskıcı yönetim bir süre sonra Çinlilerin birçok sayıda dini ve milli gizli örgütler kurarak organize olmalarını sağladı. Halk üzerindeki olumsuz baskılar bu örgütlerin birleşerek 1333 yılında ayaklanıp isyan çıkarmasına sebep oldu. O yıl, Altın nehir de denilen Sarı Irmak’ta yapılan ıslah çalışmaları sırasında halkın simge olarak başlarına bağladığı kırmızı örtülerden dolayı “Kırmızı Başörtülü Ordu” denilen birliklerin “Kızıl Türban İsyanı” adı verilen bir isyanı gerçekleştirdi.
1333’de Haozhou bölgesinde Zhu Yuanzhang liderliğinde başlayan isyan büyüyerek 1340’da “Çin’i yeniden kurmak” sloganıyla tüm Çin’e yayıldı. Zhu Yuanzhang, son Yuan İmparatoru Togon Temür dönemi olan 1368 yılında birlikleri ve halkla başkent Dadu’yu ele geçirip Yuan Hanedanlığını yıkarak yerine Ming Hanedanlığını kurdu.
MİNG HANEDANLIĞI
Halkı birleştirip isyana kaldırarak imparatorluğu ele geçiren Zhu’ya Ming Taizu denildiği için hanedanlığın adı Ming Hanedanlığı olmuştu. 31 yıllık yönetimi sırasında devlete büyük katkıları olan vezirleri ve devlet adamlarını ortadan kaldırarak merkezi yönetimi güçlendirdi. Taizu döneminde Çin altın dönemini yaşamaktaydı. Deniz ticaretinin gelişmesiyle devlet istikrar kazanmış ve ekonomi güçlenmişti.
Ming Taizu’nun ölümünden sonra yerine torunu Jianwen geçti. Ancak o da amcası tarafından tahttan indirildi ve yerine Zhu Di geçip kendini Chengzu İmparatoru ilan etti. 1421 yılında başkent, Pekin’e taşındı. 1400’lü yılların sonlarına doğru zengin Çin, Japonlar tarafından tehdit edilmeye başlandı. Japonya’yı birleştiren Toyotomi Hideyoshi Kore üzerinden Çin’i ele geçirme planları yapmaktaydı. Japonya, askeri harekata girişmiş olmasına rağmen Çin’in Kore’ye destek olmasıyla amacına ulaşamadı. Fakat bu sırada Çin ekonomik olarak çok zayıflamıştı. Üstüne üstlük 150 milyona yaklaşan nüfusuyla Çin, sorunlarla başa çıkamamaya başladı. 1600’lü yıllarda köylü isyanları başladı. 1627 yılında Şansi eyaletindeki afet sonrasında imparatorun zorla vergi toplamak istemesi yüzbinlerce köylülerin isyana kalkışmasını tetikledi. İsyancıların 1644 yılında Pekin’e girmeleri sonucunda son imparator Cong Zhen kendini asarak intihar etti. Bu Ming hanedanının sonu oldu. İsyandan sonra yerine 1644 yılında Qing Hanedanlığı kuruldu.
420’li yıllarda Çin, Kuzey ve Güney olarak iki ayrı devlete ve hanedanlığa ayrıldı. Jin Hanedanlığının parçalanmasından sonra güneyde Doğu Jin, Liu Song, Güney Qi, Liang ve Chen hanedanlıklarına ayrıldı. Kuzeyde ise çoğunlukla Çinleşmiş Türkler “On Altı Krallık” olarak bilinen krallıkları kurdular. Türk kökenli Çin krallıkları Hun, Siyenpi (Xianbei) ve Tabgaç halklarından doluşuyordu. Bunların dışında tamamı Çinlilerden oluşan Di ve Han Krallıkları bulunuyordu.
Ülkenin bu bölünmesi durumunda bile Budizm tüm coğrafyada hakim inanç şekli olarak yaygınlaşmıştı. Kuzeydeki Budizm Hint ve Sogd kültürü sonucu ticaret yoluyla benimsenmişti. Güneyde ise Budizm zaman zaman yasaklanma yolu ile Taoizm’e destek verilmekteydi.
589 yılında Sui Hanedanı dağılmış krallıkları birleştirerek 400 yıllık bölünmüşlüğe son verdi.
Sui Hanedanı
Hanedanlığın ömrü çok fazla uzun olmadı. Kurucusu İmparator Wen aslında Türk kökenli Siyenpi’li biriydi. Hanedanlığın süresi 29 yıl sürdü. Budizme daha çok destek verilmesi ve Çin seddinin geliştirilmesi ile standart sikke basılması bu dönemlerde başlamış ve daha sonra devam edilmiştir.
Tang Hanedanı
618 yılında Li Shimin tarafından kurulan Tang Hanedanı, yıkılmasına sebep olduğu Sui hanedanlığının politikalarını devam ettirdi. Geçmiş hanedanların içinde en güçlüsüydü. Tang döneminde Çin, uygarlığının en üst seviyeye ulaştı. Bu dönemde Çin’in sınırları orta Asya’ya kadar uzandı. Deniz yolu ya da İpek yolu ile yapılan ticaret, ülkeye zenginlik getirmişti. Ticaretin getirdiği zenginlik uğruna Tang Hanedanı güçlü olmasına rağmen kendisi gibi güçlü olan kuzeydeki Türk devletleri ile iyi geçinmek zorunda kalıyordu. Zaman zaman Göktürk kağanlığı ve Doğu Göktürk Kağanlığı Tang Hanedanının egemenliği altına girmiş olsa bile Göktürk Kağanlığı, Uygur Kağanlığı ve Karahanlılar gibi Türk Devletleri ile iyi ilişkiler içinde bulunmuşlardı. Bu yüzden 590-610 yılları arasında Çinli prensesler Türk devletlerinin önde gelenleri ile evlendiriliyorlardı. Bu iyi ilişkiler sonucunda Türkler 20 bin kişilik ordu ile Çinlileri rahatsız eden kuzey komşuları Moğol Hitaylara saldırmış ve onların hayvanlarını, kadınlarını savaş ganimeti olarak almışlardı. 635 ve 636 yılında iki kez Tang kraliyet ailesinden prensesler Çin ordusunda komutanlık yapan Türk generaller ile evlenmişlerdi. Daha sonra da 755 yılına kadar Türk komutanlar Çin ordusunda görev yapmayı sürdürdü.
Tang Hanedanlığı döneminde Çin ilk kez batıdan gelen misyonerler vasıtası sonucu Hristiyanlıkla tanıştı. Yine bu dönemde Çinliler ilk kez Müslümanlarla tanıştı. O güne karşı Çin ile mücadele edemeyen Müslümanlar, Talas savaşında Karluk Türkleri ile birleşerek 751 yılında Çinlileri savaşta yendiler. Bu savaştan sonra Araplar kâğıdı, pusulayı ve barutu öğrendi.
Hanedanlığın başkenti olan Changan dünyanın en büyük şehri olma özelliğini taşıyordu. Çin’in zenginlik, uygarlık ve kültür seviyesi o kadar yükselmişti ki Japonlar Çin yazı karakterlerini kendi yazı dillerinde kullanmaya başladılar.
