HABERLER
Dini Haber

İLAHİ KOMEDYA IŞIĞINDA ÖTEKİ TARAF

Yazan: HERMES Trismegistos


İLAHİ KOMEDYA IŞIĞINDA ÖTEKİ TARAF

İlahi komedya sadece bir edebi eser, dini bir anlatı da değildir. O bir tarih barındırır. Yazan kişinin Dante olması, eseri yazma aşaması, her şey bunu okunası bir eser yapar. Galileo bile Dante'nin cehenemi üstüne dersler vermiştir. Galileo bir bilim adamı, neden bunun üstüne ders versin ki? denebilir fakat Dante cehennemi, cenneti ve arafı dünyanın boyutlarına göre ayarlamıştır. 
İşe Dante'yi anlatmakla başlayalım;

İtalyan dilinin babası olarak kabul edilir ; ünü, İlahi Komedi olarak ünlenen ve evrensel olarak İtalyanca yazılmış en büyük eser ve dünya edebiyatının en büyük şaheserlerinden biri olarak kabul edilen Comedìa'nın babalığından kaynaklanmaktadır.

Yirminci yüzyıldan başlayarak ve yirmi birinci yılın başlarında Dante kitle kültürünün bir parçası haline gelirken çalışmaları ve figürü çizgi roman, manga, video oyunları ve edebiyat dünyasına ilham verdi. Son olarak İtalya'da hükumet ve parlamento tarafından 25 Mart'ın okullarda ve sivil toplumda Dante'ye ibadet günü olduğu ve 2020'den itibaren sözde Dantedì kurulduğu belirlendi.

Dante Alighieri 1265 yılında  Floransa siyasi sahnesine bir ailede doğdu. Dante’nin annesi, doğumundan sadece birkaç yıl sonra öldü ve Dante yaklaşık 12 yaşındayken bir aile arkadaşının kızı Gemma Donati ile evliliği ayarlandı. 1285 civarında çift evlendi ancak Dante, Dante üzerinde büyük bir etkisi olacak ve karakteri Dante’nin İlahi Komedisinin omurgasını oluşturacak olan başka bir kadına, Beatrice Portinari’ye aşıktı.

Dante daha dokuz yaşındayken Beatrice ile tanıştı ve görünüşe göre ilk görüşte aşkı deneyimlemişti. Çift yıllarca birbirini tanıdı ancak Dante’nin Beatrice’e olan sevgisi “nazikti” (buna genellikle uzaktan sevginin ve hayranlık ifadesi denilebilir) ve karşılıksızdı. Beatrice 1290’da beklenmedik bir şekilde öldü ve beş yıl sonra Dante, Beatrice’e trajik sevgisini ayrıntılandıran Vita Nuova’yı (Yeni Yaşam) yayınladı. Dante’nin ilk ayet kitabı olmanın ötesinde Yeni Hayat İtalyanca yazılmış olmasıyla dikkat çeker, zamanın diğer birçok eseri Latince diliyle yazılmıştır.

Beatrice’in ölümü sırasında Dante kendini felsefe ve Floransa siyasi sahnesinin işlenişine dahil etmeye başladı. Floransa o zaman entrika dolu bir şehirdi, hizipler papalık ve imparatorluğu sürekli olarak tartışırdı ve Dante bir dizi önemli kamu görevinde bulunmuştu. Ancak 1302’de, o zamanlar iktidarda olan siyasi grup Kara Guelphs (aralarında Dante’nin karısının uzak bir akrabası olan Corso Donati) tarafından ömür boyu sürgün edildi (Papa ve Floransa siyasetinden sayısız diğer figürler, Dante’nin Inferno’da yarattığı cehennemde bir yer bulur). Dante Floransa’dan kovulmuş olabilir ancak bu onun en verimli sanatsal dönemi haline gelmesinin önünü açmıştı.

Ahiret Yolculuğunun Başlangıcı

Dante ilk olarak yani ilk kantoda karanlık ve sisli bir orman betimler bu düşsel bir ormandır.

1) Yaşam yolumuzun ortasında karanlık bir ormanda buldum kendimi, çünkü doğru yol yitmişti.
4) Ah, içimdeki korkuyu tazeleyen, balta girmemiş o sarp, güçlü ormanı anlatabilmek ne zor!
7) Öyle acı verdi ki, ölüm acısı sanki; ama ben, orada bulduğum iyilikten söz edeceğim, gördüğüm başka şeyleri söyleyeceğim.
10) Oraya nasıl girdiğimi bilemeyeceğim, öyle uykum gelmişti ki, doğru yolu bırakıp gittiğimde.


Yaşam yolumuzun ortası derken İtalyanlar insan ömrünü bir yaya benzetmişlerdir yayın başı çocukluk ortası yetişkinlik yayın eğilmesi de yaşlılıktır insan ömrünün 70 yıl olduğunu söyleyip yaşamın ortasınında 35 yaş olduğuna inanırlar. Dante i1265 doğumudur ilahi komedya ise 1300 yılında paskalyadan önceki Cuma günü Dante'nin yolculuğu başlar. Dante’nin bu tarihi seçmesinin nedeni ise o zamanki papanın o yılı jübile yılı ilan etmesidir. Yani kendisini ziyaret eden herkes sonsuz aftan yararlanıcaktır. Bu dizelere de bakarak karanlık ormanın, günaha batmışlığı simgelediğini söyleyebiliriz.

31) Yokuşun hemen başladığı yerde
bir pars gördüm, yerinde duramıyordu,
kıpır kıpırdı, benek benekti tüyleri;

40) birlikte olduğu yıldızlarla yükselmekteydi;
öyle ki, güzel mevsim ve günün bu saati,
beni iyi şeyler beklemeye yöneltti

43) tüyleri benekli hayvandan;
ama korkmamı önleyemedi
karşıma çıkan bir aslandan.

46) Başı havada, açlıktan kudurmuş gibi
bir aslan, üstüme geliyordu sanki,
öyle ki, havaya bile korku sinmişti.

49) Ve cılızlığı bin bir istek dolu,
çok kişiye neler çektirdiği
besbelli bir kurt, üstelik dişi,

52) görünce beni, kapıldığım korku
öyle kesti ki elimi ayağımı,
kalmadı artık tepeye tırmanma umudu.


Buradaki hayvanlar ayrı günahları simgeler. Dante yürekli biri değildir, zaten bu mahluklar karşısında kim korkmazdı ki?
Dante daha sonra karanlıklar içinde bir silüet görür ona kim olduğunu sorar.

67) Yanıt verdi: “İnsan değilim, bir zamanlar insandım,
anam babam Lombardia’lı,
ikisi de öz be öz Mantova’lı.

70) Oldukça geç geldim dünyaya, Iulius döneminde,
Roma’da yaşadım büyük Augustus yönetiminde
sahte ve yalancı tanrılar döneminde.

73) Şiir yazdım o güzel İlion yandığında,
Ankhises’in doğrucu oğluna
övgüler düzdüm Troya’dan geldiğinde.

76) Peki sen niye sokuyorsun başını derde?


Evet işte başlıyor, bunun kim olduğunu biz ilk bakışta tahmin edemesek bile Dante adeta taptığı büyük ustayı, Vergilius'u tanımazdan gelemezdi, onu görünce gözleri önünde bir ışık parladı. Latin şair Vergilius, Aenaid destanı ile ünlüdür. Ona günümüzün Dantesi de diyebiliriz. Böyle dediğime de aldırmayın, Vergilius'un Aenaid'i hala çok önemli bir eserdir.

Vergilius, Dante'ye hangi yoldan gidip hayvanlardan kurtulacağını ve kendisinin cennetteki Beatris (Beatrice) tarafından alemlerin tanıtılması için yollandığını söyler. Dante o zamanlar aşıkane sevgi duyduğu büyük şairi minnetle takip eder.
Vergilius önderliğinde cehenneme, cennete ve arafa yolculuk yapacaktır. Dante gösterdiği yola sapar ve ahiret yolculuğu başlar.

Cehennem

Dante, Vergilius ile birlikte cehennem kapısına doğru yollanır. Kapıdan içeri girecekleri zaman kapıda bir yazı asılıdır. Dante bunu görünce korkar zira içeri girenler dışarıya bırakılan tüm umutları yazmaktadır. Dante korkar ve Vergilius’un arkasında saklanır. Vergilius ona rehberlik edeceğini, korkmamasını söyler ve cehenneme adım atarlar. Dante'nin cehennemi ters piramit şeklindedir ve dairelere bölünmüştür, bu dairelerde sona yaklaştıkça çekilen işkenceler ve günahların büyüklüğü de artmaktadır.

Dante cehenneminin bir tasviri olan tablo Botticelli tarafından yapılmıştır ve bu huni şekilli yapı en üstten en alta kadar çekilen işkencelerle doludur. Eseri okuyanlar günahlara verilen cezaların gerçekçiliğinden o kadar etkilenirler ki Hristiyan olanlar kiliseye gidip ibadet yapmaya başlar, hatta bunun üzerine söylenmiş bir sözde şöyledir;
“Katolik kilisesi bugünkü nüfuzunu Danteye borçludur”

Dante cezaları o kadar gerçekçi yansıtmış ki bunlara bir örnek vermemek o cezaları çekmememize sebep olur.

CEHENNEM: Burası dokuz kattan oluşur. İyi insanlar Arafa giderler.

1. Kat ( Dürüst dinsizler Limbo denen birinci kata gider, ne ceza vardır ne ödül.)
2. Kat ( Şehvetin pençesine düşen zavallılar )
3. Kat ( Aç gözlüler )
4. Kat ( Savurganlar )
5. Kat (Gazap ve öfke verenler )
6. Kat ( İnançlara karşı gelenler )
7. Kat ( Şiddet kullananlar eziyet edenler )
8. Kat ( Hilekar ve yobazlar )
9. Kat ( Hainler ve iftira atanlar ) Dokuzuncu kata Cocytus denir ve şeytan burada yaşar. En dipteki yer dokuzuncu kattır. Gerek tanrıya, gerek ailesine, gerek ülkesine ihanet edenler buraya gelirler..

Dante’nin Hainleri en sona koymasının bir sebebi de çok sevdiği Floransa'sından sürülmesinde ona ihanet edenlerin parmağı olmasıdır.

Bu katlara dair verilecek ek bir bilgi de cehennemde tarihsel kişiliklerin olmasıdır. Hatta tüm komedya bunun üstüne kuruludur. Örneğin İsa'dan önce yaşamış olanlar Vergilius gibi cehenneme değilde cehennem önüne giderler, ceza çekmezler fakat cennete çıkma hakları da yoktur. Cehennem önünde Aristo, Platon, Homeros ve Ovidius gibi büyük ozanlar da vardır.

Cehennemin başlangıç katlarında ise Muhammed ve Ali gibi İslami kişilikler vardır. Aynı zamanda civarındaki katlara Selahaddin Eyyubi'yi de koymuştur. Onu bir kayanın üzerinde herkesten ayrı bir şekilde eli çenesinde düşünürken betimler.

Dante'nin cehenneminde ayrıca pagan ögeler de vardır. Örneğin cehennemde hangi günahkarın hangi cezayı çekeceğine karar veren, efsanevi Girit kralı Minos'tur. Kafasında boynuzları ve yılan gibi bir kuyruğu vardır. Bunun gibi bir çok öge vardır hatta bir dairede Gorgonlardan Medusa günahkarlara işkence emektedir.

