HABERLER
Dini Haber

JAPON YELPAZESİ : BİR ZAMANLAR SERİNLETMEK İÇİN VARDIM

Hazırlayan: A.Kara

JAPON YELPAZESİ : YELPAZEDEN SİLAHA

Uyarı : Bu makale çektiğim bir videoda anlatıklarımın metine dökülmüş halidir. Dilerseniz videoyu Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz.

Uzakdoğu film ve dizilerinde elindeki yelpaze ile düşmanlarını öldüren, sağa sola kan püskürten karakterler görmüşsünüzdür. Hatta çocukluğumuzda başından kalkmadığımız meşhur oyun Mortal Kombat da yelpazesi ile kasaplık yapan, çok saygıdeğer, heykeli dikilesi, tapınılası, Kitana adlı bir kadın karakter vardır. Hem filmlerde hem de oyunlarda yelpaze kullanan savaşçıları gördüğümüzde genelde "hahahaha yelpaze ne lan, yelpaze ile adam mı öldürülür" diye alay etmişizdir.
Peki bu olayın kökeni ne, yani neden insanlar elde yelpaze ile dövüşen karakterler yarattı? Gerçeklik payı var mı?

Şimdi işin o kısmına geleyim. Özellikle Japon kültürünü merak edenler, toplayın bakayım yamacıma :)

Temeli sağlam atabilmek adına konuya Samuraylardan gireyim.
Samuraylar kılıç, yay ve mızrak dışında birçok silah kullanıyorlardı. Bu silahlar kılıçların taşınmasına izin verilmeyen yerlerde, kılıç kullanımının uygun olmadığı durumlarda veya mecbur kalınca nefsi müdafaa amacıyla kullanılırdı. İşte yelpazeye karşımıza tam da burada çıkar. Özünde bir silah olmasa bile zamanla silaha evrilmiş eşyalardan biri Japonların katlanır yelpazesi Sensu'dur.

Yelpaze Japonya'da özellikle Samuraylar ve sosyal hiyerarşide savaşçı sınıfına bağlı kabul edilen Chonin yani "kasabalılar" (町人) arasında yaygın görülen bir moda aksesuarıydı.

Katlanabilir yelpazeler Japonya'da icat edilmiş ve 6.yy'ın başlarında Japon aristokratlar tarafından kullanılmıştı. Bu katlanan yelpazeler yani Sensu'lar sıcak ve nemli havalarda ferahlamak için kullanılan pratik birer nesne olsalar da lüks bir eşya olarak kabul edildiğinden yalnızca aristokratlar, zengin tüccarlar ve Samuraylar satın alıp kullanabilirdi. Yani o zamanlar bu yelpazeler bir statü sembolüydü.

Sensu adlı yelpazenin en eski hali Hinoki yelpazesiydi. Japonlar bunları uzun, ince Hinoki ağaçlarından yapıyorlardı. Tabi yıllar sonra katlanır yelpazeler gelişerek daha zarif hale geldi. Zanaatkarlar bu yelpazeleri gümüş ve altın folyo ile süslemeye, üzerlerine boya serpmeye başladı. Şiirler, resimler ve dini yazılarla süslenen yelpazeler dönemin unutulmaz ve değerli hediyelerinden olmuştu. O dönemi düşününce gerçekten de harika bir hediye. Şuan bile biri bana kültürel motifli bir yelpaze hediye etse mutlu olabilirim sanırım :)

7.yy'da Sensu adlı yelpazeler, saray görgü krallarının önemli unsurları haline geldi. Samurayların, özellikle yüksek rütbeli olanların Sensu'yu nasıl taşıyacaklarını ve tutacaklarını bilmeleri gerekiyordu. Yani öyle kafalarına göre "canım öyle istedi, kuşağımın köşesine tutturdum" diyemezlerdi. Ayrıca yelpazelerini toplantılara katılırken yanlarında getiriyorlardı.

13.yy'da Japonlar Çin'e katlanır yelpaze ihraç etmeye başlayınca bu moda akımı Avrupa'ya ulaşmış oldu. Fransa'nın Bourbon (okuşunu: buubun) hanedanının saray mensupları bile o zamanlar Kyo Sensu'yu çok değerli bir eşya olarak görüyorlardı.

14.yy'da Kyoto şehrinin zanaatkarları müzikal drama, klasik Japon dansı ve çay merasimi tarzında daha sanatsal yelpazeler yapmaya başlayınca yelpaze akımı daha da büyüyüp hızla dünyaya yayılmıştı.

PEKİ JAPON ERKEKLER YELPAZE KULLANMAYA NASIL BAŞLAMIŞTI ?

Japon kadınlar kaba ifadeleri gizlemek için Sensu yelpazesi kullanırdı. Bunu bir flört aracı olarak da kullanıyorlardı. Osmanlıda mendili flört aracı olarak kullanan kadınlar gibi :)
Sosyal yönden kötü, iğrenç, saldırgan kabul edilen davranışları gizlemek için de yelpaze kullanıyorlardı. Diğer yandan yiyecekleri çiğnerken veya gülerken ağzı kapamak için de kullanılıyordu çünkü bunlar hoş karşılanmayan durumlardı.

Diğer yandan Japon erkekler yelpazelerini ellerinde veya kuşaklarında takılı olarak taşıyorlardı. Tören kıyafeti giyerken kuşaklarına tutturuyorlardı. Katlanır yelpaze özellikle resmi etkinlikler sırasında öne çıkıyordu. Hatta Edo döneminde yelpazesi bulunmayan bir hizmetli bile eksik görülüyor, Daisho taşımayan samuraylara benzetiliyordu.

Daisho nedir derseniz, Samurayların taşıdığı, birine katana, diğerine Vakizaşi denen iki samuray kılıcına verilen isimdir. Bir kişinin gerçek bir Samuray olduğunun işareti bunları taşıyor olmasıydı.

Peki katlanır yelpaze gibi zarif ve lüks bir eşya nasıl oldu da ölümcül bir silah olabildi?

Samurayların çift kılıçlarına ek olarak kendilerini savunması için farklı silahlar taşımasını gerektiren durumlar oluyordu. Japon tarihinde büyük yeri olan Sensu yelpazelerinin birkaç değişiklik ile uygun birer silaha dönüşebileceği düşünülmüştü.

İşte burada karşımıza Japon savaş yelpazesi Tessen çıkar. Feodal Japonya'da zararsız, sıradan bir aksesuar gibi taşınan eşyalardandı. Yani aslında gizli bir silahtı. Demirden yapılıyordu. Zaten "Tessen" kelime anlamı olarak "demir yelpaze" demek.

Samuraylar silahsız oldukları durumlarda demirden yapılan Tessen yelpazelerini taşımaya başlamışlardı. 
Silahsız kalmalarının birkaç nedeni vardı. Örneğin bir üstleri ile tanışırken, ev işi yaparken veya kendilerine ayırdıkları boş zamanlarında Samuray kılıçlarını üzerlerinde taşımazlardı. Başkalarının evine ziyarete gittiklerinde de çift kılıçlarını girişteki görevliye teslim ederlerdi. İşte Samuraylar bu gibi durumlardan dolayı ortaya çıkabilecek tehlikelere karşı kendilerini korumak için Tessen taşıyorlardı. Aksi halde, üzerinde hiçbir silah olmasa, öldürmek isteyen biri elinde bıçak veya kılıçla üzerine doğru koşsa hiçbir şansı kalmazdı.

Katlanamayan, düz bir Tessen'in kapalı bir yelpaze gibi görünmesi sağlanıyor, sert ağaçtan yapılıyor ya da demirden dövülüyordu. Sadece dayanıklı değil aynı zamanda üretimi de ucuzdu. Birçok kişi katlanamayan, kapalı haldeki yelpaze gibi görünen Tessen'i katlanabilen varyantından daha etkili bir savaş aleti olarak görmüştü. Bir saldırı olduğunda ellerine alıp bıçak gibi kullanabiliyor, rakiplerine saplayabiliyorlardı.

Bu katlanamayan Tessenler Samuray ve Yakuzalar gibi birçok sınıf arasında popüler olmuştu. Küçük, katlanabilir veya düz Tessen yaygın kullanılan bir savunma silahı haline gelmişken katlanabilir büyük Tessen otoritenin simgesi olmuştu.

Tessen adlı yelpaze silahların kullanımı yaygınlaşınca buna özel bir dövüş sanatı bile gelişmişti : Tessen-jutsu.
Tessen-jutsu, klasik Japon silah sanatlarının bir parçası olarak kabul edilse de esas olarak kendini koruma amaçlıydı. Bu yüzden teknikler saldırıdan ziyade kendini korumaya odaklıydı. Tekniklerin çoğu yaralanma ve ölüme neden olmak yerine rakibini dizginleme amacıyla tasarlanmıştı.

Yüksek rütbeli samuray ve generaller demir yelpazeleri işaret ve emir vermek için kullanıyor, Tessen-jutsu'yu çok yönlü bir dövüş sanatı olarak görüyorlardı. Onlar için Tessen-jutsu kullanmak kılıçlarla duello yapmaktan daha merhametliydi.
Belki küçümseyenler olabilir ama bu demir yelpazeleri kullanarak daha ölümcül silahlara, kılıçlara karşı mücadele edip kazanılan çok fazla düello vardı. Aynı zamanda Japon kayıtlarında Tessen'den kaynaklanan darbe ile ölenlerin olduğu listeler de mevcut.

Demem o ki, televizyon, oyun veya dergilerde iç yüzünü, tarihini, nedenini asla bilmediğimiz şeyleri görünce gülüyor veya alay ediyoruz ama iç yüzünü öğrendiğinde bir çoğu "hmmmm" dedirtiyor.

İşte dostlar, yelpazeli savaş ve dövüş sahnelerinin hikayesi böyle. Sağlıcakla kalın.

ZAFER D.'NİN NURCULARDAN AYRILIŞI ve DİNİ TERK EDİŞİNİN HİKAYESİ


ZAFER D.'NİN NURCULARDAN AYRILIŞI ve DİNİ TERK EDİŞİNİN HİKAYESİ

Merhabalar. "Nasıl dinden çıktım" videolarınızı ilgiyle izliyorum, bir çok defa size, ben de bu tarz bir paylaşımda bulunmaya niyet ettim ama iş yoğunluğundan fırsat bulamadım.

Bu tarz konularda hala paylaşım yapmaya niyetiniz var mı bilemiyorum ama ben Deist olduğumu aileme nasıl anlattığımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki İslam hakkında düşüncelerini ailelerine anlatmak isteyen arkadaşlara yardımcı olur.

Kendimden kısaca bahsedeyim, bir çoğumuzun olduğu gibi çocukluğumdan beri mutaassıp bir aile ortamında büyüdüm. Çocukken din ile o kadar haşır neşirdim ki bana büyüyünce ne olacaksın dediklerinde hoca olacağımı söylerdim.

Hiç bir zaman bir yobaz gibi sarık ve cübbe ile gezmedim ama din, her daim hayatımın merkezinde vardı. Fetöcülerin okullarında, yurtlarında ve evlerinde yıllarca bulundum. O zamanlar anlayamasak bile bugün görüyorum ki sistematik olarak bizi birer mürit olacak şekilde yetiştiriyorlarmış. Ben o zamanlarda da sorgulardım ve abilere niçin bol bol risale okuduğumuzu sorardım çünkü risalelerin Osmanlıca dilinden dolayı, ne yazdığını anlamadan sayfalarca okurduk. Abilere, biz burada yazılanları anlamıyoruz dediğimizde, bize ‘Okuyun zamanla anlayacaksınız’ derler ve bize haftalık ödevler verirlerdi, mesela 20 sayfa risale, yarım sayfa Arapça Kuran okuma gibi. Tabi sorgulayan bir birey olarak niçin Allah'ın gönderdiği kitabı Türkçe okumak varken, niye risale okuyoruz niye sadece arapça okuyoruz diye sorardım ve abilerin verdiği cevap aynıydı. ‘Risale, Kuran'ın tefsiridir, Allah tarafından Bediüzzaman’a yazdırılmıştır, o yüzden Risale okuyunca Kuran da anlatılan bilgileri öğrenebilirsin.’ Aslında daha önce biraz meal okumuş biri olarak alakaları olmadığını biliyordum ama abiler öyle diyorsa vardır bir bildikleri diyordum.

Zaten yıllarca bu dini öğrenmemizin önündeki en büyük engel hep bu düşünce olmuştur. Bize dini anlatan kişilerin bu dini gerçekten bildiklerini sandık, onların da yeterince bilgilerinin olmadığını hiç düşünmedik.