Çin tarihinin en büyük imparatorları bu hanedanlık döneminde ortaya çıktı. Ancak 715 yılından sonra gelenler diğerleri kadar yetenekli değillerdi. Ağır ilerleyen bir çöküş döneminde siyasi kavgaların artması ve hadımların devlet yönetimini ele geçirmesi, ardı arkasına bitmeyen köylü isyanları ve en sonunda Huang Chao isyanını organize eden Zhu Wen, Tang Hanedanı imparatorunu tahttan indirerek 907 yılında yeni imparator oldu.
Beş Hanedan, On Krallık
Tang Hanedanlığının yıkılmasından sonra oluşan Beş hanedanlık, On Krallık döneminde 907’den 960 yılına kadar çok devletli bir yönetim sistemi uygulandı. Kuzey Çin’deki geleneksel imparatorluk merkezini Hou Ling, Hou Tang, Hou Jin, Hou Han ve Hou Zhou isimli 5 hanedan kontrol altına aldılar. Bunların içinden Hou Tang ve Hou Jin aslında “Şatuo” Türk kabilelerinin kurduğu hanedanlardı. Hou Han ve Hou Zhou ise Şatuo Türklerinin bir yapılanma şekli olan bölgesel valilikleri Jiedushi’lere bağlı garnizon komutanları tarafından kurulmuşlardı.
Bu 5 hanedanlığın yönetiminde Wuyue, Min, Jing Nan, Chu, Wu, Nan Tang, Nan Han, Bei Han, Qian Shu ve Hou Shu isimli 10 krallık hüküm sürmekteydi. Bu dönem de 960 yılında Hou Zhou generali Zhao Kuangyin’in darbesi sonucu Song Hanedanlığını kurması ile sona erdi.
Yaklaşık 1 milyon yıl önce Afrika’dan yola çıkıp değişik duraklardan sonra göç yoluyla gelen Homo Erectuslar, Çin topraklarına yerleştiler. Bugünkü ırklarını ise MÖ 40 binli yıllarda Sibirya’nın kuzeyinden gelen Amerindler ile tamamlamış oldular. Kültürel yapılarını MÖ 7000’lerde oluşturdular. Bu kültürlerde darı ve pirinç yetiştirildiği görülmektedir.
Çin halkından oluşan ilk devlet ise Sarı Nehir civarında MÖ 2500 yıllarında Longshan medeniyeti ile başladı. Çin’de kurulan ilk hanedan Xia Hanedanı olduğu bilinmesine rağmen haklarında yazılı kaynaklara henüz erişilemedi. Yazının ilk kez kullanıldığı hanedan ise MÖ 1600-1100 tarihleri arasında oluşan Shang Hanedanıydı. Shang ile ardından gelen Zhou Hanedanı aslında dinsel yönetime sahip bir nevi teokrasi ile yönetilen hanedanlardı. Krallar güçlerini dini inançlarında alıyorlardı. Aynı dönemde Mezopotamya’da Sümerlerden kalma Asur ve Babil devletleri ile Antik Mısır’da pagan tanrıların hakimiyeti sürmekteydi. Yunan medeniyetinden henüz söz etmek için çok erkendi.
MÖ 750’lerden itibaren Çin küçük prensliklere bölündü. Konfüçyüs zamanında Sonbahar ve İlkbahar diye adlandırılan dönemlerde Çin’de yaklaşık 170 tane küçük prenslikler oluşmuştu. Üstelik her biri birbirleri ile savaş halindeydi. MÖ 750’den itibaren MÖ 500’e kadar 250 sene boyunca aralarındaki savaşlar sürdü. “Savaşan Devletler Dönemi” denilen bu süreçte demir ve bronz silah yapımında kullanıldı. Bu savaşların sonucunda ortaya çıkan Çin Medeniyetinde 7 galip devlet meydana geldi. Bunlar Chu, Han, Qi, Qin, Wei, Yan, Zhao devletleriydi. Yine bu dönemde inanç olarak Konfüçyüs ve Taoizm ortaya çıktı.
Qin Hanedanı
Qin devleti batıda kurulu iken MÖ 300’lerden itibaren küçük devletleri ele geçirerek güneye doğru büyüdüler. MÖ 221 yılında Qin Hanedanı olarak Çin’de imparatorluk dönemi başlamış oldu. Bu dönemde kuzeyden akınlar halinde gelen Hunlara karşı Çin Seddinin inşaatı tamamlandı. Para, ölçü ve ağırlık birimleri bu dönemde standartlaşmış oldu. Yazı sistemi de bu tarihlerde geliştirildi. MÖ 206’da çıkan halk ayaklanması ile Qin hanedanı yıkılınca yerine Han Hanedanı kuruldu.
Han Hanedanı
Han Hanedanı adını “Hanzhong” Derebeyliğinin iktidarı ele geçirip Hanedanlık kurmasından dolayı almıştı. Han’ların döneminde Çin nüfusu yaklaşık 60 milyondu. Çin’in altın çağı olarak bilinen bu dönemde Çin, sınırlarını genişleterek doğu Asya’yı hakimiyeti altına aldı. Orta Asya ile ticaretin sağlandığı kervan yolunu güvenlik altına alınması ve devletin resmi inancı olarak Konfüçyüsçülük akımının kabul edilmesi de bu dönemde gerçekleşti. Hanedanlığın son dönemine doğru merkezi hükümetin gücü azaldı ve Çin beyliklere bölündü. Her bir beylik de kendi bağımsızlığını sağladı.
Üç İmparatorluk
MS 100’lü yılların ortalarından itibaren Han hanedanlığının bağımsız beyliklere dönüşmesi ile beylikler arasında toprak alım-satımı ve işgaller başladı. Ayrıca “Hadımlar” (o tarihte bu isim evlenmemiş ya da çocuk sahibi olmamış erkeklik konusunda iktidarsız olanlar için kullanılıyordu) adı verilen bu dönemdeki kargaşa ve iç savaş nedeniyle kutuplaşmalar yaşandı. Kargaşalar ülkede bölgesel liderlerin doğmasına sebep oldu. Bu durum, Türkçesini “Efe” diye adlandırabileceğimiz “Savaş Ağaları”nın beyliklerin milis kuvvetlerini oluşturmasını sağladı. MS 184 yılında Savaş Ağalarının başlattığı Sarı Türban İsyanı sonrasında 3 liderin kendi bölgelerinde birleşmeyi sağlayıp hakimiyet kurması ile 3 İmparatorluk dönemi başlamış olacaktı. “Sarı Türban İsyanının” ana sebebi ise Taoizm felsefesinin sahibi olduğu dini akımdı. Yani Sarı Türban isyanı aslında bir din savaşıydı.
208 yılında Cao Cao’nun kuzeyi birleştirmesinden sonra 220 yılında oğlu Wei Hanedanlığını kurdu. Liu Bei ise bugünkü Sichuan diye bilinen yerde Şu Hanedanlığını, eski derebeylerinden Sun Quan da güney Çin’de Vu Hanedanlığını kurdu. Böylece bugünkü Çin topraklarında 3 İmparatorluk dönemi başlamış oluyordu.
Jin Hanedanı
Wei Hanedanlığının vezirlerinden Sima Yi’nin torunu Sima Yan, 29 yaşında Jin Hanedanlığını kurarak Wei Hanedanlığını ortadan kaldırdı. 280 yılında tüm hanedanlıkları ele geçirerek ülkenin birleşmesin ve tek hanedanlık dönemine geçişi sağladı.