Tabloda, cehennemin en dibinde Lucifer, komedyada geçtiği bir diğer adıyla Dite bulunmaktadır. Şeytan ayaktadır ve muazzam bir büyüklüğe sahiptir. Dante onu şöyle tanımlar: Eski zamanlardaki devler 
avuç içini doldurucak büyüklükteydi, ayrıca 3 başı vardı ve her başıyla bir günahkarı yiyordu.

Bu 3 günahkar ise Sezar ı öldüren Brütüs, Sezar suikastini planlayan Cassius ve tabiî ki en önde, başta İsa'ya ihanet eden İskaryot vardır. Vergilius, Dante'ye cehennemden çıkmanın tek yolunun 
Şeytanın göbek deliğinden yani cehennemin tam merkezinden geçmek olduğunu söyler. Koca şeytanın göbeğine tırmanırlar ve içine girerler. Sonra tekrar yıldızları görüp arafa giderler.

Araf

Araf bölümü cehenneme göre kısadır. Arafta, Dante ve Vergilius koskocaman bir dağ görürler. Araf'a iyiliği kötülüğünden ağır basan insanlar gelir. 
Olan günahlarından da sıyrılıp cennete gidebilmek için Araf dağına tırmanmaları gerekir. Fakat bu olay şöyle işler. Günahkarlar sırayla bir tahtta oturan ve insanları yargılayan yaratığın önüne gelirler. O yaratık hepsinin alnına 7 tane “P” harfi çizer. Bu p harfi Latincede peccatum olan günahın anlamıdır. 7 tane olması ise 7 büyük günahı temsil eder. Kişiler Araf dağına tırmandıkça alınlarındaki p harfi silinir ve Araf'ın sonuna ulaştıklarında cennete giderler. Dante ve Vergilius da böyle yapar ve sağ salim cennete giderler.

Cennet

Cennete gittiğinde Dante yanında Vergilius'u göremez fakat sonra yanına Beatris (Beatrice) gelir ve cennette rehberinin kendisi olduğunu söyler.

Beatrice’e biraz değinmek gerekirse, O, Dante'nin çok sevip asla ulaşamadığı sevgilisidir. Beatrice başka bir adamla evlenir fakat erken yaşta ölür. Dante ona aşkını yeni hayat kitabında bir insan olarak ilahi komedyada ise kendisine eşlik edecek bir melek olarak canlandırır.

Araf’ın tepesinde Vergilius yerini Beatrice’ye bırakır. Cennet boyunca Dante’ye Beatrice rehberlik eder. Dante’nin 14 Nisan Perşembe sabahı başlayan Cennet yolculuğu, aynı gün öğleden sonra Tanrı’nın ışığına ulaşmasıyla noktalanır. Dante cennet planını hazırlarken Ptolemaios (Batlamyus) sisteminden yararlanmıştır. Dante’nin Cennet’ine göre Dünya evrenin merkezindedir ve sabit bir cisimdir. Kürenin çevresinde yedi gezegen dönmektedir: Bunlar sırasıyla Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn'dür.

Bu gezegenler yedi gök içerisinde bulunmakta, bunlardan sonra iki kat daha yer almaktadır. Sekizinci katta Dönmeyen Yıldızlar, dokuzuncu katta gezegenlerin dönmesini sağlayan İlk Devindirici vardır. Ari ışıktan oluşan, maddeden arınmış onuncu ve en yüksek kat ise, kutlu ruhlar ile Tanrı’nın katıdır (Arş-ı Ala). Burada Meryem ve Beatrice gibi Tanrı’nın sevgili kulları kutsal bir gül oluşturur.

Çünkü isteğine yaklaştıkça akıl yetimiz,
öyle derinliklere dalar ki,
izleyemez olur onu belleğimiz
(Cennet, 7)

Dante her şeyden önce büyük bir şairdir. Ona tüm zamanların en büyük şairi bile desek abartmış olmayız. Bu eser belki Hristiyan-pagan karmasıdır fakat bu onun büyüklüğünden bir şey eksiltmez. İlahi komedya kurmaca olsa da realistliğiyle ahirete ilişkin büyük ölçüde ışık tutar. Dünyanın hangi köşesinde olup hangi dinden olduğumuz önemli değildir. Bu eseri okumak için önemli olan büyük şairi anlamaktır.

T.S Eliot un şu sözü ile bitirmek isterim;
“Dante ve Shakespeare dünyayı aralarında paylaşırlar bu iki isme eklenebilecek 3. bir isim yoktur.”

FİN KAHRAMANI VÄİNÄMÖİNEN

Hazırlayan: A.Kara


VÄİNÄMÖİNEN

Güçlü ve sihirli bir sese sahip, yaşlı ve bilge bir adam olan Vainamöinen Fin mitolojisinde ve ulusal destanları Kalevala'da sihirli güçleri olduğu anlatılan yarı tanrı bir şaman-ozan kahramandır. Eston Vanemuine karakteri ile ilintili olan Vainamöinen, Kalevala'nın ana karakteri ve en yakın dostu tanrısal demirci İlmarinen'dir.

Väinämöinen'den bahsedilen ve kaybolmadan günümüze kadar gelen ilk kayıt 1551'de Mikael Agricola'nın yazdığı Tavasti (Hame) tanrıları listesidir. O ve diğer yazarlar birçok efsanede dünyanın var oluşunun merkezi figürü olan Väinämöinen'i ilahiler, şarkılar ve şiirin tanrısı olarak tanımladılar. Fin ulusal destanı Kalevala açılış bölümlerindeki bir öykü ile onun yaratılışını anlatır. Bu efsane kaostan ve kozmik bir yumurtadan yaratılışın yanı sıra yeryüzü balık adamlarının yaratılışının unsurlarına da sahiptir.

İlk başta sadece ilkel sular ve Gökyüzü vardır. Ancak Gökyüzünün İlmatar adında bir kızı vardır. İlmatar bir gün suya girer ve hamile kalır. Sularda çok uzun süre hamile kalır ve doğum yapamaz. Bir gün bir altın gözlü ördek dinlenme yeri ararken uçup İlmatar'ın dizine konar ve yumurtalarını da dizine bırakır. Kuş yumurtalarını kuluçkaya yatırırken İlmatar'ın dizi ısındıkça ısınır. Sonunda ısıya dayanamaz, duruma bacağını hareket ettirerek karşılık verir ve üzerindeki yumurtaların suya düşük parçalanmasına neden olur. Yumurta kabuklarından birinin alt kısmından toprak, birinin üst kısmından ise gökyüzü oluşur. Yumurta beyazları aya ve yıldızlara, sarısı ise güneşe dönüşür.

İlmatar sularda yüzmeye devam eder. Ayak izleri balık havuzları haline gelir ve işaret ederek kara hatlarını belirler. Bu şekilde her şeyi yapar. Sonra bir gün ilk erkek olan Väinämöinen'i doğurur. Väinämöinen arazi bulana kadar yüzer ancak arazi çoraktır. Sampsa Pellervoinen ile karaya hayat yayar. [5]

Cristfried Ganander tarafından toplanan on sekizinci yüzyıl halk masalında Väinämöinen'in Kaleva'nın oğlu ve dolayısıyla İlmarinen'in kardeşi olduğu söylenir. Adının "havuz akıntısı" anlamına gelen Fince väinä kelimesinden geldiğine inanılır.

KALEVALA DESTANINDA VÄİNÄMÖİNEN

On dokuzuncu yüzyılda bazı halk bilimciler, bilhassa Kalevala'nın yazarı Elias Lönnrot, Väinämöinen'in mitolojik geçmişine itiraz ederek onun eski bir kahraman ya da belki de 9.yy'da yaşamış etkili bir şaman olduğunu iddia ettiler. [6] Väinämöinen'i doğrudan tanrısal özelliklerinden ayıran Lönnrot, Väinämöinen'i bizzat kendi icat ettiği ilk tanrıça İlmatar'ın oğlu yaptı. Bu hikayeye göre bir ördek gelip dizine yumurta bıraktığında denizde yüzen oydu. Väinämöinen doğduğu andan itibaren çağların bilgeliğine sahipti çünkü yeryüzü oluşturulurken ve annesi denizde 730 yıl boyunca yüzerken onun rahmindeydi. Ancak güneşe, aya ve büyük ayıya (yıldızlar, Büyük Ayı'ya atıfta bulunarak) dua ettikten sonra annesinin rahminden dışarı çıkarak denize dalabilirdi.

Väinämöinen kaos üzerinde düzen uygulayan, Kaleva topraklarını kuran ve Kalevala çevresindeki pek çok olayın etrafında rol oynayan 'ebedi ozan' olarak sunulur. Bir eş arayışı Kaleva ülkesini ilk başta dostça görünen ama daha sonra durumun değiştiği kuzeydeki karanlık ve tehditkar komşusu Pohjola ile düşmanca bir temasa sokar. Bu çatışma İlmarinen tarafından yaratılan, elinde tutan kişiye zenginlik ve iyi bir gelecek sağlayan büyülü bir eser olan Sampo'nun yaratılması ve çalınmasıyla başlar, ardından onu yeniden ele geçirme görevi ile gelişmeye devam eder ve Sampo'nun parçalanıp, parçalarının bilinmeyen bölgelere dağıtıldığı bir savaş ile sonuçlanır.

Väinämöinen ayrıca şarkı söyleyerek şiddetli Joukahainen'i bataklığa batırmış, sesinin büyüsünü göstermiştir.
Väinämöinen ayrıca büyük bir turna keserek onun çene kemiklerinden Finlere ait telli bir çalgı olan kantelenin sihirli olanını yapar.

Tüm ihtişamına rağmen Väinämöinen'in sonu kibirli bir sondur. Kalevala'nın 50. ve son şiiri meyve yedikten sonra hamile kalan ve bir erkek bebek dünyaya getiren bakire Marjatta'nın hikayesini anlatır. Bu çocuk incelenmek ve yargılanmak üzere Väinämöinen'e getirilir. Kararı böyle garip şekilde doğmuş bir bebeğin öldürülmesi gerektiğidir. Bunun üzerine henüz iki haftalık olan yeni doğmuş çocuk yaşlı bilgeyi Joukahainen'in kız kardeşi olan Aino'yu kendi elleriyle boğduğundan ve tüm diğer günahlarından dolayı kınar. Bunu takiben bebek vaftiz edilir ve Kalevala kralı olarak adlandırılır. Yenilen Väinämöinen deniz kıyısına giderek ölümlü alemlerden uzağa yelken açmak için bakırdan bir tekne söyler. Son sözleriyle ise zanaatlarına ve bilgeliğine bir kez daha ihtiyaç duyulacağı bir zamanda tekrar geri döneceğini vaat etmiştir. 50. şiir böylece tematik olarak Hristiyanlığın Finlandiya'ya gelişini ve ardından eski pagan inançlarının kayboluşunu yansıtıyor. Bu genel olarak destanlar arasında ortak bir temadır, örneğin Kral Arthur'un öyküsünde de Arthur Avalon'a gitmeden önce benzer bir söz verir.

Antik Estonya destanı Kalevipoeg'de de Vanemuine adında benzer bir kahramandan söz edilir. İskandinav mitoslarının baş karakterlerinden baba tanrı Odin de Väinämöinen ile sihir ve şiir bağlantıları gibi pek çok ortak özellik paylaşır.