Yıllar, yıllar geçti, kulaktan dolma bilgilerle dini inançlarımı sürdürdüm, elimden geldiğince namaz kıldım, oruç tuttum ama bir gün canıma tak etti. Çünkü bir hoca çocuklarla evliliğin caiz olduğunu söylerken, başka bir hoca caiz değil diyordu. İran insanları recmederken, Kuran'da bununla ilgili bir ayet yazmıyordu. Ben de Kuran'ı baştan sona Türkçe olarak okumaya ve gerçekleri birinci kaynaktan öğrenmeye karar verdim. Artık hangi hocanın doğruyu söylediğini bilecektim. İlk başlarda her şey gayet normal gözüküyordu ta ki okuduğum ayetlerin bazılarında çelişkiler olduğunu görene kadar. Bunun üzerine internette biraz araştırma yaptım, çelişki ve bilimsel hatalar olan başka ayetlere de rastladım. Bu bulduklarımı bir arkadaşıma anlattım, O da bana bir kitap tavsiye etti. ‘Bir Bedevinin Yaveleri’ isimli kitap, hiç iki kapak arasına girip basılmamış, sadece internette el altından dolaştırılan bu Pdf formatındaki kitabı okuyunca şok oldum, benim tespit ettiğim çelişkiler haricinde onlarca çelişki, hata ve saçmalık sıralanıyordu.

Kitapta bahsedilen bazı ayetlerin meallerinde oynama yapılmış olabileceğini düşündüğüm için bu ayetlerin meallerini tek tek kontrol ettim. Hiçbir çarpıtma yoktu, kitapta yazılı mealler Diyanet veya Elmalı Hamdi’nin mealleriydi.

Tüm kitabı bitirmem 2 günümü aldı. Kitabı bitirdiğimde büyük bir rahatlama hissetmiştim ve İslam hakkında tüm parçalar yerine oturmuştu. Artık, Işid'in niye kafa kestiğini, hocaların bazılarının niye hadisleri reddettiğini veya hocaların niye hepsinin bir birinden farklı hükümler verdiğini anlamıştım, hiç kimse bu saatten sonra beni kandıramayacaktı.

İslam'ın gerçeklerini öğrenmiştim ama öğrendiklerimi hem başkalarına anlatmak için büyük bir heyecan duyuyor hem de çekiniyordum.

Çünkü, ayetlerdeki çelişkileri anlatınca bazı insanlar, ya sinirleniyor ya da orada öyle demek istememiştir diyerek kestirip atıyordu.

Ancak fark ettim ki benim gibi aklında sorular olan, sorgulayan kişiler, anlattıklarımı konuşmaktan çekinmiyor hatta memnun oluyorlardı. Bu tarz kişileri bulup konuşmaya çalışıyordum.

Kendimce şöyle bir taktik geliştirdim, karşımdaki kişiyle dini konuları konuşmaya başladığımda aşırı tepki veriyorsa konuyu kapatıyorum, baktım bu tarz konuları konuşmaya açık ona Bir bedevinin yaveleri isminde ilginç bir kitap okuduğumu dilerse kendisine Whatsapp tan PDF formatında gönderebileceğimi dilerse Din ve mitoloji sitesinden ücretsiz indirebileceğini söylüyorum. İlgisini çeken kişiler, mutlaka geri dönüş yapıyor ve onlarla derinlemesine bu konuları daha rahat konuşabiliyorum. İlgisini çekmeyen kişiler zaten okumuyor ve gereksiz yere çenemi yormuyorum.

Bu arada, bu tarz konuları başkalarına anlatmak gibi bir niyetiniz varsa, size birkaç tüyo vereyim.

-Birkaç tane ayet ezberleyerek bir yere varamazsınız. Bu konular üzerine özellikle ayetler üzerine bilginizi arttırın,

-Tartıştığınız kişiyi ayet bombardımanına tutun çünkü hadisleri anlatınca hemen sahte hadis deyip çıkıyorlar işin içinden ayetlerde bunu yapamıyorlar. Ayet bombardımanına tutun, dememin sebebi şu, bir iki tane ayet söyleyince orada öyle demek istememiştir diyerek konuyu geçiştiriyorlar ancak bir birinden farklı ayetleri peş peşe gösterince bir süre sonra cevap veremiyorlar.

-Ateist olsanız bile bunu kesinlikle söylemeyin, ben Allah’a inanıyorum deyin. Sistematik olarak yapılan propagandalardan dolayı Müslümanlar Ateistleri çok antipatik ve itici buluyor ve dinlemiyorlar.

-Tanrı kelimesini çok az kullanın Tanrı’dan bahsederken mutlaka ona Allah diye hitap edin. Özellikle Allah ile bir sorununuz olmadığını onu çok sevdiğinizi söyleyin ve Allah’ı methedin.

-Peygamberden ve sahabelerden bahsederken, sakın direk isimleriyle hitap etmeyin, Muhammed, Ali veya Ayşe demeyin, Hz muhammed, Hz ömer Hz Ayşe vs. deyin veya Muhammed’den bahsederken ona Peygamber veya Muhammed Peygamber,halifelere de Halife Ali, Halife Osman gibi hitap edin.

- Öyle ayetlerden giriş yapın ki kaçamak cevap veremesinler, yoruma açık ayetlerden uzak durun. örneğin, ben konuşmaya genellikle, dağların olduğu yerde deprem olmaz diyen Enbiya 31 ile başlarım. Dünyanın düz olduğunu anlatan Zülkarneyn ayetleriyle devam eder ardından, kendiyle çelişen ayetleri anlatırım.

-Bildiğiniz her şeyi kısa sürede anlatamazsınız o yüzden karşınızdaki kişide merak uyandırdıktan sonra onu bir kaynağa yönlendirin ki merak ediyorsa gidip baksın, anlattıklarınız havada kalmasın. Mesela ben Bir bedevinin yaveleri kitabına yönlendiriyorum, siz Din ve mitoloji gibi sitelere veya Youtube kanallarına yönlendirebilirsiniz.

Sevgili arkadaşlar yüzden fazla kişiyle bu konuları konuşmuş birisi olarak size tavsiyem şu ki sakın bu tarz konuları konuşmaya kapalı kişilere, bir şey anlatmaya çalışarak vakit kaybetmeyin. İnanın bu kişiler, anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar ve içlerine şeytan girmiş gibi köpürüyorlar. Cahilce, bilmedikleri bir dini savunmak için sizinle kavga ediyorlar.

Kavga ve gürültüye gerek yok, kimseyi ikna etmek zorunda da değilsiniz, atalarımızın dediği gibi ‘Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az.’

İslam üzerine, Yabancı insanlarla konuşabiliyor ancak aileme hala İslam'dan çıktığımı söyleyemiyordum. Bana tepki göstereceklerinden korkuyordum. Bunun üzerine onlara anlatmak için de bir taktik geliştirmem gerektiğini anladım. Direk, karşılarına gidip ben Deist oldum dersem, ne tepki vereceklerini bilemiyordum, o yüzden planlı ve kontrollü gitmeliydim.

Öncelikle can alıcı ayetleri ve hadisleri tekrar gözden geçirdim.

Sonra hayali olarak karşıma aile fertlerini, tek tek koyarak onlara ayetleri anlattığım pratikler yaptım, o şöyle derse ben böyle derim, o böyle derse ben böyle derim gibi. Bunu her bir aile ferdi için en az 50 kere denemişimdir. Bir yıl çalıştım, bu arada başka kişilerle bu tarz konuları konuştuğum için pratiğim artmıştı, çünkü aynı kulak dolgunluğuyla büyütülmüş Müslümanlar hep aynı şekilde cevap veriyorlar, yeni bir cevap üretmiyorlar, çünkü bilgileri yok.

Sonra aile fertlerinin ağızlarını farklı zamanlarda yokladım, sorunlu ayetler ve hadisler hakkında konuşunca ne tepki veriyorlar gözlemledim. Artık onlara sunduğum argümanlara ne diyeceklerini biliyordum ve ona göre konuşmayı aklımda şekillendiriyordum. Sonra bu konuları konuşmaya kimlerin daha açık olduğunu tespit ettim. İlk hedefim sorgulayan ve bu konuları konuşmaya açık aile fertlerini kendi safıma çekmekti.

İlk iş olarak ablamın eşine anlatmaya karar verdim. Kendisi akıllı, sorgulayan ve benimle benzer ortamlarda büyümüş biriydi. Daha önceki muhabbetlerimizde bu konuları konuşmaya açık olduğunu görmüştüm. Onunla uzun uzun konuştuktan sonra ona Whatsapp tan Bir Bedevinin yavelerini gönderdim, kitabı okumuş ablama da göstermiş onunla da, kitap üzerine, ayetler üzerine, uzun uzun muhabbet etmişler. Onlarla birkaç gün sonra buluştuğumda ikisi de benim gibi düşünmeye başlamıştı.

Sonra küçük kız kardeşime gittim. O, bu konuları konuşmaya daha mesafeliydi ama buna rağmen ona kitaptan bahsedip whatsapptan gönderdim. Tepkisi şu oldu ‘Ben böyle kitaplar okuyarak, imanımı sarsamam’ dedi ve konuyu kapattı.

Anladım ki onunla vakit kaybetmeye gerek yok.
Sıra geldi anneme ve babama bu konuyu anlatmaya.

Özellikle ablam ve eşinin de bulunduğu bir ortamda, konuyu ayetlere getirdim ve konuşmaya başladım. Ben anlatacağım, onlarda muhalif olmayıp bana destek çıkınca annem ve babamın direncini kıracaktım. Anlattıklarımı ayetlerle destekleyip, evdeki Kuran mealinden açıp gösterdim. Ablam ve eşinin de benim anlattıklarımda haklılık payım olduğunu savunmaları, annem ve babamın anlattıklarımın dinlemeye dair olduğunu kabul etmelerini sağladı.

Kuran’da sıkıntılar olabileceğini, Dünya’da birden çok Kuran olduğunu gösterip konuya girizgah yaptıktan sonra bilimsel hataların olduğu birkaç ayet gösterdim. Sonra, bir birini yalanlayan ayetleri, bir biriyle çelişen ayetleri gösterdim. Sonra çocuklarla evliliğe ve cariyeliğe izin veren ayetleri gösterdim. Muhammed ve 4 halifenin bir birlerine kızlarını nasıl ve kaç yaşında nikahladıklarını anlattım. Cariyelerin alınıp satılabileceğini, takas yapılabileceğini, sınırsız cinsellik yaşanabileceğini ve başka erkeklere pazarlanabileceğini anlattım. Kadınların yarım insan sayıldığını, mirastan yarı pay aldıklarını, şahitliklerinin yarım insan olarak sayıldığını ifade eden ayetleri gösterdim. Sonra Allah’ın Kuran’da inanmayanlara, domuz, köpek, eşek ve piç dediği ayetleri gösterdim. Sonra şiddet içeren ve kafirlerin öldürülmesini emreden ayetleri gösterdim. Peygamberin yaptığı katliamları hadislerden anlattım. Beni Kureyza katliamını, Ureyna ve Ukeyla kabilelerinden 9 kişinin el ve ayaklarının kesilip gözlerinin oyulmasını ve dağ başında ölüme terkedilmelerini, Ümmü Kırfe’nin iki deveye bağlanıp parçalanana kadar develer tarafından nasıl çekildiğini anlattım.

Anlattığım her konunun ilgili mealini ve hadisini açıp tek tek gösterim tabi ki İslam kaynaklarından. 3 saat süren hararetli konuşmanın sonunda annem ve babam dinden çıkmamışlardı ama benim niye dinden çıktığımı anlamışlardı. Onlara da kitabı gönderdim ama okumadılar. Zaten okumalarını beklemiyordum, tek istediğim beni anlamalarını sağlamaktı.

Ben dinden çıktığımdan beri kendimi onlara hep anlatmak zorunda olduğumu hissediyordum ve bunun için 1 sene plan ve pratik yapmamın ödülünü almıştım.

Artık tamamen özgürdüm, kimseden bir şey saklamıyordum olduğum gibi yaşıyor ve inanıyordum. Umarım anlattıklarım size de ilham olur.

Yazdığın kitap için teşekkürler Yol gezer, her kimsen ve neredeysen kurduğun bu kanal için teşekkürler Bay Kara, ismin neyse ve neredeysen.

Sağlıcakla kalın.
SİZDEN GELENLER | Yazan: Zafer D.

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

TARİHİN İLK BİYOLOJİK VE KİMYASAL SAVAŞLARI

Yazan: Sedat Karadayı

TARİHİN İLK BİYOLOJİK VE KİMYASAL SAVAŞLARI

Geçtiğimiz hafta bir Mardin gezisindeydim. Uzun süreden beri filmlerde izlediğimiz Mardin’in dar sokaklarını, ağaçsız, yeşil yoksunu topraklarını fakat bunun yanında milattan önceki dönemlerden bu yana yaşanan tarihini gözlerimle görmek istedim.

Mardin diye gittiğimiz topraklarda elbette ki Dara’yı, Nisibis’i (Nusaybin), Midyat’ı görmemek olmazdı. Süryanileri, Ezidileri, tanımamak olmazdı. Sasanileri, Romalıları hatırlamamak olmazdı. Ve tabii ki Selçukluların ünlü komutanlarından, Alp Arslan’ın gazilerinden Artuk Gazi’nin kurduğu devleti de hatırlamamak olmazdı.

Sırasıyla tüm konulara değinmek istiyorum ancak geçmişte de yazdığım iki konuyu burada birleştirerek yeniden anlatmak istedim.

