HABERLER
Dini Haber
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-3

Yazan: Sedat Karadayı
Görsel Bilgileri
Wilson ve hazırlattığı bölünmüş Osmanlı haritası.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-3
CUMHURİYET ÖNCESİ ABD MANDACILIĞI

Emperyalizm, tarihsel süreç içinde önce güçlü kralların ülkeleri fethetmeleri ile başlamıştı. Orta Çağın sonundan itibaren denizciliğin gelişmesi sonucu, denizaşırı kıtaların ve coğrafyaların keşifleri ile buralarda yaşayan nispeten daha az gelişmiş halkların sömürülmesi şeklinde gelişti. Bu konuda en çok başarılı olanlar “Üzerinde Güneş Batmayan” Britanya İmparatorluğunun halkı yani İngilizlerdi. İngilizler 1700’lerden itibaren yeni keşfettikleri Amerika’nın zenginliklerine sahip olmak amacıyla bu topraklara koloniler kurarak yerleşmeye başladılar. Sonraki yıllarda da çok sayıda İngiliz gemilerle Amerika’ya göç etti. Batı ve Orta hatta Doğu Avrupa’dan da büyük göç alan Amerika’ya dünyanın her yerinden insanlar geldiyse de ülke yönetiminde İngiliz kökenli insanların ağırlığı görülebiliyordu. ABD’nin dünyanın en hareketli kıtaları olan Avrupa ve Asya hatta Afrika’dan uzak olması güvenlik açısından avantajdı. Bunun yanında ticari ilişkiler açısından da dezavantaj olabiliyordu. Bu amaçla ABD zaman zaman ihtiyacı olduğu noktalara yakınlaşma gereği hissetti.

1850 yılında ilk kez keşfedilen petrol, sonraki yıllarda önce aydınlanmak için, 1900’lerden sonra da ısınmak amaçlı ve sanayi devrimi sırasında da enerji kaynağı olarak kullanıldı. Ortadoğu bölgesi ise petrol açısından çok zengin bölge olarak biliniyordu ve bu topraklar Osmanlı İmparatorluğunun elindeydi. İngilizler Osmanlı’nın elindeki bu toprakları kontrolleri altına almak için türlü organizasyonlar yaparken, Fransız ve İtalyanlar da onlardan geri kalmıyordu. Bu arada ABD, Osmanlı ile ticaretini geliştirerek iyi ilişkiler kurma ve Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetleri oluşturma gayreti içindeydi. Anadolu’nun her yerinde, Suriye, Lübnan ve Filistin’de özellikle azınlıkların yoğun oldukları bölgelerde çoğu Amerikan olan 68 adet kayıtlı misyoner okulu açıldı. Bu okullarda, azınlıklara İngilizce, Fransızca dil dersleri ile fen ve matematik dersleri veriliyordu. Bunun yanında misyoner öğretmen sıfatıyla görevli ajanlar bölgenin coğrafik, topolojik ve sosyolojik raporlarını ülkelerine gönderiyorlardı. O tarih için şu örneği vermek, yeterli olacaktır; Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı bir Ermeni köyündeki öğrenci, bu tür bir okula giderek Ermenice, Osmanlıca Türkçesi, İngilizce ve Fransızca okuyup yazabiliyordu. Oysa İstanbul’da sarayda hizmet görenlerin birçoğu diğer dilleri vazgeçtim Osmanlı Türkçesi dahi okuyup yazamıyordu.

ABD’nin bu topraklara gelmesindeki en büyük amacı Osmanlı içinde çalışmalar yaparak Orta Doğu petrollerini yönetebilmekti. Bu amaçla önce Osmanlı ve Amerikan ortaklı petrol arama şirketi kurulması yolu denendi ancak İngilizlerin zaten bir şirket ile aktif olması bu amaçlarını gerçekleştirmekte sıkıntı yaratmıştı. Bu sırada hızla gelişip büyüyen Almanya’nın da aynı petrole ihtiyacı vardı. Almanya Osmanlı ile olan ilişkilerinde geleceğe yatırım yapmak amacıyla Anadolu ve Orta doğuda raylı ulaşım ağı döşeme fikrini geliştirdi. Yapılan antlaşma sonrasında İstanbul’dan kalkan tren Hac yolculuğu için yapılacak seyahate, Irak ve Mısır’a kadar gidebiliyordu. Daha sonra Yemen’e kadar ray döşenmeye çalışıldı. Almanya’nın amacı İngilizlerin kontrolünde olan Süveyş kanalı ve Mısır’a en hızlı erişimdi. Ayrıca Irak’ın Basra petrollerine olan erişim de o denli önemliydi. Bu avantajları sağladıktan sonra İngiltere ile oluşacak bir savaş galibiyeti bu topraklardaki hükmünü kolaylaştıracaktı.

Böylece kurgulanması yapılmış 1. Dünya savaşına gelindi. Osmanlı devlet adamlarının en büyük isteği bu savaşa katılacaklarsa, İngilizlerle beraber olmak istiyorlardı. Fakat İngilizler toprağını ele geçirmek istediği Osmanlı’yı geri çevirdi. Osmanlı bu kez Fransa’ya gitti ama kabul edilmedi. Rusya’ya dahi gitti yine geri çevrildi. Tarafsız kalmayı bir türlü kabul etmek istemeyen ve Alman hayranı Enver Paşa’nın zorlaması ve kurduğu tezgâh sonrası Osmanlı Almanya saflarında İttifak kuvvetleri içinde yer aldı. ABD bu savaşta taraf olmamasına rağmen İtilaf Kuvvetlerini destekliyordu.

Dünya savaşı bitip Osmanlı İtilaf kuvvetlerine yenilince ABD devreye girerek Osmanlı’ya Mandası olmayı önerdi. Padişah Vahdeddin bu öneriyi kabul edemezdi çünkü İtilaf kuvvetleri ve İngilizler İstanbul’u işgal etmiş saray ve padişahın hayatı tehlike altındaydı. ABD bu kez Kurtuluş Hareketini başlatanları devreye sokarak amacına ulaşmaya çalıştı.