Kalevala destanı İngilizce'ye ve diğer birçok dile hem şiir hem de nesir olarak tam ve özet biçimlerde çevrilmiştir. Birçok mitolojisinin film ve kitaplara konu olduğunu biliyor ve görüyoruz. Öyle ki Fin mitosundaki bu bilge karakter Väinämöinen de J. R. R. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi romanındaki büyücü Gandalf'a kaynak olarak tanımlanmıştır. [7] Väinämöinen ile büyük benzerlikleri olan bir başka Tolkienli karakter ise Tom Bombadil'dir. O da Väinämöinen gibi dünyasındaki en güçlü varlıklardan biridir ve her ikisi de kendi ortamlarında kadim ve doğal varlıklardır. Hem Tom Bombadil hem de Väinämöinen şarkının ve bilginin gücüne güvenen karakterlerdir. Aynı şekilde Ağaçsakal ve Entler de genel olarak Väinämöinen ile karşılaştırılmıştır. [8]

KUR'AN'DA FOTOSENTEZ MUCİZESİ İDDİASI

Yazan: Kirpi


KUR'AN'DA FOTOSENTEZ MUCİZESİ İDDİASI

Müslümanlar hiç bıkmadan ve usanmadan Kur'an'dan mucizeler üretmeye çalışıyorlar. Ben de hiç bıkmadan bu mucizeleri çürütmeye devam edeceğim. Bu yazımda Kur'an'da fotosentezi anlattığı iddia edilen ayetleri ele alarak bu sözde mucizenin aslında Allah'ın gelecekten haberinin olmadığının kanıtı olduğunu göstereceğim. Öncelikle ayete bir göz atalım:

Tekvîr Suresi 17-18. Ayetler:
17 وَالَّيْلِ اِذَا عَسْعَسَۙ  Andolsun kararmaya başlayan geceye
18  وَالصُّبْحِ اِذَا تَنَفَّسَۙ  Ve nefes almağa başlayan sabaha

Modernist Müslümanlar 18. Ayette kullanılan تَنَفَّسَۙ teneffes(e) kelimesinin fotosentezi anlattığını ve Kur'an'ın 1400 yıl önceden Güneş ışınlarının bir nefes verdiğini haber verdiğini iddia ediyorlar. Öncelikle Kur'an meali yapan insanların çoğu (%90) bu kelimeyi  “aydınlandığı zaman sabaha” olarak çevirmişler. Fakat şunu da söylememiz gerekir ki ayetin doğru çevirisi  “nefes almaya başlayan sabaha” şeklindedir.  Yani modernist Müslümanlar bu ayeti geleneksel Müslümanlara kıyasla daha doğru bir şekilde çevirmişlerdir. Lakin ayetin tefsirini geleneksel Müslümanlar daha doğru şekilde, Kur'an'ın tamamını göz önünde bulundurarak yapmışlardır.
Örneyin El-Mu'cem El-Müfehres'de تَنَفَّسَۙ teneffes kelimesinin Kur'an'da cümle içindeki yapısına göre aynı formda (aynı kökten) fakat farklı harekeli (Kur'an'da harekeleme ve noktalama işlemi çok daha sonraları yapılmıştır. Orjinal metinde böyle bir uygulama yoktur) şekilde kullanıldığı ayetlere baktığımızda bunun günümüzdeki "nefes alma" fiiliyle uzaktan yakından alakası olmadığını görüyoruz. En yaygın işlenme şekliyse نَفْسٍ nefsin şeklindedir ve nefis (can) anlamına gelir. Örneğin Tarık suresi 4 ayette bunu görebilirsiniz.

Şimdi Diyanet İşlerinin bahsi geçen sureyle ilgili açıklamalarına bakalım:
Kıyametin kopmasını ve Kur’an’ın vahiy ürünü oluşunu konu alan Tekvîr sûresinde Allah tarafından konulan tabiat kanunlarının değiştirilerek güneşin, yıldızların, dağların, denizlerin, vahşi hayvanların tersine çevrileceğine temas edilir; ardından büyük hesap gününün kısa tasviri yapılır ve o gün kişinin ebedî hayat için önceden neler hazırladığının bilincinde olacağı belirtilir (âyet 1-14). Tabiatın işleyişine dair birçok âyette görüldüğü üzere yıldızların çeşitli görünümlerdeki seyrine, kararmaya yüz tutan geceye ve ağarmaya başlayan sabah vaktine yemin edilerek Kur’an’ın vahiy eseri olduğu ifade edilir, onun değerli ve itibarlı bir elçi (Cebrâil) tarafından Resûlullah’a getirildiği bildirilir. Ardından “arkadaşınız” diye nitelendirilen Hz. Muhammed’in inatçı inkârcıların iddia ettiği gibi bir mecnun olmadığı, gayb âlemine ait gerçekleri gizlemediği, bildirdiği tebliğin şeytandan gelmediği vurgulanır (âyet 15-25). Sûrenin son dört âyeti, “Bu açık gerçeklere rağmen siz nereye gidiyorsunuz?” sorusuyla başlar ve Kur’an’ın doğru yola girmek isteyen herkes için bir uyarıcı ve öğütçü olduğu vurgulanır; ancak doğru yola girme talebinin ilâhî irade doğrultusunda yapılmasının şart koşulduğu belirtilir. Rivayete göre, sûrenin son âyetlerinde dileyen kimsenin doğru yola girebileceğinin ifade edilmesi üzerine Ebû Cehil, “Bu husus kendi isteğimize bağlıdır, uygun görürsek bu yola gireriz, görmezsek girmeyiz” demiş, bundan dolayı sûrenin ilâhî iradeyle ilgili âyeti inmiştir (Taberî, XXX, 105; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, VII, 230)

Gördüğünüz gibi Diyanet İşleri de sureyi tefsir ederken 18. ayeti "ağarmaya başlayan sabah" olarak tanımlamıştır. Şimdi ayetin nefes alma şeklindeki çevirisine dönelim. Bir grup Müslüman 18. ayetin fotosentezle alakalı olduğunu iddia ediyor. Bu ne kadar doğru hep birlikte göreceğiz.

Fakat ilk olarak fotosentez nedir onu inceleyelim.

FOTOSENTEZ

Fotosentez basit tabirle bitkilerin ve diğer organizmaların ışık enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürme eylemlerine verilen isimdir. Fotosentez kelimesi, Yunanca phōs (ışık) ve sentez (bir araya getirmek) kelimelerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur.

Fotosentez yapan organizmalara fotoototroflar denilir. Fotosentez zamanı oksijen bir yan ürün olarak salınır. Farklı türlerde farklı şekillerde yapılıyor olmasına rağmen fotosentez genellikle ışıktan gelen enerjiyi yeşil klorofil pigmentleri içeren reaksiyon merkezleri olarak adlandırılan proteinler yardımıyla emildiğinde başlar. Bitkilerde bu proteinler yaprak hücrelerinde bulunan kloroplast adı verilen organellerde bulunurken, bakterilerde plazma zarına gömülürler. Bu ışığa bağımlı reaksiyonlarda su gibi uygun maddelerden elektronları almak için bir miktar enerji kullanılır. Sudan elektron alınmasının sonucu olarak su oksijen ve hidrojene parçalanmış olur. Suyun bölünmesiyle salınan hidrojen kısa süreli enerji kaynağı olarak hizmet veren iki başka bileşiğin oluşturulmasında kullanılır; indirgenmiş nikotinamid adenin dinükleotid fosfat (NADPH) ve adenosin trifosfat (ATP-hücrelerin "enerji para birimi"). Kabaca söylemek gerekirse Fotosentez yapabilen her canlı bu yolla kendi yaşamı için gereken besini ve dolayısıyla enerjiyi sağlıyor.

Şimdi farkındaysanız fotosentezi tarif ederken hiç bir yerde güneş kelimesi kullanmadım. Bunun nedeni fotosentezin doğrudan güneşe değil ışığa bağlı olması. Peki bu ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor ki fotosentez güneş olmadan bile yapılabiliyor. Eğer siz su, karbondioksit ve mor yada kırmızı ışık sağlayan bir alete sahipseniz güneş olmadığı zaman bile bitkilerin fotosentez yapmasını sağlayabilirsiniz. Günümüzde artık bu üç etkeni bir araya getirerek yerin 30 metre altında kurulan seralarda sebze ve meyve yetiştirebiliyoruz.



Peki güneş olmadan fotosentez nasıl oluyor? Bunu daha iyi anlamak için Kalvin döngüsü, Aydınlık Evre Reaksiyonları, Karanlık evre reaksiyonları gibi kavramları anlamamız gerek.
Fotosentez tek kademede gerçekleşen büyük bir reaksiyon değildir. Bazıları ışığa doğrudan bağımlı olan, bazıları da  ışığa bağımlı olmadan iki kademede gerçekleşir. Bu kademelerden 1.si aydınlık evre, 2.si ise karanlık evredir.
Işık enerjisinin soğurulmasıyla başlayan fotosentezde iki önemli olay vardır. Bunlardan birincisi aydınlık evrede gerçekleşen ışık enerjisinin kimyasal enerjiye çevrilmesi, ikincisi de karanlık evrede gerçekleşen CO2 nin organik bileşiklere dönüşmesidir.

Aydınlık Evre Reaksiyonları

Fotosentezin aydınlık evre reaksiyonları ışık varlığında gerçekleşir. Kloroplastın granasında ışık enerjisi yardımıyla ATP sentezlenir. Bu olaya fotofosforilasyon denir. Aydınlık evrede görev alan enzimler ferrodoksin, plastokinon,sitokrom ve NADP dir. Aydınlık evre reaksiyonları devirli ve devirsiz fotofosforilasyon olmakla  iki kısımda incelenir. Kısacası aydınlık evre  reaksiyonları doğrudan ışıkla etkileşime bağlıdır. 

Karanlık  Evre Reaksiyonları

Karanlık evre reaksiyonlar ise fotosentezde ışığa ihtiyaç duymadığı halde ışıklı devre reaksiyonlarının ürünlerine ihtiyaç duyan kimyasal reaksiyonlardır. Işık direkt olarak kullanılmadığı için bu evreye “karanlık” denmiştir. Bu evre sıcaklık değişimlerinden etkilenir. Aydınlık evrede sentezlenen ATP, NADPH2 ler ve H2O ların bir kısmı karanlık evrede tüketilir.
Bu aşama kloroplast stromasında gerçekleşir. Tepkimeleri için ışığın enerjisine ihtiyaç duyulmaz, bu nedenle sadece ışıkta değil karanlıkta da meydana gelirler. Karanlık faz reaksiyonları, glikoz ve diğer organik maddelerin oluşumuna yol açan (havadan gelen) ardışık karbondioksit dönüşümleri zinciridir. Bu zincirdeki ilk reaksiyon karbondioksit fiksasyonudur. Akseptör karbon beş karbonlu şeker ribuloz bifosfattır ve ribuloz bifosfat karboksilaz enzimi tarafından katalize edilir. Ribuloz bifosfatın karboksilasyonunun bir sonucu olarak, hemen iki fosfogliserik asit (FHA) molekülü  halinde ayrışan kararsız altı karbonlu bir bileşik oluşur. Daha sonra, fosfogliserik asidin bir dizi ara ürün yoluyla glikoza dönüştürüldüğü bir reaksiyon döngüsü gerçekleşir. Bu reaksiyonlar, hafif fazda oluşan ATP ve NADPH2 enerjilerini kullanır. İşte bu reaksiyonların döngüsüne "Kalvin döngüsü" denir. (6CO2 + 24H + + ATP → C6H12O6 + 6H2O.)
Glikoza ek olarak, fotosentez sürecinde amino asitler, gliserol, yağ asitleri ve çeşitli karmaşık organik bileşiklerin diğer monomerleri oluşur.
 