Bildiğiniz üzere Mardin’in doğusundan toprak yüzüne çıkan Dicle nehrinin suları ile Urfa’nın batısından ovaya inerek Basra’ya doğru yol alan Fırat nehirlerinin arasında kalan topraklara Yunanlılar Mezopotamya yani “İki Nehir Arası” demişlerdi. Bu topraklar o kadar verimliydi ki birçok dünya insanı akın akın buralara yerleşip bir uygarlık oluşturdular. Onlar kendilerine başka isimler verse de (Kengerler) dünya onları Sümerler olarak tanımıştı. İlk sulu tarımı, ilk sanayi üretimini, ilk yazıyı, ilk kanunları, ilk şehir devletlerini onlar bulmuşlardı. Hatta ilk tanrıları da onlar yarattılar.

Mezopotamya işte bu bereketli toprakların kuzeyinde, Yunanlıların Anatolia dedikleri Türkçesi “Küçük Asya” olan toprakların güneyinden itibaren başlıyordu. Bu topraklarda bulunan Nisbis ise kendi döneminin ticaret ve finans merkezi olarak kabul edilmişti. Kral Süleyman döneminde kuzeyde toplanan vergiler Nisbis’de toplanıyordu. Roma imparatorluğu döneminde ise güneyde toplanan vergilerin saklandığı yerdi Nisbis idi. Nisbis aslında Arapların Diyar-ı Rabbia dedikleri eyaletin başkentiydi. Diğer eyaletler Diyar-ı Muta ve Diyar-ı Bekir’di. Nisbis’e daha önceleri Nabulah, Naşipina dedikleri gibi sonraları Sibeyn adını verdiler. En sonunda da bildiğiniz gibi Nusaybin oldu.

Bu kadar önemli olan kent, Romalıların elindeyken İran topraklarının hâkimi Sasani İmparatoru Şapur kenti ele geçirmek istedi. Büyük bir ordu ile Nisbis’in üzerine yürüdü. Kentin surlarının önüne geldiğinde teslim olmalarını istedi ama olmayacaklarından emindi. Her kralın, ordu komutanının yapacağı gibi kente su taşıyan ırmakları zehirleyerek kent halkını susuz bıraktı fakat bunda da başarılı olamadı. Çaresizce uzun yıllar sürecek kuşatmanın ilk startını vermek amacıyla o dönemlerde Romalıların Hermes, Sasanilerin Mitonya çayı dedikleri akarsuyun akış yönünü değiştirip önüne baraj kurarak sularını biriktirmeye çalıştılar. Romalılar ise bu süre zarfında gelecek için hazırlıklarını sürdürüyorlardı. Bölgenin Hristiyanlık konusunda önemli metropolitlerinden olan Mor Yakup, manastırın öğrencilerini toplayarak kalenin iç kısmına ikinci bir sur örüyordu. Birkaç yıl sonra Sasani imparatoru biriken baraj sularını serbest bırakınca Nisbis’in kale duvarları yerle bir oldu. Ancak hemen arkasında yeni yapılmış olan surları görünce hayal kırıklığına uğradı.

Şapur yine de Nisibis’i alma arzusundan hiçbir şey kaybetmemişti. Danışmanlarını toplayarak ne yapabilecekleri konusunda tartışıp konuştular. Alınan ortak karara göre İran’a gönderdikleri emirle binlerce küp dolusu zehirli çıyan, akrep ve yılan geldi. Bu küpler mancınıklarla kale surları içine atılınca Nisbis halkı bu kadar çok miktardaki zehirli hayvanla mücadele edemeden teslim olmak zorunda kaldılar. Nisbis savaşı dünyadaki ilk yapılan biyolojik savaş olarak tarihe geçti.

Savaşı kaybeden Roma İmparatoru Anastosius, 30 kilometre geri çekilerek eski bir yerleşim yeri olan Dara’da yeniden bir kent inşa etmeye başladı. Dara bir zamanlar Büyük İskender’e yenilerek kaybeden Pers Kralı Darius adına kurulmuş eski bir kentti. Yeniden kurulurken bir ordu kent olarak tasarlanan şehir, kaybedilen Nisbis’in hemen yakınında Sasaniler için yeni bir sınır kenti olarak tasarlanmıştı. Kenti kuran İmparatorun adı verilerek buraya Anastosiopolis denildi. Yeni kurulan kent 4 km uzunluğundaki surlar ve üzerindeki 28 adet kuleden oluşuyordu. İmparator bir süre sonra ölünce Anastosiopolis kenti yeni imparator Justiniaus’un yönetimine kaldı.

VI. Yüzyılda Sasanilerin başında bulunan Kavad Anastasiapolis’i ele geçirmek için çalışmalara başladı. Romalılarla yaptığı meydan savaşlarını kaybedince 18000 kişilik süvari, 23000 kişilik piyade ve 120000 kişilik köylüden oluşan bir ordu ile kenti kuşatmaya karar verdi. Kuşatma sırasında yine her zamanki gibi kente giden suların zehirlenmesi ile başladı. Ancak kent sakinleri buna hazırlıklıydılar. Bugün Aytepe olarak bilinen 7 km uzaklıktaki bir su kaynağından 20 cm genişliğinde 1,5 mt derinliğindeki kanallarla kente gelen suları damıtarak bekletip zor günlerde su ihtiyaçlarını uzun süre karşılayabiliyorlardı. Bu yüzden zehirlenmiş sudan etkilenmediler. Kavad’ın askerleri bir süre surların dibini kazarak yıkmayı deneseler de bunda da başarılı olamadılar. Sonunda Kavad da atası Şapur gibi danışmanları ile çözüm yolu bulmaya çalıştı. Yapılan toplantılardan sonra alınan kararlara istinaden büyük mancınıklarla binlerce zeytinyağı fıçısı kentin surları duvarlarında patlatıldı. Zeytin yağla yıkanmış surların üzerine bu kez ateş atılarak yağlar yakıldı. Surlar yanan zeytinyağlarla alev altında iken yeniden atılan zeytinyağı fıçıları kalker kayalardan yapılmış surların ateş altında kirece dönüşmesini sağladı. Henüz surlar soğumadan bu kez sirke fıçıları surların üzerine atılınca kirece dönüşmüş duvarlar sirkenin etkisi ile yerle bir oldu. Surların yıkılması ile savunmasız kalan Anastasiopolis Kavad’ın askerleri tarafından ele geçirildi. Hızını alamayan Kavad Urfa’ya kadar olan Roma topraklarını da ele geçirmişti. Böylece Mezopotamya’nın kuzeyi tamamen Sasanilerin eline geçmişti. Dara savaşı da dünyada yapılan ilk kimya savaşıydı.

NOT: Günümüzde Nisbis ve Dara antik kentlerinden çok fazla kalıntı yok. Dara'da eski antik kentin henüz %10 kadarı gün yüzüne çıkmış durumda o da Necropol kısmı.

HİNDİSTAN DERS KİTAPLARINDAN EVRİMİ KALDIRDI

Hazırlayan: A.Kara

HİNDİSTAN DERS KİTAPLARINDAN EVRİMİ KALDIRDI

Uyarı : Bu makale çektiğim bir videoda anlatıklarımın metine dökülmüş halidir. Dilerseniz videoyu Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz.

Hindistan’ın Başbakanı Narendra Modi’nin Hindu milliyetçisi hükümeti özellikle dini gerekçeler ile devlet okullarında 9 ve 10. sınıflarda okutulan fen bilgisi kitaplarıdan evrime dair her şeyi ve Darwin’den söz edilen bölümleri çıkardı. Hindistan’da milyonlarca öğrencinin okuduğu kitapları seçen, müfredatı belirleyen eğitim konseyi, yani Hindistan’ın MEB’i bu kararı bir süre önce açıkladı.

Ülkeyi yönetecek olan kişilerin gençlerin geleceğine, eğitim kurumlarına temas etme, zorlama hakkının olması, eğitimi kendi inancı üzerinden şekillendirmesi ne kadar acı değil mi? Gerçi bizim de tanıdık olduğumuz bir durum bu.

Tabi tanıdık olduğumuz durumların geri kalmış ülkelerle benzer olması da başka bizi düşündürmesi gereken bir başka nokta.

Konumuza dönersek evrim artık Hindistan’daki orta öğretim öğrencileri için yasaklı konular listesinde. Haliyle bu duruma ses yükseltenler olmadı değil. Nasıl ki bizim ülkemizde bağnazlığı savunanların karşısında yer alabilen satılmamış birkaç aydın eğitimci, bilim insanı varsa tabi ki Hindistan’da da var.

Hint bilim insanları özellikle dini gerekçeler üzerinden evrimi reddeden Hindu milliyetçisi Modi rejimini eleştirip bilimi siyasallaştırdıklarını, bunun büyük bir yanlış olduğunu söylediler. Kimi bilim insanları bu karar için “çok yönlü olması gereken ort aöğretim hakkında verilmiş gülünç bir karar” dediler.

Hindistan’da “Breakthrough Science Society” yani “Çığır Açan Bilim Topluluğu” adlı, kar amacı gütmeyen bir topluluk var. Onlar da tepkilerini gösterdi; “Eğer öğrenciler bilimin bu temel keşfinden mahrum kalırlarsa düşünce süreçlerinde de ciddi şekilde engelli kalacaklardır” şeklinde açıklama yaptılar; ki oldukça haklılar. Tepki göstermekle kalmayıp fen bilgisi kitaplarına evrimin mutlaka geri konmasını istedikleri bir mektup yazıp yaklaşık 5.000 bilim insanı ve araştırmacıdan imza topladılar.

Diğer yandan, diyelim ki 11 ve 12. sınıflarda seçmeli olarak biyoloji okumayı tercih etmiş bir öğrencisiniz, o zaman kitaplarınızda evrim var.

Gerçi bilirsiniz belli bir seviyenin üzerine çıkamamış ülkelerde oy toplayıp hüloyyy diye bağıracak fanatik toplamanın en güzel yolu dini pohpohlamak, bilim ve eğitimi kısıtlamak, dinin çatısı altına koymaktır. O yüzden belki ileride bu kitaplardan da evrimi çıkarabilirler. Tabi bu seçmeli ders kitaplarında evrim anlatılıyor olsa da orta öğretim öğrencilerinin eğitim kitaplarından dini gerekçelerle evrimin çıkartılmış olmasından dolayı hükümete olan eleştiriler devam ediyor.

Özellikle Hindistan’da Cevahirlal Nehru İleri Bilimsel Araştırma Merkezi diye tanınmış bir birim var. Burada görev yapan evrimci biyolog Amitabh Joshi bilim merkezini temsilen hükümetin kararına eleştiriler getirdi. Evrimin tüm vatandaşlar tarafından bilinmesi gerektiğini, insanların kim ve ne olduklarını, dünyadaki konumlarını anlamalarını sağlayacak önemli bir konu olduğunu vurguladı. Yasağı kınadı. Bu arada ek bir bilgi vermek isterim. Söz konusu eğitim merkezi adını Hindistan’ın ilk başbakanı Cevaharlil Nahru’dan almıştır. Kendisi Hindistan’ın bağımsızlık hareketinde önemli rol oynamış bir ateistti. Fakat ateistliğini halka agnostisizm veya şüphecilik gibi yansıtıyordu çünkü inançlı Hint halkının tanrıya inanmayan bir lideri kabul etmeyeceğini, rahatsız olacağını biliyordu.

Konuya döneyim. Milliyetçi Hindular Darwin’in bizlere anlattığı evrimi reddediyor olsalar da hayvan ve insan yaşamanın çeşitli biçimlerini Hinduların yaratıcı tanrısı Vişnu’nun avatarları veya cisimleşmiş halleri olarak gördükleri alternatif bir evrimi destekliyorlar.

Hinduizm soslu alternatif bir evrim görüşünü ortaya atan milliyetçi Hindular diyorlar ki evrimin temeli aslında Hindu kutsal metinlerinde Dashavatara olarak bilinen, dünyaya gelmiş 10 Vişnu avatarıdır. Onlara göre dünyanın farklı aşamalarında ortaya çıkan avatarların yarattığı her bir canlı grubu kendinden önceki avatarın yarattıklarından daha karmaşıktı.

Daha anlaşılır olması açısından bir örnek vereyim. Yani diyorlar ki Vişnu’nun 2. avatarı karidesi yarattı, sonrasında gelen 3. avatarı ondan daha karmaşık, daha gelişmiş olan kerevit ve ıstakozları yarattı. Gülmeyin, canlıların evrimini açıklama yöntemleri bu :) Yani dine uydurulmuş, din soslu evrim :) Aklıma bizim modernistler geldi. Hani İslam ile evrimi bir araya getirip İslam soslu evrim anlatanlar varya, işte onlar :)

Size bir şey sorayım. Köktenci ve aşırı milliyetçi yöneticilerin elleri yalnızca bilime mi uzanır? Cevabın hayır olduğunu biliyoruz.

Dolayısıyla müdahale ettikleri tek şey kitaplardaki evrim olmamıştı. Çeşitli sınıflara okutulan siyaset ve tarih kitaplarından Hindu milliyetçilerini rahatsız edecek kısımleri silmiş, kimilerinde ise değişiklik yapmışlardı. Hemen örnek vereyim. Mesela 2020 yılında, 11 ve 12. sınıflara okutulan siyaset bilimi kitaplarından Mahatma Gandi’nin inanç ve başarılarını anlatan metinlerden kimilerini kaldırdılar.