ABD’nin, kaybeden Osmanlı’nın kurtuluşuna ilişkin mandacılık teklifine en çabuk ve en sıcak bakan kişi Robert Koleji mezunu Halde Edip olmuştu. Dönemin ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson 8 Ocak 1918 tarihinde yaptığı konuşmada ülkesinin isteklerini 14 maddede sıralamıştı. 12. Madde Osmanlı İmparatorluğunda Türk nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerdeki bağımsızlığını savunuyordu. Yani aslında bir kurtuluşu değil kabullenişi öneriyordu. Bu fikre tutkuyla sarılan Halide Edip ve bazı aydın arkadaşları tarafından 4 Aralık 1918 tarihinde “Wilson Prensipleri Cemiyeti” kuruldu. Kurucu üyeler arasında Halide Edip, Adnan Bey, Refik Halid, Ali Kemal, Hüseyin Avni, Ragıp Nurettin vardı. Cemiyet yöneticileri 1 gün sonra yani 5 Aralık 1918 tarihinde ABD Başkanı Wilson’a gönderdikleri 9 maddelik muhtıra ile resmen Amerikan Mandası talebinde bulundular. Onları destekleyen diğer bazı aydınlar da Celal Nuri, Necmeddin Sadık, Mahmut Sadık, Ahmet Yalman, Yunus Nadi gibi gazeteciler ile Rauf Bey, Kara Vasıfgibi asker ve siyaset adamlarıydı. Bu gurubun büyük çoğunluğu daha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular.

Mandacılar fikirlerini Mustafa Kemal’e kabul ettirmek amacıyla Sivas ve Erzurum kongrelerinde ısrarla tekrarladılar. Bunun yanında Manda fikrine Mustafa Kemal gibi karşı olanlar da vardı. Bunların arasından genç tıbbiyeli Hikmet (Boran) Bey (Orhan Boran’ın babası) Sivas kongresinde manda düşüncesine şiddetle karşı çıkarak Mustafa Kemal’e hitaben eğer mandacılık fikrini kabul ederse Mustafa Kemal’i Vatan kurtarıcısı değil Vatan batırıcısı olarak anacaklarını ve lanetleyeceklerini ifade etti. Mustafa Kemal buna; “Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk Milleti bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin. Evlât, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz ekalliyette (azınlıkta) kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya İstiklal Ya Ölüm” Mustafa Kemal’in ince siyaseti sonucu mandacılık unutuldu. Mandacı olarak bilinen Halide Edip ve Yunus Nadi Kurtuluş Savaşı süresince yeni kurulacak devletin basın ilişkilerini yürüttüler. Yunus Nadi bir süre sonra tamamen Atatürkçü olmayı tercih ederken Halide Edip ölene kadar Atatürk’e muhalif kaldı.

Amerikan Mandacılığını savunanların tam olarak bilmedikleri başka bir şey daha vardı. Amerika Osmanlı’nın yanında Ermeniler ve Filistin halkları için de mandacılık yapma arzusundaydı. Yani ABD daha Mondros mütarekesi yapılmadan Anadolu’yu bölmüştü bile. Ancak bir süre sonra Wilson ABD Senatosu ile görüş ayrılığına girdi. Senato Paris Barış antlaşmalarını ve Milletler Cemiyeti sözleşmesini reddetti. Wilson bu gelişmelerden sonra aktif siyaseti bıraktı.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-2

Yazan: Sedat Karadayı
Fotoğraf Bilgisi
Üstte: Erzincan Sovyet Cumhuriyetini kuran Kızıl Ordu mensupları
Altta: Koçgiri Aşiretinden bir grup, aşireti lideri Alişer Bey ve eşi Zarife

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-2
SOVYET KOMÜNİST EMPERYALİZMİ, “ERZİNCAN ŞURASI”


Sovyetler Birliğinde Bolşeviklerin devleti ele geçirmesi ile beraber Lenin, Komünist Partinin başına geçerek devleti yönetmeye başlamıştı. Ancak Bolşevikler tam olarak devletin tüm topraklarına hâkim olamamışlardı. Bolşevikler özellikle toprak aristokratlarının yoğun olduğu kırsal bölgelerde yeterince güçlü değillerdi. 1918 yılında Çar yanlısı generaller ABD’nin destek verdiği İngiltere ve Fransa’dan yardım alarak Komünist Partisinin Kızıl Ordusuna karşı savaş açmışlardı. Kızıl Ordu karşıtı olarak kurulan “Beyaz Ordu” ya da diğer adıyla “Beyaz Muhafızlar” yer yer Kızıl Ordu ve onun hâkim olduğu yerlerde katliamlar yaparak Çarlığı yeniden başlatmak arzusundaydı. Bir süre Batı Avrupa’dan aldığı yardımlarla direnmesine rağmen Komünist Parti etkin mücadele ile “Beyaz Terör” adını verdiği sorundan kurtulmayı başardı. Sovyetler Birliği topraklarında bulunan İngiliz ve Fransız askeri birlikleri daha fazla kayıp vermek istemedikleri için çekilmek zorunda kaldılar. Sovyetler birliği bu dönemde batıda Romanya ve Polonya’nın doğuda ise Japonya’nın işgal planlarına karşı mücadele veriyordu.

Bir yandan Sovyetler Birliğini sağlam temellere oturtmaya çalışırken, diğer yandan da sahip oldukları Komünist rejimi komşularına ihraç ederek dış güvenliklerini sağlamlaştırma gayreti içindeydiler. Özellikle doğuda Afganistan ve Hindistan ile yapılan ilişkilerde onlara da kendi siyasi rejimlerini oluşturmaya çalıştılar.

I. Dünya savaşı sürerken Ekim Devrimi adı ile yapılan hareket sonrasında Rus orduları Osmanlı topraklarında işgal ettikleri bölgelerden çekilme kararı almışlardı. Kızıl Ordu subayları ele geçirmiş oldukları toprakları doğrudan Osmanlı’ya teslim etmek yerine o coğrafyada bir Sovyet komün yapı oluşmasını sağlamayı denediler. Bu amaçla Kızıl Ordunun Bolşevik komutanı (Ermeni asıllı) Arşak Cemalyan tarafından ilk kez “Erzincan Sovyeti” (Şurası) adı altında bölgedeki Türk, Zaza ve Ermeni halkların ortak yönetimini gerçekleştirmeye çalıştılar. Zazaların lideri konumundaki Dersim yöresindeki Koçgiri aşiretinden Alişer ve Alişan Beyler ile Ermenilerin lideri Muradov bu oluşuma destek verirken Türk tarafını temsil eden Erzincan müftüsü karşı duruş sergiliyordu. Erzincan Müftüsünün itirazı dini kaygılar içermekteydi. Bir komünist yapının kendilerini dinsiz yapacağından tedirgin oluyorlardı.