Karanlık evrede gerçekleşen olaylar;
  • CO2 kloroplasta girince 5 C lu ribulozdifosfatla (RDP) birleşir ve 6 C lu kararsız ara bileşik oluşur.
  • Bu bileşik H2O yardımıyla hemen ikiye ayrılır ve iki molekül 3 C lu fosfogliserik asite (PGA) dönüşür.
  • PGA lerin her birine aydınlık evrede oluşan ATP lerden birer tanesinin fosfatı bağlanır ve 3 C lu difosfogliserik asit (DPGA) oluşur.
  • Aydınlık evrede oluşan NADPH + H+ lerin hidrojenleri DPGA ya bağlanır ve 3 C lu fosfogliseraldehit (PGAL) oluşur.
  • PGAL lerin bir kısmı 6 C lu bir şeker olan fruktoza dönüşür.
  • Fruktoz daha sonra izomeri olan glikoza dönüşür.
  • PGAL lerin bir kısmı da aydınlık evrede oluşan ATP lerin geri kalanlarının fosfatlarını alarak ribuloz difosfata (RDP) dönüşür.
  • RDP molekülleri yeni bir karanlık evreyi başlatır.
  • Karanlık evredeki dönüşümler için gerekli enerji  aydınlık evre reaksiyonlarında fotofosforilasyonla sentezlenen ATP den, hidrojenler ise devirsiz fotofosforilasyonda fotoliz olan H2O nun hidrojenlerini taşıyan NADP H2 den sağlanır.  Özetleyecek olursak karanlık evre reaksiyonlarında direk işığa gerek duyulmaz.

Kalvin döngüsüyse fotosentez sırasında kloroplast'ta gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar kümesidir. Bu döngü karanlık evre reaksiyonları içindedir çünkü Güneş ışığından enerji sağlandıktan sonraki bölgede yer alıyor. Kelvin döngüsünü en etkili kullanan bitkiler Crassulaceae familyası üyesi olan bitkilerdir. Bunlara CAM bitkilerde deniliyor. CAM- Crassulacean Asit Metabolizması. Bu bitkilere genellikle kurak bölgelerde yetişen sukkulent (su depolayan) türlerini örnek verebiliriz (kaktüs gibi). Bu bitkiler stomalarını gece açar ve gündüz kapatır. Gece boyunca açılan stomalar karbonu solarak depolar. Gündüzleri stomaların kapanması su kaybını önler, aynı zamanda karbon solumunu da önlemiş olur. Bu tür bitkiler geceleri açık stomalardan CO2 alırlar ve onu bir dizi organik aside dönüştürürler. Organik asitler sabah saatlerine kadar vakuollerde biriktirilirler. Gündüz Kalvin döngüsü için ATP ve NADPH üretilince bir gece önceden oluşturulan organik asitlerden CO2 serbest bırakılır. Onun için doktorlar yatak odalarında kaktüs gibi bitkilerin bulundurulmasını şiddetle tavsiye ederler zira geceleri karbonla nefes alan bu bitkiler bir nevi  fotosentez yapmış oluyorlar.  
Doğru diye bilinen başka bir yanlışta insanların dünyamızın oksijen kaynağının ağaçlar olduğunu zannetmesidir. Genellikle dünyanın akciğerleri ormanlardır deniliyor. Oysa bu doğru değildir.  Dünyanın oksijen kaynaklarının oranları şu şekildedir:
  • Fitoplanktonlar ve Denizel Bitkiler: %70
  • Ağaçlar/Ormanlar, Otlar, Çimler ve Diğer Karasal Bitkiler: %28
  • Diğer Kaynaklar: %2

Görüldüğü üzere dünyamızın oksijen üretiminin büyük çoğunluğunu sularda yaşayan canlılar karşılıyor.  Karasal bitkilerin oksijen üretme oranındaki düşük rakamlara sahip olma nedenlerinin başındaysa karasal bitkilerin bütün hücrelerinin fonksiyonlarını sürdürebilmesi için kendi ürettikleri oksijeninin önemli bir kısmını solumak zorunda kalmaları geliyor. İşte bu nedenle sürekli atmosfere oksijen pompalanmasına rağmen aşırı oksitlenme dediğimiz (gereğinden çok fazla oksijen üretme) şey yaşanmıyor. Zira bitkiler kendi ürettikleri oksijenin büyük bir kısmını yine kendileri tüketiyorlar. Yapılan bazı bilgisayar simülasyonlarının verileri gösteriyor ki tüm, ama tüm, aklınıza gelebilecek karasal bitkileri organizmaları yok etsek dahi dünyanın oksijen seviyesinde keskin inişler yaşanmaz ve bizler yani insanlar hiç bir solunum problemi (havasızlık) yaşamayız.

Wisconsin Üniversitesi jeologu Shanan Peters şöyle diyor:
Tüm canlılık yok olsaydı bile neredeyse hiçbir değişim yaşanmazdı. Geriye sadece insanlar kalsaydı, solunum konusunda hiçbir problem yaşamadan varlığımızı sürdürmeye devam ederdik. Muhtemelen besin kaynağı bulmakta zorlanırdık; ancak hava bulmakta zorlanmazdık.

Pennsylvania Üniversitesi'nde misafir akademisyen olan jeokimyacı Dick Holland şöyle diyor:
"Öyle görünüyor ki, oksijen ilk olarak 2,7 ila 2,8 milyar yıl önce üretildi. Yaklaşık 2,45 milyar yıl önce atmosferde ikamet etmeye başladı. Oksijen üreten organizmaların ortaya çıkışı ile atmosferin gerçek oksijenlenmesi arasında önemli bir zaman aralığı varmış gibi görünüyor."

Peki aşırı sıcak ve süper yoğun kitlelerin çekirdeğinde ortaya çıkan oksijen dünyamızda nasıl oluştu? Cevap, fotosentez yapabilen siyanobakteriler veya mavi-yeşil algler olarak bilinen küçük organizmalardır. Peki Pennsylvania Eyalet Üniversitesi'nden yerbilimci James Kastingin dediği gibi "Neden yüzde 10 veya 40 yerine yüzde 21'de dengelendi?” Aslında bunu anlamak için birazda oksijenin dünyamızdaki oluşum sürecine bakmamız gerek.
 
Büyük Oksijenlenme Olayı öncesinde yani günümüzden 3.85 ila 2.45 milyar yıl önce tüm canlılık anaerobikti. Bu anaerob canlılık içinde yalnızca oksijene tolerans gösterebilen türler yaşayabildi. 2.4 milyar yıl önce hiç oksijen yoktu. 2.4 milyar yıl sonrasından kalma kayaçlara baktığımızda ise, artan oksitlenme olayını görebilmekteyiz. Sadece 500 milyon yılda atmosferik oksijen oranları %5 dolaylarına çıktı. Günümüzden 500 milyon yıl kadar önce %19 seviyesine, 350 milyon yıl kadar önce %32 seviyesine ulaştı. Bu dönemden kalma canlılar %32 oksijen bulunması nedeniyle devasa boyutlara ulaşabilmeyi başardılar. Çünkü dokularının  bol miktarda oksijene erişimleri vardı. Ancak bu iri canlıların sayısının hızla artması ve ekolojik değişimlere bağlı olarak bu seviyeler inmeye başladı ve o gün bugündür azalma sürüyor. Şu anda atmosferimizdeki oksijen oranı %21 dolaylarındadır. Yani anlayacağınız dünyamızdaki oksijen düzeyi sabit değildir, aksine azalmaya doğru ilerlemektedir. Tabi bunun en büyük nedenlerinden biri de bizleriz, yani insanlar. Kısacası İklim, volkanlar, levha tektoniği, canlılığın farklı boyutlarda fazla oksijen tüketimi gibi çeşitli etkenler uzun zaman dilimlerinde oksijen seviyesinin düzenlenmesinde kilit bir rol oynamış olabilir. Fakat yine de hiç kimse, jeolojik kayıttan herhangi bir zamanda atmosferin kesin oksijen içeriğini belirlemek için kaya gibi sağlam bir test yapmış değildir.

Sonuç olarak bitkiler ve organizmaların fotosentez yapabilmesi için direk olarak güneşe değil ışığa gerek duyar. Zira güneş olmadan da yerin metrelerce altında yapılan ışıklandırma yardımıyla bitkiler fotosentez yapabiliyor. Bu nedenle Tekbir suresinin 17 ve 18. ayelerinde sabahın (dolayısıyla güneş ışınlarının) nefes getirmesi fikri fotosenteze bağlanamaz zira güneş ışınlarına (sabaha) gerek duymadan da fotosentez yapılabileceğini artık biliyoruz. Demek ki Kur'an'ın Allah'ı 1400 yıl önce ayet gönderirken günümüzde güneşe gerek duymadan fotosentez yapılabileceğini bilmiyordu. Boşuna demiyoruz bilim ve teknoloji geliştikçe Tanrılar gücünü kaybediyor diye..

MARQUİS DE SADE VE DİN ANLAYIŞI

Yazan: HERMES Trismegistos


MARQUİS DE SADE VE DİN ANLAYIŞI

Marquis de Sade her zaman tartışılan bir kişilik olmuştur. Bunun nedeni ise apaçık ortadadır çünkü Sade’ın kitaplarında her zaman şiddet yoluyla cinsel haz alma hareketi vardır. Zaten sadizm yani şiddet ile cinsel zevk almak Sade isminden türetilmiştir. Fakat Sade’i sadece müstehcen yazılar yazan biri olarak düşünemeyiz, o aynı zamanda aydın bir filozoftur. Tanrı ve din hakkında çok çarpıcı görüşlere sahiptir. Sosyolog Ulus Baker, Sade için şöyle der;
“Sade’ın Tüm kitaplarında felsefenin altında yatan ekonomik sosyal ve dini derin anlamlar vardır”

Sade’ın Yatak Odasında Felsefe kitabında üç karakter farklı konularda görüşlerini paylaşmaktadır ama bunların hepsi aslında Sade’in görüşleridir. Şimdi kitaptan çok çarpıcı bir kesiti inceleyeceğiz.

EUGENIE: Ama değişik türde erdem var; örneğin, dindarlık konusunda ne düşünüyorsunuz?

DOLMANCE: Dine inanmayan biri için bu erdem ne ifade edebilir? Peki ya dine kim inanabilir? Haydi, sırasıyla akıl yürütelim Eugenie: İnsanı Yaratıcısına bağlayan ve var olduğu için bu yüce Yaratıcıya duyduğu minnetini ibadet yoluyla ona kanıtlamaya zorlayan anlaşmaya din diyorsunuz değil mi?

EUGENIE: Daha iyi tarif edilemezdi.