Önceki hanedanlıkların güçlü oldukları dönemde kuzeyde ele geçirdikleri topraklarda yaşayan Türkler, Moğollar ve Tibetliler zamanla Çinlileşmişlerdi. Yarı Çinli diyebileceğimiz bu halkların isyanları ve birleşmeleri sonucu Jin Hanedanı Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı. 317 yılında Doğu kısmında bugünkü Nanjing’deki bir Jin Prensi İmparator olarak tahta oturdu.
Kuzey Çin’de ise Çinlileşmiş Hiung Nu (Hunlar), Xianbei (Siyenpiler) gibi Türk kökenli halklar, Qiang gibi Tibet halkları ile Jie ve Di gibi Çin halkları tarafından kurulan bağımsız krallıklara oluştu.
Biliyorum bu anlatacaklarım sonrasında her zamanki gibi beni linç edenler
olacak. Çünkü bazılarının kafasında ilahi, yanlışsız, hakkında asla
konuşulamaz bir Osmanlı var. Neredeyse başına Hz. ekleyecek yada imparatorluk
için ilah diye bahsedecekler. Halbuki aynı toplumun fertleriyiz, iyi yada kötü
bir şekilde Osmanlı sizin olduğu kadar benim de atam. Aramızdaki fark ben
pohpohlamak yerine yanlışlarını anlatıyorum ki bilinsin.
Konumuza gelirsek; Topkapı Sarayı'nın büyük çoğunluğunu köleler oluşturuyordu
ve tek özelliği bu değildi. Kanuni Sultan Süleyman tarafından saraydaki büyük
çoğunluk sadece işaret dilini öğrenmeye ve kullanmaya zorlanmıştı. Sizce neden
olabilir?
Bu makale işaret dilinin ilk olarak Kanuni Sultan Süleyman yönetimindeki
Topkapı Sarayı'nda nasıl tanıtıldığını ve sarayda neden sadece işaret dilinin
konuşulduğunu izah etmeyi amaçlayacak ve mecburen haremlerle ilgili bazı
konuları da ele alacak. Bu arada yanlış anlaşılmasın, Topkapı Sarayı işitme
engelliler için özel bir okul değildi, hem işiten hem de işitme engelli olan
herkes için eşsiz bir yerdi.
Osmanlı İmparatorluğu'ndan önceki imparatorluklar da Avrupa'nın
geleneklerine benzemeyen benzer gelenek ve uygulamalara sahipti. Eski
imparatorluklar her zaman sağır insanlar ve "dilsizlerin jestlerini" (işaret
dili) dillerine dahil etmekle ilgilenmiştir. Yani bunlar çok eski
geleneklerdir. Birçok imparatorluğun düşüşünde olduğu gibi Osmanlı İşaret
Dili'nin (OİD) ve imparatorluğun sonu kaçınılmazdı.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde (hükümdarlık dönemi 1520-1566) zirveye çıkan
Osmanlı İmparatorluğu'nun Topkapı Sarayı'nda yaklaşık 4.000 kişi vardı ve
imparatorlukta kölelik maalesef yasal olduğu için bu insanları çoğunluğunu
köleler oluşturuyordu.
"Kölelik, Osmanlı İmparatorluğu ekonomisinin ve geleneksel toplumunun yasal ve
önemli bir parçasıydı" (Cambridge Dünya Kölelik Tarihi).
Osmanlı İmparatorluğu'nun idari ve siyasi merkezi olan İstanbul'un MS 1453'ten
1700'e kadarki köle nüfusu 2,5 milyon civarındaydı.
"Osmanlı, padişaha veya çeşitli konularda imparatorluğa hizmet etmenin
eğitimlerinin verildiği Enderun gibi saray okullarında memur yetiştirip onları
özel olarak eğiterek, karmaşık hükümet bilgisine sahip, fanatik, sadık
yöneticiler yaratıyordu. Bu köleler ve [azat edilmiş (serbest bırakılmış)]
köleler Osmanlı İmparatorluğu'nun 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan
başarısının ayrılmaz bir parçasıydı." (Necipoğlu ve Habib)
Topkapı Sarayı'ndaki kölelerin çoğu Osmanlı İmparatorluğu tarafından
fethedilen Hristiyan topraklarından alınan esirlerdi. Yenilen her ülke
halkının uygun olan kesimi köleleştiriliyordu.
Padişahtan sonra gelen en güçlü ikinci adam olan Sadrazam bir zamanlar köle
hiyerarşisinin başındaydı. Sadrazamı Padişah atıyordu ve sadece o görevden
alabilirdi.
Sadrazam'ın baş danışmanı esirleri padişahın belirlediği kriterlere göre
değerlendirdi. Kriterlerden biri kölelerin İslam'a geçmesini gerektiriyordu.
Kriterlere uyanlar yakalandıkları bölgeden zorla Topkapı Sarayı'na
götürülür, burada eğitim ve derslerine başlardılar.
Köleleştirilmiş ve İslam'a geçirilmiş olan Hristiyanlar genellikle birkaç
yıllık hizmetten sonra serbest bırakılırdı. Bu tür azat etmeler köle
sahibinin dindarlığının göstergesi olarak kabul edilirdi. İslam'a geçirilen
bu insanlar için bu dini kabullenmek hayatta kalmanın yoluydu.
Acemi olan köleler Osmanlı Türkçesini okumayı, yazmayı ve konuşmayı öğrenirken
dini ve kültürel telkinler alır, ardından padişahın hizmetine verilirdi.
Müfredat Kur'an, Arapça gramer kitapları, sessiz dersler (işaret dili), hukuk,
Farsça edebiyat klasikleri ve çeşitli mesleki eğitim biçimlerini kapsıyordu.
Eğitim sonrası iç oğlanlara dönüşen köleler çeşitli odalarda eğitimlerini
tamamladıktan ve padişaha hizmette hünerlerini ve sadakatlerini
kanıtladıktan sonra nihayet saray dışında seçkin idari görevler almaya hazır
olurlardı.
Ayrıca av köpeklerini ve şahinleri eğitmeleri de öğretilirdi. Topkapı
Sarayı'nın kendi hastanesi, çamaşırhanesi, darphanesi, fırınları, terzileri,
berberleri, kuaförleri, nakış işçileri, dokumacıları, kuyumcuları,
temizlikçileri, marangozları vardı ve bu meslek alanlarının çoğu eğitimli
köleler tarafından doldurulmuştur.
Osmanlı İşaret Dili (OİD) 1522 yılında I. Süleyman döneminde iki dilsiz kardeş
tarafından saraya tanıtılmıştır. Bu iletişim biçimini çok saygılı bulan
padişah, tüm kölelerin işaret dili kullanılmasını emretmişti.
Padişah içoğlanları ile işaret diliyle konuşurdu. Bu yüzden Enderun'da işaret
dili iyice yaygınlaştı ve gelişti. Kabul odalarında padişah elçiye bile
bakmaz, tüm ihtişamıyla, sessizce tahtında otururdu. Bu inziva geleneğine ve
padişahın hal-hareketlerine şahit olan elçi heyetlerindeki gezginler,
padişahın tanrılaştırılmış bir puta benzediği yönünde yorumlar
yaparlardı.