Sovyetler Birliğinin Kızıl Ordusu barışçıl şekilde Osmanlı topraklarını terk ederken ellerindeki silahları, gelecekte ne olacağından habersiz bölge Ermenilerine veriyorlardı. Erzincan’da kurulmaya çalışılan Sovyet Cumhuriyeti için çalışmalara hızlı başlanmıştı. Ermenilerin lideri Muradov barışçı söylemlerle Türk, Zaza ve Ermenilerin kardeş olduklarını anlatıyordu. Zaza Alişer Bey ise kendi halkına “Rus Ordusu’nun yönetimini amele cemiyeti ele almıştır. Ordu geri çekilecektir. Şûra çalışması için Dersim’den bir komite tez elden Erzincan’a gelsin” diye sesleniyordu. Bu şekilde gelişen olaylar sonucu “Erzincan Sovyet Cumhuriyeti” Erzincan, Bayburt, Erzurum ve Sivas’ı da içine alacak şekilde kuruldu. Sovyetler Birliği RSDP üyelerinin askeri, siyasi ve ekonomik desteği ile kısa zamanda gerçek bir iktidar olup devlet yapılanmasını başardılar. Sovyetlerdeki gibi Kolhoz benzeri kollektif üretim çiftlikleri oluşturuldu. İstihbarat, askeri ve polis örgütleri kuruldu. Maliye kanunu dahi çıkarılarak ödenecek vergi miktarlarının İstanbul hükumetine değil Sovyetler Birliğine ödenmesi belirlenmişti. Toprak kanunu çıkartılıp topraksız köylülere toprak dağıtıldı. Bu olaylar böyle gelişirken Cemiyet-i İslamiye adı ile kurulmuş olan bir grup, anti komünizm propagandası yaparak halkı aydınlatma yoluna gitmişti. Kızıl Ordu bölgeden tamamen çekildikten sonra bölgeye Türk ordusu girdi. Sovyet delegeleri hükümet merkezini Erzincan’dan Ovacık Yeşilyazı’ya almak zorunda kaldılar. Bu arada Alişer ve Alişan Beyler hareketi siyasallaştırmak amacıyla “Kürt Teali Cemiyetini” kurdular. Üstelik Kurtuluş Savaşının devam ettiği sırada bir de isyana kalkıştılar. Bu isyanı Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki ordu ve Topal Osman emrindeki Giresun Alayları bastırdı. Böylece Erzincan Şurası (Sovyeti) resmen kapanmış oldu. Sovyetler Birliği açısından olumsuz gelişen bu duruma rağmen Sovyetler Birliği belki bir umut Mustafa Kemal yönetiminin bir gün kendileri gibi Komünist olabileceği ihtimaline karşın her türlü maddi ve askeri yardımı Ankara Hükümetine yaptı. Bu yardımların başka bir amacı da Avrupa’nın Emperyalist devletlerinin mağlup edilmesi içindi.

1921 yılında Lenin’in ölümü ile Sovyetler Birliğinin yönetimi bir süre Kollektif Üçlü (Troyka) ile yapıldı. Daha sonra Lenin’in hiç istemediği Stalin, partinin dolayısıyla da devlet yönetiminin başına geçti. O güne kadar nispeten daha sosyalist olan Sovyetler Birliği Stalin ile beraber bir ekonomik kalkınmaya başlarken, siyasi yapı sosyalizmden komünizme doğru kaydırılması amacıyla özellikle tarımdaki köylünün daha doğrusu Kulak’ların (büyük toprak sahibi zengin köylüler) yarı mülkiyet hakları elinden alınarak topraklar kollektifleştirildi. Topraklar Kolhoz ve Sovhoz olarak ikiye ayrılıp köylülerin üretimine bırakıldı. Yine Stalin döneminde yapılan beş yıllık kalkınma planları ile Sovyetler Birliği bir ekonomik kalkınma sürecine girmişti.

Bu sırada Avrupa ise kendini yeni yeni toparlamaya çalışıyordu. I. Dünya savaşının sonunda mağlup Almanya topraklarının bir kısmını kaybetmişti. Büyük bir ekonomik çöküntüye girdi. Ancak Avrupa’nın galip devletleri de çok iyi durumda değillerdi. Ne İtalya ne Fransa ne de İngiltere artık yeni bir savaşı göze alabilecek ekonomik yapıya sahip değillerdi. Mağlup Almanya ise hiç hak etmediğini düşündüğü bu acı tablodan kurtulmaya çalışıyordu. I. Dünya savaşı sonrasında yapılan Versay antlaşmasına göre bir miktar topraklarını Litvanya, Polonya ve Çekoslavakya’ya kaptırmıştı. Bunun yanında ekonomisi çökmüş ve silah üretimi hakkı elinden alınmıştı. Buna rağmen antlaşma maddelerinde bulduğu açıkları kullanarak silah üretimini devam ettirdi. Antlaşmaya göre kendi ihtiyacı için Almanya topraklarında silah üretimi yapamayacaktı. Bu maddeyi delebilmek için Almanya dışında Hollanda ve İsveç topraklarında fabrika satın alarak kendine silah üretmeye başladı. Ayrıca bu fabrikalarda ve kendi topraklarında ürettiği silahları Çin’e satarak büyük gelir elde etmiş oldu. Almanya bu antlaşmayı imzalamasına rağmen 5-10 yıl sonra kendi yararına uygulamamaya başladı. Yer yer vermek zorunda kaldığı toprakları yeniden işgal edip bünyesine aldı. 1931 yılında yönetimde etkin olan H!tler, Avusturya topraklarını ilhak edip Alman topraklarına kattı. İngiltere ve Fransa tüm bu gelişmeleri izlerken geçmiş tarihin verdiği sıkıntılardan henüz kurtulamadıkları için sessiz kalmayı uygun buluyorlardı. Bir yandan Neo Sosyalist Almanya’nın dizginlenemeyen gelişmesi diğer yandan da Komünist Sovyetlerin yükselişe geçmeleri Batı dünyasında tedirginlik yaratıyordu.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-1