DOLMANCE: Pekâlâ! İnsanın, varlığını doğanın karşı konulmaz planlarına borçlu olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu yerküre üzerindeki varlığının yerküre kadar eski olduğu kanıtlanmışsa eğer, demek ki insan da, meşe gibi, aslan gibi, bu yerkürenin böğründe bulunan mineraller gibi, yerkürenin varlığının gerekli kıldığı ve kendi varlığını kimseye borçlu olmayan bir üründür; aptallara göre, gördüğümüz her şeyin biricik yaratıcısı ve imalatçısı olan bu Tanrının, insan aklının necplus ultrasından başka bir şey olmadığı, bu aklın kendi işlemlerine yardımcı olacak hiçbir şey bulamadığı anda yarattığı hortlak olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu Tanrı’nın varlığının imkânsız olduğu ve her zaman eylem halindeki, her zaman hareket halindeki doğanın, salakların karşılıksız olarak vermekten hoşlandıkları şeye kendiliğinden bağlı olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu hareketsiz varlığın var olduğunu varsaysak bile, tek bir gün bile işe yaramadığından ve milyonlarca yüzyıldan beri aşağılık bir atalet içinde bulunduğundan onun tüm varlıkların kesinlikle en gülüncü olacağı kesinse eğer; onun, dinlerin bize tarif ettiği gibi var olduğunu varsaysak bile varlıkların kesinlikle en iğrenci olurdu, çünkü yeryüzünde kötülüğü mümkün kılmıştır, oysaki o her şeye kadirliğiyle bu kötülüğü engelleyebilirdi… Demek istediğim, eğer tüm bunlar kanıtlansaydı, hem de tartışmasız gerçek olarak kanıtlansaydı Eugenie, bu durumda insanı bu aptal, yetersiz, acımasız ve acınası Yaratıcıya bağlayan dindarlığın pek gerekli bir erdem olduğuna inanabilir miydik?

Burada Sade tanrının varlığının kanıtlanamayacağını, kanıtlansa bile tanrının iyi niyetli olmadığını, bunun sonucunda da kötülüğü yaratıp sözde çok sevdiği insanlığın karşısına çıkardığını, bu yüzden kötü bir tanrıya yürekten tapmanın da saçmalığını dile getiriyor.

Kitaptan kesitlere devam edelim.

EUGENIE, Madam de Saint-Ange’a: "Gerçekten de, sevgili dostum, Tanrı’nın varlığı bir kuruntudan ibaret kalmaz mı?" der.

MADAM DE SAINT-ANGE: "Hem de en sefil kuruntulardan biri, kuşkusuz." diye yanıtlar.

DOLMANCE: Tanrı’ya inanmak için insanın aklını yitirmesi gerekir. Kimilerinin korkularının, kimilerinin zayıflığının meyvesi olan bu iğrenç hortlak, Eugenie, yeryüzünün sisteminde bir işe yaramaz: bu sisteme zarar verir, çünkü onun adil olması gereken istençleri doğa yasalarındaki temel adaletsizliklerle asla bir arada olamaz; onun sürekli olarak iyiliği istemesi gerekir, doğa ise kendi yasalarına hizmet eden kötülüğün karşılığı olarak iyiliği arzulamaktadır; onun sürekli hareket halinde olması gerekir, oysa bu daimi eylemi yasalarından biri kılan doğa onunla ancak daimi karşıtlık ve rekabet halinde olabilir. Ama, buna karşılık, Tanrı ile doğa aynı şeydir denebilir. Bu bir saçmalık değil midir? Yaratılmış olan şey yaratan varlığa eşit olamaz: Saat, saatçi olabilir mi? O halde, diye devam edilir söze, doğa hiçtir. Tanrı her şeydir. Bu da bir başka aptallık! Evrende zorunlu olarak iki şey vardır: yaratıcı fail ve yaratılan birey. İmdi, yaratıcı fail kimdir? İşte çözülmesi gereken tek güçlük budur, cevaplandırılması gereken tek soru budur.

Kısaca açıklamak gerekirse bunu tanrının çok bahsettiği merhameti doğa yasalarıyla çakışır. Örneğin sıradan ve inançlı bir insanın ormanda usulca uyurken bir ayı saldırısına uğrayıp yaşamını yitirmesi gibi. Bu durumda doğa tanrının merhametine ters düşmüş oluyor. Yani tabiat ve Tanrı birbirinin karşıtı iki güç olmuş oluyor ama hiçbir tanrı kendi yarattığı şeye denk olamaz. ikisinden birini inkar etmek gerekirse de kendine rakip olgular yaratan tanrı saçmalığının reddedilmesi daha olası olandır.

Devam edelim.

Eğer madde bizim bilemediğimiz bileşimlerle davranıyor ve hareket ediyorsa, eğer hareket maddeye içkinse, sonuçta, uzayın engin düzlüklerinde göz alabildiğine uzanan ve tek biçimli, değişmez işleyişi bizde hayranlık ve saygı uyandıran tüm gök kürelerini enerjisi nedeniyle yalnızca o yaratabiliyor, üretebiliyor, koruyabiliyor, sürdürebiliyor ve dengeleyebiliyorsa, bu aktif yeti esas olarak eylem halindeki maddeden başka bir şey olmayan doğanın kendisinde bulunduğuna göre, bu durumda, tüm bunlara yabancı bir fail arama ihtiyacı nereden doğmaktadır? Sizin Tanrı’ya ilişkin kuruntunuz herhangi bir şeyi aydınlatabiliyor mu? Bunu bana kanıtlayamayacağınıza bahse girerim. Maddenin iç yetileri hakkında yanıldığımı varsayalım, önümde en azından bir güçlük vardır. Siz Tanrı’nızı bana sunarak ne yapıyorsunuz? Önüme bir güçlük daha çıkarmış oluyorsunuz. Anlamadığım bir şey yüzünden, daha az anlayacağım bir şeyi kabul etmemi benden nasıl isteyebilirsiniz? Sizin korkutucu Tanrı’nızı Hristiyan dininin dogmaları aracılığıyla mı inceleyeceğim… Kendime böyle mi tarif edeceğim? Bu dogmalar Tanrıyı bana tarif ediyor, bir bakalım…

Doğanın yaratma, üretme, koruma ve sürdürme özelliklerine değiniyor ve bunun dışında evrenin bir failinin, bir yaratıcısının aranmasını gereksiz buluyor. Şimdi ise Hristiyan dininin kendisine göre yanlışlarına bakalım.

Marquis de Sade şu sözlerle devam ediyor:

Bu aşağılık ibadetin Tanrı’sına baktığımda, bir gün bir dünya yaratan, ertesi gün inşa ettiği şeyden pişman olan, tutarsız ve barbar bir varlıktan başka ne görmekteyim ki?

Marquis, Tevrat’ın tanrısının kıskanma, sinirlenme, sevinme gibi insani duyguları olmasına değiniyor. Musa Sina dağındayken kavmi bir altın buzağı yapıp ona tapınmaya başlamıştı. Tanrı bunu görünce onlara nefret kusmuş ve lanetlemişti.

Marquis'un yazdıklarından devam edelim:

İnsanın dilediği alışkanlığa sahip olmasına asla izin vermeyen zayıf bir varlıktan başka nedir ki o? Bu yaratık, kaynağını insandan alsa da ona hâkim olur; ona saldırabilir ve böylelikle ezeli işkenceleri hak edebilir! Ne zayıf bir varlıktır bu Tanrı! Nasıl oluyor da gördüğümüz her şeyi o yaratabilmişken keyfince bir insan yaratamamıştır? Ama diyeceksiniz bana, böyle yaratılmış olsaydı insanın hiç değeri olur muydu? Bu ne bayağılık, bu ne yaltakçılık! Ve insanın kendi Tanrı’sını hak etme gerekliliği nereden gelir? İnsanı tamamen iyi yaratsaydı asla kötülük yapamazdı ve yalnızca bu durumda eser bir Tanrı’ya layık olurdu. Bu, insana bir tercih bırakmak yerine onu kışkırtmaktır. Oysa Tanrı, sonsuz önsezisiyle, ortaya çıkacak sonucu gayet iyi biliyordu. Böyle olunca da, bizzat kendisinin oluşturduğu yaratığı zevk için kaybediyor. Ne korkunç bir Tanrı bu! Ne canavar! Bizim kinimize ve dinmek bilmez intikamımıza ondan daha layık bir vicdansız, bir hergele olamaz! Bununla birlikte, bu kadar yüce bir uğraştan pek az memnun kalarak, inancını değiştirsin diye insanı boğar; onu ateşe atar, lanetler. Bu yaptıkları insanı asla değiştirmez.

Tanrının insana kötülük yapma yetisini verip üstüne cezalandırması ve bunları zevki uğruna yaptığını, zira iyi insanlar yaratmak isteseydi kusursuz insan yaratma yetisine de sahip olduğunu belirterek tanrının kötülüğünü vurguluyor.

Sade, şöyle devam ediyor:

Bu aşağılık Tanrı’dan daha güçlü bir varlık olan Şeytan, kendi hükümranlığını daima koruyarak yaratıcısına her zaman meydan okuyabilir. Ezeli Varlık’ın kendine ayırdığı sürüyü baştan çıkararak sefahate sürüklemeyi daima başarır. Bu iblisin bizim üzerimizdeki gücünü kimse alt edemez. Bu durumda, öğretisini yaydığınız korkunç Tanrı sizce ne düşünmektedir? Onun bir oğlu vardır, tek oğul, hangi ilişki sonucu edindiğini bilmiyorum; çünkü insanın düzüşmesi gibi. Tanrı’sının da düzüşmüs olmasını istemiştir o; kendisinin bu önemli parçasını gökyüzünden koparıp almıştır. Bu yüce yaratığın, göksel ışınların üzerinde, melekler kortejinin ortasında, tüm evrenin gözü önünde belireceği belki hayal edilmektedir… Tek sözcük yok; Yeryüzünü kurtarmaya gelmiş Tanrı’nın, Yahudi bir fahişenin bağrında, bir domuz ahırının ortasında dünyaya geldiği duyurulur! İşte ona atfedilen saygın soy sop! Ama onun bu şerefli görevi bizim zararımızı telafi edecek midir? Bir an için peşinden gidelim onun. Ne demektedir? Ne yapmaktadır? Bize hangi yüce görevi iletmektedir? Hangi esrarı açığa çıkaracaktır? Bize hangi dogmayı buyuracaktır? Onun büyüklüğü hangi edimler içinde kendini gösterecektir?

Sade, şeytanın yaptıkları yada etkisi sebebiyle tanrıdan üstün olduğuna parmak basıyor. Diğer dediği, İsa'nın bir ahırda doğduğu gerçektir. Fakat 'Yahudi fahişe' tabiri ile Meryem'i fahişelikle suçluyor. Öyle miydi bilemeyiz fakat Kur'an'da geçen bir olayda Zekeriya Meryem'i tapınağın önünde bulur, burada ne yaparsın ey Meryem? diye sorar. Bu tartışılır olsa da Marquis'in görüşünü destekleyen bir argüman olabilir.

Marquis, İseviliğin ve teslis inancının İsa'nın uydurması olduğunu, aynı zamanda dinini zorla benimsetmeye çalıştığını anlatarak devam eder:

Gördüğüm ilk şey meçhul bir çocukluktur, bu sokak çocuğunun Kudüs tapınağındaki çapkın rahiplere verdiği hizmetler; sonra, on beş yıllık bir yok oluş, bu sırada bu hinoğluhin, Mısır okulunun tüm hayalleriyle zehirlenecek ve bunları Juda’ya taşıyacaktır. Orada yeniden ortaya çıktığında deliliği baş gösterir ve Tanrı’nın oğlu olduğunu, onun eşiti olduğunu ona söyler; Kutsal Ruh adını verdiği bir diğer hortlağı da bu ittifaka katar ve bu üç kişinin bir olduğunu ileri sürer! Bu gülünç esrarla akılları karıştıran, ciğeri beş para etmez bu herif, bu görüşleri benimsemenin pek matah bir şey olduğunu… Yok saymanın ise tehlikeye yol açacağını ileri sürer.