Fransız diplomat Henry de Beauvau, 1605 yılında bu işaret dilinin sarayda
ikinci dil olarak kullanıldığını söyler. Üç yıl sonra 1608'de yüksek rütbeli
bir Venedik diplomat olan Ottavin Bon:
“Sultan ve içoğlanları, Türkler tarafından bu kadar çok dile getirilen
ağır başlılıklarını göstermek için işaret diliyle iletişim kuruyorlar.
İşaret diliyle ifade ettikleri şey sesli olarak tartışılırdı. Aynısı
kraliyet kadınları ve diğer hanımlar için de geçerliydi çünkü aralarında
yaşlı ve genç dilsizler de vardı. Mümkün olduğunca dilsize sahip
olmak çok eski bir saray geleneğiydi."
demiştir. Burada dilsizlerle kast edilen şey, köleler, cariyelerdir.
Dokuz yıl sonra 1617'de, Süleyman'ın emrettiği işaret dili ve Sessizlik
İlkesi, kraliyet haysiyetinin zorunlu bir niteliği haline gelmişti. Sultan I.
Mustafa (hükümdarlık dönemi 1617-1618 ve 1622-1623) işaret dilini öğrenmeyi
reddedince İstanbul'daki belediye meclisi salonunda eleştirilere maruz kaldı.
Bir padişahın yeniçerilerin [kölelerin] ve sıradan tüccarlar gibi sesli
konuşmasını onursuzca bulmuşlardı. Padişah asla konuşmamalı, olağanüstü
sessizliği ve ciddiyetiyle insanları titretmeliydi.
Topkapı Sarayı'nda “sağır alanlar” olarak adlandırılan odalar-mekanlar vardı.
Topkapı'daki sağır mekanlar olarak bilinen fiziki mekânların birincil
kaynaklarından Profesör Necipoğlu bu alanları şu şekilde tanımlanmıştır:
"Yatmadan önce insanlar çağrılır ve Oda yöneticisi dinlenme saatini
belirtmek için bastonuyla yere vururdu. Yurtlardaki içoğlanları bütün gece
meşalelerle aydınlatılan uzun dikdörtgen şekilli salonlardaki küçük
yataklarda uyurdu ki kapı önlerinde bekleyen görevliler ve hadımlar
onların davranışlarını izleyebilsinler."
"... bastonuyla yere vurdu" ifadesi mevcut içoğlanlarının (kölelerin) sağır
olduğunu ima eder. Süleyman'ın yönetimindeki Topkapı Sarayı'nda 15. yüzyılda
bile bastonla yere vurma hareketi sağırların dikkatini çekmenin yaygın bir
yoluydu. Bunu yaklaşık 700 yıl öncesinde yazılmış kayıtlarda görmek mümkündür.
Bildiğiniz gibi bizde üst komşu gürültü çıkardığında uygulanan yaygın bir
yöntem vardır. Bu aslında bir uygulamanın nesilden nesle aktarılmış halidir.
Süpürge yada sert bir sopa ile tavana vurmak.
Osmanlı'da, örneğin bir dairenin ikinci katında oturan sağır kiracılar alt
katta oturan ve işitme engeli bulunmayan komşularını rahatsız
ettiklerinde alt kattaki komşuları, üst katlarındaki sağır kiracıları
uyarmak için bir süpürge sapıyla tavana defalarca vururlardı. Böylece üst
kattaki işitme engelliler ayaklarının altındaki titreşimi algılayıp gürültü
yaptıklarını fark ederlerdi.
İşte Topkapı Sarayı'ndaki Oda görevlisinin sopasını yere vurması ile işitme
engeli olmayan iç oğlanları duydukları sesle, sağır olanlar ise ayakları
altındaki titreşimle bunu hissederdi.
Sultan Mustafa işaret dilini öğrenmeyi reddedince bu dilin kullanımı yavaş
yavaş azaldı ve sonraki padişahlar tarafından daha az kullanıldı.
Sessizlik yemininin ilk dönemlerinden itibaren, manastırlarda yaşayan rahipler
ve rahibeler işaret dili konuşur ve sağır olan çocuklara bu dili öğretirlerdi.
Osmanlı İmparatorluğunun fethettiği Hristiyan topraklarında elbette
manastırlar da bulunuyordu. Tarihsel kanıtlar gösteriyor ki Hristiyan
manastırları ve kiliseleri sağır bireyleri kucaklıyor ve onları sağır
Hristiyanlardan oluşan bir cemaat haline getiriyordu. Fakat burada önemli bir
nokta vardı.
Orta Çağ'da engelliler geniş sosyal topluluklar tarafından dışlanıyor, kilise
ve manastırlarda ise bu kişilere bakılıyordu. Çünkü Hristiyanlara göre bu
engelli kişiler atalarının günahlarının cezasını bu şekilde, engelleriyle
çekiyorlardı. Kilise ve manastır görevlileri için onlara sahip çıkmak, Tanrı
tarafından tayin edilen bu kişilere yardım etmek olarak görülüyordu.
(Sırbistan Belgrad Üniversitesi'nden Marina Radic Sestic, Nadezda Dimic ve
Mila Seum, 2012'de yayımladıkları "The Beginnings of the Heaf Persons:
Renaissance Europe 15th - 16th Century" adlı kitap. Sayfa 147)
Aslında Tanrı'nın, atalarının günahlarının kefareti için işitme engelli
insanlar yarattığı şeklindeki saçma iddiayı ilk kez ortaya atan kişi
Aristoteles'ti.
KAYNAKLAR
Gülru Necipoğlu "15.ve 16. Yüzyıllarda Topkapı Sarayı : Mimari Tören ve
İktidar"
Bragg, L. (1997). Visual-Kinetic Communication in Europe Before 1600: A
Survey of Sign Lexicons and Finger Alphabets Prior to the Rise of Deaf
Education . Journal of Deaf Studies and Deaf Education, 2(1), 1-25.
Campus Design and Planning Deaf Space.
Daniels, Marilyn (1997) Benedictine Roots in the Development of Deaf
Education: Listening with the Heart. Bergen & Garvey. Westport,
Connecticut.
Earls, Averill. (2018) Devsirme: The Tribute of Children, Slavery and the
Ottoman Empire.
Habib Abdullah (2012) A Full Report about Enderun Ottoman School.
Lane, Harlan. Deaf Experience: Classics in Language and Education.
Peirce, Leslie P. (1993) The Imperial Harem:Women and Sovereignty in the
Ottoman Empire.
Ree, Jonathan. (1999) I See a Voice: Deafness, Language and the Sense—A
Philosophical History.
M. Miles, 2000, Signing in the Seraglio: mutes, dwarfs and jestures at the
Ottoman Court 1500–1700 Reprinted from "Disability and Society"
M. Miles, 2000, Deaf People, Sign Language & Communication, in Ottoman
& Modern Turkey: Observations and Excerpts from 1300 to 2009
Kristina Richardson, "New Evidence for Early Modern Ottoman Arabic and
Turkish Sign Systems", Sign Language Studies, 17.2: 172–192.
Sanders, Paula. (1984) Ritual, Politics, and the city in Fatimid Cairo.
Sestic, Marina; Dimic, Nadezda; and Sesum, Mia. The Beginnings of
Education of the Deaf Persons: Renaissance Europe, 15th - 16 th Century .