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-1
SOSYALİZM VE KOMÜNİZM

Orta çağın sonlarına doğru 1700’lerde dünyada sayılı imparatorluklar bulunuyordu. Toplam 10 tane sayılabilecek imparatorluk seviyesindeki devletlerden üçü Türk kökenliydi. Avrupa’da Britanya, Avusturya-Macaristan, Alman, Fransa İmparatorlukları ve Rus Çarlığı hüküm sürüyordu. Avrupa ve Asya’yı birleştiren Osmanlı İmparatorluğu yanında komşusu Safevi Devleti, Hindistan’da hüküm süren Babür Devleti (Mughal İmparatorluğu) ile Çin’de hüküm süren son hanedan Çing (Qing) İmparatorluğu son dönemlerine doğru yol alıyorlardı. Bunların içinde batılı imparatorluklar daha avantajlı durumdaydı. Çünkü bilim ve bilgi onlarla beraber olmasının yanında denizaşırı fetihleri ve ticaretleri ile sürekli büyüyorlardı. Çok geçmeden Asya’da İmparatorluk seviyesinde yalnızca Osmanlı ve Qing Hanedanları kaldı. Onlar da zayıflamayı ve toprak kaybetmeyi sürdürürken batıdaki İmparatorluklar büyümekteydiler.

Batıda en büyük gelişmeyi Britanya İmparatorluğu sağlıyordu. Özellikle denizdeki başarısıyla yeni yerler ve yeni topraklar ele geçirmesi devleti zenginleştirdiği gibi bilimdeki çalışmaları ile sanayi devrimine geçişi tetiklemekteydi. Sanayi devrimine geçiş ile ilgili her türlü yan etkiler İngiltere’de mevcuttu. İngiltere’deki anayasal monarşi kişisel mülkiyet hakkının ve bireysel hak ve özgürlüklerin sağlanması ve korunması açısından önemliydi. Bunun sonucu olarak gelişen ticaret ve üretim çalışmalarında ihtiyaç olan finansman, bölgeye yerleşen diasporadaki Yahudi bankerlerin sayesinde daha büyük gelişme gösteriyordu. Ülkede sanayi gelişmesini hızlandıran en temel hammaddelerden olan demir ve enerji kaynağı olan kömür bol miktarda bulunuyordu. Bunun yanında ihtiyacı olan diğer hammaddelere, sahibi olduğu sömürgelerden en ucuz şekilde tedarik edebiliyordu. Ayrıca kuvvetli donanması sayesinde denizaşırı ticareti kontrol edebilmekte sorun yaşamıyordu. Bu faktörlerin ışığında 1763 yılında İskoçya’da James Watt tarafından buharlı makinenin icat edilmesi ile makine çağının başlaması ve üretimin hızlanmasını sağladı. 1807’de İngiliz kökenli Amerikalı Robert Fulton buharlı makineyi gemilere uyarladı ve 1840’ta ilk kez düzenli okyanus aşırı gemi seferleri yapıldı. 1812’de buharlı motor lokomotiflerde kullanıldı. 1844’te Samuel Morse ABD’de telgraf servisini kurarken 1876’da Graham Bell telefonu kullanılmasını sağladı. Bu arada Almanlar da boş durmuyorlardı, pancardan şeker ürettiler, suni gübre ve 1834’te biçerdöverin kullanılmasını ile tarımdan daha çok verim alınmasını sağladılar. İngiltere’deki kömür üretiminin artırılması ile yüksek kalitedeki demir ve çeliğin üretimi sağlanabildi. Bunun sonucu olarak demir ve çelikten imal edilebilecek her türlü araç, gemi, köprü, kanal ve demiryolu üretimi artırıldı. Avrupa’nın bir köşesinde başlayan sanayi devrimi kısa zamanda Amerika’ya sıçradı ve hızla devam etti.

Sanayi devriminin bu denli gelişip büyümesi toplumlarda siyasi ve sosyal değişikliklere yol açtı. İşletme sahipleri, üretici yatırımcı ve tüccarların oluşturduğu seçkin burjuva sınıfının yanında yeni bir sınıf olarak işçi sınıfının doğuşu gerçekleşti. Zengin burjuva sınıfının her şeye sahip olmasına karşın işçi sınıfı siyasal ve sosyal haklardan mahrum ve gelir açısından düşük seviyede var olmaya çalışıyordu. İşçi sınıfının yanında köylü sınıfı da hak ettiğine sahip olamıyordu. Bu durum bir süre sonra sosyoloji bilimi ile uğraşan bazı bilim insanları arasında sosyalizm görüşünün ortaya çıkmasına ve farklı açılardan geliştirilmesine sebep oldu. Bu konuda çalışmalar yapan ve fikirler üreterek insanları etkisi altına alan akımlar yaratıcılarının isimleri ile anıldılar. Önceleri “Ütopik Sosyalizm” olarak başlayan düşünce akımları daha sonra Karl Marx, Friedrich Engels tarafından “Bilimsel Sosyalizm” olarak yorumlandı. Böylece zenginlerin sınıfı olarak ortaya çıkan “Burjuva” karşısında işçileri temsilen “Proleterya” sınıfı oluştu.

Sosyalizm genel olarak halkın yönetiliş biçimi olarak algılanabilir. Temel özelliği sınıfların eşitliği üzerinedir. Sosyalizm, ekonomide üretim gücünü devletin elinde tutmasını tercih etmesine rağmen burjuva rolündeki kapitalist yatırımcılara da engel olmamaktaydı. Bunu yaparken proleterya sınıfındaki işçilerin haklarını koruması gözetmesi en birinci göreviydi. Ancak farklı siyasal yapıdaki fikirlerle beraber sosyalizm bir süre sonra devletin mutlak gücünü varsayan komünizme dönüşüverdi. Komünizm sistemde tek patron ve yatırımcı yani tek burjuva devlet olarak var olacaktı. Diğer yatırımcı rolündeki kişiler en büyük patron olan devletin emrindeki yöneticilerden ibaretti. Komünizm sisteminde işçi ve köylü devlet yöneticilerinden sonra en kutsal varlıklar olarak kabul ediliyordu.

Sosyalizm ve Komünizm Avrupa’da sanayi devriminin yaşadığı toplumlarda konuşulmaya başlandı. En çok tartışılan yerler ise işçilerin ya da köylülerin haklarına sahip olamadıkları ülkelerdi. Sosyalizm ve komünizm ilk çıkışlarını Almanya’da yaptılar. Daha sonra çevresindeki diğer ülkelerde de birlikler oluşarak gelişmeyi sürdürseler de bu gelişme yeterince olamadı. Olmamasının en büyük sebebi genellikle demokratik haklara sahip olan batılı ülkeler bu tür sosyalizme soğuk bakmalarıydı. Oysa en büyük nüfus yapısıyla Rusya Çarlığında işçilerin ve köylülerin yaşam standartlarını Çarlık ailesinin huzuru ve rahatı yolunda hiçe sayılmaktaydı. Bu yüzden komünizmin ilk dalgası Lenin vasıtasıyla Rusya’da kabul gördü.