Bu salak, Tanrı olmasına rağmen, bizleri kurtarmak için bir insan evladının bağrında vücut bulduğunu söyler; gerçekleştireceği parlak mucizelerle bir süre sonra evreni ikna edecektir! Gerçekten de, sarhoşlar arasındaki bir yemekte söylenenlere bakılırsa, bu dalavereci suyu şaraba döndürür; bir çölde, çömezlerinin gizlice hazırladıkları nafakalarla anasının gözü birkaç kişiyi besler; arkadaşlarından biri ölü numarası yapar, bizim sahtekâr da onu diriltir; kendini bir dağa taşıtır ve orada, yalnızca iki ya da üç arkadaşının önünde öyle bir hokkabazlık gösterisi düzenler ki günümüzün en kötü hokkabazının bile yüzü kızarırdı. Kendisine inanmayan herkesi coşkuyla lanetleyen bu kerata, sözünü dinleyecek olan herkese de cenneti vaat eder. Cahil olduğundan hiçbir şey yazmaz; aptal olduğundan pek az konuşur; zayıflığı nedeniyle de pek az şey yapar; ve sonunda, pek ender olsa da kışkırtıcı söylevleri karşısında sabrı tükenen yüksek görevlilerin canını sıkan şarlatan kendini çarmıha gerdirtir, ama kendisini izleyecek it kopuğu garantilemiştir, onu ne zaman çağırsalar kendini yedirmek için onlara doğru inecektir. İşkence yapılır, sesini çıkarmaz. Babası olan mösyö, bu yüce Tanrı, ki onun oğlu olduğunu söylemeye cesaret etmektedir, ona en ufak yardım eli uzatmaz ve bu namussuz, haytaların başı olmaya bu kadar layıkken zavallı muamelesi görür. Yardakçılar bir araya gelip, “Mahvolduk, tüm umutlarımız çöktü. Ani bir şimşek kurtarabilir bizi ancak. İsa’nın etrafındaki muhafızları sarhoş edelim; cesedini aşıralım, dirildiğini yayalım ortalığa; emin bir yol; bu düzenbazlığa inandırabilirsek milleti yeni dinimiz yayılır, genişler; tüm dünyayı ayartır… Uğraşalım!” derler. İşe girişilir, başarılır. Utanmazca gözü pekliği kendine övünç kaynağı yapmamış kaç düzenbaz vardır! Ceset kaldırılır; salaklar, kadınlar, çocuklar, ellerinden geldiğince. Mucize! Diye ağlaşırlar ve bu arada, bunca büyük mucizenin gerçekleşmiş olduğu bu şehirde, bir Tanrı’nın kanına bulanmış bu şehirde kimse bu Tanrı’ya inanmak istemez; tek bir kişi bile inancını değiştirmez. Dahası var; Olay aktarılmayı o kadar az hak eder ki hiçbir tarihçi bundan söz etmez. Bu düzenbazın müritleri çevirdikleri dolaptan yararlanmayı ummaktadırlar ama o an için değil. Bu düşünce hâlâ çok önemlidir, düzenbazlıklarının aşikâr örneklerinden yararlanmadan önce yılların geçmesi gerekti; nihayet, tiksindirici doktrinlerinin eğreti yapısını da bunun üzerinde kurdular. Her değişim insanların hoşuna gider. İmparatorların zorbalığından sıkıldıklarında devrim gerekli oluyordu. Bu dalaverecilerin peşinden gidenler de hızla yayılırlar: Tüm hataların tarihi böyledir. Bir süre sonra Venüs ile Mars’ın sunaklarının yerine İsa’nın ve Meryem’inkiler geçmiştir; o düzenbazın yaşamını yayımlarlar; bu yavan, bayağı romana inanacak bir yığın bön bulunur; asla düşünmemiş olduğu yüzlerce şeyi söyletirler ona; gülünç sözlerinden bazıları bir süre sonra onun ahlâkının temeli haline gelir ve bu yeni din yoksullara vaaz edildiğinden, merhamet ilk erdem haline gelir. Tuhaf ibadetler kutsama işlemleri adı altında kurumlaşır, bunların en aşağılık ve en iğrenci, suça bulanmış bir rahibin, büyülü birkaç sözcük yardımıyla Tanrı’yı bir ekmeğin içinde geri getirtme gücüne sahip olmasıdır. Kuşkunuz olmasın; hak ettiği aşağılayıcı silahlar kullanılsaydı bu iğrenç ibadet daha doğar doğmaz yok edilirdi; ama ona işkence etmek düşünüldüğünden durmadan çoğaldı; oysa kaçınılmaz biçimde yok edilebilirdi. Bugün bile onu gülünç hale sokarsanız yok olur. Becerikli Voltaire asla başka silah kullanmadı ve o tüm yazarlar içinde kendi inancına en fazla taraftar toplamış olmakla övünebilir. İşte Eugenie, Tanrı’nın ve dinin tarihi budur; bu masalların hak ettikleri değere bakın ve kendiniz karar verin.

Bu uzun paragrafı açıklamak gerekirse Sade İsa’nın tüm mucizelerine mantıklı bir sebep buluyor, suyu şaraba dönüştürmesini sarhoşları kandırmak, bitmeyen ekmek hikayesini gizli bir yere zulalanmış bir yığın, Lazarus'u diriltmesinde ise ölü numarası yaptığını ileri sürer.

Çarmıha gerilip tanrı babasının onu kurtarmamasını ise kendisini insanlık için bir kurban olarak göstermesine bağlar.

Sade’ın inancına göre başkalaşım yani göğe yükselme ise İsa’nın havarilerinin bir oyunudur. Havariler insanlara bunu yayar ve tam da İsa’nın istediği gibi geniş kitleleri peşinden sürükler. 2 asır kadar sessiz kalıp işkence görmesine rağmen inancı Milano fermanı ve Konstantin’in kabulü ile nüfuz kazanır.

Rahipler yüzyıllar boyunca saçma ayinler düzenlemiş ve İsa'nın ruhunu geri getirmeye çalışmışlardır. Araftan insan kurtarma, komünyon gibi ayinleri ve Tanrıyı reddetmekte sınır tanımayan yazar, kilise karşıtı Voltaire’e de saygısını dile getirmeyi esirgemez.

Marquis de Sade iyi veya kötü olarak yorumlanabilen felsefesi ve bir o kadarda marjinal görüşleriyle adını duyurmuştur. Dile getirdiklerinin bir çoğunda da keskin kalemini çalıştırmıştır. Bize düşen ise onu ön yargısız bir şekilde okuyup değerlendirmektir.

HİNDU METİNLERİNDE MUHAMMED (!)

Yazan: Kirpi

HİNDU METİNLERİNDE MUHAMMED (!)

Sabah gazetesinin 20 Aralık 2019 tarihli bir yazsının başlığı şöyledir: "NİHAT HATİPOĞLU, 5000 yıllık Hindu kitaplarında Hz. Muhammed" Yazıda Hindu araştırmacı Prof. Prakash'ın Hinduların beklediği Kalki Avatar'ın Muhammed'den başkası olamayacağını söylediği iddia ediliyor. Bu yazının bir kısmını sizle paylaşayım:

Prof. Prakash; Hinduların beklediği 'Kalki Avatar'ın' Hz. Muhammed'den başkası olamayacağını belirtiyor.
Hinduların Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed M.Ö. 3000 yılına ait olduğu sanılan bu metinlerden Bhavişya Puran'da, Veda'ların bir bölümü olan Kuntap Suktita; Efendimizin özellikleri, hayatı, Hz. İbrahim, Kabe, Bekke (Mekke) gibi kavramların yanında ayrıca Hz. Peygamber'in ismi Mohamed, Mamah ve Ahmed olarak geçmektedir. Bilindiği gibi İncil'de de Ahmed olarak geçmiştir.

Nihat Hatipoğlu'nun ortaya çıkardığı söylenen bu iddia esasen Shahnawaz Ahmad tarafından 27 Aralık 2015  tarihinde İngilizce yayınlanan “Prophet Muhammad (PBUH) in Hindu scriptures” [1] isimli yazının Türkçeye çevrilmiş halidir. Peki kimdir bu Shahnawaz Ahmad?

Shahnawaz Ahmad [2], Müslümandır ve Müslüman Üniversitesi, Malappuram Merkezi, Kerala Hukuk Bölümü'nde Yardımcı Doçent olarak görev yapmaktadır. Lisans derecesini tamamlamış, 2010 yılında Varanasi, Mahatama Gandhi Kashi Vidyapith Üniversitesi'nden Matematik ve Fizik, 2013 yılında prestijli Banaras Hindu Üniversitesi'nden LL.B derecesi almış. (LL.B-İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri hariç en yaygın hukuk yargıları lisans derecesi.)

Doçent arkadaşımız üniversitedeki profil bilgilerinde kendisini Mülkiyet Hakları, Uluslararası Hukuk, Yasaların Yorumlanması, Ceza Hukuku üzere yüksek lisans yapmış biri olarak tanıtıyor. Öncelikle bir hukukçunun Sanskritçe üzerine yorum yapması doğru değildir. Nitekim makalenin altında yorum yapan insanlar da bu eleştiriyi yapmış. Şimdi makalenin içeriğine göz atalım ve Nihat Hatipoğlunun'da bu makaleyi görür görmez hiç bir araştırma yapmadan sadece çeviri yaparak kamuoyuna sunmasının ne kadar yanlış olduğunu hep beraber görelim.

Haber  yazısının evvelinde Bhavişya Puran'ın M.Ö 3000 yılına ait olduğunu söylüyor ve yazısının devamında şunları aktarıyor:

Puranalarda Hz. Muhammed İsmi
17 ciltten oluşan Puranaların temel kitabı Bhavişya Puran'da şu ifadeler geçer:
Melekhalı öğretici kendi dostlarıyla zuhur edecek. Adı MOHAMMAD olacak. Raca ona en samimi sadakatini ve bütün saygılarını sunduktan sonra şöyle dedi: Sana bağlı kalacağım. Sen ey Parbatis Noth / Beşeriyetin efendisi, Arabistan'ın sakini. Sen şerri yok etmek için büyük bir güç topladın.
Burada Muhammed adı net geçiyor. Arabistan'a da atıf bulunuyor.

Konuya devam ederken Bhavişya Purana'nın ne olduğuna değinmemiz gerek.