(2012)
Toledano, Ehud R. (2011) The World History of Slavery: Volume 3, AD
1420-1804.
Konuya iki terimin tanımını yaparak başlayalım: Oğlancılık ve eşcinsellik.
Bunların arasındaki fark nedir derseniz, oğlancılık yetişkin bir erkeğin
cinsel ilgisinin kadınlardan, çocuk, ergen veya henüz ergenliğe girmemiş
erkeklere kaymasına, onlarla cinsel ilişki yaşamasına verilen addır.
Eşcinsellik ise aynı cinsiyetten bireylere ilgi duyanların cinsel birliktelik
veya aşk yaşamasıdır.
Osmanlı'yı kutsallaştıran neredeyse onu tanrı ilan edenlere onların
hayalindeki Osmanlı ile gerçek Osmanlı'nın tamamen aynı olmadığını çeşitli
yayınlar ile anlatmaya çalıştım. Osmanlı döneminde yazılanları, çizilen
minyatürleri ve onca kaynağı vermeme rağmen bu kaynaklar arasından yabancı
olanları seçerek "Yabancılar Osmanlı'yı karalamaya çalışmış" diyerek
kendilerini avutuyorlar.
Halbuki Osmanlı'da görev almış, çeşitli nedenlerle yazışma veya raporlamalar
yapmış söz konusu yabancılar yani Avrupalılar için erkek erkeğe ilişki
ayıplanacak bir şey değil ki bundan bahsederek Osmanlı'yı ayıplamayı
düşünsünler. Onlara göre bu ayıplanacak bir şey olmadığı için Osmanlı'da
eşcinselliğin varlığına veya harem hayatına ilişkin yazdıkları raporların
karalama amacı taşıdığını söylemek doğru olmaz.
Kaldı ki Osmanlı ile irtibatta olan diplomat veya devlet görevlilerinin
raporlarını yok saysanız bile bizzat Osmanlı'da üretilen yazılı eserler ve
minyatürler bile eşcinselliğin ve oğlancılığın olduğunu görmeye yeter.
Zaten haremleri onlarca yabancı kadınla dolu olan, içoğlanları ve devşirmeleri
bulunan, Avrupa'lılarla görüşmeler yapan bir topluluğun oğlancılığı bilmiyor
ya da öğrenmemiş olduğunu ya da buna özenenlerin olmadığını söylemek pek
gerçekçi olmayacaktır.
Diğer enteresan nokta, Osmanlı'da da diğer onca krallık gibi eşcinsellik ve
oğlancılık var olmuştur dendiğinde sanki Osmanlı'nın tamamında bu durum vardı,
tüm Osmanlı eşcinsel veya oğlancıydı demişim gibi anlayanlar da var. Buna
bağlı olarak "eğer Osmanlı'da eşcinsellik ve oğlancılık olsaydı nasıl 7 kıtaya
hükmedeceklerdi" diye tuhaf söylemlerde bulunanlar da var. Sanırım bu
arkadaşlar eşcinsellerin kılıç sallayıp, yay kullanamayacağını düşünüyor ve
antik Yunan'ın eşcinsellerden oluşan ordularından, Roma ordusu gibi birçok
orduda eşcinsel bulunduğundan ve bunların çoğunda oğlancılığın da hüküm
sürdüğünden habersizler. Aynı mantıkla düşünecek olursak Roma İmparatorluğunun
da güçlenip büyümemesi gerekirdi.
III. Ahmet'in 18.yüzyılın başlarındaki saltanatı sırasında özellikle
İstanbul'da hayattan sonuna kadar zevk almaktan başka pek bir düşüncenin
olmadığı, katı ahlak kurallarının bulunmadığı zevk düşkünlüğünün büyük
olduğu bir dönemdi. [1]
Osmanlı 19.yy'a kadar genel olarak cinselliğe ve özellikle eşcinselliğe
yönelik olarak yüksek tahammüllü ve hoşgörülü olarak nitelendirilebilir.
Osmanlı'yı akılcı ve liyakate dayalı bir devlet olarak övgüye boğan Avrupalı
araştırmacı ve tarihçiler bile, devlet memuru olmak için eğitilen içoğlanları
arasında ve içoğlanları ile efendileri arasında cinsel ilişkiler gerçekleştiğini
kabul etmektedirler.
Padişahlardan tutun yerel paşalara kadar Osmanlı
görevlilerinin çoğunu kapsayan eşcinsel ilişkiler hakkındaki iddialara ve
kaynaklara bakacağız. Bunların çoğu 15, 16 veya 19.yy'a aittir ve görünen o ki
özellikle Süleyman'ın saltanatı sırasında gelişmeye başlamıştır.
Gelecek vaat eden ve saray okulları için Hristiyan ailelerden toplanan
çocuklara devşirme denirdi. 1600'lerde devşirme için çocuk toplamak neredeyse
sona ermiş olsa da son olarak 1805'te Yunanistan'dan birçok çocuk toplanmıştı.
[2]
Mevkileri devşirmeler tarafından doldurulmuş yeni birlikler olan yeniçeriler
İmparatorluk içinde giderek daha açgözlü hale gelmişlerdi. Mevki hırslarından
dolayı savaş konusunda da giderek isteksiz hale gelmişlerdi. Belki de 1529'da
Viyana'nın Osmanlı topraklarına eklenmesini engelleyen etkenlerden biri de
buydu.
18. yy'da Türkiye ile Batı Avrupa arasında iki yönlü gözlem trafiği
başlamıştı, iki taraf ta birbirini gözlemliyordu. Mehmet Efendi 1803-1806
yılları arasında Osmanlı'nın Avrupa'daki oğlancılık ve eşcinsel ilişkiler
konusundaki itibarını öğrendiğinde rahatsız olmuştu. Ev sahipleri onun
kiralanabilir oğlanlar hakkında Paris şehrinin neler sunabileceğini görmek
isteyeceğini düşündü ve gece ona Palais Royal pazar alanı gösterildi. Mehmet
Efendi, Osmanlı'nın eşcinsel ilişki konusundaki imajına meydan okuyarak sadece
1500 erkek çocuğun eşcinsel ilişki ile meşgul olduğunu belirtmişti. [3]
Batı elçiliğinden Osmanlı padişahlarına gönderilen en ünlü on sekizinci yüzyıl
raporlarından biri Mary Wortley Montagu'ya ait mektuplardır. Bu
mektuplarda kadın hamamlarında lezbiyen ilişki yaşandığından bahsedilir. [4]
Ogier Ghiselin de Busbecq, bazı Osmanlı erkeklerinin lezbiyen ilişkilerin
yaşandığı ünleri nedeniyle eşlerinin kadın hamamlarına gitmesine izin vermeyi
reddettiklerini iddia etmiştir. [5]
Venedik elçisi Ottaviano Boy yazdığı raporunda padişahın hareminde bulunan ve
erkekler ile cinsel ilişki yaşayamayan bazı kadınlara kendilerini tatmin
etmede kullanabilecekleri herhangi bir şeyin getirilmesi yasaklanmıştır. Sırf
bu yüzden eğer haremdeki bu kadınlardan salatalık yemek isteyenler varsa, sırf
onları kullanmasınlar diye salatalıklar dilimlendikten sonra gönderiliyordu.