I Dünya savaşının patlak verdiği 1914 yılından itibaren savaşa İtilaf Devletleri saflarında giren Rusya, savaşın verdiği ağır ekonomik yükü işçi ve köylülerin sırtına atmıştı. Bunun yanında burjuva sınıfının zenginleri savaşın getirdiği sıkıntıları yaşamıyordu. Diğer İtilaf Devletleri olan Fransa ve İngiltere’nin Rusya’nın savaşa devam edebilmesi için silah ve teçhizat yardımı yapmaları zorunluydu. Ancak bu yardımın kara yolu ile yapılması Alman ve Avusturya-Macaristan orduları nedeniyle olanaksızdı. Tek çare savaş halinde oldukları Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki Çanakkale boğazından geçerek İstanbul ve Karadeniz üzerinden Rusya’ya silah yardımı yapmalarıydı. Ancak bunu Mustafa Kemal yüzünden başaramadılar. Rus Çarı siyasal olarak direnemedi ve 7 Kasım 1917 tarihinde Bolşevikler geçici hükümeti devirerek yönetimi ele geçirdiler. Böylece 19. Yüzyılda ortaya çıkan Sosyalizm 20. Yüzyılda Rusya’da Komünizm olarak yerleşmiş oldu.

Dipnot: Sovyetler Stalin ile komünizme geçmeyi denediyse de hiçbir zaman geçemedi. Yine de diğer ülkeler Sovyetleri komünist olarak adlandırdığı için onlardan bu şekilde bahsettim.
 
Yazan: Sedat Karadayı

ÇİN TARİHİ - 6

Yazan: Sedat Karadayı
Dünyanın kendine demokrat Emperyalist batılı ülkeleri İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Amerika, Rusya ve doğudan kadroya katılan Japonya, her fırsatta önlerine gelen ülkelerin vampir gibi kanlarını emmeyi amaç edinmişlerdi. Belki orta çağ hatta yeni çağ için bunun gerekliliği konusunda tartışılmaz ancak yakın çağda gelişen sosyolojik toplumsal yapılar, emperyalizmi insanlık suçu olmaktan kurtaramaz.

Yazının konusu olan Çin, doğuda 1700’lü yıllardan itibaren İngiltere, Japonya, Fransa ve Rusya’nın ekonomik ve siyasal baskısına maruz kalırken, batıda da çökmüş ve Hasta Adam olarak tanımlanan Osmanlı Devleti (Artık İmparatorluk demenin anlamı yok) Çin ile aynı kaderi paylaşıyordu. Çin, Boxer ayaklanması sonucu bu son ile Osmanlı’dan daha erken karşılaşmasına rağmen kurtuluşu, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinden daha geç olacaktı. Bunun başarısı elbette Türk ulusunun Mustafa Kemal gibi bir lidere sahip olmasından kaynaklanıyor. Ancak ne yazık ki Lider bağımlılığından kurtulamayan Türk halkı, Mustafa Kemal’i kaybettikten sonra eski karanlık çukurlara dönerken, Çin çektiği sıkıntılardan bulduğu çözümlerle bugün dünya devi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu yazı hikayesi Çin’in 2000 yıl öncesinden başlattığı hanedanlıklar döneminden sonra önce Cumhuriyete ve daha sonra da Sosyalist yönetime nasıl geçtiğinin hikayesidir.

DOĞUNUN YÜKSELEN YILDIZI, ÇİN TARİHİ-6
BOXER AYAKLANMASI, XİNHAİ DEVRİMİ VE CUMHURİYET

Dünyanın doğusundaki gelişmeler Batı ülkelerini tedirgin ediyordu. Batının ele geçirdiği Çin’i, Japonya da lezzetli bir lokma olarak tanımlayınca Çin’in kontrolünde olan Kore’den başlattığı savaşı kazanarak topraklara sahip olmuştu. Çin, Şimoneski Antlaşması ile Japonya’ya ödünler vererek kendi topraklarını koruyabilmişti. Avrupa devletleri yalnızca kendisine ayırdığı bu lezzetli ülkenin başkaları tarafından yenilip yutulmasını göze almadıkları için Çin’e yardım edip verilen ödünlerin geri alınmasını sağladılar. Ancak Çin, Japonya’ya vermediği ödünlerin çok fazlasını batılı ülkelere vermek zorunda kalacaktı. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın ortak hareketi ile bir nevi manda yönetimine aldıkları Çin’in ekonomik bölgelerini parçalayarak işgal edip sömürdüler.

Çin halkı 1894 yılında hem Japonya karşısında aldıkları yenilgi hem de sonrasında batılı ülkelerin işgalinde onurlarının kırıldığını hissederek için için diş bilemeye başlamışlardı. Çinliler tüm bu sorunları başlarına getiren, Qing Hanedanlığına karşı 1870 yılında “Boxer Cemiyeti” (Boksör anlamını içeren cemiyet, bu ismi yabacılara yumruk vurma ifadesinden çıkarmıştı) isimli bir örgüt kurmuşlardı. Bu örgütün 1890 yılından itibaren batılı ülkelere karşı mücadeleye girmesi, Hanedanlığın hoşgörüsünü kazandı. 1899 yılından itibaren cemiyet üyeleri yabancı temsilciliklere, misyonerlere ve yabancıların yaptığı demiryolları ile buradaki işçilere saldırılar düzenledi.

Halk ayaklanması ciddi boyutlara geldiğinde rahatsız olan işgalci ülkeler (İngiltere, Fransa, ABD, Rusya, İtalya, Avusturya-Macaristan, Almanya ve Japonya) birleşerek “8 Devlet İttifakı” oluşturdular. İsyanı bastırma kararının fitilini ateşleyen olay ise Alman sefirinin Boksörler tarafından öldürülmesiydi. 14 Temmuz 1900’de ortak oluşturulan 54 bin kişilik ordu

Sir Edward Seymour ve Alfred von Waldersee komutasında Tianjin’deki ayaklanmayı bastırıp “Yasak Şehir” adı verilmiş olan Pekin’i ele geçirip yağmaladılar. İşgalcilerin ordusu, ayaklanmanın bastırılması sırasında binlerce Çinli kadına tecavüz etti. Tecavüze uğrayan kadınların birçoğu intihar etti. İsyanın bastırılması sırasında işgalcilerden 2500 asker, 500 yabancı sivil ile birkaç bin Hristiyan Çinli, hayatını kaybetti. Çinlilerden ise 20 bin asker ile birkaç milyon Çinli öldürüldü. Sekiz Devlet İttifakı yaptıkları katliamlar yetmezmiş gibi bir de Çin’e çok büyük zarar tazminatı yüklediler. Ödenmesinin olasılığı olmayan taksitlerin 40 yıl vadesi vardı ancak Çin’in bu ödemeyi yapacak gücü yoktu. Zaten Emperyalist sistemin temeli de buna dayanıyordu. Borcunu ödeyemeyen Çin, Avrupa devletlerinden yeniden borç alıp borcunu başka bir borçla ödemeye çalışırken özgürlüğünü kaybedecekti.

Çin artık yeni bir döneme girmişti. Ülkeyi Cumhuriyete götüren süreçteki etken kişi Sun Yat-Sen oldu. 17 yaşındayken eğittim amacıyla gittiği Honolulu’dan döndükten sonra arkadaşı ile yıktıkları tapınak yüzünden köylülerin gazabından kaçıp Hong Kong’a gitmişti. İngilizlerin kontrol ve yönetiminde olan bu kentte eğitimlerini pekiştirdikten sonra Guangzhou hastanesinde bir Hristiyan Misyonerden tıp eğitimi aldı. Daha sonra Hong Kong’da açılan Tıp okuluna giren 12 kişi içinden 1892 yılında mezun olan 2 kişiden biriydi.

Sun Yat-Sen 1905 yılında 39 yaşındayken birkaç arkadaşı ile beraber Tokyo’da olduğu sıralarda “Tongmenghui” adlı gizli bir yer altı örgütü kurdu. Bu örgüt Çin’de imparatorluğa ve haksızlıklara karşı mücadele ederken ülkeyi yeni yönetime, Cumhuriyete hazırlamak amacını güdüyordu. Örgütün en büyük hareketi “Wuchang Ayaklanması” olarak bilinen isyandı. Bir demiryolu kriziyle başlayan ayaklanma o sırada Wuchang’da bulunan Yeni Ordu’nun 1911 yılının sonlarında Huguang Genel Valisine karlı yaptığı bir saldırı ile başladı. Vali kaçarak kurtulmasına rağmen devrimciler kentin kontrolünü ele geçirdiler. Bu isyanın ardından gelişen diğer isyanların sonucunda İmparatorluk ordusu ile Yeni Ordu’nun çatışmaları Qing Hanedanlığının sonunu getirdi. Sun Yat-Sen liderliğinde başlatılan “1911 Devrimi” 1911 yılında meydana gelmesinden dolayı “Xinhai Devrimi” olarak adlandırıldı. 8 yaşındaki Son İmparator Puyi, 12 Şubat 1912 tarihinde tahttan indirildi. Böylece 2000 yıldır devam eden Hanedanlıklar saltanatı ve İmparatorluk yönetimi son bulup yerini Cumhuriyete bırakarak bugünkü modern Çin tarihinin başlamasına sebep olmuştu. Ancak bundan sonra Çin’i başka işgaller ve çalkantılar bekliyordu.

ÇİN TARİHİ - 5

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ - 5
DİNSEL İSYANLAR VE 1. JAPON SAVAŞI
TAIPING İSYANI (Hristiyanlar)


Fransızların Pekin Antlaşması ile ülkeye soktukları Hristiyan misyonerler birkaç yıl sonra etkisini göstermeye başladı. Yoksul bir köylü olan Hong Xiuguan Hristiyanlık öğretilerinden edindiği bilgiler ışığında yeni bir din üreterek kendini Tanrı’nın oğlu ve İsa’nın kardeşi olduğunu söyleyip, Çin’de reformlar yapmak üzere gönderildiğini anlatıyordu. Hong, arkadaşı Feng Yunshan ile beraber 1847 yılında Guangxi’nin yoksul mahallelerinde “Tanrıya Tapanlar Birliği” (Bai Shangdi Hui) isimli bir dinsel topluluk kurdu. Hong, 1850 yılında taraftarları ile beraber “Tanrısal Büyük Barış Krallığı” (Taiping Tianguo) adlı yeni bir oluşum kurarak kendini “Tanrısal Kral” (Tianwang) ilan etti.

Taiping, Hristiyan öğretisinde Yeni Ahit’teki iyilik, bağışlayıcılık gibi ilkeler yerine Yahudiliğin Eski Ahit’teki ibadet ve itaati emreden anlayışı savunuyordu. Yeni dinde fahişelik, zina, kölelik, kumar, afyon ve alkollü içkiler yasaktı. Bu kurallara uyanların öbür dünyada ödüllendirileceğine ilişkin inanç son derece güçlüydü. Taiping sisteminde Çince son derece basitleştirilmişti. Erkek ve kadınlar eşitti. Tüm üretim ve tüketim malları ortaktı. Topraklar halk arasında eşit paylaştırılacaktı. Hatta taraftarları içinde eğitim görmüşler tarafından bir Taiping Demokrasisi kurulup sanayinin geliştirilmesi yönünde çalışmalar başlatılmıştı.

Yeni dinin anlayışı mülkiyette ortaklık şeklinde ifade edildiğinden dolayı ekonomik sıkıntı içinde olan köylü, madenci, işçi gibi kesimlerden taraftar toplamayı başardı. Başlangıçta 2-3 bin kişilik düzensiz çetelerden oluşan topluluk kısa sürede 1 milyon kişilik disiplinli ve hırçın, kadın ve erkeklerden oluşan savaşçılara dönüşüverdi. Ordu 1853 yılında Kuzey Çin’deki Nanjing’e girip kentin ismini “Tanrısal Başkent” (Nianjin) olarak değiştirdi. Ordu, Pekin üzerine yürürken yol üzerinde birçok zaferler kazanmasına rağmen Pekin’deki çatışmalarda başarısız kalıp kenti ele geçiremedi.