Bhavişya Purana [16] Hinduların Sanskritçe dilindeki puranalarından biridir. Mevcut eser gelecekten kehanetler verdiğini iddia eder. Bhavişya Purana'nın gerçekliği ve özgünlüğü modern akademisyenler ve tarihçiler tarafından sorgulanmıştır ve metin Hindu edebiyatının Puranik türünün "sürekli revizyonları ve canlı doğası" nın bir örneği olarak kabul edilmektedir [3-4] 5 ana varyantı bilinen metnin birçok tutarsız versiyonu mevcuttur ve içerik ve alt bölümleri farklılık gösterir. [5] Bazı el yazmalarında dört, bazılarında iki Parvan (bölüm) varken diğerlerinde herhangi bir bölüm yoktur. [6] [7] Bugün var olan metin orta çağdan son zamanlara kadar uzanan bir malzeme bileşiğidir. Bhavişya Purana'nın mevcut sürümleri İngiliz sömürge döneminde yayınlanan basılı bir metne dayanmaktadır.  
Bhavişya Purana'nın ilk 16 bölümüne Brahmaparvan denir. Manusmriti'nin [8] bazı versiyonlarına benzerlikler gösterir ve alıntı ayetler içerir. [9] [10]

Bhavişya Purana'nın Brahmaparvan kısmı, Zerdüştlük ile ilgili görüşlerle örtüşen ve Güneş tanrısı Surya ile ilgili metinlerden oluşan 169 bölümlük bir destan kulliyesi içermektedir. [11] Bu Güneş Tanrısı ile ilgili bölümler Bhavişya Purana'nın dikkate değer , önemli bir parçasıdır ve İran ,Orta Asya halkları ile Hindistan kıtasındaki toplumlar arasındaki göç veya etkileşimi ile ilgili olması muhtemeldir. [12] [13]

Metnin Madhyamaparvan adı verilen ikinci bölümü Tantra [14] ile ilgili bir çalışmadır. [15] "Kehanet" ile ilgili üçüncü bölüm Pratisargaparvan, Hristiyanlık, İslam, Bhakti hareketi, Sihizm, İngiliz yönetimi ile ilgili bölümleri içerir ve bilginler tarafından 19. yüzyıldan kalma bir oluşum olarak kabul edilir. [16] [17] Metnin Uttaraparvan adlı dördüncü kısmı, Bhavishyottara Purana olarak da bilinir. Bu son bölümde çeşitli Hindu tanrıları ve tanrıçaları, Tithis'leri (ay takvimindeki tarihler), ayrıca mitoloji ve Dharma'nın özellikle vrata (yemin) ve dana (sadaka) ile ilgili bir tartışması yer almaktadır. [16] [17] Metinde ayrıca Uthiramerur [18] [19] gibi kutsal yerlere seyahat rehberi ve hac hakkında birçok Mahatmya bölümü vardır ve Tirtha [20] odaklı Puranas'lardan biridir. [21]

Şimdi Muhammed'in isminin geçtiği iddia edilen Pratisargaparvan (kehanetler) bölümü üzerinde biraz daha duralım ve bilim insanlarının, tarihçilerin, arkeologların, Sanskritçilerin bununla ilgili ne söylediklerine bakalım.

Pratisargaparvan 100 bölümden ibarettir. Birinci ve ikinci fasılları (Handaş olarak adlandırılır) eski zamanla, üçüncü kısım ortaçağla, dördüncüsü de yeni çağla ilgilenirken evrensel bir tarih olarak yazılmıştır. Bu bölüm çok sayıda araştırmacının Bhavişya Purana'nın çoğunun doğruluğunu sorgulamasına ve bu Puranaların kutsal metinler değil, zaman içinde sürekli olarak revize edilen ve dolayısıyla yaşayan bir doğaya ait belgeler olduğuna dair kanıtlar olduğu üzerinde durmuşlar. [22]

Alfred John Hiltebeitel [23] gibi din, tarih, insan bilimleri üzerine yüksek lisans yapmış ve akademik uzmanlığı Mahabharata ve Ramayana gibi eski Hindu Sanskrit destanları üzerine olan bilim insanları  Pratisargaparvan ile ilgili araştırmalarının sonucunda şunları ifade ediyor: 
Araştırmalar, bu bölümün son birkaç yüzyıl içinde tarihsel anlatılarla önemli ölçüde bozulmasını doğruladı. Yazılar araştırırken kullandığımız Terminus Post Quem ve terminus ante quem [24] yöntemiyle Bhavişya Purana'nın bu bölümünün, yani Muhamed hakkında bilgiyi içeren Pratisargaparvan (kehanet) bölümünün büyük olasılıkla 19. yüzyılda [25] oluştuğu görülmektedir.

Gördüğünüz gibi Muhammed'den haber veriyor denilen metinlerin arkeologlar, tarihçiler ve Sanskritçiler tarafından 19. yüzyılda yazıldığı kabul ediliyor. Bu bilim insanları içinde en önde gelenleri ise Ludo Rocher [26] ve Alfred John Hiltebeitel'dir.

Şimdi Prof. Dr. Pundit Vaid Prakash tarafından kaleme alınan ve “The Last Kalki Avatar” adıyla basılan kitapta Hint kutsal kitaplarında yer alan ve “Son Peygamber” manasına gelen “Last Kalki Avatar”ın  Muhammed’in bizzat kendisi olduğu iddiasına göz atalım. Prof. Prakash'e ilaveten Muhammed Hamidullah da kendi kitabında şunları söylüyor:

Hint kutsal kitaplarından Veda ve Puranalar’da çölden “övülmüş” (Muhammed) adında bir bilgenin çıkacağı, “araba”sının semâya ulaşacağı (mi’rac), büyük zaferlerden birini 300 (Bedir Savaşı), birini de 10.000 kişiyle (Mekke’nin fethi) kazanacağı bildirilmiştir. Kalki Purana’da ise babasına “Allah’ın kulu” (Abdullah), annesine “güvenilir” (Âmine) denileceği, bir kum diyarında dünyaya geleceği ve doğduğu şehrin kuzeyine sığınacağı (Medine’ye hicret) belirtilmiştir.
[Kaynak: M. Hamidullah, s. 375]

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki eski Hindu kutsal metinleri olan Vedalarda [27] Kalki Avatar hakkında bilgi yoktur. [28-29] Kalki terimi büyük savaş destanı Mahabharata'da sadece bir kez görünür. [30]
Fakat Mahabharata destanlarındaki bu mitolojik varlık Kalki olarak değil Karki olarak geçer. Otto Schrader [31] gibi filologlar Kalki değil Karki olarak kullanıldığını vurgular. Karki ismi Mahabharata el yazmalarının (ör. G3.6 el yazması) iki versiyonu tarafından da desteklenmektedir. [32] Karki, attan beyaz anlamına geliyor. Hindu geleneklerinde Kalki, Vişnu'nun bir avatarı olarak kabul edilir. Avatar "enkarnasyon" anlamına gelir ve ilahi olanın insan varlığının maddi alanına inişini ifade eder. [33] Peki Vişnu kimdir? Ve enkarnasyon nedir?

Vişnu, Hinduizmde Tanrının bir şeklidir. Koruyucu olarak tanınan Vişnu özellikle ünlü avatarları ve enkarnasyonlar ile tanımlanır. Bu avatarlardan en önemlileri Krişna ve Ramadır. Vaişnavalara göre o Nihai Gerçek veya Tanrı'dır. Trimurti kavramında (bazen Hint Teslisi olarak anılır) o, Tanrının ikinci görünüşüdür (diğerleri Brahma ve Şiva'dır) ve onun en yüksek durumu Hindu kutsal metinlerinden olan Ayurveda, Rigveda ve Bhagavatgita'da bildirilir.[34][35][36][37][38]

Enkarnasyon [39] Hristiyanların dini inançlarından aşina olduğumuz şeydir. Enkarnasyonun bir diğer adı da hulûldur. Hulûl kelimesinin kökeni Arapça "gelip çatmak" anlamındaki حلول (hulul) kelimesidir. [40] Enkarnasyon kelimesinin kökeni ise Latince incarno fiilidir. Bu fiil, "ete dönüştürme" anlamına gelmektedir. Pasif hâli, "ete dönüştürülmek"tir ve bu kelime Vulgata'da geçmemektedir. Ancak Yuhanna İncili'nin 1:14 fıkrasında bulunan "et Verbum caro factum est" (Kelime, ete dönüştürüldü) cümlesinden türetilmiştir.

Hulûl veya diğer ismiyle enkarnasyon Tanrının bir insan vücudunda şekil bulmuş haline deniliyor. Nitekim Hristiyanlar da İsa'nın Meryem'in karnında Tanrının şeklini almış bir insan olduğuna ve dolayısıyla Tanrının kendisi olduğuna inanıyorlar. Müslümanlar Hristiyanların bu dini inançlarını yani enkarnasyonu  kesinlikle reddederler ve kafirlik olarak görürler. Fakat her ne hikmetse Hindu kutsal metinlerinde Tanrının bir enkarnasyonu olarak anlatılan Kalki Avatar'ı doğru olarak kabul ederler ve bunun Muhammed olduğuna inanırlar. O zaman demek ki Müslümanlar Muhammed'i Allah'ın insan bedeninde şekil bulmuş hali olarak görüyorlar. Nitekim bunu iddia eden Müslüman din adamları da yok değil.

İmam-ı Rabbani'nin Şeyh Hamid Nehari'ye yazdığı 393. Mektupta Aynü'l-kuzat'ın, Temhidat aldı eserinde söylenenlere bakalım:
"O ki, siz İlâh olarak bilirsiniz, bize göre Muhammed (sav) olmaktadır.
O ki, siz Muhammed (sav) olarak bilirsiniz, bize göre yüce Sultan İlâh'tır"

Şimdi birazda Muhammed diye kabul edilen Kalki Avatar'ın (Karki'nin) bahsinin geçtiği kutsal metinler olarak tanımlanan Kalki Puranalar'ın ne olduğuna bakalım.
Kalki Purana-Upa Puran (Minör Puranalar) diye adlandırılan puranalardan biridir. Bu puranadaki destanların Hindu zaman döngüsünün 4 güneyinden (veya çağından) dördüncüsünü anlattığına inanılıyor ve Kalki Purananın 16. asırda yazıldığı düşünülüyor. [41]

Nihat Hatipoğlu'nun 5000 yıllık dediği Hindu metinleri olan Bhavişya Purana'nın mevcut sürümlerinin Sanskritçiler tarafından İngiliz sömürge döneminde yazıldığı öngörülüyor. Hint dil uzmanları tarafından ismini belirttiğimiz Purananın Muhammed'i anlatıyor dedikleri kehanetler (Pratişargaparvan) kısmının  büyük çoğunluğunun 19. yüzyılda yazıldığı belirtiliyor. Bunların arasında dünyaca ünlü Alfred John Hiltebeitel ve Ludo Rocher  gibi sanskritçiler de mevcut. Kalki Avatar'ın da Muhammed olduğu iddiası suya düşmüş oluyor, nitekim Kalki Puranaların en eskilerinin 16. yüzyıla ait olduğu düşünülüyor. Bilim insanları Puranaların doğruluğunu hep tartışmıştır. Nitekim Hindu geleneğinin kendisinde de Puranalar Mahabarata veya Ramayana gibi çoğunluk tarafından doğru olarak kabul görmemiştir. Bilim insanları  puranaları güvenilirlik bakımından Vedalardan bile sonra tercih etmişlerdir. Çünkü bu metinler (puranalar) sayısız değişimlere, ekleme ve çıkarmalara maruz kalmışlardır. Ayrıca Müslümanların Hindu metinlerinde Tanrı Vişnu'nun vücut bulmuş hali olarak anlatılan Kalki Avatar'ı Muhammed olarak kabul etmeleri de Kur'an'a göre kafirliktir:

Mâide Suresi 17. Ayet:
Şüphesiz ki "Allah Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır.

Müslümanların Kalki Avatar'ın Muhammed olduğunu iddia etmesi için önce Tanrının (Allah'ın) enkarnasyon (hulül) yapacağını yani bir insan vücudunda şekil bulabileceğini kabul etmeleri gerekir. Fakat gördüğünüz gibi Kur'an bunu kabul edenlerin kafir olduğunu söylüyor. Şimdi Kalki Avatar'ın Muhammed olduğuna inanıp kafir olmayı veya Kur'an'a inanmayı seçmek siz Müslüman arkadaşlara kalmış…

YUVAYI DİŞİ ARI YAPAR MUCİZESİ (!)

Yazan: Kirpi


YUVAYI DİŞİ ARI YAPAR MUCİZESİ (!)


Google arama çubuğuna “Kurandaki mucizeler” yazdığımızda karşımıza çıkan sözde mucizelerin başında "yuvayı dişi arı yapar" mucizesi geliyor. Ben bu sözde mucize Adnan Oktar zamanında ortaya çıktı diye biliyorum, yanlışım varsa düzeltebilirsiniz. Fakat komik olan şu ki Adnan Oktar'ı Müslüman olarak görmeyenler çıplak karılarla zina yapıyor diyenler bile iş mucize üretmeye geldiğinde bu safsataya iki elle sarılabiliyorlar. Öncelikle kısaca bal arıları hakkındaki bilgilere bakalım.

Arı, zar kanatlılar takımına ait Apoidea familyasını oluşturan tüm böcek türlerine verilen isimdir. Arıların bilimsel sınıflandırılması şu şekildedir:
  • Âlem: Animalia (Hayvanlar)
  • Şube: Arthropoda(Eklem bacaklılar)
  • Alt şube: Hexapoda
  • Sınıf: Insecta
  • Takım: Hymenoptera (Zarkanatlılar)
  • Familya: Apidae
  • Cins: Apis

Bal arıları (Apis mellifera) 1,2 cm uzunluğunda, baş ve göğüs bölümleri kıllı, genellikle sarı renkte olan canlılardır. Toplu halde yaşarlar ve kovanda hayatlarının devamlılıklarını sürdürebilmek için birlikte hareket ederler. Bir kovanda kraliçe arı (ana arı), 10-80 bin arası işçi arı ve erkek arılar bulunur. Kraliçe ve işçi arılar biyolojik olarak dişi arılardır. Erkek arılar bal üretmeyen arılardır. Yavruları ana arı yapar. Döllenmiş yumurtalardan işçi ve Ana arılar, döllenmemiş yumurtalardan ise erkek arılar meydana gelir. Ana arı ile işçi arı arasındaki farkı larva dönemindeki beslenme oluşturur. Görevleri ana arıyla çiftleşmek olan erkek arıların sayısı genellikle bir kaç yüzü geçmez. Bir bal arısı kolonisi yıllık 15-75 kg arası polen tüketir. Ayrıca günlük yaşamlarını sürdürebilmek için gündelik 8 kg bal ve 200 gram su tüketirler.
Bu bilgiler yeterli olduğundan konumuza geçebiliriz.

Nahl Suresi 68. Ayet:
وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا 
Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti(vahyetti): “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin.”

Adnan Oktar ayette geçen النَّحْلِ nahl kelimesini dişi bal arısı olarak çevirmiş. Aslında bu doğru zira ayetteki kelime dişil anlamda kullanılmış. Fakat bunun biyolojik cinsiyetle uzaktan yakından alakası yok. Peki mesele nedir?

Dildeki cinsiyet kavramı genel olarak biyolojik ve dilbilgisel cinsiyet olmak üzere iki bakış açısından değerlendirilmektedir. Biyolojik cinsiyetin ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki dilbilgisel cinsiyet nedir?

Dilbilgisel cinsiyet veya gramatik cinsiyet, kaba anlamıyla bir sözcüğün ait olduğu sınıfına göre dilin başka bir yönü (eylemler, adlar, ön adlar, belirteçler) ile uyum sağladığı ad sınıflandırma sistemine verilen isimdir.  
Dilbilgisel cinsiyet, biçimsel dilbilgisi kategorisidir. İsim cümlesinin şekilsel tanımında belirleyicidir ve önemli işlevlere sahiptir. İsmin dilbilgisel cinsiyeti, isim kökünü artikel ve sıfat tamlaması ile hal ve sayıya göre yapılandırmaktadır. Böylece dilbilgisel cinsiyet hal ve sayı belirtisinin yanı sıra, isimde şekilsel düzen ve denge sağlamakta, ayrıca isim öbeğinin tanımlanmasına katkıda bulunmaktadır. Zamirlerde yine ilgili hal durumunu yapılandırarak metinsel bütünlüğü sağlamaktadır.

Günümüz dillerde gramatik cinsiyeti kullanan en yaygın dil Almancadır. Almanca konuşan bir insan genel anlamlar taşıyan bir cümle kurduğunda hitaplarında kadın-erkek ayrımı yapmadan hitap edilen (anlatılan) her kişiye eril (erkek) bir ifade şekli kullanabilir. Tabi bu tarz dil kuramlarını feministler "kadınları aşağılayıcı" buluyor ve itiraz ediyorlar. Almanca'da, Türkçeden farklı olarak çoğunlukla meslek isimlerinde eril ve dişil ayrımı söz konusudur. Örneğin Türkçede öğretmen, doktor, mühendis gibi genel meslek isimleri ifade edilirken burada cinsiyet ayırt etmek mümkün değildir. Hitap edilen kişiye göre, öğretmen, doktor veya mühendis kadın da olabilir erkek de. Burada  bu adlandırmanın içeriği hitap edilen kişiye ve metnin bağlamına göre anlam bulmaktadır. Almancada ise bu kişisel adlandırmalar kişi cinsiyetlerine göre birer tanım almaktadır.
Erkeklerin meslekleri veya kişisel tanımları ‘der’ artikelini alırken, kadınlarınki dişil olan ‘die’ artikeli ile tanımlanmaktadır ve kadınların meslek isimlerinde çoğunlukla ismin sonuna “in”eki ilave edilmektedir.
Bunu daha iyi anlamak için bir örnek verelim:
  • der Lehrer-erkek öğretmen 
  • die Lehrerin-bayan öğretmen

Bu ayrım genel ifadelerde kullanılmaz. Örneğin: die Lehrer von dieser Schule gibi genel bir cümle  “bu okulun öğretmenleri” diye Türkçeye çevriliyor. Türkçede dilbilgisel cinsiyet olmadığı için Lehrer  kelimesi okuldaki tüm öğretmenleri kapsar. Almancada da bu söylem anlam olarak okulun bütün öğretmenlerini hedeflemektedir. Fakat yapı olarak ‘Lehrer’ (erkek öğretmen) olarak tercüme edilir ve erkek bir öğretmeni ifade eder. Yani bir Alman genel ifadelerle okuldaki erkek ve kadın öğretmenleri anlatmak isterse ayrım yapmadan hepsini eril (erkek) olarak ifade edebilir. İşte bu gibi dil kurallarına gramer cinsiyeti deniliyor.

Arapçada da bu durum aşağı yukarı aynıdır. Almancadan farklı olarak Arapçada iki cinsiyet mevcuttur.  Örneğin الحجر (alhajar) Taş kelimesinin biyolojik cinsiyetle bir alakası olmadığı halde kelime kendi bünyesinde dişil cinsiyet barındırır. Mesela  الْخَمْرُ şarap,  سوقل çarşı kelimeleri Arapçada dişil kelimeler kabul edilirken bu kelimeler Almanca’da “der Wein, der Markt” eril (erkek) kelimeler olarak kabul edilmekte ve kullanılmaktadır. Araplar güçlü ve sert olan nesneleri müzekker (erkek-eril); zayıf ve zarif kabul ettikleri nesneleri ise müennes (dişil) isimlerle isimlendirirler. Nitekim arıları da zarif (bir darbeyle öldürülebilen) canlılar olarak kabul edebiliriz. Erkek olarak kabul edilen varlığı gösteren kelimelere müzekker yani eril, dişi olarak kabul edilen varlığı gösteren kelimelere müennes yani dişil kelimeler denir. 

Arapçada varlıkların cinsiyetleri tenasül organlarına bakılarak açıkça ayırt edilebiliyorsa onların isimleri ya farklı kök harflerinden oluşan ayrı isimler verilmek suretiyle ya da iki cinsiyetten birine ayırt edici ekler eklemek suretiyle tayin edilmiştir. Açık bir ayırımın olmadığı varlıklarda ve isimlerde ise kelime, kavramın manası göz önüne alınarak müzekker veya müennes olarak isimlendirilmiştir. Eğer bir kelimede dişilik alâmeti yoksa Araplar o kelimeyi erkek olarak kullanmaya teşebbüs ederler. Bunun aksi de geçerlidir. Nitekim Araplar arıların erkekliğe dair üreme organlarını gözle görerek ayırt edemedikleri için onları dişil anlamlarla ifade etmeyi tercih etmişlerdir. 

Ebû Ali elFârisî,  İbnu't-Tüsterî gibi Arapçada öncü olan şahıslar şöyle derler:
Uzlaşma ve anlaşma yoluyla eril veya dişil muamelesi yapılan varlıklar yıldızlar, dağlar ağaçlar vb. gibi gerçekte erkek ve dişi olmayan varlıklardır. Böyle varlıklarda asıl olan bunlara dişi muamelesi yapmaktır. Erkeklik (müzekkerlik) ikinci sırada gelir. Bu isimlerden erkek ve dişilerin bir arada bulunduğu bir topluluk olursa onlara dişilik özelliği galip gelir.

Yani ilk bakışta erkek ve dişiliği tenasül organlarına bakılarak tayin edilemeyecek canlıları, örneğin arıları müennes yani dişil olarak yazmak Arapçanın gramer kurallarındandır.

İsmail Ahmed Amâyira mecâzi müzekker ve mecâzi müennes konusunda şöyle der:
Varlıkların erkek veya dişi sayılması milletlerin o varlıklar hakkındaki tasavvurlarıyla ilgilidir. Milletler kendi anlayışlarına göre şekli niteliği veya bir özelliği dolayısıyla hakikaten erkek veya dişi varlığa yaklaşanı, benzeyeni erkek veya dişi kabul ettiler. Zihinlerinde erkek varlığa yaklaşana hakiki erkek muamelesi yaptılar. 

Şimdi Nahl suresinin 68 ayetindeki النَّحْلِ nahl kelimesinin biyolojik cinsiyetle alakalı olmadığını daha iyi anlamak için Kurana bakalım. 

Mâide Suresi 90. Ayet:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.

Ayette kullanılan الْخَمْرُ şarap kelimesi gramer cinsiyet nedeniyle dişilik özelliğine sahip. Şimdi bu sahip olduğu özellik nedeniyle şarap biyolojik yönden bir dişidir diyebilir miyiz? Tabi ki HAYIR. 

Ayrıca artık günümüzde hem erkek hem dişi olan arılar vardır ki bunlara Ginandromorf canlılar deniliyor. Smithsonian Tropik Araştırma Enstitüsü (STRI) tesislerinde çalıştığı dönemde Erin Krichilsky, Ginandromorf Arıyı keşfediyor. 4 milimetre boyundaki canlıyı keşfeden Erin şunları söylüyor: “Daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemeyen, çok dikkat çekici bir canlıydı. Bu çok heyecan verici bir gündü”
Şimdi bu yarı erkek ve yarı dişi olan arının görevi ne? Dişi olarak yuvayı mı yapıyor yoksa erkek olarak kraliçeyi mi(ana arı) döllüyor?

Sonuç olarak Nahl suresi 68. ayette bahsi geçen dişi arı kavramı biyolojik cinsiyetle değil dilbilgisel (gramer) cinsiyetle alakalıdır. Zira Arapçada erkek (erkek cinsiyet organı) olduğu çıplak gözle ayırt edilemeyen canlılara dişilik, dişiliği gözle görülüp ayırt edilemeyen canlılara ise erkeklik niteliği taşıyan kelimelerle ifade edilişi söz konusudur. Bunun biyolojik cinsiyetle uzaktan yakından alakası yoktur.