[6]
IV. Mehmet'in sarayındaki Charles H.'nin elçisinin beş yıl boyunca sekreteri
olan Paul Ricaut, padişahların ve soyluların içoğlanlarına duyduğu aşk üzerine
uzun bir metin yazmış ve şunları eklemiştir:
"Kadınlar Cemiyeti'nde de bu ihtiras hüküm sürmekteydi, kadınlar
birbirlerine besledikleri şehvetli aşktan ölmekteydi. Hele ihtiyar
kadınlar, onlar gençlere kur yapar, pahalı giysiler, mücevherler, bolca
para, hatta kendi sefalet ve yıkımlarını sunar ve Aşk tanrısı Cupid'in bu
okları tüm İmparatorluk boyunca, özellikle Konstantinopolis'teki Büyük
Sultan'ın Saray'ı ve Sultanların dairelerine doğru yol
alırdı." [7]
Bildiğiniz gibi dilimizde cinsiyete özel terimler, ekler yoktur. Örneğin
sevgili kelimesi cinsiyete göre şekil değiştirmez. İşte bu yüzden Osmanlı
şiirlerinde insan aşklarından bahsedilen bölümlerdeki sevgili terimini temelde
kadın olarak ele almak gerekir. Çünkü yazarlar erkektir. İşte bu noktada
şiirleri yazanlar eğer sevgili terimini kullanırken bir erkekten bahsediyor,
ona olan aşkını anlatıyor ya da güzellemelerini yapıyorsa bu da Osmanlı'da
belli dönemlerde eşcinsellik ya da oğlancılığın yani daha yaşlı ve yüksek
mevkideki birinin kendinden genç bir erkekle cinsel ilişki yaşaması durumunun
var olduğunu göstergesidir, tıpkı eski Yunan'da ve çeşitli krallıklarda olduğu
gibi.
Hatta sevgili tabiri kullanılarak erkeklerden bahsedilen onca şiir varken
(Bkz: 'Şehrengiz'ler) kadınlardan bahsederken sevgili teriminin kullanıldığı
yani kadına olan aşkta bu kelimenin kullanıldığı divan şiiri yok denecek kadar
azdır. [16]
Şiir Osmanlı toplumunun önem verdiği edebiyat alanlarındandı. 18.yüzyılın en
büyük şairi olan Ahmet Nedim'in en büyük destekçileri kendisi de şair ve
hattat olan Sultan III. Ahmet ve onun baş veziri olan Nevşehirli Damat İbrahim
Paşa'ydı.
III. Ahmet 1719 yılında Topkapı Sarayı içinde daha önce II. Selim için
yapılmış olan Havuzlu Bahçe Köşkü'nü yıktırarak onun yerine Enderun
Kütüphanesi'ni● kurmuş ve Nedim'i buraya
sorumlu olarak atamıştır.
1720'de Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın yönetiminde bir tercüme heyeti
kurulmuştu [14]. Tercüme Heyeti Almanca’dan, Flemenkçe’den, Latince’den ve
Yunanca’dan çevirilerle 9. yüzyıldan sonra İslâm tarihinin ilk örgütlü
tercüme faaliyetini gerçekleştirmişti ve heyetteki isimlerden biri de Şair
Nedim'di. [15]
Nedim'in anlamı eğlence arkadaşıdır ve şiirlerinin mottosu "gülelim,
oynayalım, dünyanın zevklerini doyasıya yaşayalım"dır.
Şair Nedim şöyle der:
Bilgelerin hepsi erkeklere aşıktır,
Kadın aşkından hoşlanan kimse kalmadı.
Nedim'in, çekici bir hamam görevlisine abayı yaktığı erotik şiirlerini İbrahim
Paşa'ya atfetmiş olması önemli bir noktadır.
Klasik Müslüman şairlerin şiirlerindeki kullanım şeklinden dolayı "sevgili"
diye bahsedilen kişinin Tanrı olduğu yönünde izlenimler, argümanlar
oluşmaktadır. Fakat Nedim'in şiirleri bunlardan farklıdır. Örneğin "yürüyen
selvi" (serv-i revan) tabirini uzun boylu erkekler için kullandığı
açıktır.
Meyhanelerin bol olduğu ve şarabın övüldüğü Osmanlı sistemi özellikle
zenginler için tam bir zevk alma ve zevk verme sistemiydi. Dönemin yaşam
tarzı, Nedim'in genç bir erkek çocuğa olan aşkını anlattığı gazel de göze
çarpmaktadır.
Şimdi Nedim'in servi boylu bir erkekten bahsettiği ve liselerde okutulan ders
kitaplarında bile yer alan bu gazele bakacağız. Bu gazel ders kitaplarına
eklenirken kasıtlı olarak 4. dörtlüğü kaldırılarak anlam kaybı yaşatılmış ve
sanki bir erkeğin kadına olan aşkı anlatılıyormuş gibi bir hava verilmeye
çalışılmıştır. 4. dörtlük ile birlikte şiirin 5 dörtlükten oluşan tamamı
şöyledir:
Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâşâde
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
İşte üç çifte kayık iskelede amade
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e.
Gel şu neşesiz gönüle bir neşe bağışlayalım.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
İşte üç çifte kayık iskelede hazır.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan
Mâ-i tesnim içelim çeşme-i nev-peydadan
Görelim âb-ı hayat aktığın ejderhadan
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Gülelim, oynayalım, dünyadan arzumuzu alalım.
Yeni Çeşme’den Tesnim suyu içelim.
Ejderha’nın ağzından hayat suyu aktığını görelim.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
Geh varıp havz kenarında hirâman olalım
Geh gelip kasr-ı cinan seyrine hayran olalım
Gâh şarkı okuyup gâh gazelhan olalım
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Bazen gidip havuz kenarında salına salına dolaşalım.
Bazen gelip Kasr-ı Cinân’ı seyredelim, hayran olalım.
Bazen şarkı okuyup bazen gazel söyleyelim.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
İzn alıp Cuma namazına deyu mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Annenden “Cuma namazına gidiyoruz.” diye izin alıp
Zulmedici felekten bir gün çalalım.
Gizli yollardan iskeleye doğru dolaşıp
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
Bir sen ü bir ben ü bir de mutrib-i pakize-eda
İznin olursa eğer bir de Nedim-i şeyda
Gayrı yâranı bugünlük edip ey şuh feda
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Bir sen, bir ben, bir de güzel şarkı söyleyen biri,
Eğer iznin olursa bir de aşktan çılgına dönmüş
Nedim Ey şuh, öbür dostları bugünlük feda edip
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a. [11]
Anlaşılacağı gibi şiirde bahsedilen serv-i revan, yani salınarak yürüyen kişi
bir kadın değil erkektir. Sadabâd dönemin gözde eğlence mekanlarından biridir. Sadabâd'da yapacakları şey bellidir, cilveleşmek, oynaşmak, gülmek, eğlenmek
ve kam almak yani cinsel arzuları doyurmak.
Şiirdeki cinsel içerikli mecazi kelimelerden biri "Mâ-i tesnim" yani
"bengisu"dur. İnanışa göre ulaşmanın çok zor olduğu bu efsanevi suyu içen kişi
artık ölümsüz olur. Şiirde iki kişi var, iki erkek. Biri yaşlı, biri genç.