Kaldırılan cümlelerden birinde “Gandi’nin Hindistan’ı yalnızca Hinduların yaşayacağı bir ülke yapmaya kalkışmanın Hindistan’ı yok edeceğine ikna olduğu” yazıyordu. Silinen bir başka metinde ise “Hindu-Müslüman birliğinin kararlılıkla sürdürülmesinin aşırı Hint milliyetçilerini rahatsız ettiği, bu yüzden Gandi’ye suikast girişiminde bulundukları” anlatılıyordu. Bu tarz metinleri ders kitaplarından sildiler çünkü ucu aşırı dinci Hint milliyetçilerine dokunuyor, onları rahatsız ediyordu.

Yeri gelmişken objektif olmak adına bir noktaya daha değinmek istiyorum.

Bildiğiniz gibi Hindistan’da birçok Müslüman var ve doğal olarak Hindistan tarihinde de önemli Müslüman isimler var.

Söz konusu Hindu gruplar ülkede egemen dinin Hinduizm olmasını istediğinden eğitim kurumunun başındakiler Hindistan tarihinde önemli katkıları olan Müslümanları gayrimeşrulaştırmaya çalışıyor. Hatta bunu o kadar abarttılar ki 16.yy’da Hindistan’ın alt kıtasını yönetmiş olan Babürler’e dair tüm metinlerinden tarih kitaplarından silinmesini emrettiler. Dolayısıyla Hint çocukları bir zamanlar Hindistan’dan Bangladeş ve Afganistan’a kadar uzanan Babür İmparatorluğu hakkında hiçbir şey öğrenmeden Hint tarihi okuyacaklar. Nasıl olacaksa artık. Yumurta koymadan menemen yapmak gibi bir şey :)

Yani iktidar diyor ki tarih ve siyaset oku ama bizim istediğimiz gibi oku. Gerçi dir dakika, bizde de aynı değil mi? Şaka maka, sevgili hüloycular, aşırı dinciler, birçok konuda Hindistan’ı küçük görüp haklarında makara yapıyorsunuz ama birbirinize de çok benziyorsunuz :)

Ülkemizde eğitime bu tarz müdahaleler olduğunda ve bizler ses yükselttiğimizde bir şey değişti mi? İktidar veya MEB “madem tepki geldi, kararımızı hemen geri çekelim” dediler mi? Genellikle hayır. İşte Hindistan’da da durum aynı olduğundan ülkedeki akademisyenler eleştiri ve protestoların kısa vadede bir sonuç getireceğine inanmıyor. Üzerinde çok fazla durulur ve çaba harcanırsa uzun vadede bir şeylerin değişebileceğini umuyorlar.

Diğer yandan Hindistan’ın yaklaşık %14’lük kesimi Müslüman olduğu için Hindu milliyetçileri eğitim bakanlığına Hindistan’ın tarih boyunca Müslüman azınlıklar tarafından nasıl baskı altına alındığına dair kurusal hikayeler konması için baskı yapıyorlar. Evet, Hint tarihinde Müslüman etkisi yok değil, hatta tarihlerinde bir zamanlar İslam’ı yaymak için halkı öldüren Müslüman isimler de var tabi.

Hemen bir örnek vereyim. Mesela 1752 yılında Lahor şehrinin Müslüman valisi Mir Mannu, Sih kadınları yakalattırdıktan sonra İslam’a geçmeleri için çocukları üzerinden tehdit ederek baskı yapmış, kadınlar İslam’a geçmeyi reddedince kadınları işkenceler ile öldürtmüş, çocuklarının, 300’den fazla Sih çocuğun uzuvlarını keserek katlettirmişti. [1]

Gerici Hinduların ders kitaplarına eklenmesini istediği uydurma hikayelere dair komik ve absürt bir örnek vereyim. Mesela Eğitim Bakanlığı’na baskı yaparak eski Hindu bilim insanlarının modern bilimden çok önce kök hücre araştırmaları yaptığı, hatta uzaya gidebilecek kadar gelişmiş uçan makineler icat ettiğine dair hikayelerin bir gerçekmiş gibi eğitim kitaplarına dahil edilmesini istiyorlar.

Ne güzel kafa değil mi? Kendin icat etme, emek verme, uğraşma, var olan ne varsa üzerine konabilmek, bu sayede milli duygularını ve dinini pohpohlayabilmek için işine geldiği şekilde kendince tarih yaz. Oh, mis!

İnanna’nın güzelliğine yemin olsun bir an için Hindistan’dan mı bahsediyorum yoksa kendi ülkemizden mi bahsediyorum diye afallamadım değil.

KERGİTLİ'NİN DİNDEN KURTULMA SÜRECİ


KERGİTLİ'NİN DİNDEN KURTULMA SÜRECİ

Yarı muhafazakar yarı alevi, minik tatlı bir şehirde doğdum. Annem Diyanette Kur'an kursu öğretmeni, babam çok dindar biri ve dedem emekli imamdı... Evet böyle başladı hayatım. 4 yaşında Kur'an kursuna gönderildim ve gayet kendimden memnun bir şekilde 5 yaşına kadar Kur'an okumayı güzelce öğrenmiştim. İlkokul bitene kadar dinle ilgili çok yoğun bir şey yaşamadım. Ortaokulda arkadaşlarımdan koparılıp imam hatibe gönderildim. Bu süreçte bayağı dindarlaştım, yurtta kalıp hafızlığa başladım. Hatta molla olmak istiyordum :) Babam yüzünden Atatürk'e karşıt yetiştirildim, tipik bir muhafazakar çocuğuydum.

İmam hatipte fazla dayanamadım. Ailemin durumu iyiydi ve o çevredeki insanlar sırf bu yüzden beni dışlarılar, bolca kavga ettik. Bu yüzden tekrar arkadaşlarımın yanına döndüm. 6. sınıfta dindarlıkla alakam kalmamıştı; namaz kılmıyordum fakat hala İslam bilgim oldukça fazlaydı. Hafızlık yapmasam da Osmanlıca İlmihal ezberlemiştim ve bolca ilmihal bilgim vardı. Daha sonra Alevi ve çağdaş arkadaşlarımla çokça zaman geçirmiştim. Artık kafam daha da rahatlamış, sıradan bir Türk vatandaşı kadar dindardım :) Alkol ve sigara ile beraber ailemden oldukça soyutlandım ve kendi çizgimi oluşturdum.

Liseye geçiş döneminde büyük şehre taşındık, benim hikayem de burada şekillenmeye başladı. Yaz tatilinde yine muhafazakar bir toplumda diksiyon, hitabet ve liderlik gibi dersler aldım. Tekrar ailemin istediği yöne doğru evrildim ama çok uzun sürmedi... 1. sınıf bitmiş, bu yıllarda benim siyasi algım da iyice değişmişti. Artık felsefe kitapları okuyor, düşünüyor ve her türlü eleştiriye açık yaklaşıyordum.

Bir gün üyesi olduğum oyun grubunun yöneticisi ile sohbet ederken konu dinlere geldi. Yönetici bana kendisinin Tengricilik inancına sahip olduğunu söylediğinde oldukça şaşırdım. İlk defa bu inanca mensup birini gördüm ve sorular sordum. Altın soru şu oldu: "Seni İslam'dan çıkaran şey neydi?". Cevap olarak "sana kesin bir şey söyleyemem fakat şunlara bir göz at." dedi. Bana çok uzun bir metin gönderdi ve metinde şüpheli, ilginç ayetler vardı. Oturdum ve bu ayetleri farklı birçok meallerden inceledim. Hem diyanetten hem de birçok siteden araştırıp ve okudum. Sonucunda ayetlere saf gibi inandıklarını, bazen bu uğurda can çekiştiklerini gördüm.

Bir gün ailecek sofrada yemek yerken şu soruyu sordum. "Diyelim ki bir insan var, Avrupa'da yaşıyor. Bu insan görebileceğiniz en iyi insan, hep ince düşünen, kimseyi incitmeyen, çok zengin olduğu halde gelirinin yarısını düzenli olarak ihtiyaç sahiplerine dağıtan birisi; fakat Müslüman değil. Şimdi bu adam cehenneme mi gidecek ?" bu soru karşısında "inançsız ise cehenneme gidecek" cevabını aldım. Zaten imansız insanlara ne olacağını Allah da acımasızca anlatıyordu.

Tabi ki dinden hemen soğuyamadım, hep araştırma içinde oldum. Yalnızca Sözler köşkü, Hayal hanem gibi kanalları izleyen ben artık başka kanal ve kaynaklara da bakmaya başlamıştım. İlk başta 2 ay içerisinde etrafımdaki iki insan sayesinde Tengricilik inancını benimsedim. Tabi ki bu inancın gerçek olmadığını biliyordum fakat beni bu dönemde oldukça rahatlattı ve bu inancın 3 kuralı çok hoşuma gitmişti; Doğaya saygı duy, Kimseye boyun eğme (bazen Tanrı bile olsa), Atalarına ve geleceğine sahip çık... İşte bu kurallar beni kendine hayran bırakmıştı. Doğaya, evrene farklı bir gözle bakmamı sağladı. Bana kattığı en önemli görüş ise Tanrının bizim ibadetimize muhtaç olmadığıydı. Üç ay kadar bu inancı benimsedim ve artık kendimi cehennem korkusundan arındırmıştım.

İslam'ın tamamen çıkar ve korku üzerine kurulu olduğunu gördüm. Deist olarak hayatıma devam ettim ve daha sonra Panteizm'i mantıklı buldum. İslamiyet'in bize anlatılanlardan çok farklı olduğunu öğrenince kendimi çok kötü hissetmiştim. Var olduğuna inanılan bir tanrı yüzünden atalarımın öldürülmesi, kadınlara tecavüz edilmesi ve cariye olarak alınmaları, Türklerin İslam dinini bu şekilde zorla kabul ettiğini öğrendiğimde çok kötü oldum. Çünkü annem bu dine inanıyordu. İçimden herkese nefret kustum ve hep bu durumu düzeltebilmek için hayaller kurdum. Şimdi aynı doğrultuda ilerliyorum. 17 yıl enayi olarak yaşamışım, bu yüzden kendimi kandırılmış hissettim. Bu durum beni hala çok üzüyor. Kafama taktığım çok şey var ve halkın şu anki durumundan hiç hoşnut değilim. Evrimin derslerden kaldırılması, küçük yaştaki çocukların beynine zorla İslam inancının sokulması, başka hiçbir dinden veya felsefi akımdan bahsedilmiyor olması beni üzüyor. Bunu söylediğimde bana "İslam tarafsız anlatılıyor" diyorlar. Kimi kandırıyorsunuz? Ben "Allah'ın delillerine mantıksal örnek verin?" sorusuna "delil yoktur" yazdığım için eksi puan aldım.

Emin olun milyarlarca gezegen ve onca galakside, sadece Dünya üzerinde, özellikle de Arabistan'da çıkan bir din, hak değildir. Zaten hak din bile olsa, ben böyle acımasız ve egoist bir Tanrıya secde etmektense yanarım daha iyi.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Kergitli

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

İNGİLTERE KRALI VIII. HENRY VE ANGLİKAN KİLİSESİ

Yazan: Sedat Karadayı
İNGİLTERE KRALI VIII. HENRY VE ANGLİKAN KİLİSESİ
BİR UÇKUR İNADI İLE ORTAYA ÇIKAN HRİSTİYANLIK MEZHEBİ

Tudor Hanedanından, İngiltere kralı VII. Henry ile York’lu Elizabeth’in 6 çocuğu olmuştu. VIII. Henry, hayatta kalan dört çocuktan biriydi. Diğer kardeşleri Margaret Tudor, Mary Tudor ve ağabeyi Arthur Tudor’du. Henry 1494 yılında York Dükü ilan edildi. 1502 yılında Kral olması beklenen ağabeyi Arthur ve 7 yıl sonra da babası Kral VII. Henry ölünce VIII. Henry tahta oturdu.

VIII. Henry, İngiltere tarihinde birçok hikâyenin kahramanı olmuş olabilir, ancak bunların hemen hemen hepsi de mutlaka kadınlarla olan ilişkileri ya da eşleri ile ilgili veya onların da içinde olduğu hikayelerdir.

Henry ilk evliliğini daha sonra soruna dönüşecek olan Aragonlu Catherine ile yaptı. Aragonlu Catherine, İspanya Kralı II. Ferdinand ile Kraliçe Isabel’in en küçük kızlarıydı. Bu evlilikteki amaç İngiltere ile İspanya arasındaki bağları güçlendirmekti.

Catherine aslında Henry’nin ağabeyi Arthur ile evlendirilmişti. Ancak Arthur’un beklenmeyen erken ölümü sonrasında yeni taze gelinin diğer erkek kardeş ile evlenmesine karar verildi. Bu uygulama normal koşullarda Katolik inancına göre yasak olmasına rağmen evlilik, araya giren Papa’nın izin vermesi ve gelinin ölen damadın kendisine hiç dokunmadığı konusunda yemin etmesi ile gerçekleşebildi. Henry’nin Aragonlu Catherine’den 6 çocuğu olmasına rağmen hayatta kalan tek kızı Mary oldu. Diğer çocukların erken ölmeleri ve Catherine’nin erkek veliaht verememesi ve yaşlandığı için veremeyecek olması sorun olmuştu.