Taiping ordusu 1. komutanı Yang Xiuqing tüm yetkileri elinde toplayıp muhalif taraftarları öldürttü. Hong’un desteğiyle Yang’ı ortadan kaldıran 2. Komutan Wei de güçlenmeye başlayınca Hong onu da öldürttü. 3. Komutan durumunda olan Shi Dakai ölüm korkusuyla bir grup taraftarı alıp Hong’u terk etti. Taiping ordusu Şanghay’ı da 1860 yılında alınca Qing Hanedanı önce Amerikalı Fredrick Townsend, sonra da İngiliz subay Charles George Gordon’un komuta ettiği batılı silahlarla donatılmış Çinli paralı askerler tarafından kontrolü ele aldı. Bu sırada Hong’un fikirleri, karşıtı olan yerel toprak ağaları; Qing hanedan komutanı Zeng Guofan önderliğinde silahlı birliklerle 1864’te Nanjing’i kuşatıp ele geçirdiler. Hong intihar etti. Taiping direnişleri 1868 yılına kadar sürdü. Yüzbinlerce Taiping taraftarı savundukları öğretiler doğrultusunda sonraki hayatta kazanacaklarını düşünerek teslim olmaktansa ölmeyi tercih ettiler. Sonraki yıllarda hem milliyetçiler hem de komünistler bu ayaklanmaya sahip çıkacaklardı.

DUNGAN – PANTHAY İSYANI (Müslümanlar)

Hristiyan öğretisine sahip taraftarlar Taiping İsyanını başlatırken isyanın sonlarına doğru Müslüman azınlıklar da harekete geçmişlerdi. Yuan ve Ming Hanedanı dönemlerinde Huiler etnik grup olarak oluşmaya başladılar. Qing Hanedanı sırasında Müslüman olan ve olmayan Çinliler arasında geçimsizlik başlamıştı. Qing Hanedanlığı kurban kesilmesini, cami inşaatını ve hacca gidilmesini yasaklamıştı. Hanedan, ülkedeki toplulukları (Çinliler, Müslümanlar, Tibetliler, Moğollar) birbirine çatıştırarak kontrol ediyordu. Bu baskılar sonunda isyanın oluşumunu tetikledi. Önce Yunnan eyaletinde Panthay daha sonra da Sincan, Shaanxi ve Gansu sınırları içinde Dungan isyanı başladı. Qing Hanedanı isyanları bastırmak için soykırımına girişti. Panthay isyanında 1 milyon, Dungan isyanında 2-3 milyon ve Guizhou baskını sırasında da yaklaşık 5 milyon Hui ve Miaolardan oluşan Müslüman öldürüldü. Bu soykırımlar Mançu yönetiminin savunduğu resmi bir politika olup adı “Müslümanlardan Temizlenme” olarak geçiyordu. Dunganlar bu saldırılardan sonra kitle olarak Rusya ve Orta Asya içlerine göç etti.

Taiping, Dungan ve Panthay isyanları sırasında Qing hanedanı çok güç kaybetmişti. Bunu fırsat bilen Japonlar 1894 yılında Kore üzerinden Çin’e savaş açtı. Savaşı zaferle sonuçlandıran Japonlar Asya’da Çin hakimiyetine son verip Japon siyasi gücünü kabul ettirdiler. Qing hanedanı neredeyse son günlerine yaklaşmıştı. Japonlar ise bu zaferden sonra yeniden yapılanmalarını sağlayacak Meiji Restorasyonunu gerçekleştirdiler. Meiji Yenilenmesi olarak da geçen bu yapılanma Japon İmparator Meiji, tarafından uygulanan bir dizi kararlar zinciriydi. 1868 yılında kendisini “Amaterasu” adlı güneş tanrıçasının soyundan geldiğine inanan Meiji, uyguladığı politik sistem sayesinde tüm Japonya’nın birleşmesini sağlamıştı. Meiji’nin 5 maddelik restorasyonu ile Japonya’daki geleneksel Shogun dönemi sona ermişti. Ordu batıdan sağladığı ateşli silahlarla donatılıp yeni bir döneme geçiyordu. Bunun yanı sıra sanayi ve endüstriyel gelişim ile Japonya 20. Yüzyıla hazırlanmıştı. (The Last Samurai filmi bu konuyu işliyordu)

Birinci Japon savaşı sonunda Çin, Mançurya, Kore ve Tayvan üzerindeki hakimiyetini Japonlara kaptırdı. Qing Hanedanlığı yeniden toparlanmaya çalışıyordu. Bu amaçla yeni iktidara geçen genç imparator Guangxu ve danışmanları reform sürecine giriştiler. Bu dönemde ordular yeniden örgütlendi ve 100 Gün Reformu (Wuxu Reformu) adı verilen kültürel, politik ve eğitim konusunda yenilenme girişiminde bulunuldu. Ancak arka planda iktidarın gerçek sahibi olan dul İmparatoriçe Cixi ve çevresindeki muhafazakâr muhaliflerle reform hareketlerine bir darbe ile son verdiler.

ÇİN TARİHİ - 4

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ-4
SON HANEDAN “QİNG (ÇİNG) HANEDANI”

Ming Hanedanlığının son imparatoru Cong Zhen’in kötü yönetimi sonucu ekonomik sıkıntı içinde olan halk Li Zicheng liderliğinde isyan etti. Çin ordusu içindeki bazı komutanların da kuzeydeki Mançularla iş birliği yapması ile Ming Hanedanlığı son buldu.

Hanedanlığın kurucusu Mançular, bilim dünyasında Tunguzlar olarak adlandırılan Turan ırkına ait halktı. Aisin Gioro kabilesinin şefi olan Nurhaci, Çin kültüründen etkilendiği için Çince öğrenip Çin kültürüne yakınlaşmaya çalışmıştı. Bu süre içinde Ming Hanedanlığı ile iyi ilişkiler kurmaya dikkat etmişti. Ordusunu güçlendirmek amacıyla yetersiz olan Mançu askerlerini Moğol savaşçıları ile destekledi. Ming Hanedanlığının krize girdiği ve halkın isyan etmesinden hemen sonra hazırlamış olduğu yeni ordusu ile Çin’i işgal edip imparatorluğunu ilan etti. 1644 yılında yeni yönetim Qing Hanedanlığı olarak ortaya çıkmış oldu. Hanedanlığa Qing adı verilmesi bir iddiaya göre Ming hanedanlığının anlamına karşı koyulmuştu. Ming, Çin zodyağında Ateş anlamına geliyordu, Qing ise zodyakta Su demekti. Yani bir anlamda su ateşi yok etmişti (Günümüzde kullanılan Çin adı, son hanedan olan Çing ‘Qing’ hanedanın isminden türetilmiştir).

Bulundukları coğrafyadan edindikleri Moğol kültürü ile hükümdarların unvanında Bogd Han unvanını kullandılar. Dini inanç açısından Tibet Budizmini ve yanında Konfüçyüs akımlarını destekliyorlardı. Yönetimin üst kademesi olan sarayda, hanedanlığın sahibi Mançular bulunurken yerel yönetimlerde Çinliler görev alıyordu. Mançuların da bu süreçte Çinlileşmeleri uzun sürmedi.

Qing Hanedanlığı 18. Yüzyılın sonlarına doğru her anlamda zirveye ulaşmıştı. Fakat sahip olduğu 400 milyonluk nüfusun yarattığı sıkıntı ile ekonomik durgunluk, üretimde düşme, yolsuzluk ve yönetimin çağın koşullarına uymadan klasik sistemi korumaya çalışması, modernize olamaması, imparatorda güç kaybı yarattı. Ülkenin mali krize girmesi aynı zamanda Avrupa ülkelerinin ticari baskıları ile zor durumlarda kalması sonucu merkez otorite kayboldu.

1800’lerden itibaren özellikle Britanya İmparatorluğunun ticaret gemilerinin ülkeyi sık sık ziyaret etmesi diğer Avrupalıların da ticari iş birliğine girmelerini sağladı. Qing Hanedanlığını sona doğru yaklaştıran en büyük sorun Britanya ile karşı karşıya kaldığı Afyon Savaşları olacaktı.

1830’lu yıllardan itibaren İngiliz tüccarlar kaçak yollardan ülkeye afyon sokarak ticaret yapmaya başladılar. Yerel yönetimlerin engel olmadığı afyon kullanımı bir süre sonra Guangzhou’da ciddi boyutlara vardı. 1839 yılında, bölgeye atanan yeni valinin bu olumsuz gidişe dur demek istemesi ile kantondaki tüm afyon depolarına el konularak imha edildi. Bu sırada sarhoş birkaç İngiliz’in bir Çinliyi öldürmesi ve suçlu İngiliz’in Çin mahkemesi yerine İngiliz mahkemesinde yargılanmasını istemeleri ortamı iyice gerginleştirdi. Meydana gelen küçük savaşta İngiliz gemilerini koruyan bir İngiliz zırhlı gemisi teknolojik üstünlükleri sayesinde savaşı kazandı. Savaşı kaybeden Çin Büyük Britanya ile 1842 yılında Nanjing Antlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Antlaşmanın ağır maddeler içeriyordu. Bu antlaşmaya göre; Çin, Hong Kong Adası ve bu adanın civarındaki adaları Birleşik Krallık'a verecek, Savaş tazminatı olarak 650 ton gümüş ödeyecek, İllegal olarak el koyduğu ya da imha ettiği afyonlar için Birleşik Krallık'a 6 milyon pound tazminat ödeyecek, Birleşik Krallık ile karşılıklı aynı ticari kurallara uyacak, 5 limanını düşük gümrük tarifeleriyle Birleşik Krallık'a açacaktı. Ayrıca Çin'de bulunan Britanya vatandaşları diplomatik dokunulmazlığa sahip olacak ve Çinlilerin ülke dışına çıkmaları için konulan yasak kalkacak ve yurt dışına gidebileceklerdi (Amerika’ya ilk Çin göçü bu dönemde başladı). Bu antlaşma maddeleri Çin açısından “Eşitsiz Antlaşma” olarak görülüyordu. Bunun dışında tüm yabancılara karşı “Dış Dokunulmazlık” uygulaması da geçerli oldu. Böylece Çin’de faaliyet gösteren yabancılar yerel yasalardan muaf tutuluyorlardı.

Yapılan antlaşmalardan sonra Çin, bulunduğu durumu kabullenmekte zorlanıyordu. Yerel yöneticiler içinde antlaşma maddelerine uymak konusundaki isteksizlikleri 1856 yılında sorun olarak ortaya çıktı. O yıl bazı Çinli görevliler “Arrow” isimli İngiliz gemisine çıkıp bayraklarını indirmesinden sonra Büyük Britanya ile savaş yeniden başlamış oldu. Aynı dönemde Çin’in iç kısımlarında bir Fransız’ın öldürülmesi bu kez Fransızları da İngilizler yanında savaşa soktu. Böylece Çin’e karşı İngiliz ve Fransızların olduğu 2. Afyon Savaşı ortaya çıktı. 1857 yılında İngilizler ve Fransızlar askeri harekata başladıktan bir süre sonra Çin’i Tienstin Antlaşmasını yapmaya zorladılar. Bu antlaşma ile yabancılar elçilerle Pekin’e yerleşebilecek, yeni ticaret limanları açılacak, yerleşim amacıyla Batılılar Çin’e girebilecek, Çin’in iç bölgelerine doğru yolculuk yapabilecek, toprak satın alabilecek, Çin yasalarına tabi olmadan kendi konsoloslukları tarafından yargılanmalar gibi haklara sahip olacaklardı. Aynı yıl bu kez Şanghay’da yapılan görüşmelerde afyon ithali de yasallaştırıldı. Ancak Çinli yetkililer antlaşmayı imzalamayı reddettiler. Yeniden çıkan savaşta İngiliz ve Fransız kuvvetleri Pekin’i ele geçirip İmparatorun yazlık sarayını yaktı. Bu kez Pekin Antlaşması için masaya oturuldu ancak bir farkla, artık masada bir de Rusya vardı. Bu kez yapılan sözleşmede Çin’in toprak kayıpları da vardı. Daha önce İngilizlere kullanım amaçlı verdiği Hong Kong’un bulunduğu Kowloon yarımadası bu kez tamamen bırakılıyordu. Fransız misyonerlere ait el konulan dini ve hayır kurumlarının tamamen iade edilmesi gerekecekti. Ayrıca sonradan sözleşmeye dahil olan Rusya’ya da Mançurya bölgesinden toprak verilmesi, sözleşme maddeleri arasındaydı. Bu sözleşme 4 ülke arasında imzalanıp kabul edildi. Artık Qing hanedanlığı sonuna doğru sürüklenmekteydi.