Peki bu ikisi birlikte Sadabâd'da oynaşırken ölümsüzlük suyunu nasıl
içecekler?
İşte buradaki ölümsüzlük suyu yani "Mai-tesnim" spermdir. Ab-ı hayat terimi de
aynı anlamın yüklendiği bir mecazdır.
Yani şiirin ikinci dörtlüğünde anlatılan şey iki erkeğin penislerinden sperm
gelinceye dek oynaşması ve sperm akıtmasıdır. Aslında anlatılan şey çok daha
derin ve detaylıdır ama bu detayları vermiyorum.
2. dörtlükte gördüğünüz "ejderha" Nedim için, "serv-i revan" ise genç erkek
için özellikle seçilmiş terimlerdir. Ejderha deneyimli, yaşça daha büyük ve
bilge olan Nedim'i, servi ise genç erkeği tanımlar. Yani 2. dörtlük ejderha
ile servinin gülüp oynaşarak meni içmesinden, cinsel doyuma ulaşmasından
bahsedilir.
3. dörtlükteki "hirâman" kelimesi salınarak yürümek anlamına geldiği gibi bir
diğer anlamı da yasak olan şeyleri yapmaktır. [8] Havuzda sevişmenin
anlatıldığı bu dörtlükte sevişme eylemi havuz kenarında sarılarak dolaşmak
şeklinde anlatılır. Yani nedim yine bir söz sanatı yaparak kelimenin iki
anlamına da vurgu yapmaktadır ki bunlardan biri de eşcinsel ilişkidir. Havuzda
sevişilirken bir yandan da Sadabâd'daki sarayları seyrederek, şarkı söyleyip
gazel okuyarak eğlenceye yoğunluk katılır.
4. dörtlük, kitaplardan kasıtlı olarak çıkarılan bölümdür. Gördüğünüz gibi
başlangıçtan itibaren şair Nedim, genç erkeği Sadabâd gibi bir eğlence
mekanına götürmek istemekte ve onu sevişmeye ikna etmeye çalışmaktadır. İyi
ama bu genç çocuk Sadabâd'a gidecek olsa bile ailesinden nasıl izin alacak? Bu
mekana nasıl gidecek? Cevabı dörtlüğün ilk satırında gizli:
"İzn alıp Cuma namazına deyu mâderden"
Yani Nedim'in çocuğu bu mekana götürebilmek için bulduğu yöntem belli. Çocuğun
annesine birlikte Cuma namazına gideceklerini söyleyerek yola çıkacak fakat
namaza değil de sevişmeye gidecekler. Bu satır aynı zamanda Nedim'in dil döküp
durduğu erkek çocuğunun yaşının küçük olduğunun da delilidir. Çünkü yetişkin
bir erkeğin Sadabâd'a gitmek için annesinden izin almasına gerek yoktur. Bu
dörtlüğün ders kitaplarından sessizce çıkarılmasının nedeni gayet açık değil
mi?
Son dörtlükte sıfatlar üzerinden yürütülen söz oyunları vardır. Buradaki
"Mutrib-i pakize-eda" ve "şuh (neşeli güzel)" şairin ikna etmeye çalıştığı
oğlan, "Nedim-i şeyda" ise şair Nedim'in kendisidir. Zaten "şeyda"
sırılsıklam aşık demektir. Dolayısı ile Nedim-i şeyda sıfatı Nedim'in bu genç
oğlana olan aşkının boyutunun göstergesidir. Genç erkek için
kullandığı "mutrib-i pakize-eda" [9] saf bir edayla çalgı çalan, şarkı
okuyan anlamlarına gelir. Buradan hareketle aşka tutulduğu genç erkeğin güzel
sesli, güzel şarkı okuyabilen biri olduğu ortaya çıkar.
Tüm bu dörtlüklerden anlaşılacağı üzere Nedim tüm arkadaşlarını "feda edecek"
yani ekecek ve felekten bir gün geçirecektir. Bunun için ise hem çocuğu ikna
etmesi hem de çocuğun annesini kandırması gerekmektedir.
Nedim'in yazdığı birkaç metine daha bakalım:
"Tılf-ı nazım yürü git mektebe tenha yoldan
Harf atar belki sana bir iki bed-lehce hârif" [11]
Nedim burada okula giden çocuğa "nazlı çocuk" diyor ve tenha yoldan git ki
kötü niyetliler sana laf atmasın diye de ekliyor. Önceki gazelde sevişmek
istediği erkek çocuğa tenha yollardan gidelim dediği düşünülürse bu çocuğa da
tenha yoldan git demesi ona göz koymuş olmasından kaynaklanabilir. Diğer
önemli nokta, "kötü niyetliler" dediği kişiler "nazlı" olarak tanımladığı
çocuğa laf atıyorsa bu da halktan bazılarının erkek çocuklara sulandığının
göstergesidir.
Nedim'in yazdığı daha vahim metinler vardır. Bunlardan biri şöyledir:
"Beşiktaş semtidir kâşânemizde rahat eylersin
Beraber sarılıp yatsak
Benim ey daye-perver tıfl-naz naz-ı dil-sitanım gel
Kulun olsun sana lala" [11]
Yani bakıcı denetimindeki ufak bir oğlan çocuğuna "gel benim evimde kal da ben
sana bakıcı olayım" demektedir. Fakat yazdıklarının tamamından anlaşıldığı
gibi niyeti çocuğa bakıcılık yapmak değil onu kullanmaktır.