Henry’nin evlilik dışı ilk metresi Bessie Blount olmuştu. Evliliğe dönüşmeyen bu yasak ilişkiden Henry Fitzroy doğdu. Henry’nin ikinci metresi ise Mary Boleyn oldu. Mary Boleyn o sırada William Carey ile evliydi. Mary Boleyn’den de Catherine ve Henry adını verdiği iki çocuğu daha oldu. Çocukların kayıtlarında baba olarak William Carey geçmişti.

Henry’nin ikinci karısı, ikinci metresinin kız kardeşi Anne Boleyn oldu. Anne Boleyn, ablası Mary Henry ile metres olduğu dönemlerde yurt dışındaydı ve o sırada Fransa kraliçesi olan Henry’nin ablası Mary Tudor’un nedimeliğini yapmaktaydı. Ülkesine döndüğünde ilk olarak Dük Henry Percy ile evlenen Anne Boleyn, Dük’ün başkası ile nişanlı olması sebebiyle bu evlilik iptal olmuştu. Anne Boleyn güzelliği, zekâsı ve kendine güvenli tavırları ile Henry’yi etkiledi. Henry ile metres olarak başladığı ilişki sırasında sürekli ona vereceği erkek çocuklarını anlatarak evliliği kolaylaştırdı. Böylece Kraliçe Catherine’den ve sevgilisi Mary Boleyn’den vazgeçen Henry, Anne Boleyn ile evlenmeye karar verdi. Ancak bir sorun vardı ki Catherine’den boşanabilmesi için Papa’nın buna izin vermesi gerekiyordu. Çünkü Katolik nikahı boşanmayı reddediyordu.

Henry’nin Catherine’den boşanmasına yeğeni İspanya kralı V. Şarlken karşı çıktığı gibi Papa da onay vermiyordu. Bu yüzden 6 yıl daha boşanamayan Henry, Anne Boleyn ile 6 yıl metres yaşamak zorunda kaldı. Anne Boleyn ile gizli evliliğini haber alan Papa, Henry’yi aforoz edince ipler koptu. Tam da o yıllarda Avrupa’da Protestanlık hareketi baş göstermeye başlamıştı. Biraz da bundan cesaret alan VIII. Henry, İngiltere’deki Roma Katolik Kilisesi ile olan bağları kopartarak yerine Anglikan Kilisesini kurulmasını emretti. Dönemin Canterbury Başpiskoposu olan Thomas Cranmer tarafından yazılmış olan Book of Common Prayer derlemeleri baz alınarak Anglikan Kilisesi kurulmuş oldu. Henry Catherine ile olan evliliğini geçersiz kılıp, ondan olan kızını da evlilik dışı ilan ettikten sonra Anne Boleyn ile evlendi. Böylece VIII. Henry, istediği kadınla evlenebilmek için yeni bir mezhep kurarak tarihe geçmiş oldu.

Anglikan Kilisesinin kurulması o kadar kolay olmamıştı. Ülkedeki koyu Katolik halk ve kiliseler birer birer isyan etmeye başladılar. Ancak Henry’nin gözü dönmüştü bir kere. Ülkede isyan eden kiliselerin keşişlerinden, halktan ve diğer Katolik taraftarlardan yaklaşık 40 bin kişiyi idam ettirdi.

Anne Boleyn ile olan evliliği sürerken eşinin hamile olduğunu öğrendi ve doğacak çocuğunun onuruna şölenler düzenleyerek mızraklı turnuvalar yapıldı. Bu gösterilerden birinde attan düşen Henry, sağ bacağında kalıcı bir yara ve sakatlık oluştu.

Henry’nin cinsel arzuları dinmek bilmiyordu. Anne Boleyn ile olan evliliği 3 yıl sürdü. Bu süre içinde Anne’nin kuzeni olan Madge Shelton ve sonraki eşi olacak olan Jane Seymour ile yine metres ilişkisi yaşadı. Anne Boleyn çocuğunu ölü doğurunca, Henry başına gelen bunca kötü olayların, evliliğin büyü ile oluşması sonucu olduğuna karar verdi. Anne Boleyn’den boşanmak için bulduğu yöntem aynı zamanda ondan intikam da almak isteği ile sonuçlandı. Aralarında kardeşi Rochford Vikontu George Boleyn’in de bulunduğu 5 kişiyle zina, vatan hainliği ve ensest ilişki suçlaması ile tutuklanıp yargılandı. Suçlamalar konusunda hiçbir delil olmaksızın 19 Mayıs 1536 tarihinde kendisi, kardeşi ve diğer 4 soylu kişi idam edildiler.

Anne Boleyn’in idamından 10 gün sonra 3. Karısı Jane Seymour ile evlendi. Yeni kraliçe birkaç ay sonra hamile kaldı. 1537 yılında Prens Edward doğdu. Doğumdan 12 gün sonra Kraliçe Jane Seymour öldü.

1540 Yılında bu kez Cleves’li Anne ile evlendi. Ancak bu evliliği sadece 6 ay sürdü. Cleves’li Anne’den boşandıktan sonra Boleyn ailesinden Anne Boleyn’in kuzeni, kendisinden 30 yaş küçük olan Catherine Howard ile evlendi. Catherine Howard ile iki yıl evli kaldıktan sonra Anne Bıleyn’in başına gelen onun da başına geldi. Bu kez de Catherine Howard iki farklı kişi ile zina yapmak suçundan hiç yargılanmasına gerek görülmeden idam edildi.

VIII. Henry son evliliğini Catherine Parr ile yaptı ve öldüğü güne kadar onunla evli kaldı. Yazılı tarihe ve hakkında yapılmış olan filmlere bakılacak olursa, İngiltere’nin tarih yazarlarının o dönemdeki tek işleri Henry’nin ilişkilerini takip etmek olmuş.
Yazan: Sedat Karadayı

BİR İNSAN VE BİR İLÇE : SALİH GÜN VE TAVŞANCIL

Yazan: Sedat Karadayı
BİR İNSAN VE BİR İLÇE
SALİH GÜN VE TAVŞANCIL


Salih Gün 1946 yılında Kocaeli’ne bağlı Dilovası bölgesinde bulunan Tavşancıl’da dünyaya geldi. İlkokul mezunu olup sonraki eğitim sürecini okullarda olmasa bile kendi kendine geliştirip siyasete atıldı. 1989 ve 1994 yerel seçimlerinde doğup yaşadığı beldesinde Sosyal Demokrat Halkçı partiden Belediye Başkanı seçildi. 1999 yılında ise 22. Dönem Cumhuriyet Halk partisinden milletvekili seçilmişti fakat bu yazının konusu o değil.

Belediye başkanı seçildiğinde ilk yaptığı işlerden biri beldenin imar planını gözden geçirip deprem riski olan bir bölgede olması sebebiyle en yüksek 3 katı olan imar planı hazırladı.

Hazırlanan bu imar planı halk arasında tepkiyle karşılandı. Çok olumlu bulanlar olduğu kadar “Buna ne gerek vardı” diyenler de çoğunluktaydı. Hele ki en yakın akrabalarından en yakın arkadaşlarına kadar kendisine küsenler bile olmuştu. İstemeyen ve karşı çıkanların hepsi Tavşancıl’ın köy gibi kaldığından rahatsız olduklarına değiniyorlardı. Tüm şikâyet ve karşı çıkmalarına rağmen Salih Gün beldenin fay hattı üzerinde olduğunu hatırlatıp 3 katta ısrar etti.

17 Ağustos 1999 gece yarısı saat 03.02’de yer sallandı. Kocaeli Gölcük merkezli deprem Richter ölçeğine göre 7.4 olarak belirlenmişti. Ankara’dan Edirne’ye kadar etkisi hissedilen depremde resmi rakamlara göre 17480 kişi hayatını kaybetti. 23781 kişi yaralanmış, 500’den fazla kişi sakat kalmıştı. Toplamda 350 bin bina hasar görmüştü. Bu rakamlar daha sonraki Meclis araştırması raporlarına göre 18,500 kişinin öldüğü 50,000 kişinin yaralandığı şekliyle kayıtlara geçmişti. Bu deprem sırasında 16 milyon kişi değişik düzeylerde depremden etkilenmişti.

O gün o depremin gerçekleştiği sıralarda Salih Gün’ün belediye başkanlığı yaptığı belde olan Tavşancıl’da bırakın tek bir kişinin ölmesi, tek bir kişinin bile burnu kanamamış, hiç kimse yaralanmamış, hiçbir bina hasar görmemişti.

Tek sebep; akıllı, sorumluluk ve liyakat sahibi bir belediye başkanının, fizik kurallarını dikkate alarak bilimsel bir şekilde imar planını uygulamaya koyması idi.

DAVUT'UN TUHAF AİLESİ

Yazan: Sedat Karadayı

DAVUT’UN TUHAF AİLESİ

Samuel 2 kitabında 3 büyük olay anlatılır. Her üç olay da Rab’ın yasalarında cezası ölüm olarak geçen konulardı. Rab’ın bizzat seçtiği ve meshettiği Davut’un böyle bir suçu işlemiş olması ayrı bir soru, Davut’un çocuklarının bu suçları işlemesi de ayrı bir konu. Kaldı ki Tevrat’ın kitaplarından biri olan Rut kitabından hatırlarsanız Naomi’nin dul gelini Rut, Boaz isimi yaşlı bir akrabası ile evlenmişti. Rut ve Boaz’ın Ovet isminde bir oğlu olmuştu. Daha sonra Ovet’in de İşaya isminde bir oğlu ve onun da Davut isminde bir oğlu olacaktır. Yani Davut öyle önemli biriydi ki soyu Rab’ın istediği şekilde oluşturulmuştu. Bununla da bitmeyecekti, bundan sonda Davut’un oğulları yine her seferinde Rab’ı kızdıracaklardı. Bunların içine yine çok sevip meshedeceği Kral Süleyman da dahil. Peki bu soy neden bu kadar lanetli ve sorunlu çıktı?

Üç olaydan birincisi, geçen yazıda bahsedilen Davut’un Bat-Şeba ile yaptığı zina idi. İkincisi ise bu yazının konusu Davut’un çocukları arasında meydana gelen kan davası. Olay Davut’un 3 çocuğu arasında geçer. Taraflardan biri ilk eşlerinden olan Yizreelli Ahinoam’dan doğan Amnon isimli oğlu. Diğer tarafta ise Geşur Kralı Talmay’ın kızı Maaka isimli eşinden doğmuş olan oğlu Avşalom ve kızı Tamar bulunuyor. Yani üvey kardeşler arasında yaşanan bir olay.

Davut’un Amnon ismindeki oğlu, üvey kız kardeşi Tamar’ı çok beğenmektedir. Hatta o kadar beğeniyordur ki bir türlü aklından çıkartamıyordur. Onun bu sıkıntılı hallerini gören kuzeni ve arkadaşı Yonadav, Amnon’a akıl verir. Amnon’a hasta gibi yatmasını, babası geldiğinde ondan Tamar’ın ona yemek yapması için gelmesini isteyecektir. Tamar geldiğinde de ona aşkını anlatmasını önerir. Amnon hasta gibi yattığında babası onu ziyarete gelir ve Yonadav’ın dediği gibi yapar, babasından Tamar’ın ona gelip gözleme yapmasını ister. Davut bu isteği olumlu karşılar ve sarayda yanında yaşayan kızı Tamar’a, “Haydi kardeşin Amnon'un evine gidip ona yiyecek hazırla” der. Tamar, Amnon’un yanına gidip gözlemeyi tavaya koyar ve pişirmeye başlar. Amnon ise bu sırada odada bulunan Tamar dışında herkesin dışarı çıkmasını ister. Amnon, Tamar’dan gözlemeyi yatak odasına getirmesini ister. Tamar yemeğini götürdüğünde Amnon Tamar’ı kolundan yakalayarak yatağa çeker ve “Gel, benimle yat, kız kardeşim” diyerek zorlar. Tamar buna cevap olarak; “Hayır, kardeşim, beni zorlama! İsrail'de böyle şey yapılmamalıdır! Bu iğrençliği yapma! Sonra ben utancımı nasıl üstümden atarım? Sense İsrail'de alçak biri durumuna düşersin. Ne olur krala söyle; o beni senden esirgemez” der. Amnon, buna rıza göstermeyen Tamar’la zorla yatarak üvey kız kardeşine tecavüz eder. Tecavüz sonrasında emeline ulaşan Amnon, kız kardeşinin kendisini istememesinden dolayı hiddetlenir ve onu evden kovar. Tamar, ağabeyinin kendisine yaptığından dolayı ona kızgın olsa da artık iş işten geçmiştir diye susar. Ancak bir de evden kovulması katlanılacak bir durum değildir ve buna itiraz eder. Fakat Amnon onu dinlemez ve uşağını çağırarak “Bu kadını yanımdan dışarı çıkar, ardından da kapıyı sürgüle” diye emir verir. Kovulan ve evden atılan Tamar, kızgınlığından, üzüntüsünden sinir krizi geçirir ve üstünü başını yırtarak başından aşağıya külleri döker ve saraya dönmek yerine öz ağabeyi Avshalom’un evine gider.

Avsahlom olayı ve detayını öğrenince durumu babası Kral Davut’a iletir ve Amnon’un cezalandırılmasını ister. Bu suçun; üvey bile olsa kız kardeşe tecavüz olduğu için cezası ölümdür ve cezasını Davut vermek zorundadır. Ancak Davut öfkelenmekle kalır ve Amnona ceza vermez.

Avshalom kız kardeşine yapılan bu saygısızlığı affetmez. Üvey kardeşi Amnon’u cezalandırmak için fırsat kollamaktadır. Aradan 2 yıl geçip olay herkes tarafından unutulduktan sonra bir gün Avshalom, Baal-Hasor’da koyunlarını kırktırdığı yerde bir ziyafet verir. Bu ziyafete ailenin ve yakın akraba olan tüm erkekleri çağırır. Kral Davut, bu davete “Hayır, oğlum, hepimiz gelmeyelim, sana yük oluruz” diye cevaplasa da Avshalom kardeşi Amnon’un gelmesi için ısrar eder. Davut bir sorun olacağını düşünmese de tüm kardeşler hep bir arada olacağı için Amnon’un gitmesinde bir sakınca görmez ve izin verir.

Avshalom tüm hizmetkarlarını çağırarak onlara Amnon’un sarhoş olduğu bir anda onu öldürmeleri emrini verir. Hizmetkarlar uygun bir anı kollayarak Amnon’un sarhoş olduğu sırada onu kılıçla öldürürler. Kardeşlerinin ölümünü izleyen diğer kardeşler katırlarına atlayıp kaçarlar. Bu olayın haberi Davut’a Avshalom’un tüm kardeşlerini öldürdüğü şekliyle ulaşır. Davut üzüntüsünden elbiselerini yırtarak isyan eder. Bu arada Davut’a ağabeyi Şima’nın oğlu Yonadav, “Efendim kral bütün oğullarının öldürüldüğünü sanmasın; yalnız Amnon öldü. Çünkü o üvey kız kardeşi Tamar'a tecavüz ettiği günden bu yana, Avşalom buna kararlıydı. Onun için, ey efendim kral, bütün oğullarının öldüğü haberini dikkate alma; çünkü yalnız Amnon öldü” bilgisini verince Davut biraz daha sakinleşir. Bir süre sonra kralın oğulları Davut’un yanına vardığında hep beraber hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar.

Amnon’un öldürülmesinden sonra Avshalom, Geşur Kralı Ammihut’un oğlu Talmay’ın (Talmay, anne tarafından dedesi Geşur Kralı Talmay’ın torunuydu) yanına kaçtı. Avshalom Geşur’da 3 yıl kaldı. Bu sürede Davut oğlu Avshalom’u merak ediyordu ve duyduğu endişeden dolayı onun yanına gitmek istiyordu. Amnon’un ölümü Davut’u üzse de yaptığı suçun cezasını çektiğini düşünerek avunmuştu. (Tevrat, Samuel 2, 13. Bölüm)

Davut’un ve oğullarının bu ahlaksız yaşamı Tevrat’a Rab tarafından yazıldıysa Kuran’da neden yer almadı? Eğer Tevrat’a Ezra tarafından yazıldıysa Ezra neden bu konunun geçmesini gerekli gördü? Bunların açıklaması yok. Başka bir konuya gelirsek Rab koyduğu yasalara uymadığını görüyoruz. Bir başka konu da Rab nasıl bir tanrıysa ya adam seçmesini bilmiyor ya da kader yazmaktan haberi yok. Rab, Davut’un kral olmasına karar vermişti ve onu kutsayarak meshetmişti. Fakat Davut bu sevgiye karşılık Rab’ın yasalarına karşı gelerek zina suçu işlemekten geri kalmadı. Yasayı koyan Rab ise Davut’a ölüm cezası vermesi gerekirken günah çocuğu olarak dünyaya gelen oğullarının canını aldı. Amnon da kız kardeşine tecavüz ederek zina suçu işlemişti fakat Davut Rab’ın yasasına uymayarak oğluna ceza vermedi. Avshalom da her ne kadar hakkı olduğunu düşünürsek yine de kardeşini öldürdüğü için Rab’ın yasalarına karşı gelmişti ve suçluydu fakat o da ceza almadı. Bu durum gelecek konularda bu şekilde devam edecek. Davut’un soyu suç işleyecek ama hiçbiri Rab tarafından cezalandırılmayacak.

ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN

Yazan: Sedat Karadayı

ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN

Holofira ile Orhan Gazi’nin karşılaşması aslında tesadüfen gelişen bir durumdu. Osman Gazi’ye Bilecik Tekfurunun oğlu ile Holofira’nın düğünü için tuzak amaçlı bir davet gelmişti. Birleşen Tekfurlar bu düğüne davet ettikleri Osman Gazi’yi eğlence sırasında öldürmeyi planlamışlardı. Haberi alan Osman Gazi bir oyun hazırlayarak önceden hazırlık yapmaları amacıyla kaleye kadın kılığındaki Alpleri gönderdi. Kaleyi ele geçirdikten sonra düğüne baskın yapmıştı. Tekfurun planladığı düğünün baskından dolayı gerçekleşememesi üzerine Osman Gazi gelin adayı Holofira’yı oğluna alarak onları evlendirdi.

Holofira için her ne kadar Yarhisar Tekfurunun kız denilse de bu iddia Aşıkpaşazade’den kaynaklanmaktadır. Oysa Bizans tarihçileri tarafında böyle bir bilgi yoktur. Bu durumda Holofira muhtemelen İznikli soylu bir aileden geldiği daha gerçekçi olabilir. Çünkü hayatı boyunca sürekli İznik’te yaşamayı tercih etmişti. Bu isteğinin kökeninde İznik’in Hristiyanlar için bir kutsallığı olmasından kaynaklanıyordu. Hristiyanlık İznik’ten dünyaya açılmıştı ve İznik’te ikinci Ayasofya Kilisesi bulunmaktaydı. Yani İznik aslında Hristiyanlık için Kudüs gibi kutsal bir yerdi o tarihte. Bu yüzden Müslüman olmuş olsa bile Hristiyanlığından hiçbir zaman vazgeçmemiş olduğu apaçıktır. Tekfur kızı olmamasına rağmen soyluluğunda da şüphe yoktur. Çünkü eğer soylu olmasaydı bir Tekfur oğlu onunla evlenmek istemezdi.

Holofira Orhan Gazi ile evlendikten sonra ismini Nilüfer (Ülüfer) olarak değiştirdiler. Nilüfer hem Holofira adıyla benzeşme yapıyordu hem de Türkçede çiçek adı olarak geçiyordu. Ancak İbn-i Batuta’nın aktardığı bilgiye göre İznik’te Nilüfer hatun ile tanıştığında kendisini Beylûn Hatun olarak tanıttığını söyler. Üstelik Orhan Gazi’nin hem ilk hem de baş hatunudur.

Holofira bir Bizanslı yani Rum idi. Ondan olan oğlu I. Murat ve sonrakiler de padişah olduğundan dolayı Osmanlı’nın devam eden soyu Türk ve Rum genleri ile devam edecekti.

Orhan Gazi’nin ikinci eşi ise Asporça Hatun idi. Asporça hatun da Bizanslı yani Rum olup Bizans İmparatoru III. Andronikos‘un kızıydı. Orhan Gazi’nin Asporça Hatundan İbrahim adında bir oğlu ve Fatma ile Selçuk adında iki kızı olmuştu.

Orhan Gazi’nin son eşi ise yine Bizans imparatorunun kızı Theodora Kantakuzini idi. Theodora, Bizans İmparatoru VI. Ioannis’in Cermen asıllı eşi olan Kraliçe İrini Asanina’dan olma kızıydı. VI. İoannis Bizans iç savaşı sırasında Orhan Gazi’nin desteğini almak için ona kızını verdi. Düğünden sonra Orhan Gazi kendi otağına döndü İmparator, kızı Theodora, Orhan Gazi’nin oğullarını ve akrabalarını alıp Konstantinopolis’e Kraliçeyi ziyaret etmeleri için götürdü. Dönüşte hediyelerle uğurladılar. Theodora evlendikten sonra diğerleri gibi devşirilmedi. Hristiyan olarak kalan tek Osmanlı geliniydi. Üstelik evliliği süresince bulunduğu her ortamda Hristiyanları desteklemişti.

Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Halil (Korsanlarca kaçırılan Şehzade) Theodora’dan olmuştu. Şehzade Halil evlilik çağına geldiğinde teyzesinin kızı (Theodora’nın kızkardeşi Eleni Kantakuzini’nin kızı) ile evlendi. Theodora evliliği boyunca Orhan Gazi ile beraber yaşadı. Ancak Orhan Gazi’nin vefatı sonrasında Konstantinopolis’e döndü. Bir süre IV. Andonikos Theodora’yı Galata’da hapsetti.

KUTSAL KÂSE - 1

Yazan: Sedat Karadayı

KULAKTAN KULAĞA YAYILAN BİR YALAN

Kutsal Kâse hikayesi İsa’nın Son akşam yemeğinde kullandığı söylenen ve mucize güçleri olan bir kadeh diye anlatılır. Ayrıca Aramatyalı Yusuf’un çarmıha gerildiğinde İsa’dan damlayan kanları bu kadehte biriktirdiğine inanılır. Ancak bu olaydan yüzyıllarca hiç söz edilmez. İsa ile ilgili olan her şey şimdiye kadar yazılmış tüm İncillerde bir bir, harfi harfine ve en ince detayına kadar anlatıldığı halde ne Matta’da ne Yohanna’da ne Luca da ne de Markos da Kutsal Kâse ya da Kadeh ile ilgili tek bir kelime bile geçmez. Hatta Son Akşam Yemeği ile ilgili bölümde dahi yedikleri kuru ekmekten içtikleri şaraptan söz edilir ama Kutsal Kâse’den hiç söz edilmez.

Bir kahramanımız daha var; Aramatyalı Yusuf. Yusuf, Roma İmparatorluğunun Yahudiye Eyaletinin Aramatya kasabasında doğmuştu. Söylentilere göre Yusuf, Kutsal Kâse’yi yanında taşıyordu ve İsa’nın bedeninden akan kanı bu kâse içinde biriktirmişti. İsa’nın ölümü gerçekleştikten sonra onu mağaraya kadar taşımış olan kişi de Yusuf idi.

Kanonik İnciller olarak geçen yukarıda yazılı 4 İncil’de de Aramatyalı Yusuf hakkında Kudüs belediyesinde yüksek mevkiye sahip bir üye olduğundan, zengin ve erdem sahibi olduğundan, Yahudiye valisi Pontus Pilatus’tan İsa’nın cesedini isteyecek kadar cesur olduğundan, bu yüzden Yahudi yasalarına aykırı davranarak İsa’nın suçlu sayılmasına ve onursuz bir şekilde gömülmesi gerektiğine rağmen Yusuf tarafından alınıp mağaraya götürülmesine kadar her şey yazılı iken Kutsal Kâseye İsa’nın damlayan kanını topladığından hiç söz edilmez. Petrus’un yazmış olduğu İncil’de Aramatyalı Yusuf hakkında hem İsa hem de Pontus Pilatus’un arkadaşı olduğundan söz edilir. Nikodemus’un yazdığı İncil’de ise Yusuf hakkında İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra tutuklandığı, İsa’nın dirilmesinden sonra İsa tarafından kurtarıldığı yazılıdır ama Kutsal Kâse ile ilgili hiçbir yazı bulunmamaktadır.

Peki bu insanlar neye inanıyorlar? Dedikodulara mı?

Aslında hikâyenin orijinal hali daha farklı bir şekilde Kelt mitolojisinde anlatılırken işgüzar bir Fransız şairin yazdıkları ile tüm dünya Hristiyanları Kutsal Kâse’nin peşine düştü. Fransız şair Robert de Boron Kâse’yi ilk kez Hristiyan dini açısından derleyen ve yaratan kişiydi. Boron’lu Robert, döneminin efsanevi hikayelerinden etkilenerek kendi efsanelerini yaratmıştı. Okuyup etkilendiği Kelt Mitolojisindeki sihirbaz Merlin masallarından, Kral Arthur hikayelerinden esinlenerek Kutsal Kâse’ye dönüşen bu efsaneyi ortaya çıkardı. 1200’lü yıllarda 4. Haçlı seferi sırasında Haçlıları galeyana getirmek amacıyla, Tapınak Şövalyelerini onurlandırmak ya da cesaretlendirmek amacıyla yarattığı yalana tüm Avrupa ve dünya sahiplenerek sürdürmeyi tercih ettiler.

Robert de Boron anlattığı masalda Son Akşam Yemeğinde kullanılan Kâse’nin Aramatyalı Yusuf’ta olduğundan söz ediyor. Bu çok doğal çünkü İsa’yı en son gören ve mezara koyan o değil miydi? Daha sonraki hikayelerde Aramatyalı Yusuf’un Kâse’yi de Kutsal olmasından ötürü yanına alıp Havari Filipus tarafından İngiltere’nin Glastonbury kasabasına gönderilen 12 Misyonerin başında buraya geldiğinden söz ediyor. Ve tabii ki çok da doğal olarak Robert de Boron’un ortaya attığı bu yalan başka yazarların da hoşuna giderek aynı masalı destekleyip yazdıkça halk tarafından doğru kabul ediliyor. Bu da yetmiyor ve Avrupa’nın saygın Hristiyan devletlerinin Hristiyan kralları ve tüm şövalyeler Kutsal Kâse’nin peşine düşüyor. Tam da Türkçede dediğimiz gibi; “Delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” gibi bir şey. Aslında çıkarmaya çalışan da yok hala taş atmaya devam ediyorlar.

Peki işin gerçeği ne? Gerçek şöyle başlıyor; Kutsal Kâse ile ilgili ilk söylenti 12. Yüzyılda yani 1100’lü yıllarda, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili anlatılan efsanelerde geçer. Bu efsanelerin genel adı “Graal Efsaneleri” olup tamamı Kelt Mitolojisine dayanmaktadır. Kelt mitolojisi ise kullanılan eşyaların sağladığı mucizeleri fazlasıyla işlemesiyle meşhurdur. Kayadan çıkarılamayan ve sadece Camelot Kralı, Uther’in soyundan birisinin çıkarabileceği Excalibur gibi ya da bolluk yaratan boynuzlar gibi veya hastaları iyileştiren, ölüleri dirilten kazanlar gibi hikayeler Kelt Mitolojisini besleyen efsanelerdir. Bu efsanelerden birisi Dagda isimli iyi bir Tanrıyı anlatır. Kelt Tanrıların babası olarak geçen Dagda, Tuatha De Danaan ırkının lideridir. Tanrıça Danu’un da oğlu olan Dagda’nın bir kazanı vardır. İşte bu kazan sihirli olup iyi tanrı Dagda’ya sonsuz bir gençlik vermektedir. Başka bir efsanede ise yine Dagda’ya benzetilen Kutsanmış Bran’a bu kazan ölümsüzlük vermekteydi.

Etimolojik açıdan bakacak olursak “Holy Grail” olarak bilinen Kutsal Kâse Orta Çağ Latincesinde “Gradalis” sözcüğünden geliyordu. Tam Türkçesi tabak anlamına gelen Gradalis, Kelt Mitolojisinde ise geniş ağızlı veya kenarları alçak kap anlamına gelen “Graal” kelimesi ile biliniyordu.

Kâse ile ilgili ilk hikâye Fransa’nın Troyes kasabasında dünyaya gelmiş olan Chertien de Troyes isimli bir halk ozanı ve hikayecisi (Türklerdeki Meddah’ın yazı ile anlatanı) tarafından İngiltere’de Kelt, Fransa’da Gal olarak bilinen halkın efsanevi hikayelerini yazmasıyla başladı. Kâse ile ilgili anlatılan ilk hikâyenin asıl kahramanı Kral Arthur’un şövalyelerinden olan Percival idi. Masal havasında yazılan bu eserin İngilizce adı “Percival, The story of the Grail” olarak geçiyor. İngiliz ve Fransız edebiyatında daha sonra diğer bir Yuvarlak Masa Şövalyesi olan Sir Galahad ile değiştirilmesine rağmen Kâse ile ilgili hikâye aynen devam etti. Ve tabii ki daha sonra Hristiyan metinlerindeki kahramanlar da ilave edilerek bugünkü konuma kadar geldi.

Percival’in hikayesini de anlatmak gerek ancak burada değil. O ikinci yazının konusu olsun çünkü o da yeterince uzun sayılır.

BAKÜ'NÜN KARANLIK TARİHİ

Hazırlayan: A.Kara

BAKÜ’NÜN (SURLU ŞEHİR) KARANLIK TARİHİ

Azerbaycan’ın surlarla çevrili başkenti Bakü neredeyse 20.yüzyıla kadar kanlı bir kargaşa içindeydi. Surlarla çevrili deyince şaşırmayın, çünkü Surlu Şehir (İçerişehir), Bakü’nün en eski kısmıdır. M.S. 12. yüzyıla kadar uzanan şehir birçok rejim değişikliğinden ve birkaç istiladan kurtulmayı başarmıştır.

Şehrin çevresine sürekli olarak takviye yerler yapılıyordu çünkü sürekli saldırıya maruz kalıyorlardı. 10.yy’dan önce Hazarlar tarafından defalarca saldırıya uğramışlardı. 10.yy’dan itibaren Ruslar Bakü’ye baskınlar düzenlemeye başladı. I. Şirvanşah Bakü limanında büyük bir donanma inşa ettirip 1170’de büyük bir Rus saldırısını püskürtünce bu dönem sona ermiş oldu.

1191’de Şamahı şehrinde büyük bir deprem olunca Şirvanşah’ın sarayı Bakü’ye taşındı. Şirvanşah geçmişte komşularının onlara düzenlediği saldırılardan habersiz değildi. Bu yüzden şehri güçlendirmek ve darphane inşa ettirmek için çalışma başlattı. Ölümünden sonra, 12-14. yüzyıllar arasında Bakü surlarında büyük bir artış olmuştu.

14.yüzyıl bu şehrin en iyi dönemiydi denebilir. Çünkü şehrin sorumlusu olan Muhammed Olcaytu ağır vergileri indirmiş, böylece büyüme başlamış ve refah artmıştı. Şehir kısa süre sonra bir ticaret limanı haline geldi, öyle ki Marco Polo'nun kayıtlarında yazanların Bakü’deki petrol-yağ zenginliği hakkında olduğu düşünülür:

"Gürcistan sınırına yakın bir yerde, o kadar bol miktarda yağ fışkıran bir kaynak var ki yüz gemi oraya aynı anda yüklenebilir. Bu yağın yenmesi iyi değil; ancak yakmaya ve kaşıntı veya kabuktan etkilenen deve ve erkeklere merhem olarak faydalıdır. Erkekler bu yağı almak için uzun bir mesafeden geliyorlar ve tüm mahallelerde bundan başka petrol yakılmıyor."

Altın Orda Devleti, Moskova Prensliği ve Avrupa ülkeleriyle ticaret yapılıyordu. Ani bir büyüme gösteren şehir kısa süre sonra kendi başarısının kurbanı haline geldi. Çünkü Hazar Denizi’ndeki zenginliği ve stratejik konumuyla ünlü olan şehir Safevi Devletinin kurucusu ve ilk lideri olan Şah İsmail’in (1. İsmail) dikkatini çekmişti. 1501’de şehri kuşattı. Bakü halkı direndi çünkü şehri geliştirmek için 200 yıldan fazla zaman harcamışlar ve güçlü duvarlar inşa etmişlerdi. Bu duvarların onları koruyacağına inanıyorlardı; ki pek öyle olmadı. İsmail adamlarına surları yıkma emri verdikten kısa bir süre sonra şehrin savunması düştü. Halk İsmail’in adamları tarafından kılıçtan geçirildi.

İsmail belli şartlar eşliğinde ve Safevi yönetimi altında Şirvanşahların Bakü’de kalmasına izin vermişti fakat halefi 1. Tahmasb onları iktidardan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Şirvan Evi etkili bir şekilde yok edildi, zaten daha sonra tekrar da kurulamadı. Şirvanşah 9-16. yy aralığında Şirvan hükümdarları için kullanılan bir unvandı. [Barthold, W., C.E. Bosworth "Shirwan Shah, Sharwan Shah]

RUSYA VE İRAN’IN BAKÜ İÇİN SAVAŞMASI

Rus İmparatorluğu ile İran (Kaçarlar) arasında 1813’de imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü resmi olarak Rusya yönetimine geçmişti. O zamana kadar şehir çeşitli İran hanedanlıklarının egemenliği altında kalmıştı. Bu Bakü halkına en büyük zararı getirmişti çünkü Bakü’deki kontrollerini sürekli olarak kaybediyorlardı, barışçıl bir dönem değildi. Bu yüzden Bakü’nün nüfusu uzun bir süre 5.000’in üzerine çıkma şansına sahip olamamıştı. Sürekli meydana gelen savaşlar yüzünden bir zamanlar oldukça hareketli olan ekonomi büyük zarar görmüştü.

1578-1590 Osmanlı-Safevi Savaşı sırasında Bakü Osmanlı’nın eline geçmişti; ki kısa bir süre sonra, 1607’de tekrar Safevi Devleti’nin kontrolüne geçti. 1722’de Safeviler İran’a geri dönünce Rus İmparatorluğunun başındaki Büyük Petro fırsat bu fırsat diyerek Bakü’yü işgal etti. Safeviler zaten kargaşa içindeydiler, bu yüzden Bakü’yü Ruslara bıraktılar. Fakat bu kısa süreli bir zafer olmuştu. Çünkü hemen 3 yıl sonra, 1725’te Rus hükümdarı Büyük Petro ölmüş, Rusya’da karışıklıklar başlamıştı. Böylece 1735’te imzalanan Gence Antlaşması ile Rusya Bakü de dahil olmak üzere aldığı her bölgeyi onlara geri vermeyi kabul etti. [Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Bilge Umar, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 32.]

Yine de Bakü sevdaları bitmemişti. Bu sefer Rusya, Kırım’ı Rus topraklarına katmasıyla tanınan II. Katerina emrinde 1796’da 13.000 kişilik ordu ile Bakü’ye saldırdı, kolayca ele geçirdi. Yine de bu Bakü’nün tarihteki en kısa işgali olmuştu. Sadece 1 yıl sonra, Katerina’nın oğlu I. Pavel Rusya’nın yeni imparatoru olmuştu. Rus-İran düşmanlığına son verilmesini emredince Ruslar Bakü’yü geri vererek terk etmişlerdi.

Ne yazık ki Bakü’deki kargaşa bitmiş değildi. Kısa bir süre sonra Rus İmparatorluğu ve İran tekrar savaşmaya başladılar ve 1804-1813 Rus-İran savaşının sonucunda imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü Ruslara geri verildi. Birkaç yıl sonra, 1826-1828 yılları arasında tekrar Rus-İran savaşı patlak verdi. Kısa bir süreliğine de olsa Bakü tekrar İran’ın eline geçti. Ancak bir kez daha Rusya’ya yenildiler. Bu çok daha kötü bir sonuç doğurdu çünkü 1828’de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Bakü’yü resmen Rusya’nın kalıcı parçası yapmışlardı.

Rus hükümdarları şehrin surlarını onarmak ve genişletmek için çalışmışlar yaptırmış, bu sırada surlara “artık burada kalıcıyız” mesajı veren düzinelerce top yerleştirmişlerdi. Sürekli ortaya çıkan savaşlar sona erince Bakü halkı tekrar ticarete odaklandı, liman yeniden açıldı. Yani Bakü tekrar işbaşı yaptı.

Surlu Şehir geliştikçe surlarınının dışında yeni mahalleler inşa edildi. Bu sırada Bakü, İç Şehir ve Dış Şehir olarak ikiye ayrılıyordu. Surların içinde yaşayanlar kendilerini gerçek Bakü yerlileri olarak görüyor, surların dışında yaşayanlara tepeden bakıyorlardı. Şehre para geldikçe mimari de değişmeye başlamış, bir kısmının yerini Gotik ve Barok tarzındaki Avrupa mimarisi almıştı.

PETROL

Bakü’de petrol keşfedilmesiyle şehrin büyümesi hız kazandı. Rus yetkililer Bakü topraklarını özel yatırımcılara satmaya başladı. Bunlar arasında Nobel Kardeşler ve Rothschild Ailesi gibi tanınmış isimler vardı. Bakü’nün petrol dolu olduğu ortaya çıkmıştı. 18.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar neredeyse uluslararası olarak satın alınan petrolün yarısı buradan çıkarılıyordu. Petrol parayı, para gelişim ve genişlemeyi getirdiği için surlarla çevrili şehir büyüyemezken dış şehrin nüfusu oldukça hızlı artmıştı. Ancak bu refah ortamı Bakü’de tekrar kan dökülmeyeceğinin garantisi değildi; hatta Bakü’nün en kanlı dönemi yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği yıkılana kadar defalarca kan akacaktı.

1905’te Rus işçi sınıfı Çar’a ve soylulara karşı ayaklanınca (1905 Rus Devrimi) Rusya’da siyasi huzursuzluk patlak vermişti. Bu sırada Bakü’de Ermeni ve Tatarlar (Azerbaycan Türkleri) arasında şiddet olayları yaşandı ve iki taraftan da binlerce insan hayatını yitirdi.

Bakü bir türlü nefes alamadı, 1. Dünya Savaşı sırasında Almanların hedefi oldu. Almanya, müttefiklere petrol tedarik etmekle sorumlu olan Bakü topraklarına girmek için Gürcistan’a asker gönderdi. Karşı hamle olarak İngiltere bölgeye kendi askerlerini gönderdi.

1917’de Bakü sokakları bu sefer Rus devrimi ile kana bulandı (1917 Şubat Devrimi). Rusya İmparatorluğunun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğu sırasında Bolşevik ve Taşnaklar (Ermeniler) Bakü’yü ele geçirmeye çalıştı. Azerbaycan Türkleri şehri korumak için dirense de gerçekleşen katliamlarda yaklaşık 13.000 kişi hayatını kaybetti. Bunlar 1918 Mart Olayları adıyla bilinir.

Dökülen onca kanın sonunda Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Fakat Cumhuriyetin bir sorunu vardı. Ordu olmadan kendilerini savunamazlardı. Geçmişte yaşadıkları onca işgal ortada iken bu oldukça önemli bir sorundu. Azerbaycan Osmanlı’dan yardım isteyerek Bakü’ye yürüyüşe geçti. Böylece 1918 Bakü Muharebesi gerçekleşti. Savaş kazanılmış, Bakü Azerbaycan’ın olmuştu.

Ama hasta adam denen Osmanlı zaten zayıftı ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti savunmasız kalmıştı. Diğer yandan Ruslar kaybettiklerini geri almaya can atıyorlardı. 28 Nisan 1920’de Bakü Kızıl Ordu tarafından işgal edilince Bolşevikler yeniden iktidara geldi.

Sovyetler Birliği’nin ele geçirdiği Bakü tekrar zenginleşmişti. Sovyet ülkeleri Bakü’nün petrolüne bağımlı olduğundan şehir Sovyetlerin baş tacı olmuştu. Ruslar Bakü petrol sahalarına büyük yatırımlar yaparken Bakü’nün çehresi büyük oranda değişti.

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bakü ve Azerbaycan bağımsızlıklarını kazanmış oldu.

MAYA-MEKSİKA MİTOLOJİSİNDE KÜÇÜK İNSANLAR

Hazırlayan: A.Kara

BİR BAKIMA MAYA CİNİ : ALUŞ

Dünyanın birçok bölgesinde karmaşaya neden olan insan benzeri küçük varlıklara dair efsaneler bulmak mümkün. Bunlar karşımıza goblin, golem, elf ya da cin gibi efsanevi varlıklar olarak çıkarlar. Benzer şekilde Meksika bölgesinde de Mayalardan kalma bir "küçük insan" efsanesi vardır. Onların inandığı efsanevi küçük insan ırkı olan Aluş, kargaşa çıkaran, yıkıma neden olan bir tür ruhsal varlık gibidir. Türk mitolojisindeki iyeler ile benzer yönlere sahiptir.

İnanışa göre Yucatan Yarımadası'nın civarında yaşadığına inanılan bu küçük varlıklar genellikle insanlar tarafından görülemezler. Fakat yaramazlık yapmak istediklerinde ve eğlence arayışına girdiklerinde kendilerini görünür hale getirebilirler. Genellikle orman, tarla, mağara gibi yerlerde bulunurlar. Yiyecekleri ve içecek suları olduğu sürece hemen hemen her şeyin içinde yaşayıp onu yuvaları haline getirebilirler. [1]

Tasvirlere göre aluş, çoğul adıyla aluşob denen bu varlıkların boyu insanların diz hizasındadır ve baykuş benzeri gözlere sahiptirler. Hızlı hareket etmelerinin yanı sıra inanışa göre kimi aluşların vücutlarının bir kısmı panter, iguana, geyik, papağan, çakal gibi hayvanlardan oluşur. Fiziksel görünüşlerine dair diğer tasvirler genel olarak onları peri benzeri yaratıklar olarak tanımlar. Yucatan yerlilerinden bazıları aluşların gölgeler içinde saklanıp kırmızı gözleriyle etrafa baktığını belirterek onları daha korkunç varlıklar olarak anlatır.

Yerliler bu varlıkların ormanda yaşadığına inanıyor ve eğer ormandan ayrılmayı ve kasaba, şehir gibi yerleşim yerlerine doğru gitmeyi daha faydalı bulacak olurlarsa buralara hücum edeceklerini düşünüyorlar. Bu yüzden günümüzde bile ormandan ayrılıp dışarı çıkmasınlar, kasaba ve şehirlere inmesinler diye onlara yiyecek içecek sunuları bırakılıyor. İnanışa göre onlara verilen bu sunular devam ettikçe yaşam yerlerinden ayrılmayacak, ormanda yaşamaya devam edecekler.

Kimi çiftçiler hem onlardan korunmak için hem de ormandan çıkmamaları için içine girip yaşayacakları minik evler, sunaklar inşa ederler. Bunlara "kahtal" denir. Bu aynı zamanda çiftçinin de çıkarınadır. Çünkü iyi davranılan bir aluş tıpkı Türk mitolojisindeki Ev İyesi gibi insanlara yardımcı olur. Fakat evlerin geçerliliği yedi yıldır. Kendisi için inşa edilen evin içinde yedi yıl boyunca yaşayacak olan aluş bu süre içinde çiftçilerin ekinleri ile ilgilenecek, hatta daha çok yağmur yağmasını sağlayarak toprağı bereketlendirecektir. 7 yıl dolduğunda aluş için yapılan sunak evin kapı ve pencereleri kapatılmalı, böylece aluş içinde hapsedilmelidir. Eğer bu yapılmazsa peri zararlı ve hilekar yüzünü göstermeye başlayacaktır. [Theresa Bane. Encyclopedia of fairies in world folklore and mythology (2013), sf. 25.]

Kolay memnun olabildikleri gibi çabuk sinirlenebilen bu varlıklara saygısızlık edilir ve dikkate alınmazlarsa bölgede yaşayan yerlileri korkutur, rahatsız etmek için harekete geçer ve daha tehditkar olurlar. İnsanların eşyalarını çalar veya ormanda gezenlere can sıkıcı şakalar yaparlar. Bu yönleriyle Türk mitolojisindeki Orman iyesi ile de benzeşirler.

Bir efsaneye göre bu varlıklara kilden yapılmış bir put şeklinde rastlanırdı ve eğer 9 gün 9 gece boyunca önlerinde tütsü yakılırsa canlanırlardı. Eğer bir insan belli bir aluşun sorun çıkardığından eminse onun evinin önüne giderek yiyecek içecek sunarak barış yapardı. [Nelson Reed. The Castle War of Yucatan. 1964. Sf. 38.]

Kimi bölge insanları yaşadıkları şanssızlıkları bu efsanevi varlıklarla ilişkilendirmiş, onları memnun etmediklerini, saygısızlık ettiklerini düşünmüşlerdir. Bu durumu telafi etmenin yolu onlara yeni sunular sunmak ve yaşamaları için bir ev inşa etmektir. 

Peki insanlar bu varlıklardan neden korkuyor? Sadece eşya çalacak ya da can sıkacaklar diye mi? Şimdi o kısma gelelim. İnanışa göre bu küçük yaratıklar siz ormanda dolaşırken birden önünüze geçip sizden bir sunu isteyebilirler. Eğer reddederseniz öfkelenen Aluş diğer Aluşlara haber verip hepsini toplayacaktır. Toplanma nedenleri her zaman fiziksel olarak saldırmak değildir. Hepsi bir araya gelip ona sunu vermeyi reddeden kişiye hastalık büyüsü yaparlar.

Aynı zamanda Müslümanlar arasındaki cin inanışına benzer şekilde eğer onların adını söylerseniz çağırmış olursunuz. Geldiğinde çağırdığınız için rahatsız olacak ve kargaşa yaratacaktır. Bu yüzden isimlerini söylemekten uzak durmak gerekir. Özellikle çocukları ormana sürükledikleri gibi bir inanış da mevcuttur. Bazıları hala bu varlıklara inanmaya devam ederken kimileri inanmayı bırakmış durumda.

Biliyoruz ki mitolojiler genellikle öyle birdenbire ortaya çıkmazlar. Genelde hepsinin bir çıkış noktası olur. İşte tarihçilerin iddiasına göre aluş ismi zaman zaman İspanyolcada gnomlar, leprikonlar ve goblinler gibi insan benzeri varlıklar için kullanılan "duende" terimi ile karıştırılmıştır. Benzerlikleri dikkate alındığında karıştırılabilmeleri tabi ki muhtemeldir. [2]

Duende kavramını Yunanistan, Portekiz, Filipinler gibi İspanya'nın ötesindeki birçok ülkenin halk masallarında, geleneklerinde görmek mümkündür. Bölgeden bölgeye göre terim ufak farklılıklar gösterse de hepsinin ortak noktası küçük ve kargaşaya neden olan varlıklar olmalarıdır. Yiyecekleri yaktıklarına, başkalarının yemeklerini yediklerine, şiddetli yağmur veya kar yağdırdıklarına, geceleri insanları rahatsız edip uyandırdıklarına, küçük çocukları yaramazlık yapmaya teşvik ettiklerine dahi inanılır.

Diğer yandan tıpkı Aluş gibi insanlara şans getirebilir ve yıkılan binaları yeniden inşa edebilir, ormanda kaybolanlara yardım edebilir, araziyi kutsayıp daha verimli kılabilir, yaşlı balıkçıların kürek çekmelerine yardımcı olmak gibi iyi işler de yapabilirlerdi.

Kimi tarihçiler duende teriminin bazen aluş sözcüğünün yerine kullanılmasının ve Aluş efsanesinin ortaya çıkmasının 15.yy'da Mayaların İspanyollar ile olan etkileşiminden kaynaklandığını düşünür. Diğer yandan Mayalar benzer efsanevi varlıklara inanan Britanya Adaları korsanları ile temas kurup bu varlıklara dair inanışları onlardan alıp türetmiş de olabilir. Ancak kimi Maya insanları için Aluşlar diğer topluluklardan alınmış efsanevi varlıklar değildi. Onlara göre kökenleri çok daha eskiye dayanıyor. Bu yüzden kimileri Aluşlara atalarının ve ülkelerinin ruhları olarak tapıyorlardı.

Mayaların Aluş tasvirlerini okuduğumda aklımda oluşan fikri destekler şekilde bazı kriptozoologlar* Aluş efsanesinin o dönemde yaşamış cüce insanlardan kaynaklandığını öne sürerler. Fakat zannedilenin aksine cücelik o dönemde yaygın görülen bir durum değildi. Bölgede onlarca kazı yapılmasına rağmen cüce insan iskeletine rastlanmamış olması da bunun kanıtıdır. [Virginia E. Miller. The Dwarf Motif in Classic Maya Art. Sf. 114.] Haliyle nadiren cüce birine tanık olan Mayalar onlarla karşılaşmalarını sözlü ve yazılı olarak aktarırken karşılaştıkları cüceleri efsaneleştirerek iyi-kötü yönlere sahip cüce varlıklar inancını var etmiş olabilirler. Çünkü kayıtlar onlardan yaklaşık 1 metre boyunda varlıklar olarak bahseder, bu da cücelerin efsaneleştirildiği ihtimalini güçlendirir.

Hala Maya soyundan gelen insanlardan kimileri aluş denen varlıklara inanıyor. Özellikle çiftçiler 7 yıl boyunca topraklarını verimli kılması için onları davet eden törenler yapıyorlar. Bu sırada onlara kalacakları yeri verip sunular sunuyorlar. Kimi çiftçiler bu varlıkların gerçekten var olduğuna inanmasa da gelenekleşmiş bir batıl inanç olarak bu uygulamayı devam ettiriyorlar.

Tabi bu varlıklara inanmayı devam ettirenler sadece çiftçiler değildi. Örneğin aluşlarla ilişkilendirilen ve çok yakın tarihlerde yaşanmış olan bir olay vardır. Bu anlatıya göre 1990 yılında iki noktayı birbirine bağlamak için bir köprü inşaatı başlatılır. İnşaatta çalışan Maya yerlileri diğer işçileri aluşlardan izin almadan yapıma başladıkları için sorun çıkacağı konusunda uyarana kadar köprü inşaatı üç kez başarısız olur. Bölgedeki bir çiftçi onlara tavsiye verir: aluşlara bir ev inşa ederek onları ikna etmeli, yatıştırmalı ve böylece saldırılarından korunmalılardır. Bu yüzden işçiler bir Maya şamanından yardım almaya gider ve sonrasında onlara ufak bir ev yaparlar. Tekrar iş başına döndüklerinde işleri yolunda gider ve köprü inşaatı başarıyla tamamlanır.

Günümüzde bile birçok otel, dükkan ve restoranda aluşların gönlünü almak, hoşnut etmek için yapılmış minik evler vardır. Bu evlerin geçerlilik süresi 7 yıl olduğundan 7 yıl dolduğunda eski evlerin mühürlenip yenilerinin yapılması gerekir. Bu yüzden bazı mekanlarda çok fazla minik eve rastlanır. Batıl inançları geride bırakmak kolay olmadığından bu efsanenin izleri Maya kültürünün hakim olduğu topraklarda hala görülebiliyor.

DİPNOT: Kriptozoolog halk efsanelerinde yer alan, kanıtlanmamış doğaüstü varlıkları araştıran kişilere verilen addır.