Benzer şekilde, dadısının kucağındaki bir oğlanı koynuna almak istediğinden
şöyle bahseder:
"Kucağımdan kim alır ah o tıfl-ı nazı
Çıksa bir kerre hele dayenin aguşundan" [11]
Ani sinir krizi geçirmenize neden olabilecek başka bir beyitine daha bakalım:
"Akide almağa gitdikçe lalası bulup fursat
Şeker gibi leb-i lalin öpüp ol tıflı pinhan sev" [11]
Yani şöyle diyor:
"Bakıcısı şeker almaya gidince o çocuğun şeker gibi kırmızı dudaklarını
öperek gizlice sev.) [11]
Bakıcısının denetiminden yeni çıkmış, civankaşı denilen türden bir sarık
saran, 15 yaşına yeni giren kucakların süsü dediği bir oğlana (efendi)
tutulduğunu şöyle açık açık anlatır:
"Bir cüvankaşı sarık sarmış efendim başına
Sürme çekmiş ıtr-ı şahiler sürünmüş kaşına
Şimdi girmiş dahı tahminimde on beş yaşına
Gül yanaklı gülgüli kerrakeli mor hareli
Şeh-nişinler ziyneti aguşlar pirayesi
Dahı bir yıldır yanından ayrılalı dayesi
Sevdiğim gönlüm süruru ömrümün sermayesi
Gül yanaklı gülgüli karrakeli mor hareli" [11]
Göz koyduğu bir çocuğa "Sen niye böyle soğuk yerde yatıyorsun? Dadın görse
seni döver. Daha yaşın da küçük, yalnız yatma üşürsün. Hava çok sert,
koynumdan çıkma kuzum" derken aslında onu kendi koynuna davet eder:
"Sen böyle soğuk yerde niçün yatar uyursun
Billahi döğer dur hele dayen seni görsün
Dahı küçücüksün yalnız yatma üşürsün
Seld oldu hava çıkma koynumdan kuzucağım
Bir cam çek ey gonca-dehen def-i humar et
Çeşmimde hayalin gibi gel geşt ü güzar et
Nakşın gibi ayine-i sinemde karar et
Serd oldu hava çıkma koyundan kuzucağım" [11]
Bir başka beytinde "begim (beyim)" mahlasıyla açık açık bir oğlana
tutulduğunu, beyaz fesli bu oğlanın bir gözüyle yüz bin lisanı konuştuğunu;
bir sürü sohbet arkadaş ve seveni olduğunu şöyle dile getirir:
"Seyret beyaz fesde o zülf-i mu'anberi
Şeb-bûyu gör ki berk-i semenden kabası var
Bir çeşmi var ki bir nice yüz bin lisan bilir
Bin hem-zebanı hem-demi bin aşinası var
Bilsen begim ederdi seni eşk bi-karar
Şimdi Nedim'in öylece bir macerası var" [11]
Yine begim diye seslenerek bir oğlana tutulduğunu şöyle anlatıyor:
"Fırka-i erbab-ı dilden zümre-i zühhada dek
Hep esirindir begim hatta dil-i na-şada dek" [11]
Nedim ayrıca Farsça şiirler de yazmıştır. "Sevgililerin sakalları" üzerinde
durulan bu şiirlerinde sevgilinin sakalı ve kirpikleri ile ince bellerini
kıyaslamıştır. [13]
Bilindiği gibi sakal cinsiyete bağlı bir özelliktir. Sakalın çıkması, tıpkı
diğer oğlancılık içerikli şiirlerde de olduğu gibi genç erkeklerin çekici
olmaktan çıktığı nokta olarak vurgulanmıştır. Tabi bazı şairlerin yüzünde yeni
yeni sakal çıkmaya başlamış pürüzsüz yanakları ve bacakları övdüğü şiirler de
vardır. [10]
Bu doğrultuda "Saçtan saça, vücudunun her yerini öpülesi buluyorum" dediği
şiirinde de yetişkin bir erkekten bahsetmiş olduğu kuvvetli bir ihtimaldir.
Osmanlı'da dönem dönem eşcinsel ilişkilerin var olduğu ya da artış
gösterdiğini kaynakları ile, o dönem yazılan çizilen kitapların ad ve
metinleri ile göstermemize rağmen birçoğumuz türlü hakaretlere uğruyor, hatta
vatan haini bile ilan ediliyoruz. Çünkü İslam'ın egemen olduğu eğitim
Osmanlı'yı tamamen İslam'a uygun yaşayan bir imparatorluk gibi göstermiştir.
Osmanlı'da eşcinsellik konularına değinince ağır hakaret ve tehditlere maruz
kalındığından eğitimcisinden siyasetçisine, din adamına kadar birçoğu bu
konuya değinmemeyi tercih etmiştir.
Nedîm üzerinde bir çalışma yapan Kemal Sılay, Nedim'in şiirlerindeki eşcinsel
içeriklerle ilgili bölümde, bu etkileşimin göz önüne alınmamasının nedenleri
olarak toplumun ve günümüz bilim insanlarının ahlâk kurallarını gösterir.
Şöyle der:
Ankara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümündeki üniversite
eğitimim boyunca Osmanlı Divân Edebiyatında homoseksüel konular hakkında
verilmiş tek bir ders duymadım. Bazı liberal profesörler,, klâsik
edebiyatta homoseksüelliğin "olabilirliği" hakkında son derece önemli
ifadeler kullanmaya kalkıştıklarında Osmanlı şiirinin kökeninde
özellikle antik Yunan kaynaklı bir "yabancılık" bulmaya çalıştılar.
Bunun ahlakçılıktan kaynaklandığı görülüyor. Ve belki de İslamcılar Türk
çocuklarına böyle
kabul edilmez konuları anlatmamak için çaba sarf ediyorlar. Bunu inkâr
edemedikleri zaman da bu davranışla başkalarını suçluyorlar.
Ahlakçı/İslamcı eleştirinin Nedîm hakkındaki yöntemi sessiz kalmak oldu.
Hasibe Mazıoğlu bile -k i O, Osmanlı divan şiiri üzerindeki derin
bilgisiyle öğrencilerini ve meslektaşlarını her zaman kendine hayran
bırakmıştır- Nedîm üzerindeki araştırmasında homoseksüel özelliklere
değinmemeyi seçmiştir. [12]
NOTLAR
● Cami ve kasırlarda kitap dolapları yerine başlı başına kütüphane
binası kurmanın tercih edildiği Lale Devri’nde Sultan III. Ahmet, “Saray-ı
Cedid-i Amire (Topkapı Sarayı)” denilen “Yenisaray”daki dağınık kitapları
bir yerde toplamayı uygun bulmuş, II. Selim’in zaten bakımsız bir halde olan
köşkünü yıktırıp yerine kendi adıyla anılan veya “Enderun Kütüphanesi” de
denilen yeni bir kütüphane binası yaptırmıştır. Yapının inşaatına 17 Şubat
1719’da başlanmış, 23 Kasım 1719’da yapı törenle açılmıştır.
KAYNAKLAR
Gibb, Ottoman Poetry , p. 12
Paul Ricaut, The Present State of the Ottoman Empire , pp. 80, 197
Bernard B. Lewis, The Muslim Discovery of Europe (New York, 1982), p. 290
Lady Mary Wortley Montagu, Turkish Embassy Letters, ed. Malcolm Jack
(Athens, GA, 1993)
Ogier Ghiselin de Busbecq, Turkish Letters, p. 146
Noel Barber, The Sultans (New York, 1973), p. 35
Ricaut, A.g.e., p. 34
Ali Günvar, "Alegoriden Sembolizme... Nedimi Şeyda", Birikimler/Est dNon,
Mart-Nisan 2000, Sayı: 3, s. 45. Günvar'ın bu yazısında sergilediği
tutarlı tavrı güya eleştiren fakat sonunda ondan farklı bir şey de
söyleyemeyen bir makale için bk. M. Fatih Andı, "Gidelim Serv-i Revânım
Yürü..." Ama Nereye?", Kaşgar/Edebiyat Seçkisi, Mayıs, 2000, Sayı: 15, s.
19-25.
Ferit Devellioğlu Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat'inde 'mutrib'
sözcüğünün hem 'çalgı çalan' hem de 'şarkı okuyan' anlamlarını veriyor.
Stephen O. Murray, "The Will Not to Know" 'n Islamic Homosexualities , p.
23; and Stephen O. Murray, Homosexualities, pp. 108, 120, 373-75
Rıza Zelyut, Osmanlı'da Oğlancılık
Osman Ünlü - Klasik Türk Edebiyatında Erkek Güzelliği ve Erkek Aşkı, s. 23
Kemal Sılay, Nedim and the Poetics of the Ottoman Court, p. 100
18. Yüzyılda Osmanlı Türklerinde Bilimsel Etkinlikler, s. 251
Salim Aydüz-Fatih Çalışır, “Lale Devri İlmi Çalışmalarına bir Bakış:
Tercüme Faaliyetleri"
Walter Andrews, "Ottoman Lyrics" in Ottoman Lyric Poetry: An Anthology ,
ed. Walter Andrews, Najaat Black and Mehmet Kalpaklu (Austin, 1 997), pp.
14-15
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL