Akabe (Aqaba), Ürdün’ün güneyinde Akabe Körfezi kıyısında yer alan önemli bir
liman şehridir. 7.yy’da Arapların idaresine geçen şehir , 1115 yılında
Haçlıların hakimiyetine girmiştir. Selahaddin Eyyubi Akabe’yi 1170 yılında
Haçlılardan geri almıştır.
İslam (?) öncesi ve sonrası ile alakalı
önemli bilgiler bulabileceğimiz ender yerlerden birisidir liman şehri Akabe.
Roma
İmparatorluğu döneminde bu şehirin ismi ‘Aila’’ olarak bilinmekteydi.
(Grinzweig,Michael ‘’From the Items of the Name Eilat , 1993) Ayrıca
Nebatiler’de kendi dönemlerinde bu şehri liman ve ticaret noktası olarak
kullanmışlardı.
Milatten önce 116’da , Bosra bölgesine giden Via Nova
yolunun başlangıcıydı ve Legio X Fretensis’te bu önemli stratejik limanda
konuşlanmıştı. (Corpus Inscriptionum Iudaæse/Palaestianæ)
630
yıllarında , Piskopos Yuhanna ibn Ruba , bölgenin hegemonik kontrolünü fetihler
ile ele geçiren Araplar ile bir antlaşma yaparak , bölgenin siyasi kontrolünü
Arap liderlerine (Muhammed ?) verdi. Arapların kontrolüne geçen bu stratejik ve
ticari öneme sahip olan Akabe’de , Araplar Bizans şehrinin yanına yeni bir şehir
inşa etmeye başladılar.
Akabe (Aila / Ayla) sırasıyla Mısır, Suriye
(Şam), Kudüs ve Yesrib (Medine) yollarının kesişiminde yer alan bir şehirdi.
Ticaret yollarının ortasında kalan bu yer , bir çok yere erişim imkânı
sağlıyordu.
Aşağıdaki harita , Emevi Döneminde , 650-670 yılları
arasında Aqaba (Aila) şehrinin bir krokisini göstermektedir. Arap (İslam ?) medeniyetinde , şehrin kapılarına , o yönde bulunan büyük
şehirlerin isimleri verilirdi. Bizi ilgilendiren asıl konu Arapların burayı
ele geçirdikten sonra (628-630) yaptıkları Mescidlerin kıblesidir. Klasik İslâm
Anlatısına göre Muhammed Tebük’te ikâmet ederken , çevre illere komutanları
yollayarak ona biat etmesini emrediyordu. Richard A. Gabriel’in yazmış
olduğu ‘’Muhammad : Islam’s First Great General’’ adlı kitabında , Muhammed
bölgenin kontrolünü ele geçirmeye çalışıyor. Muhammed Tebük’te kaldığı süre
zarfında , ordusu Akabe’de Yohanna ibn Ruba’dan bölgenin kontrolünü ele alıyor
ve bölgeyi kontrol altına alan Muhammed’in Arapları ilk iş olarak bir mescid
inşa ediyor.
Buraya kadar bizi şüpheye düşürecek bir şey bulamadık ama bizi asıl
ilgilendiren yaptıkları mescid’in kıblesidir.
Richard A. Gabriel'in "İslam'ın İlk Generali Muhammed" adlı kitabında yazan
bazı bilgilere bakalım:
Muhammed on gün Tebük'te kaldı, bu sırada ordusunu dinlendirdi ve yerel
şeflerle müzakerelere girerek birkaç yeni ittifak oluşturdu. "Muhammed
Tebük'te sadece on gece kaldı, daha fazla değil. Sonra Medine'ye döndü." (1)
Bu kadar büyük bir Müslüman ordusunun varlığı, ne kadar rahatsız edici
olursa olsun, hala Muhammed'in yerel şefleri etkileyen gücünün açık bir
göstergesiydi ve bazıları Muhammed'le görüşmek için Tebük'e gitti. Bu
şeflerden biri Yohanna ibn Ruba, Alia'nın (modern Akabe) "valisi" idi ve
Muhammed ile Müslümanların limanı korunması karşılığında vergi ödemeyi kabul
ettiği bir anlaşma imzaladı. Bu koruma daha sonra gemileri de kapsadı. (2)
Üç Yahudi kasabası - Transürdün'deki Alia'nın 80 mil kuzeyinde bulunan Jerba
ve Udhruh ve Kızıldeniz'de bir balıkçı köyü olan Maqna'da benzer anlaşmalar
yaptı. (3)
Muhammed, Halid bin Velid ve birkaç yüz adamı kralın erkek kardeşini
öldürdükleri ve Hristiyan kralı koruma altına aldıkları Dumet-ül Cendel
vahasına gönderdi. Kral, Muhammed'e haraç ödemeyi kabul etti ve serbest
bırakıldı.
Konuya çok ilginç (!) bir durumla devam edelim. Bir şekilde Muhammed’in
emriyle bu bölgeye gelen Araplar, Akabe Şehri’nde , 215°’lik bir açı ile
mescid inşa etmiştir.
Sanılanın aksine bu mescid ne Mekke’ye ne de Petra’ya bakmaktadır.
628-630 yıllarında İslâm (!) Peygamberi Muhammed’in emriyle Akabe’ye gelen
Araplar neden Mescidlerinin yönünü 215°’lik bir açı ile inşa etmişlerdir. Bu
Dan Gibson ‘ın Petra tezi ile de örtüşmemektedir. Burada küçük bir parantez
açmak isterim , Walter R. Schumm’un son makalesinde , Dan Gibson ve David A.
King’in tartışmaları objektif olarak incelenmiş , Dan Gibson’ın belgeselinde
ve makalelerinde kullandığı bütün mescidlerin kıblesi istatistiksel ve
matematiksel olarak incelenmiştir. Makalede Dan Gibson’ın haklı olabileceği
sonucu çıkmıştır. (How Accurately Could Early – 622/900 C.E- Muslims Determine
the Direction of Prayers Qibla by Walter R. Schumm) (4)
Konumuza dönecek olursak , 630 yıllarında bölgenin valisi Yuhanna ibn Ruba ,
Aqaba’nın (Aila) kontrolünü para karşılığı koruma tahsis edecek şekilde
Araplara veriyor. Bölgeyi kontrol altına alan Muhammed’in Arapları , bölgeye
bir mescid yapıyor.
Yapılan Mescid’in Kıblesi ve Mihrabı – arkeolojik olarak- , Sina Dağı’nda
bulunan Aziz Katherine Manastırına bakıyor.
Aziz Katherine Manastırı , Geç Antik Yahudi-Hristiyan (Judeo-Christian)
geleneklerinde önemli bir kutsal alan olan Sina Dağı’nda bulunan bir
kilisedir.
Sina Dağı’nda Aziz Katherine Manastırı’nın bulunduğu bölge – aynı zamanda
Muhammed’in Araplarının yaptırdığı mescid’in kıblesi – Musa’nın İsrail’in
Tanrı’sı Rabb’den 10 Emiri aldığı yerdir.
Daha da ilginci bu kilisede bulunan , dünyanın en eski Pantokrator İsa
ikonasıdır. (Christ Pantocrator at Sina , 6th century) . Bu ikona 6.yy
başlarına tarihlenir.. Sorulması gereken sorulardan biri , Muhammed’in
Araplarının yaptığı mescid ve mezarlıkları neden Sina’da bulunan bu kiliseye
bakmaktadır..
Aziz Katherine Manastırında bir önemli detay daha vardır. Codex Sinaiticus.
Kütüphanesinde Yunanca en eski ikinci Kitab-ı Mukaddes bulunmaktadır.
Eusebus’un emirlerinin de yer aldığına göre 325’ten sonra 330-350 arasında
yazılmıştır.
Şimdi de Witcomb’un Aqaba’da bulduğu şeylere bakalım.
Şehrin sonraki katmanlarında (MS 9-10. Yy) yeniden kullanılan Hristiyan
sütunları/unsurları bulunmuştu. Arapların bölgeyi ele geçirmesinden sonraki
ilk yüzyıllar boyunca kiliselerin normal bir şekilde işlev gördükleri
arkeolojik olarak kanıtlanmıştır.
Bahsi geçen bir çok Hristolojik öge , 8.yy ortalarına kadar Arapların
kullandığı ögelerdir. Önemli iki obje , Akabe (Aila)’de Emevilerin
kullandıkları ögeler olarak , Donald Witcomb’un arkeolojik bulguları sonucu
kanıtlanmıştır.
Sadece sözde İslam peygamberi Muhammed’in (Mhmd) Araplarının Akabe’ye
yaptığı mescid’in neden İsa’nın en eski ikonasının bulunduğu bir kiliseye
baktığı bile sorulması gereken bir sorudur..
Ibid., 608. Other later sources cited by Rodinson, Muhammad, 275,
say Muhammad stayed in Tabuk for twenty days.
Ibn Ruba was not a “governor” in the sense of a Byzantine official. He
was a local prince or tribal chief. It should not be thought, therefore,
that Muhammad was negotiating with officials of the Byzantine Empire.
Rodinson, Muhammad, 275. There is some unresolved difficulty here in
that Glubb says the three villages were not Jewish but Christian.
How Accurately Could Early – 622/900 C.E- Muslims Determine the
Direction of Prayers Qibla by Walter R. Schumm
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)
YARATILIŞIN BABASI : PANGU (KAOSTAN YARATILIŞA UZANAN EFSANE)
Bir önceki makalede Çin yaratılış mitoslarındaki önemli karakterlerden biri
olan tanrıça
Nügüa'dan (Nuwa)
bahsetmiştim. Sırada başka bir Çin yaratılış mitosu ve onun baş karakteri
tanrı Pangu var.
Pangu, Çin mitolojisinin bazı versiyonlarında yaşayan ilk varlık ve bunların
yaratıcısıdır.
Kökeni Taoist geleneklere dayanan Pangu genellikle kaba tüylü, uzun-sık
sakallı, kafasında boynuzları olan, elinde çekiç tutan ilkel bir dev olarak
betimlenir ve Pangu'ya ilişkin en eski mit Üç Krallık (三國) döneminin
yazarlarından Xu Zheng tarafından kayda alınmıştır. Son zamanlarda ise
adı Pangu'nun ismine MS 156 tarihli bir mezarda da rastlanmıştır. [1]
Efsaneye göre başlangıçta hiçbir şey yoktur, kaos vardır ve evren
niteliksiz, biçimsiz bir ilkel durum içindedir ve dualizm yoktur. Şekilsiz
olan kaos 18.000 yıl gibi bir süre içerisinde bir kozmik yumurtaya
dönüşür. Bunun içinde Yin ve Yang'ın zıt ilkeleri mükemmel bir şekilde
dengelenir ve iyice büyüyen Pangu yumurtadan çıkar (veya uyanır). Kozmik
yumurtanın içindeki Pangu Çinlilerin Yin ve Yang'dan önceki birliği
vurgulayan, farklılaşmamış, mutlak ve sonsuz potansiyelin "Yüce Nihai"
durumu için kullandığı bir terim olan Taiçi'yi simgeleyen kozmolojik bir
terimdir. [2]
Kozmik yumurtadan çıkan Pangu dünyayı yaratmaya başlar; Dev baltasını
sallayarak Yin ve Yang'ı birbirinden ayırır ve Yin yeryüzünü Yang ise
gökyüzünü oluşturur. Pangu onları ayrı tutmak için aralarında durur ve
gökyüzünü yukarı iter. Geçen her gün gökyüzü 3 metre yukarı çıkarken,
yeryüzü 3 metre kalınlaşır ve Pangu 3 metre daha uzar çünkü onları
birbirinden ayrı tutmaya çalışmaktadır. Bu görev 18.000 yıl daha sürer.
Hikayenin bazı versiyonlarında Pangu'ya bu görevde en önde gelen dört
yaratık yardımcı olur. Bunlar: Kaplumbağa, Anka Kuşu, Ejderha ve Erderha
başına, tırnaklı hayvan bedenine ve geyik boynuzlarına sahip olan
mitolojik yaratık Kirin'dir.
Pangu dünyadaki tek varlık olduğu için karakterindeki farklı özellikler
dünyada farklı değişikliklere neden oldu. O huzurlu olduğunda gökyüzü
açık, kızdığında kapalı olur, ağladığında yağmur yağar, nehirler ve
göller oluşur, içini çektiğinde rüzgarlar eser, gözlerini kırptığında
gökyüzünü şimşeklerle doldurur, horlarken gökyüzü gök gürültüsüyle dolup
taşar.
Pangu yeryüzünde durup on sekiz bin yıl boyunca gökyüzünü kaldırdıktan
sonra iki parça arasındaki mesafenin yeterince büyük olduğunu hisseder,
yorulur ve uykuya dalar. Öyle yorgundur ki sonunda uykusunda ölür.
Öldüğünde nefesi rüzgar, sis ve bulutlarını; sesi, gök gürültüsünü; sol
gözü Güneşi, sağ gözü Ay'ı, başı dağları ve dünyanın sınırlarını, kanı
nehirleri, kasları bereketli toprakları, yüz kılları yıldızlar ve
Samanyolunu, kürkü çalıları ve ormanları, kemikleri değerli mineralleri,
ilikleri değerli mücevherleri, teri yağmuru oluştururken rüzgarın taşıdığı
kürkündeki pireler ise hayvanlara dönüşürken ruhundan ise insanlar meydana
gelir.
Bazı efsaneler köpek başına ve insan vücuduna sahip olan Pangu'dan doğrudan
insanlığın babası olan göksel bir yaratık olarak bahsederken, efsanenin
başka bir varyantı onun insanları çamurdan şekillendirdiğini iddia eder.
EFSANENİN KÖKENLERİ
Derk Bodde bu efsaneyi Güney Çin'deki Miao halkı ve Yao halkının ata
efsanelerine bağlar. [3]
Guangxi Milliyet Araştırmaları Enstitüsü başkanı Profesör Qin Naichang [4]
Pangu mitinden önceki gerçek yaratılış mitini şu sözleriyle yeniden inşa
ediyor. Fakat okurken unutmayın ki bu aslında gerçek bir yaratılış
efsanesi değildir:
Bir erkek ve kız kardeş tarih öncesi dönemde gerçekleşen Tufan'da su
üzerinde yüzen bir su kabağına sığınıp içinde çömelerek hayatta kalan tek
çift olurlar. İkili daha sonra evlenir ve bileme taşı şeklinde bir et
kütlesi doğar. Onu kesip parçalarlar ve bu et parçaları çoğalmaya-üremeye
başlayan büyük insan topluluklarını oluşturur. Bu kız ve erkek kardeş
çifti Zhuang etnik dilinde sırasıyla "bileme taşı" ve "kabak" anlamına
gelen 'Pan' ve 'Gou' olarak adlandırılır.
Paul Carus konuya dair şunları yazmıştır:
Yih felsefesinin temel fikri öylesine ikna ediciydi ki dünyayı elindeki
keskisi ile sonsuzluğun kayalarından oyduğu söylenen P'an-Ku'nun Taocu
kozmolojisini neredeyse yok etti. Efsane edebiyatçılar tarafından ele
alınarak onurlandırılmamış olsa da yorumu hak eden bazı ilgi çekici
özellikler içermektedir.
P'an-Gu iki şekilde yazılmıştır: Biri edebi tercümelerde "eski havza",
diğeri "havza katı" anlamına gelir. Her ikisi de sesteş sözcüklerdir, yani
aynı şekilde telaffuz edilirler fakat orijinal ve doğru yazım olarak
birincisi tercih edilebilir. Açıkçası bu ad "yerli uçurum" anlamına
geliyor ve bunun Babil mitosundaki Tiamat'ın "Derin" kelimesinin çevirisi
olduğuna inanmak için geçerli nedenlerimiz var.
Çin efsanesi bize P'an-Ku'nun kemiklerinin kayalara dönüştüğünü söyler;
eti toprağa; iliği, dişleri ve tırnakları madenlere; saçları ot ve
ağaçlara; damarları nehirlere; nefesi rüzgara ve dört bacağı dünyanın dört
bir köşesini işaretleyen sütunlar haline gelir. Bu sadece İskandinav
mitolojisindeki Dev Ymir mitinin değil aynı zamanda Babil'in Tiamat
efsanesinin de Çin varyantıdır.
P'an-Ku'ya dair yapılmış olan resimler onu yaşlılığı veya ölümsüzlüğü
sembolize eden ve doğaüstü güçleri olduğuna inanılan kaplumbağa ve turna
gibi hayvanlar eşliğinde çizilmiştir. Bu çizimlerde
bazen de gücün simgesi olan ejderha ve mutluluğun simgesi olan anka kuşu
yer alır.
P'an-Ku'nun gövdesinden Yeryüzü oluştuktan sonra sırasıyla üç büyük
kaynağın hüküm sürdüğü söylenir. Bunlar; İlki göksel, ikincisi karasal,
üçüncüsü ise insan egemenliği olan üç kaynaktır. Daha sonra bunları da
zamanla insanlığa gökten ateşi indiren ve insana onu kullanmayı öğreten
Prometheus'a dönüşen Çin efsanesinin ateş adamı Sui-Jen izler.
Günümüzde klasik hatlarıyla bildiğimiz Prometheus miti Yunan
mitolojisine özgü değildir. Daha sonraları akla gelen yaratıcı bir
düşünceyle "ön düşünür" olarak açıklanan bu isim aslında Sanskritçe'deki
"burç" veya "ateş çubuğu" anlamlarına gelen Pramantha'dır.
Mitin Hindistan ve Yunanistan arasındaki medeniyetin ana merkezi olan
Mezopotamya'da da bilinmesi gerektiğini inkar edemeyiz ve (Çin
mitolojisindeki) Sui-Jen figürünün Yunan mitolojisindeki Prometheus ile
aynı prototipten türetilmiş olması muhtemel hale geliyor. [5]
Çevirmen James Legge, Pangu'dan şöyle bahseder:
P'an-ku sıradan insanlar tarafından "göğü ve yeri yaratan ilk insan" olarak
anlatılır. Bana "pidgin" yani İngilizce karşılığı ile "o senin Adem'inle
aynı" denildi. Resimli Taoist kitaplarına baktığımda onu tüylü, bodur,
kaotik kayaları kırdığı muazzam bir çekiç ve keski kullanan, maymundan
ziyade ayıdan evrimleşen cüce bir Herkül olarak görmüştüm. [6]
Pangu mitosunun eski Çin klasik metinlerin teolojisinde "Yücelik" veya "Yüce
Tanrı" anlamında kullanılan bir terim olan "Shangdi" den [7] veya MÖ
300'lere ait olan ve Taoist yaratılış efsanesini anlatan antik Çin metni
Taiyi'den (Taiyi Shengshui) önce var olduğu görülmektedir. Birçok çeşidi
olan Nuwa ve Yeşim İmparatoru gibi Çin mitleri insanların nasıl
yaratıldığını açıklamaya çalışır fakat dünyanın yaratılışını açıklamaya özen
göstermez. [8]
BUYEİ KÜLTÜRÜNDE PANGU
Çin'in 56 etnik resmi gruplarından biri olan Buyei'lerin mitoloslarına göre
[9], Pangu dünyayı yarattıktan ve pirinç tarımı konusunda uzman olduktan
sonra Ejderha Kralının kızıyla evlenir ve onların birlikteliği Buyei halkını
doğurur.
Ejderha Kralı'nın kızının ve Pangu'nun Xinheng (新 横) adında bir oğlu
vardır. Xinheng annesine saygısızlık edince annesi gökyüzüne döner,
kocasının ve oğlunun tekrarlanan ricalarına rağmen asla aşağı inmez.
Yeniden evlenmek zorunda kalan Pangu ay takviminin altıncı ayının altıncı
gününde ölür.
Xinheng'in üvey annesi ona kötü davranır, öyle ki neredeyse onu öldürür.
Xinheng onu pirinç hasadını yok etmekle tehdit ettiğinde üvey annesi
hatasını fark eder. Onunla barışır ve her yıl ay takviminin altıncı ayının
altıncı gününde Pangu'ya saygılarını sunmaya devam ederler. Bu gün daha
sonra Buyeilerin atalara ibadetleri için önemli bir geleneksel bayram
haline gelir.
Bu farklı yaratılış efsanesi, Buyei'yi Zhuang'dan ayıran temel
özelliklerden biridir.
Pangu'ya genellikle Taoist kozmolojisinde gerçekliğin temel ilkelerini
temsil etmek için kullanılan, birbiriyle ilişkili sekiz kavramdan oluşan
bir dizi sembol olan Bagua gibi Taoist semboller aracılığıyla Çin'deki bir
dizi tapınakta ibadet edilir.
1809 yılında inşa edilen Kral Pangu Tapınağı, Pangu Kral Dağı'nın
eteklerinde yer almaktadır. [10]
盘古探源:让你了解古老神秘的盘古. Archived from the original on
2013-12-18.
I. Robinet, Paula A. Wissing : The Place and Meaning of the Notion of
Taiji in Taoist Sources Prior to the Ming Dynasty, History of Religions
Vol. 29, No. 4 (May 1990), pp. 373-411
Derk Bodde, "Myths of Ancient China", in Mythologies of the Ancient World,
ed. by Samuel Noah Kramer, Anchor, 1961, p. 383.
http://arabic.china.org.cn/english/culture/82342.htm, as seen on Nov 7th
2019.
Paul Carus, Chinese Astrology, Early Chinese Occultism (1974), from an
earlier book by the same author, Chinese Thought (1907), chapter on
"Chinese Occultism." Note: in 1907 the Wade-Giles system of
transliteration was used.
Legge, James (1881), The Religions of China: Confucianism and Tâoism
Described and Compared with Christianity, C. Scribner, p. 168.
Eno, John; Kalinowski, Marc (2008), "Shang State Religion and the Pantheon
of the Oracle Texts", Early Chinese Religion: Part One: Shang Through Han
(1250 BC-220 AD), Early Chinese Religion, Brill, ss. 41–102, ISBN
9004168354
盤古神話探源 (PDF). Archived from the original (PDF) on 2013-11-11.
"The 2009 Vietnam Population and Housing Census: Completed Results".
General Statistics Office of Vietnam: Central Population and Housing
Census Steering Committee. Haziran 2010. s. 135.
"Pangu King Temple Park Travel Guide". Archived from the original on
2012-02-18. Retrieved 2009-02-24.
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL
Süleyman Davut’un gayri meşru bir şekilde kocasını öldürerek sahip olduğu Batşeva’nın oğludur Tevrat öğretisine göre Davut'un Batşeva'dan bir oğlu olacaktır fakat çocuk ölü doğacaktır. Batşeva buna çok üzülür ve ağlar Davut onu teselli için yanında gider, ona ağlamamasını, eğer dua ederse tanrının ölü oğlunu onlara bağışlayabileceğini söyler. Batşeva artık olanın olduğunu, hiçbir şeyin değişmeyeceğini söyler. O gün Davut ve Batşeva yatarlar. Batşeva Süleyman'a hamile kalır. Çocuk doğduğunda çocuğun adını Süleyman koydular ama Rab peygamber Natan'ı oraya yollayıp çocuğun adını Yedidyah koydur. Yedidyah "tanrı tarafından sevilen" anlamına gelir.
Süleyman’ın Tahta Çıkışı
Davut’un ömrünün son zamanlarında Hagit oğlu yakışıklı Adoniya kendini kral ilan eder ve bundan Batşeva'nın haberi yoktur. Peygamber Natan, Batşeva'ya bunu iletir ve oğlunu tahta çıkması için yapması gerekenleri söyler. Batşeva Davut'a gidip Adoniya'nın ona söylemeden tahta çıktığını söyler. Davut'un Batşeva'nın oğlunun tahta çıkacağına dair sözünü de hatırlatır.O anda Natan da gelip Batşeva’nın sözlerini doğrular. Davut ta sözünü yerine getirip tanrı adına kendisinden sonra kral olacak olanın oğlu Süleyman olduğu adına ant içer. Ardından Süleyman'ın katıra binip Gihon'a gitmesini ve orada kahin Sadok’un onu yeni İsrail kralı olarak mesh etmesini söyler.
1.Krallar 1:39-40: 39) Kâhin Sadok, Kutsal Çadır'dan yağ dolu boynuz kabı alıp Süleyman'ı meshetti. Boru çalınca bütün halk "Yaşasın Kral Süleyman!" diye bağırdı. 40) Herkes kaval çalarak Süleyman'ın ardından yürüdü. Öyle sevinçliydiler ki, seslerinden adeta yer sarsılıyordu.
Davut’un kendi iradesiyle Süleyman'ı kral ilan ettiğini duyan Adoniya'nın arkadaşları onu bırakıp gitti. Adoniya ise sunağa sarıldı çünkü sunağa sarılan öldürülmezdi. Süleyman haber yollayarak "eğer bana biat ederse saçının teline bile zarar gelmez" dedi. Adoniya karşısına çıkıp onun önüne kapanınca Süleyman ona "evine dönebilirsin" dedi.
1.Krallar 2:1-4: 1) Davut'un ölümü yaklaşınca, oğlu Süleyman'a şunları söyledi: 2) "Herkes gibi ben de yakında bu dünyadan ayrılacağım. Güçlü ve kararlı ol. 3) Tanrın RAB'bin verdiği görevleri yerine getir. Onun yollarında yürü ve Musa'nın yasasında yazıldığı gibi Tanrı'nın kurallarına, buyruklarına, ilkelerine ve öğütlerine uy ki, yaptığın her şeyde ve gittiğin her yerde başarılı olasın. 4) O zaman RAB bana verdiği şu sözü yerine getirecektir: 'Eğer soyun nasıl yaşadığına dikkat eder, candan ve yürekten bana bağlı kalarak yollarımda yürürse, İsrail tahtından senin soyunun ardı arkası kesilmeyecektir.
Davut ölmeden önce Süleyman'a bu öğütleri verir. Dikkat edilmesi gereken nokta Davut'un soyunun nasıl yaşadığına dikkat ettiği sürece Rab tarafından kutsanacağıdır.
Süleyman Yönetiminde İsrail
1.Krallar 3:1-14:
1) Süleyman, Mısır Firavunu’nun kızıyla evlendi. Böylece firavunla müttefik oldu. Eşini Davut Kenti’ne götürdü. Kendi sarayı, RAB’bin Tapınağı ve Yeruşalim’in çevre surları tamamlanıncaya kadar orada yaşadılar.
2) Halk, hâlâ çeşitli tapınma yerlerinde RAB’be kurban sunuyordu. Çünkü o güne dek RAB’bin adına yapılmış bir tapınak yoktu.
3) Süleyman babası Davut’un kurallarına uyarak RAB’be olan sevgisini gösterdi. Ancak hâlâ çeşitli tapınma yerlerinde kurban sunuyor, buhur yakıyordu.
4) Tapınma yerlerinin en ünlüsü Givon’daydı. Kral Süleyman oraya giderek sunakta bin yakmalık sunu sundu.
5) RAB Tanrı, Givon’da o gece rüyada Süleyman’a görünüp, “Sana ne vermemi istersin?” diye sordu.
6) Süleyman, “Kulun babam Davut’a büyük iyilikler yaptın” diye karşılık verdi, “O sana bağlı, doğru, bütün yüreğiyle dürüst biri olarak yolunda yürüdü. Bugün tahtına oturacak bir oğul vermekle ona büyük bir iyilik daha yapmış oldun.
7) “Ya RAB Tanrım! Ben henüz çocuk denecek bir yaşta, yöneticilik nedir bilmezken bu kulunu babam Davut’un yerine kral atadın.
8) İşte kulun kendi seçtiğin kalabalık halkın, sayılamayacak kadar büyük bir kalabalığın ortasındadır.
9) Bu yüzden bana öyle sezgi dolu bir yürek ver ki, iyi ile kötüyü ayırt edip halkını yönetebileyim. Başka türlü senin bu büyük halkını kim yönetebilir!”
10) Süleyman’ın bu isteği Rab’bi hoşnut etti.
11-12) Tanrı ona şöyle dedi: “Madem kendin için uzun ömür, zenginlik ve düşmanlarının ölümünü istemedin, bunların yerine adil bir yönetim için bilgelik istedin; isteğini yerine getireceğim. Sana öyle bir bilgelik ve sezgi dolu bir yürek vereceğim ki, benzeri ne senden öncekilerde görülmüştür, ne de senden sonrakilerde görülecektir.
13) Sana istemediklerini de vereceğim: Yaşadığın sürece öbür kralların erişemeyeceği bir zenginlik ve onura ulaşacaksın.
14) Eğer sen de baban Davut gibi kurallarıma ve buyruklarıma uyup yollarımda yürürsen, sana uzun ömür de vereceğim.”
Tanrı, Davut gibi Süleyman'ın isteğini hoşnutlukla karşıladı. Tabi buyruklarına uyup yollarına düşmesi şartı vardı ki; bu durum Yahudi lanetinin başlangıcıdır.
Süleyman’ın bilgeliği ülke sınırlarını aşmıştı zenginliği de her geçen gün artmaktaydı.
Süleyman Fırat tan Filist topraklarına kadar tüm topraklara egemendi. Bu ülkeler ona her ay haraç ödüyorlardı. Süleyman babası Davut’un yaşamında yapamadığı Rabb'e adanmış bir tapınak yapmak için Lübnan'dan sedir sipariş etti ve tapınağı yaptırmak için İsrail'den 30 bin adam topladı.
1.Krallar 5:15-17: 15) Süleyman'ın yük taşıyan 70 000, dağlarda taş kesen 80 000 adamı vardı. 16) Ayrıca, işin yürümesini sağlayan ve işçileri yöneten 3 300 görevlisi vardı. 17) İşçiler, kralın buyruğu uyarınca, tapınağın temelini yontma taşlarla atmak üzere ocaktan büyük ve kaliteli taşlar kesip çıkardılar.
1.Krallar 6:11-15: 11) RAB, Süleyman'a şöyle seslendi: 12) "Bu tapınağı yapmaktasın. Kurallarıma, ilkelerime ve bütün buyruklarıma uyup onlara bağlı kalırsan, baban Davut'a verdiğim sözü senin aracılığınla yerine getireceğim. 13) Halkım İsrail'in arasında yaşayıp onları hiç terk etmeyeceğim." 14) Süleyman tapınağı yapıp bitirdi. 15) Tapınağın iç duvarlarının yüzeyini sedir ağaçlarıyla döşeyip üstlerini tabandan tavana kadar tahtalarla kapladı. Tapınağın zeminini ise çam tahtalarla döşetti.
Süleyman tapınağın en kutsal odasının olan ahit sandığının bulunduğu odanın tamamını altınla kaplattı ve antlaşma sandığını Davut kenti Siyon'dan getirip tam merkeze yerleştirdi.
1.Krallar 8:22-26: 22) Süleyman RAB'bin sunağının önünde, İsrail topluluğunun karşısında durup ellerini göklere açtı. 23) "Ya RAB, İsrail'in Tanrısı, yerde ve gökte sana benzer başka tanrı yoktur" dedi, "Bütün yürekleriyle yolunu izleyen kullarınla yaptığın antlaşmaya bağlı kalırsın. 24) Ağzınla kulun babam Davut'a verdiğin sözü bugün ellerinle yerine getirdin. 25) "Şimdi, ya RAB, İsrail'in Tanrısı, kulun babam Davut'a verdiğin öbür sözü de tutmanı istiyorum. Ona, 'Senin soyundan İsrail tahtına oturacakların ardı arkası kesilmeyecektir; yeter ki, çocukların önümde senin gibi dikkatle yürüsünler demiştin. 26) Ey İsrail'in Tanrısı, şimdi kulun babam Davut'a verdiğin sözleri yerine getirmeni istiyorum.
Süleyman sunağın önünde durup tanrıya böyle seslenir. Tanrı sonraki zamanlarda Süleyman'a tekrar görünür.
1.Krallar 9:2-7:
2) RAB daha önce Givon’da olduğu gibi ona yine görünerek 3) şöyle dedi: “Duanı ve yakarışını duydum. Adım sürekli orada bulunsun diye yaptığın bu tapınağı kutsal kıldım. Gözlerim onun üstünde, yüreğim her zaman orada olacaktır. 4) Sana gelince, baban Davut’un yaptığı gibi, bütün yüreğinle ve doğrulukla yollarımı izler, buyurduğum her şeyi yapar, kurallarıma ve ilkelerime uyarsan, 5) baban Davut’a, ‘İsrail tahtından senin soyunun ardı arkası kesilmeyecektir’ diye verdiğim sözü tutup krallığını sonsuza dek pekiştireceğim.
6) “Ama siz ya da çocuklarınız yollarımdan sapar, buyruklarıma ve kurallarıma uymaz, gidip başka ilahlara kulluk eder, taparsanız, 7) size verdiğim bu ülkeden sizi söküp atacağım, adıma kutsal kıldığım bu tapınağı terk edeceğim; İsrail bütün uluslar arasında aşağılanıp alay konusu olacak.
Bununla birlikte Tanrı Süleyman'a gözdağı verir.
Kral Süleyman tüm dünya krallarından zengin ve bilgedir öyle ki ondan öğüt almak için bile çok uzak yollardan gelmektedirler Süleyman'ın zenginliği ise o kadar fazladır ki depolara ambarlara sığmayacak kadar altını ve mücevheri vardır.
Süleyman’ın Tanrıdan Uzaklaşması
Süleyman firavun kızı Moavlı, Ammonlu, Hititli bir çok kadın sevdi. Bunlar tanrının "onların arasına karışmayın, aranıza da almayın zira onlar sizi kendi tanrılarına doğru saptırır" dediği ırklardı. Buna rağmen Süleyman aldırış etmedi. Süleyman’ın bu halklardan 700 karısı ve 300 cariyesi vardı.
Süleyman yaşlandıkça karıları onu kendi tanrılarına tapınmaya doğru itti ve onu yolundan saptırdılar. Yaşamının son dönemlerinde Saydalıların tanrısı Astoret'e ve Ammonlu'ların ilahı Molek'e tapındı. Babası Davut gibi yaşamı boyunca Rabb'e sadık kalmadı.
Yeruşalim'in doğusundaki tepede Moavlılar'ın i ilahı Kemoş'a ve Ammonlular'ın iğrenç ilahı Molek'e tapmak için bir yer yaptırdı.
İlahlarına kurban kesip adak adamak isteyen tüm eşleri içinde aynı şeyi yaptı. Tanrı onu 2 kez görüp uyarmasına rağmen Süleyman tanrının dediklerine uymamış ve ona aldırmamıştı. Rab buna öfkelendi ve Süleyman'a tekrar göründü.
1.Krallar 11:11-13: 11) “Seninle yaptığım antlaşmaya ve kurallarıma bilerek uymadığın için krallığı elinden alacağım ve görevlilerinden birine vereceğim” dedi,
12) “Ancak baban Davut’un hatırı için, bunu senin yaşadığın sürede değil, oğlun kral olduktan sonra yapacağım.
13) Ama oğlunun elinden bütün krallığı almayacağım. Kulum Davut’un ve kendi seçtiğim Yeruşalim’in hatırı için oğluna bir oymak bırakacağım.”
Böyle diyerek Süleyman'dan umudu kesmiş ve halkını yok edeceğine ant içmiştir.
Tanrı kendi halkını lanetlemiş sizi dünyaya dağıtacağım ve alay edilen bir ırk yapacağım demişti. 1948 öncesi Yahudilerin durumunu buna bağlayanlar olmuştur ama ama bu yüksek oranda saçmalık içerir zira doğruluğunu bile bilmediğimiz bir kitapta yazanlara bakarak bunları iddia edemeyiz.
Özetlemek gerekirse Süleyman büyük bir kraldı, zenginliği tüm medeniyetleri aşardı. Fakat bu durum ülkesini tanrının gazabından korumadığı gibi tanrı tarafından halkının lanetlenmesine de sebep oldu.
Nügua şeklinde de okunan Çin mitolojisinin ana tanrıçası Nüwa,
imparator-tanrı Fuxi'nin kız kardeşi ve karısıdır. Kendisi de eşi de yarı yılandır. İnsanlığı yaratması ve
Cennetin (göğün) Sütunu'nu onarması ile tanınır. [1]
Huainanzi, Nüwa'yı Cennet ve Dünya'nın bozulduğu zamanla ilişkilendirir:
Daha eski zamanlara dönersek dört sütun kırılmıştır ve dokuz vilayet perişan
haldedir. Gökyüzü dünyayı tamamen örtmez ve yerüzü gökyüzünü baştan sona
üzerinde tutamaz. Yangınlar kontrolden çıkar ve söndürülemez. Su büyük
genişlikte alan kaplar ve geri çekilemez. Vahşi hayvanlar masum insanları yer,
yırtıcı kuşlar yaşlıları ve zayıfları kapar. Bunun üzerine Nüwa, masmavi
gökyüzünü onarmak için beş renkli taşı eritir ve büyük kaplumbağanın
bacaklarını göğü destekleyecek dört sütun olarak keser.
Beş renkli taşlar beş Çin elementi olan odun, ateş, toprak, metal ve suyu
simgeler. İnanışa göre suyun özü siyah ejderha olduğundan sık sık sellere
neden olur. [3]
Nügüa, Ji eyaletine rahatlık sağlamak için siyah ejderhayı öldürür. Kabaran
suları durdurmak için saz ve küller yığar. Mavi gökyüzü onarılır ve kaplumbağa
bacağından dört sütun ile desteklenir. Kabaran sular boşaltılır, haşeratlar
öldürülür ve suçsuz insanların yaşamları korunur ve böylece Ji eyaletine huzur
gelir. [2] [a]
Nüwa'nın düzelttiği bu felaketlerin Gonggong ve Zhuanxu arasındaki savaştan
kaynaklandığı tahmin edilir [b]
Bu durumdan Huainanzi'de şöyle bahsedilir:
Yenilgisini kabullenemeyen Gong Gong kasıtlı olarak kafasını dört sütundan
biri olan Buzhou Dağı'na vurur. Gökyüzünün yarısı düşerek büyük bir boşluk
yaratır ve yeryüzü çatlar. Gökyüzü kuzeybatıya yükselirken dünyanın ekseni
mundi güneydoğuya doğru eğilir. İnanışa göre Çin'in batı bölgesinin doğudan
daha yüksek olmasının ve nehirlerinin çoğunun güneydoğuya doğru akmasının
nedeni de budur. Aynı açıklama kuzeybatıya hareket eden güneş, ay ve yıldızlar
için de geçerlidir. Gökyüzü zarar gördükten sonra başlayan orman yangınları
vahşi hayvanları çıldırtınca masum insanlara saldırırlar. Bu sırada göğün
yarısının düşerek çatlattığı yeryüzündeki yarıklardan dışarı çıkan sular
yavaşlamak bilmemektedir. [9]
Nüwa yarattığı insanlara acıyarak gökyüzünü onarmaya çalışır. Nehir yatağından
kırmızı, sarı, mavi, siyah ve beyaz olmak üzere beş renkli taş toplar, onları
eritir ve gökyüzünü yamamak için kullanır. O zamandan beri gökyüzü (bulutlar)
renklidir. Daha sonra bazı anlatılarda adı Ao olarak geçen dev bir
kaplumbağayı öldürür ve gökyüzünü desteklemesi için yeni
sütunlar olarak kullanmak üzere yaratığın dört bacağını keser. Ancak Nüwa bunu
kusursuz bir şekilde yapamayınca bacakların eşit olmayan uzunluklarından
dolayı gökyüzü eğilir. İş bittikten sonra vahşi hayvanları uzaklaştırır,
yangını söndürür ve yanan sazlıklardan gelen büyük miktarda kül ile selleri
kontrol altına alır. Böylece dünya eskisi gibi barışçıl, yaşanabilir hale
gelir. [9] [10]
Bunu takiben Huainanzi, bilge hükümdarlar Nüwa ve Fuxi'nin Yolu (道) ve onun
gücünü (德) izleyerek krallık üzerinde nasıl bir düzen oluşturduğunu anlatır.
[2]
Savaşan Devletler dönemi ile Han Hanedanlığı arasında tarihlenen Dağlar ve
Denizler Klasiği, Nüwa'nın bağırsaklarının on ruha dağılmış olduğunu anlatır.
[4]
MÖ 340 - 278'lere ait olan Chu'nun Şarkıları'nın 3.Bölümündeki "Cennete
Sormak" (Çince: 问 天) adlı şiirde yazar Qu Yuan, Nüwa'nın sarı topraktan
figürler kalıba dökerek onlara hayat ve çocuk doğurma yeteneği verdiğini
yazar. İblisler savaşıp gökyüzünün sütunlarını kırdıktan sonra Nüwa hasarı
gidermek için durmaksızın çalışır ve gökyüzünü onarmak için beş farklı renkli
taş eritir.
MS 58 - 147 arasında yazılmış olan Çin'in en eski sözlüğü Shuowen Jiezi'de,
Nüwa'nın hakkında yazan Xu Shen, onu Fuxi'nin hem kız kardeşi hem de karısı
olarak tanımlar. Nüwa ve Fuxi, Jiaxiang şehrinde yer alan Shandong
eyaletindeki Wuliang Tapınağı'ndaki Doğu Han Hanedanlığına ait bir duvar
resminde yılan benzeri kuyruklara sahip olarak resmedilmiştir.
Çin mitolojik ögelerinden bahsedilen Duyi Zhi (獨 異 志; c. 846 - 874 AD),
adlı eserin 3.cildinde yazar Li Rong şunları yazmıştır:
Uzun zaman önce dünya ilk var olduğunda iki kişi vardı: Nü Kua ve ağabeyi.
K'un-lun Dağı'nda yaşadılar ve dünyada henüz sıradan insanlar yoktu.
Birbirlerine karı koca olmaktan bahsettiler ama utandılar. Böylece kardeş
hemen kız kardeşi ile K'un-lun Dağı'na çıktı ve şöyle dua etti: "Ey Tanrım,
eğer bizlere karı koca olarak iki başka kadın ve erkek gönderirsen o zaman tüm
buğulu buharı topla. Göndermezsen o zaman tüm puslu buharı dağıt." Bunun
üzerine puslu buhar hemen toplandı. Kız kardeş erkek kardeşiyle
yakınlaştığında yüzlerini perdelemek için çimleri örerek yelpaze yaptılar.
Bugün bile bir adam bir eş aldığında uzun zaman önce olanların bir sembolü
olarak ellerinde yelpaze tutarlar. [5]
Nüwa, Ming hanedanlığının ünlü romanı Fengshen Bang'de de yer alır. Bu romanda
belirtildiği üzere Nüwa Yeşim İmparatorunun kızı olduğu için Xia Hanedanlığı
zamanından beri büyük saygı görür ve ondan sık sık "Yılan Tanrıçası" olarak
bahsedilir. Shang Hanedanlığı yaratıldıktan sonra Nüwa hanedanlığı ara sıra
yağan yağmurlardan korumak ve iyileştirici nitelikler sağlamak için beş adet
renkli taş yaratır. Bir süre sonra Shang Rong derin bir saygı göstergesi
olarak Shang Kralı Zhou'dan onu ziyaret etmesini ister. Ziyarete giden Zhou
ışık perdesinin arkasında oturan güzel tanrıça Nüwa'yı tamamen görünce şehvete
kapılır ve yakınındaki duvara küçük bir şiir yazarak vedalaşır. Daha sonra
Nüwa, Sarı İmparator'u ziyaret ettikten sonra tapınağına döndüğünde Zhou'nun
sözlerinin iğrençliğini görür. Öfkelenir ve Shang Hanedanı'nın suçunun
karşılığını alacağı üzerine yemin eder. Nüwa kralı öldürmek için yerinden
yükselerek saraya çıkar ancak aniden iki büyük kırmızı ışık huzmesi tarafından
vurulur.
Nüwa, Kral Zhou'nun kaderinde krallığı yirmi altı yıl daha yönetmek olduğunu
fark ettikten sonra üç astını çağırır. Bunlar: Bin Yıllık Vixen (daha sonra
Daji oldu), Yeşim Pipa ve Dokuz Başlı Sülün'dür. Nüwa onlara "Cheng Tang'ın
altı yüz yıl önce kazandığı şans azalıyor. Size herkesin kaderini belirleyen
göklerin yeni bir görevinden bahsediyorum. Üçünüz Kral Zhou'un sarayına
girecek ve onu büyüleyeceksiniz. Ne yaparsanız yapın, kimseye zarar
vermeyin. Eğer buyruğumu yerine getirirseniz ve bunu iyi yaparsanız insan
olarak reenkarne olmanıza izin verilecek." Bu sözlerinden sonra Nüwa'dan bir
daha hiç haber alınmadı ancak yine de Shang Hanedanı'nın düşüşe geçmesinde
önemli ve dolaylı bir faktör oldu.
Efsaneye göre Nüwa insanlığı zamanla daha derinden hissettiği yalnızlık hissi
nedeniyle yaratmıştır (tıpkı "Allah insanı bilinmek istediği için yarattı"
görüşü gibi). Bazı efsanelerde sarı toprağı, bazılarında ise sarı kili
biçimlendirerek onlara insan biçimi vererek insanı yaratır. Bu bireyler daha
sonra toplumun zengin soyluları olurlar çünkü bizzat Nüwa'nın kendi elleriyle
yaratılmışlardır. Bunların dışında insanların büyük kısmı Nüwa onları daha
seri şekilde yaratmak istediği için çamura batırdığı ipi kullanır çünkü her
insanı tek tek el ile yaratmak fazla zaman ve enerji tüketir. Anlaşıldığı üzre
bu yaratılış hikayesi antik Çin'deki sosyal hiyerarşi hakkında etyolojik
bilgiler verir.
Soylular insanlığın kitlesel olarak üretilen çoğunluğundan daha önemli
olduklarına inanıyordu çünkü Nüwa onları yaratmak için zaman ve emek harcamış,
en önemlisi de onlara doğrudan kendi eliyle dokunmuştu. [6]
İnsanlığın yaratılışının başka bir versiyonunda Nüwa ve Fuxi büyük bir selden
kurtulurlar. Cennetin Tanrısının emriyle evlenirler ve Nüwa bir et yumağı
doğurur. Daha sonra bu et topu küçük parçalara bölünür ve bu parçalar dünyanın
dört bir yanına dağılınca insanoğlu var olur. [7]
Evlilik olgusunu doğuran şeyin Nüwa'nın kendinden 3 ay önce doğan abisi Fuxi
ile evlenmesi olduğu da inanışlar arasındadır. [6]
Nüwa ile Fuxi ikilisi Yin ve Yang ile ilişkilidir. Fuxi Yang'ı ve erkekliği,
Nügüa ise Yin ve dişiliği temsil eder. Bu durum Fuxi'nin fiziksel dünya ile
özdeşleşimini sembolize eden bir marangoz karesi (L cetvel) almasıyla tanımlanır çünkü
bir marangoz karesi daha basit bir düşünce yapısına götüren düz çizgiler ve
karelerle ilişkilendirilir. Nüwa'ya ise göklerle özdeşleşimini sembolize
etmesi için bir pusula verilmiştir çünkü pusula daha soyut bir düşünce
yapısına götüren eğriler ve dairelerle ilişkilendirilir. Dolayısı ile ikisinin
evlenmesi gök ve yeryüzü arasındaki birliği simgeler. [6] Efsaneye dair diğer
varyasyonlarda Nüwa'nın pusulayı hediye olarak almak yerine bizzat kendisi
icat ettiği görülür. [8]
Pek çok Çinli, Kuzey Çin inanç ve kültüründeki Üç Egemen ve Beş İmparatoru,
yani insanlığın ilk lider ve kahramanlarını iyi bilir. Ancak kullanılan
kaynaklara bağlı olarak listeler değişiklik gösterir. [11] Örneğin efsanenin
bir varyantı Nüwa'yı Fuxi'den sonra ve Shennong'dan önce hüküm süren Üç
Egemenden biri olarak anlatır. [12]
Anaerkil saltanatında, komşu bir kabile şefine karşı savaşır, onu mağlup
ederek bir dağın zirvesine çıkarır. Bir kadın tarafından mağlup edilen şef,
yaşıyor olmaktan utanır, kendini öldürmek ve intikam almak için başını göksel
bambuya vurur. Yaptığı hareket gökyüzünde bir delik açar ve tüm dünyaya bir
sel felaketi getirir. Sel, Nüwa ve onun ilahiliği tarafından korunan ordusu
dışında tüm insanları öldürür. Nügüa tıpkı diğer efsanelerdeki gibi sel
azalıncaya kadar gökyüzünü beş renkli taşla yamar. [13]
[1] "Nügua". Oxford Reference. Retrieved 18 November 2017.
[2] Major & al. (2010), ch. 6.
[3] Major & al. (2010), ch. 6 n.
[4] 大荒西經. 山海經 [Shan Hai Jing] (in Chinese).
[5] Translation in Birrell 1993, 35.
[6] Thury, Eva M. (2017). Introduction to mythology : contemporary approaches to classical and world myths. ISBN 9780190262983. OCLC 946109909.
[7] Lianfe, Yang (1993). "Water in Traditional Chinese Culture". The Journal of Popular Culture. 27 (2): 51–56. doi:10.1111/j.0022-3840.1993.00051.x. ISSN 0022-3840.
[8] Roberts, David Lindsay; Leung, Allen Yuk Lun; Lins, Abigail Fregni (2012), "From the Slate to the Web: Technology in the Mathematics Curriculum", Third International Handbook of Mathematics Education, Springer New York, pp. 525–547, doi:10.1007/978-1-4614-4684-2_17, ISBN 9781461446835
[9] anonim (26 October 2009). "The Nuwa Sacrificial Ceremonies". Beijing: Confucius Institute Online. Retrieved 15 November 2015.
[10] Skryrock. "Nüwa Repairs the Heavens". Chinese Geography. Retrieved 15 November 2015.
[11] Hucker, Charles (1995). China's Imperial Past: An Introduction to Chinese History and Culture. Stanford University Press. p. 22. ISBN 9780804723534.
[12] 劉煒/著. (2002) Chinese civilization in a new light. Commercial press publishing. ISBN 962-07-5314-3, p. 142.
[13] Mark Isaak (2 September 2002). "Flood Stories from Around the World". Retrieved 15 November 2015. Lewis (2006), p. 111.
Major & al. (2010), ch. 3.
[a] A different translation of the same text is also given in Lewis.[5]
[b] "In ancient times Gong Gong and Zhuan Xu fought, each seeking to become the thearch. Enraged, they crashed against Mount Buzhou; Heaven's pillars broke; the cords of Earth snapped. Heaven tilted in the northwest, and thus the sun and moon, stars and planets shifted in that direction. Earth became unfull in the southeast, and thus the watery floods and mounding soils subsided in that direction."[6]
[c] Sima Zhen's commentary is included with the later Siku Quanshu compiled by Ji Yun and Lu Xixiong.
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL
Yaklaşık bir buçuk asırlık geçmişi olan bir terim olmasına rağmen agnostisizm, günümüzde bir felsefî görüş olarak ateizmden neredeyse daha yaygın hale gelmiştir. Bu öneminden dolayı agnostisizm, sosyolojik, psikolojik incelemeleri hak ettiği kadar felsefî ve epistemolojik açıdan da incelemeyi hak etmektedir. Agnostisizmin felsefî incelemesi birçok konuyu içerir: Bunlar arasında tanımı, tarihçesi, çeşitleri, ateizmden farkları gibi agnostisizmi tanımaya yönelik konular olduğu gibi, felsefî dayanakları ve bunların tartışılması gibi epistemolojik açısından ele alınması gereken problematik konular da vardır. Bununla birlikte bir makalenin sayfa sınırları içinde hem agnostisizmi tanıtmak hem de onun epistemolojik dayanaklarını ortaya koyup tartışmak mümkün gözükmüyor. Bu nedenle biz, bu makalede yalnızca agnostisizmin tanımı, tarihçesi, çeşitleri ve felsefî bir tutum olarak ateizmden farkları konularını ele alacak ve inceleyeceğiz.
Agnostisizm, ateizmle birlikte, günümüz dünyasında dinlere ve Tanrı’ya mesafeli tavır benimseyen insanlar arasında revaç bulan yaygın felsefî bir tavırdır. Hatta bazı çevrelerde kendini agnostik olarak tanımlayanların ateist olarak tanımlayanlardan fazla olduğu görülmektedir. Nitekim 2006 yılında Amerika’daki Üniversite ve Kolej profesörlerin dini inançları üzerine yapılan bir araştırmada kendini ateist olarak tanımlayan profesörlerin oranı %10’da kalırken agnostik olarak tanımlayanların oranı %13 olarak tespit edilmiştir. [1] Günümüz dünyasında etkisi ve yaygınlığı bu kadar fazla olan agnostisizm, sosyolojik, psikolojik incelemeleri hak ettiği kadar ve belki daha fazla felsefî açıdan incelemeyi hak etmektedir.
Agnostisizmin felsefî incelemesi birçok konuyu içerir. Bunlar arasında tanımı,
tarihçesi, çeşitleri, ateizmden farkları gibi agnostisizmi tanımaya ve anlamaya
yönelik konular olduğu gibi felsefî dayanakları ve bunların tartışılması gibi
epistemolojik açısından ele alınması gereken problematik konular da vardır.
Bununla birlikte bir makalenin sayfa sınırları içinde hem agnostisizmi tanıtmak
hem de onun epistemolojik dayanaklarını ortaya koyup tartışmak mümkün
gözükmüyor. Bu nedenle biz, agnostisizmin epistemolojik inceleme ve
sorgulamasını bir başka makalede konu etmeyi düşünerek burada tanımı, tarihçesi
ve çeşitleri üzerinde durarak özellikle ateizmle karşılaştırılmasına
yoğunlaşacak ve agnostisizmin ateizmden fark(lar)ını belirlemeye çalışacağız.
1. Agnostisizmin Tanımı ve Tarihçesi
Agnostisizm kelimesi, etimolojik olarak Yunanca’da “bilinmeyen”, “bilememek”
anlamlarına gelen agnostos kelimesinden gelmektedir. [2] Kelime kökeninden
hareketle agnostisizmi “bilin(e)mezcilik” olarak Türkçeye çevirebiliriz.
Ancak bu kelimeyi bir din felsefesi terimi olarak tanımlamak o kadar kolay
değildir. Zira agnostisizme yüklenen anlam, filozoftan filozofa hatta teologdan
teologa değişmektedir. Özellikle agnostiklerin Tanrı’ya inanıp inanmadıkları ve
agnostikle ateist arasındaki farkın ne olduğu soruları karşısında agnostisizm
teriminin bir birinden oldukça farklı en az iki kullanımı/anlamı olduğunu
görürüz. Alvin Plantinga, bahsettiğimiz farklı kullanımlara dikkat çekerek
terimi şu şekilde tanımlamaya çalışır:
Popüler [birinci] anlamda Tanrı’ya inanmayan kişiye ateist denirken Tanrı’ya ne
inanan ne de inanmayan kişiye agnostik denir. Ancak daha teknik [ikinci] anlamda
agnostisizm, Tanrı’nın var olduğu ya da yok olduğunu gerekçelendirmede insan
aklının yeterli rasyonel zeminlere sahip olma kapasitesinin bulunmadığını ileri
süren görüştür. [3]
Plantinga’nın bahsettiği birinci çeşit agnostisizmi, Tanrı’nın varlığı konusunda
yargıda bulunmaktan kaçınmak, bir tür şüphecilik veya kararsızlık olarak
değerlendirmek mümkün iken ikinci çeşit agnostisizmi hakkında yeterli delil
olmadığı için Tanrı’nın varlığını kabul etmemek şeklinde ifade etmek
uygundur.
Agnostisizmin ikinci çeşidini bir “inanç” olarak ateizmden ayırmak hayli zordur.
Bununla birlikte bu konuya şimdilik burada girmeyeceğiz, zira makalemizin
ilerleyen sayfalarında bu konu ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
Agnostisizmin bu iki farklı anlamını göz önünde bulundurarak ve bunların köklü
farklılıklar olduğunun altını çizerek biz de bir tanımlama denemesi yaparsak
Tanrı’nın varlığı ve yokluğu konusunda bir yargısı olmayan veya yeterli delil
olmadığı için Tanrı’nın varlığını kabul etmeyen kişiler agnostiktir,
diyebiliriz.
Agnostisizm terimini bir “izm” olarak felsefî literatüre sokan kişi on dokuzuncu
yüzyıl İngiliz biyolog ve düşünürü Thomas Huxley (1825-1895) olmuştur. [4]
Huxley, agnostisizm kavramını -kendi ifadesiyle- icat ederken zıttı olan
gnostisizm kavramından hareket etmiştir.
Gnostisizm terimi, “bilgi, hikmet, marifet” anlamlarına gelen Yunanca Gnosis ve
“bilmeyi başarmak” anlamına gelen gnostikos kelimelerine dayanır. Gnostik
gelenekler, kurtuluş için gerekli olan “gerçekliğin doğası ile ilgili
bilgilerin” kendilerine verilmiş olduğunu savunurlar. Tanrı, alem, insan ve
bunlar arasındaki ilişkileri özel kişilere verilmiş gizli kutsal (ezoterik)
bilgiyle açıklayan Sabiîlik, Maniheizm ve Hermetizm gibi dinler, genellikle
günümüzde gnostik dinler olarak nitelenmektedir. [5] Ancak Huxley, 1869’da
İngiliz Metafizik Derneği’nde agnostisizm terimini ortaya attığında,
gnostisizmin yukarıdaki tanımına göre daha geniş bir anlamından hareket
etmiştir. Huxley’in yazdıklarına baktığımızda kendisinin gnostisizmi, “Tanrı,
âlem ve mukadderatla ilgili kesin bilgiye sahip olma iddiası” anlamında
kullandığını anlıyoruz. Dolayısıyla ona göre sadece yukarıda sayılan ezoterik
dinler değil Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam ve bilumum metafizik öğretiler de
gnostiktir. Onun aşağıdaki ifadelerinde bu husus açıkça görünmektedir:
Bu kelime [agnostik] aklıma, Kilise tarihi ‘gnostik’liğinin zıttı olarak geldi.
Çünkü Kilise, benim bilgisiz olduğum konularda çok fazla şey bildiğini iddia
etmekteydi. [...] Şansımın yaver gitmesiyle bu terim kabul gördü. [6]
Ayrıca Huxley, agnostisizm tabirini ileri sürmesine yol açan süreci ve bu
çerçevede gnostisizm terimine yüklediği özel anlamla ilgili şunları da
yazmaktadır: Entelektüel bir olgunluğa ulaşıp, kendi kendime bir ateist mi,
teist mi, yoksa bir panteist mi; bir materyalist mi yoksa bir idealist mi; bir
Hristiyan mı yoksa bağımsız bir düşünür mü olduğumu sorduğumda gördüm ki, daha
çok öğrendikçe ve daha çok düşündükçe bu soruya cevap vermeye daha az hazır
oluyorum.
Sonunda şu sonuca vardım: Bu gruplardan sonuncusu [bağımsız bir düşünür]
dışında hiçbirinin ne ürünü ne de mensubuyum. Bu gruplara mensup insanların
çoğunun üzerinde uzlaştığı tek bir şey vardı ve ben o şeyde onlardan
ayrılıyordum. Hepsi de kesin bir “gnosis”i elde ettiklerinden ve varoluş
sorununu çözdüklerinden çok emindiler. Bense böyle bir bilgiye sahip
olmadığımdan ve varoluş sorununu çözemediğimden neredeyse eminim. Ayrıca bu
sorunun çözülemez olduğuna güçlü bir inancım var. [7]
Huxley, İngiliz Metafizik Derneği’ne kabul edildiği sırada bu düşünceler
içindeydi. Dernekte, her felsefî ve teolojik görüşten insan bulunuyordu. Onun
kendi ifadeleriyle dernek arkadaşlarından birçoğu şu ya da bu görüşün “
ist”iydi. Fakat yukarıda aktardığımız üzere Huxley, kendisine hiçbir felsefî ya
da teolojik etiketi uygun görmüyor, yakıştıramıyordu. “İşte bu yüzden” diyor
Huxley “ben de kendi görüşümü ele aldım ve ona en uygun isim olacağını düşünerek
‘agnostik’ kelimesini icat ettim.” [8]
Bu ve benzeri ifadelerinden Huxley’in agnostisizmi “başta Tanrı’nın varlığı
olmak üzere dinî inançların doğruluklarının bilinmezliği ve ayrıca
bilinemeyeceği inancı” diye tanımladığı anlaşılıyor. Fakat acaba onun tanımı bu
kadarla sınırlı mı?
Aslında bununla sınırlı olsaydı, tanımlanan bu haliyle Huxley’ci agnostisizm pek
çok dindar insana ve düşünüre çok da itici gelmezdi. Zira pek çok dindar ve
özellikle fideizmin şu ya da bu biçimini kabul etmiş olan teolog ve filozoflar,
Tanrı’nın varlığı başta olmak üzere pek çok dini inancı ‘bilgi’nin konusu olarak
görmez. Fakat onlar aynı zamanda bilginin konusu olarak görmedikleri bu şeylere
inanmakta da bir sorun görmezler. Hatta dini imanın doğasının tam da bu
olduğunu, yani bilinmeyen ve görünmeyene şüphe etmeden tam bir teslimiyetle iman
etmek olduğunu ileri sürerler.
Huxley’ci agnostisizm, işte bu noktada fideizmden köklü bir biçimde ayrılır.
Fideistin aksine agnostik, kanıtlanmamış doğrulara inanmanın rasyonel ve etik
açıdan uygun olmadığını düşünmektedir. Huxley, kendi agnostisizminin dayandığı
bu prensibi şu sözleriyle ifade eder:
Agnostisizm, ne ‘negatif’ bir inanç esası olarak ne de her hangi bir türden bir
inanç esası olarak ele alınabilir. Sadece o, etik ve entelektüel bir prensibe
dayanarak mutlak inancın geçerliliğini sorgular. Bu prensip, pek çok şekilde
ifade edilebilir, fakat hepsi de şu kapıya çıkar: Kişinin, bir önermenin
objektif doğruluğundan emin olmayı mantıksal açıdan haklılaştıran (logically
justifies) delilleri
yoksa o önermenin doğruluğundan emin olduğunu söylemesi yanlıştır. [9]
Huxley, söz konusu prensibin doğurduğu pratikteki sonucu başka bir yazısında
“…kanıtlanmamış veya kanıtlanması mümkün olmayan sonuçlara kesin doğruymuş gibi
sarılma” sözleriyle dile getirir. [10] Öyleyse Huxleyci agnostisizmi fideizmden
ayıran şey, agnostiğin bilmediği ve bilinemeyen şeye ‘doğru’ diye inanmayı
rasyonel bir tutum olarak görmemesidir.
Huxley’in aşağıdaki ifadeleri, onun agnostisizme yüklediği anlamla ilgili
tespitlerimizi teyit ediyor:
Eğer benden agnostisizmin inanç esasları istenirse, onun inanç esaslarının
olmadığı ve tabiatı icabı da hiçbir zaman olamayacağını söylemem gerekir.
Aslında agnostisizm, bir inanç değil bir yöntemdir. Bu yöntemin özünde tek bir
prensibe sıkı sıkıya bağlılık bulunur… Söz konusu prensip, pozitif olarak şöyle
ifade edilebilir: Zekânı kullanman gereken konularda aklını seni götürdüğü son
noktaya kadar, başka hiçbir şeyi dikkate almadan kullan. Negatif olarak da
şöyle: Zekânı kullanman gereken konularda, kanıtlanmamış veya kanıtlanması
mümkün olmayan sonuçlara kesin doğruymuş gibi sarılma. İşte bunu ben agnostiğin
inancı olarak benimsiyorum. Her kim bu inancı tam anlamıyla sürdürürse, gelecek
onun için ne hazırlarsa hazırlasın, yüzü kızarmadan insan içine çıkabilir.
[11]
Bu ifadelerde geçen prensibin bir benzeri, fakat bu sefer ‘inanç etiğinin’temel
prensibi olarak daha ayrıntılı bir biçimde ve Huxley’den kısa bir süre sonra
(1877’de) William Clifford (1845-1879) tarafından ileri sürülmüştür. Clifford,
“İnanç Ahlakı” ismini verdiği makalesinde eylem ve davranışların ahlak
prensiplerine dayanması gerektiği gibi inançların da ahlakî bir prensibe
dayanması gerektiğini savunur. O söz konusu ahlakî prensibi, “Bir şeye yetersiz
delile dayanarak inanmak, herkes için her zaman ve her yerde yanlıştır.”
şeklinde formüle eder. [12]
Aslında agnostisizm terimini Huxley icat etmiş olsa da agnostik düşünürler
elbette ondan önce de vardı. Agnostisizmi, dini inançlar konusunda şüphecilik
olarak ele alırsak bu yaklaşım tarzının çok eskilere gidebileceğini düşünmek hiç
de yanlış olmaz. Bu bağlamda Antik Yunanlı düşünür Protogoras’ı belki de ilk
agnostik düşünür olarak değerlendirilmek mümkündür. O, Tanrı’nın varlığı
hakkında şöyle demiştir:
Tanrılara gelince onların var olduklarını ya da olmadıklarını bilmeye hiçbir yol
bulamadım. Hem sorunun gizemliliği hem de insan yaşamın kısalığı bu konuda bilgi
elde etmeyi engelleyen pek çok şey arasında sayılabilir. [13]
Modern dönemde Huxley öncesi agnostik düşünceye zemin hazırlamada bazı
filozoflar önemli kilometre taşları olmuşlardır. Bunların başında David Hume ve
Kant gelmektedir.14 Kendilerinin agnostik olup olmadıkları ayrı bir tartışma
konusu olmakla beraber15 her iki düşünür de yazdıklarıyla metafiziksel bilginin
imkânını sorguladılar ve Tanrı’nın varlığının delillerinin bir kanıt olarak
görülemeyeceğini ileri sürdüler. Bernard Lightman, agnostisizmin kökenleri ile
ilgili yaptığı önemli çalışmasında özellikle Kant’ın etkisine önemle vurgu
yapar. [16]
On dokuzuncu yüzyılda birçok ünlü agnostik düşünür vardır. Bunlar arasında
İngiltere’den Herber Spencer, William Hamilton (1788-1856), Henry Longueville
Mansel (1820-1871) ve Amerika’dan Robert G. Ingersoll (1833-1899) sayılabilir.
Yirminci yüzyılda ise özellikle mantıkçı pozitivistler ve Bertrand Russell önde
gelen agnostiklerdendir.
2. Agnostisizmin Çeşitleri
Yukarıda agnostisizmin filozoftan filozofa ve teologdan teologa tanımının
değiştiğini söylemiştik. Bunun en önemli nedeni, agnostisizmin farklı türlerinin
bulunmasıdır. Filozoflar, bu farklı türlerden sadece birini göz önünde
bulundurarak tanımlarını yaptıkları için değişik agnostisizm tanımları ortaya
çıkmıştır.
Kanaatimce çeşitlerini belirgin kılmadan agnostisizmin ne doğru bir tanımına
ulaşmak ne de ateizmden farkını ortaya koymak mümkün olacaktır. Agnostisizm
üzerine yazı yazmış olan birçok filozof, “zayıf” ve “güçlü” şeklinde onun iki
çeşidinden bahseder. [17] Öte yandan William Rowe gibi bazı yazarlar da zayıf,
ılımlı (orta) ve güçlü olmak üzere agnostisizmi üç türe ayırırlar. [18]
Bunun dışında agnostisizm terimini daha geniş bir kapsamda kullanarak agnostik
teizm, agnostik ateizm, kayıtsız agnostisizm, pragmatik agnostisizm gibi türlere
ayıranlar da bulunmaktadır. Bu son tasniflerde geçen agnostik teizm, Kierkegaard
ve Kant gibi Tanrı’nın varlığının bilinemeyeceğini bu konuda bilginin bizim
bilme kapasitelerimizi aştığını kabul ettiği halde yine de Tanrı’nın varlığına
inanan kişiler için kullanılır. Agnostik teizme, dinî agnostisizm de diyenler
vardır. [19] Agnostik ateizm ise Thomas Huxley, William Clifford, Bertrand
Russell gibi her hangi bir inancı yeterli kanıt bulunmadan inanmanın rasyonel
olmadığını ileri süren agnostik ilkeden hareketle Tanrı’nın varlığına
inanmayı akla uygun bulmayan düşünürlerin tavrıdır. Açıkçası ileride ele
alacağımız üzere bu tutuma aynı zamanda güçlü agnostisizm veya felsefî
agnostisizm de denmektedir. [20]
Kayıtsız agnostisizm ve pragmatik agnostisizm ile genellikle zayıf agnostisizmin
ifade edilmek istendiği anlaşılmaktadır. Bu agnostisizm türlerinde Tanrı
inancına ve dine tam bir kayıtsızlık ve ilgisizlik durumu söz konusudur. Bu
tutuma “apateizm” (kayıtsızcılık) de denmektedir. [21]
Bütün bu sınıflandırmalar içinde agnostisizmi “zayıf” ve “güçlü” diye ayırmak en
uygun tasnif olarak gözükmektedir. Zira bu tasnif, farklı adlarla ifade edilen
diğer türleri içine aldığı gibi epistemolojik bakış açısına da daha uygun
düşmektedir. Epistemolojik duruş açısından da agnostisizmi zayıf ve
güçlü formları altında toplamak hem mümkün hem de daha kapsayıcı gözüküyor.
3. Zayıf Agnostisizm
Pek çok düşünür agnostisizmin bu çeşidinden söz ederler. Bazı filozoflar
agnostisizmin zayıf formuna, agnostisizmin popüler anlamı demişlerdir. [22]
Zayıf biçimine göre agnostik, Tanrı’nın ne varlığına ne de yokluğuna inanan, her
iki konuda da ciddi kuşku içinde olan, “yargısı olamayan” veya “yargısını askıya
almış” olan kişidir. [23]
Nicholas Everitt, [24] “ben agnostik terimini, Tanrı’nın varlığı ile yokluğunun
eşit ölçüde muhtemel olduğunu düşünen kişi için kullanıyorum” derken aslında
adını koymasa da agnostisizmin bu zayıf formundan bahsetmektedir. [25] Yine Kai
Nielsen da, Dindar insanlar, ‘Tanrı benim yaratıcımdır’ gibi dini önermeleri
doğru kabul ederler, bazı ateistler, bu ateistten [kendisinden söz ediyor]
farklı olarak, onların yanlış olduğuna hükmederler; bir de bu (sözde)
önermelerin doğru mu yanlış mı olduğu konusunda bir karara ulaşamamış olan
agnostikler vardır. Agnostikler, dinle ilgili iddiaların ya doğru ya yanlış
olması gerektiğine fakat kendilerinin iki taraftan birine karar vermediklerine
inanırlar. [26] derken agnostisizmin aynı türünden bahsetmektedir.
Bu noktada Tanrının ne varlığına ne de yokluğuna inanan, bu konuda kararsız olan
böyle insanlar var mıdır, diye düşünülebilir. Bu soru bir hayret, şaşkınlık
yanında böyle bir insanın var olma ihtimaline
yönelik ciddi bir şüpheyi de ima etmektedir. Elbette Tanrı’ya kesin bir şekilde
inanmış, O’na teslim olmuş ve hayatın O’nsuz hiçbir anlamı olmayacağını düşünen
bir teist için bu tarz bir agnostisizm imkânsız gibi görünebilir. Söz gelimi,
Tolstoy’un şu sözleri böyle bir bakış açısını yansıtmaktadır:
Dinin özü tamamen şu sorunun cevabında yatar: Neden varım ve beni çepeçevre
kuşatan şu sonsuz evrenle ilişkim nedir? Bu nedenle, insanın kalbinin olmaması
mümkün olmadığı gibi bir dininin (yani, dünyayla her hangi bir ilişki biçimimin)
olmaması da mümkün değildir. Aynı kalbinin olduğunu bilmeyen kişi gibi bir
dininin olduğunu bilmeyen biri de olabilir. Fakat birinin dinsiz
yaşaması kalpsiz yaşamasından daha olası değildir. [27]
Görüldüğü gibi Tolstoy için bırakın agnostik tavrı, ateist bir yaşam biçimi dahi
mümkün görünmemektedir. Fakat bu tutum incelendiğinde, bu bakış açısına yön
veren hareket noktasının sarsılmaz kesin bir inanç ve kararlılık olduğu
görülecektir. Böyle bir kesin inanç ve kararlılık perspektifinden bakıldığında
agnostiğin durumunu ve zihin yapısını anlamak, onunla entelektüel bir empati
kurmak mümkün olmaz.
Kanaatimizce, agnostisizmin bu türü, daha çok bir kararsızlık, imanî konularda
kafa karışıklığı veya ilgisizlik durumu olarak değerlendirilmelidir. Aslında bu
anlamda her hangi bir konuda kararsızlık, kafa karışıklığı veya ilgisizlik
yaşayan ve bu nedenle o konuda bir yargıya ulaşamamış, tabiri yerindeyse ârafta
kalmış kişi, o konunun agnostiğidir.
Charles Darwin’in 1879’da Mr. J. Fordyce’a yazdığı bir mektupta dinle ilgili
görüşlerini açıklarken kullandığı ifadeler, kanaatimizce zayıf agnostisizmin
içerdiği kafa karışıklığı ve karasızlığı en güzel şekilde ifade ediyor:
Bu [dini] konulardaki yargılarım sürekli dalgalanıyor.. Bu dalgalanmaların en uç
noktalarında dahi, Tanrı’nın varlığını inkâr etme anlamında bir ateist hiçbir
zaman olmadım. Genellikle (ve yaşım ilerledikçe giderek daha fazla bir şekilde),
fakat her zaman değil, agnostikliğin benim zihin durumumu tasvir etmede daha
uygun olabileceğini düşünüyorum. [28]
Agnostikliği karasızlık ve kafa karışıklığı olarak ele alan tesitler de
ateistler de agnostisizmin bu yönünü eleştirmekte ve yetersiz bir durum olarak
görmektedirler.
Söz gelimi kararlı bir ateist olan Richard Dawkins, Tanrı Yanılgısı isimli
eserinde bu konuya özel bir başlık açarak agnostisizmi, ateizm perspektifinden
eleştirir. “Agnostisizmin Sefaleti” başlığını kullandığı bölümde Dawkins,
Plantinga ve Rowe gibi agnostisizmin iki çeşidi olduğunu belirtir. İlk çeşidinde
agnostik, yeterli delile sahip olmaması nedeniyle Tanrı hakkında ‘henüz’ bir
yargıya ulaşmamış kişidir. Dawkins buna geçici agnostisizm adını verir. [29] Bu
bizim zayıf agnostisizm dediğimiz şeydir. İkinci çeşidinde ise agnostik, Tanrı
hakkında lehte veya aleyhte bir bilgiye ulaşılmasını imkânsız gören kişidir.
Dawkins bu çeşit agnostisizme kalıcı (sürekli) agnostisizm der ki biz burada
buna güçlü agnostisizm dedik. [30]
Dawkins’e göre hakkında tartışmanın devam ettiği ve yeterli delilin bulunmadığı
konularda kesin bir hükme varmayı reddetmek anlamında agnostiklik zekice bir
tutum olsa da Tanrı’nın varlığı böyle bir konu değildir. Çünkü Tanrı’nın varlığı
ile ilgili konuya bilim açısından bakılarak nihai bir cevap verilebilir. Bu
nedenle ona göre, Tanrı’nın yokluğu ile ilgili kanıtları öğrenene kadar geçici
bir agnostisizm makul görünse de Tanrı’nın ne varlığının ne de yokluğunun asla
bilinemeyeceği, bunun insan kapasitesinin dışında olduğunu ileri süren kalıcı
agnostisizm akıllıca bir tutum değildir. Zira bu agnostisizm, Tanrı’nın var olma
ihtimalinin yok olma ihtimaliyle eşit olduğu varsayımına dayanır. [31] Hâlbuki
Dawkins’e göre durum kesinlikle böyle değildir. O, delillerde böyle bir
eşitliğin olmadığını, delillerin Tanrı’nın yokluğu yönünde biriktiğini yukarıda
adı geçen kitabı boyunca göstermeye çalışır. Agnostisizmdeki kararsızlığı
ateistler, bir yetersizlik olarak görüp bu yönde eleştirirlerken, agnostisizmin
bu formunu benimsemiş düşünürler için durum hiç de böyle değildir. Açıkçası bu
tür agnostikliği anlamak için bu şekilde inanan ve bunu deklare eden kişilerin
hayata nasıl baktıklarına ve nasıl düşündüklerine eğilmek gerekir. Söz gelimi
Hristiyan bir ilahiyatçı ve İncil yorumcusu olmasına rağmen agnostik olduğunu
açıkça dile getiren Henry Cadbury’in (1883–1974) Harvard Divinity School’da
1936’da öğrencilere hitap ederken kullandığı şu sözlerine bakalım:
Pek çok öğrenci… benim Tanrı’nın varlığına veya ruhun ölümsüzlüğüne inanıp
inanmadığımı ve bunun gerekçesini öğrenmek istiyor. Onlar, bu konuları bir
yargıya bağlamadan havada bırakmayı imkânsız görüyorlar veya din için son
derece tehlikeli addediyorlar. Ben ise bu konuları karara bağlamamakta
herhangi bir imkânsızlık görmüyorum. Fakat diğer insanların farklı olduğunu
anlıyorum. Onlar, tüm dini hayatlarının teolojik sorular karşısında kesin
yargılara dayanması gerektiğini düşünüyorlar… Ben kendimi ne coşkulu bir
teist ne de kararlı bir ateist olarak tanımlayabilirim. Ayrıca kesin yargıda
bulunmaktan ve ateşli taraftarlıktan kaçındığım ve bu şekilde davranmanın
mümkün olabileceğine inandığım yegâne alan teolojik sorular alanı da değil.
Öğrencilerim, kesin bir yargıda bulunmamanın bana en iyi akli tutum olarak
göründüğü konular arasında tarihle ilgili sorular olduğunu bilirler. Mesela,
[Yeni Ahit’deki] Pavlus’un Selaniklilere yazdığı iki mektuptan hangisinin
önce yazıldığı böyle bir
sorudur. [32]
Yine Arjantinli agnostik şair ve edebiyatçı Jorge Luis Borges (1899 –1986)
"Agnostik olmak demek, her şeyin olası olması, hatta Tanrı ve Kutsal
Teslis’in bile olası olması demektir. Bu dünya o kadar gariptir ki, her
şeyin olması ya da olmaması mümkündür. Agnostik olmak, benim uzun, harika ve
tamamen esrarengiz bir yaşam sürmemi sağladı ve beni daha hoşgörülü yaptı.
Kişisel olarak ben ölmekten de korkmuyorum. [33] derken, bir agnostiğin
bakış açısından agnostik olmanın nasıl bir duygu olduğunu tarif eder.
Görüldüğü gibi agnostisizmin zayıf formu, geçici bir kararsızlık ve kafa
karışıklığı şeklinde karşımıza çıkabileceği gibi kalıcı bir kararsızlık veya
ilgisizlik durumu olarak da karşımıza çıkabilmektedir. Fakat her halükarda
bu tür bir agnostisizm pek fazla felsefî değere sahip değildir. Çünkü bu
geçici bir kararsızlık veya kalıcı bir ilgisizlik durumudur ve epistemolojik
bir temellendirme içermemektedir. W. Rowe da “zayıf agnostisizmin, felsefî
bir pozisyon olarak savunulması gerekmez” diyerek aynı noktaya parmak basar.
[34] Hatta bu tür bir agnostisizm bazı durumlarda dini konulara ve Tanrı’ya
karşı tam bir kayıtsızlık, bir apateizm şeklinde de tezahür edebilir.
Ancak Tanrı hakkında nihai karar vermekten kaçınmayı epistemolojik bir duruş
olarak gören ve tabiri yerindeyse bu kararsızlığı kararlı bir şekilde
savunarak zayıf agnostisizmi felsefî açıdan temellendirmeye çalışan
düşünürler de vardır.
Anthony Kenny, böyle bir agnostisizmi savunur. O, What I Believe? (Neye
İnanıyorum?) isimli eserinde, “Sahip olunması gereken doğru tutum, ne teizm
ne de ateizmdir, bilakis agnostisizmdir” dedikten sonra agnostisizmi,
“kişinin Tanrı’nın var olup olmadığını bilmediği tutum” diye tanımlar.
[35]
Kenny’e göre teizmin rasyonelliği tartışmasında temel ve belirleyici soru,
Tanrı’nın varlığına inanmanın gerekçelendirilip (justified)
gerekçelendirilemeyeceğidir. Bu da Tanrı’nın varlığı ile ilgili delillerin
geçerliliğine bağlıdır. Bu çerçevede Kenny, Tanrı’nın varlığı ile ilgili
zayıf agnostik duruşunu şöyle temellendirir:
Ben, Tanrı’nın varlığı lehinde ikna edici herhangi bir delil bilmiyorum.
Hepsinde de boşluklar bulabileceğimi düşünüyorum. Eşit ölçüde, Tanrı’nın
varlığı aleyhine ikna edici her hangi bir delil de bilmiyorum. Tanrı’nın
varlığı aleyhine ileri sürülen bildiğim deliller içinde de eşit ölçüde
boşluklar bulabilirim. Bu sebeple Tanrı’nın varlığı ile ilgili benim kişisel
duruşum agnostiktir. [36]
Kenny agnostiği, Tanrı’nın var olup olmadığını ve Tanrı kavramının tutarlı
olup olmadığını bilmeyen kişi diye tanımlar. [37] Ona göre hem teist hem de
ateist yeterince kuşkucu değildir. Kenny, ellerinde olan delillerin ötesine
geçtikleri ve inançlarını gerekçelendiremedikleri (justified) için teistleri
de ateistleri de safdil olarak niteler ve epistemolojik duruşlarını rasyonel
olarak görmez. Tanrı’nın
varlığı konusunda yegâne rasyonel duruş, bu konuda nihai karardan kaçınan
agnostik duruştur. [38] Şu sözleri Kenny’in bu konudaki tutumunu özetler
niteliktedir: “Bir bilgi iddiasında bulunmak gerekçelendirme gerektirir,
fakat bilgisizlik itiraftan başka bir şeye gereksinim duymaz.” [39]
Görüldüğü gibi Kenny, teist ve ateist duruşları aynı ölçüde dogmatik bulduğu
için reddetmektedir. Öyle görünüyor ki agnostisizmin bu formu,
taraftarlarına dogmatizmden uzak yegâne görüş olarak göründüğü için cazip
gelmektedir. Bununla birlikte agnostisizmin dogmatiklik içermediği görüşü
tartışmalıdır, fakat bu tartışma girişte de belirttiğim gibi başka bir
makalenin konusudur ve o nedenle burada ele alınmayacaktır.
4. Güçlü Agnostisizm
Güçlü agnostisizm, felsefî agnostisizm diye de adlandırılabilir. Yukarıda
ifade ettiğimiz gibi agnostisizmin güçlü formunu savunan kişi, Tanrı’nın
varlığı hakkında sadece kanıtlara sahip olmadığını ileri sürmekle kalmaz
aynı zamanda bu tür kanıtların hiç kimse için bulunmadığını, hiç kimsenin
Tanrı’nın var olduğunu bilme imkânın bulunmadığını dolayısıyla teizmin
rasyonel olarak gerekçelendirilmesinin mümkün olmadığını da ileri sürer.
[40]
Agnostisizm teriminin mucidi de olan Thomas Huxley güçlü anlamda bir
agnostisizmin savunucusudur. O, daha önce aktardığımız bir ifadesinde bunu
açıkça dile getiriyordu: “Bense böyle bir [varoluşla ilgili] bilgiye sahip
olmadığımdan ve varoluş sorununu çözemediğimden neredeyse eminim. Ayrıca bu
sorunun çözülemez olduğuna güçlü bir inancım var.” [41]
William Clifford, Bertrand Russell, Robert Ingersoll gibi birçok meşhur
agnostiğin güçlü agnostik olduğunu söyleyebiliriz. Aslında daha önce de
ifade ettiğimiz gibi felsefî ilginin konusu olan agnostisizm, büyük ölçüde
güçlü agnostisizmdir.
Sözgelimi Bertrand Russell “agnostik, Tanrı ve öte dünya hayatı gibi
konuların bilinmesinin imkânsız olduğunu -veya imkânsız değilse dahi en
azından günümüzde imkânsız olduğunu- düşünür.” derken agnostisizmin söz
konusu güçlü formunu göz önünde bulundurmaktadır. [42]
“Agnostik sadece ‘Ben bilmiyorum’ demez. O, bir adım daha ileri gider ve
büyük bir vurguyla ‘Sen de bilmiyorsun’ der.” [43]
Robert Ingersoll’un bu sözleri, agnostisizmin güçlü formunu dile
getirmektedir. Yine mesela, Amerikalı yazar ve politikacı olan George
Lincoln Rockwell, otobiyografisinde dini inançlarla ilgili görüşünü
açıklarken kullandığı ifadelerde agnostisizmi güçlü anlamında kullandığı
görülmektedir: “Ben bir agnostiğim ve bununla şunu kastediyorum: Yaşamın ve
sonsuzluğun gizemi ile ilgili ileri sürülen bütün öneri ve açıklamalar
karşısında, ‘Ben bilmiyorum ve senin ve başka herhangi bir insanın da
bilebileceğine inanmıyorum’ diye karşılık veririm.” [44]
Agnostisizmin daha popüler olan zayıf formunda bir kararsızlık ve
yargısızlık varken güçlü formunda bu durumdan söz edilemez. Aksine onda dini
konuların bilinmezliği ile ilgili kararlı ve sistematik bir tavır alış
vardır.
5. Agnostisizmin Ateizmden Farkı
Agnostisizm ile ateizmin çeşitlerini dikkate almadan ikisi arasında doğrudan
bir karşılaştırma yaparak farklarını incelemek yanlış olur. Zira buraya
kadar yaptığımız incelemelerden de anlaşılacağı üzere birbirinden oldukça
farklı iki agnostik tutum olduğu ortaya çıkmıştır. Bu tutumlar ateizmle
ilişkisi açısından incelendiğinde farkları daha da belirgin hale
gelmektedir. Öyleyse ateizmle ilişkisi açısından zayıf ve güçlü agnostisizmi
ayrı ayrı ele alıp değerlendirmek uygun olacaktır. Agnostisizmin zayıf formu
ateizm ile karşıtlık halindedir. Zira ateist, Tanrı’ya inanmayan, Tanrı’nın
varlığını reddeden kişi iken agnostik, bu formunda Tanrı’yla ilgili
görüşünü, inancını askıya almış kişidir. Diğer taraftan agnostisizmin zayıf
formu, teizmle de karşıtlık içindedir. Zira rahatlıkla anlaşılacağı gibi,
teist Tanrı’ya inanırken ve bundan kuşku duymazken, zayıf formu içindeki
agnostiğin Tanrı’ya inancı bulunmamakta, daha doğrusu bu konuda kesin bir
yargıya varamamaktadır.
Güçlü agnostisizmin ateizm ilişkisi zayıf agnostisizminkinden oldukça
farklıdır. Agnostisizmin zayıf anlamında, Tanrı’nın varlığı veya yokluğuna
inanmada bir kararsızlık, hükümsüzlük varken güçlü agnostisizmde böyle bir
durum yoktur. Güçlü agnostisizm daha çok insan bilgisinin sınırları ile
ilgili
“epistemolojik bir tavır” alıştır. Bu tavır alışın özünü, insanın bilmediği,
hakkında kanıt sahibi olmadığı şeye “inanmaması” gerektiği ilkesi oluşturur.
Bu nedenle güçlü agnostisizm, pratikteki sonucu itibarıyla yani Tanrı’ya
inanmama açısından ateizmden çok da farklı değildir.
Güçlü agnostikler, Tanrı’ya ve dine inanmadıklarını açıkça ifade ederler.
Sözgelimi yukarıda adı geçen Amerikalı meşhur agnostik Robert Ingersoll,
“Why Am I An Agnostic?” (Neden Agnostiğim?) isimli yazısında şöyle der:
Sonra ben kendime şu soruyu sordum: Dünyanın gidişatına yön veren ve bütün
sebeplerin kendisine boyun eğdiği doğaüstü bir güç, nedensiz bir ruh, yüce
bir Tanrı, külli bir irade var mı? Ben bunu reddetmiyorum. Bilmiyorum- fakat
inanmıyorum da. […] Bilmiyor iken dürüst olabiliriz. Eğer öyleyse, o zaman
bize bilinenlerin sınırının ötesinde ne var diye sorulduğunda, ‘bilmiyorum’
demeliyiz. [45]
Fakat öte yandan güçlü agnostikler, kendilerini ateist olarak tanımlamaktan
da kaçınırlar. Bunun nedenini onların Tanrı’ya inanmama ‘gerekçelerinde’
aramak gerekir. Zira onlara göre ateist, Tanrı’nın varlığına inanmamakla
kalmıyor, Tanrı’nın yokluğundan emin olduğunu, hatta bunun kanıtlarına
sahip
olduğunu iddia ediyor. Hâlbuki agnostisizmin hem zayıf hem de güçlü formuna
göre Tanrı’nın varlığı kadar yokluğu da ispatlanamaz ve bilinemez.
Dolayısıyla ateist, ‘yokluğu hakkında kanıt olduğu için’ Tanrı’ya inanmazken
agnostik, ‘bu konuda herhangi bir bilgi elde edilemeyeceğini düşündüğü için’
inanmamaktadır.
Görüldüğü gibi bu, oldukça felsefî bir ayrımdır ve bu ayrıma göre kullanılan
agnostik ve ateist terimleri de tamamen felsefî birer teknik terim olarak
kullanılmaktadır. Bu nedenle terimlerin popüler kullanımlarını dikkat almak
bu noktada yanıltıcı olabilir. Zira popüler kullanımı açısından Tanrı’ya
inanmayan herkese ateist denir. Yine dindar bir teist, Tanrı’ya inanmayan
herkesi ateist olarak görüp, niteleyebilir. Bu nedenle terimlerin popüler
kullanımını dikkate alan sıradan insan açısından ateist ve güçlü agnostik
arasında bir fark olmayacaktır. Fakat öte taraftan agnostikler, ayrıma
felsefî olarak bakıldığında ateistlerle aralarında önemli ve köklü farklar
bulunduğunu düşünmektedirler.
Güçlü agnostisizm denince ilk akla gelen filozoflardan olan Bertrand
Russell’ın aşağıdaki ifadeleri bu tespitlerimizi net bir şekilde dile
getirmektedir.
Bir filozof olarak, eğer ben tamamen felsefecilerden oluşan bir dinleyici
kitlesine hitap ediyorsam, kendimi agnostik olarak tanımladığımı söylemem
gerekir.
Çünkü Tanrı’nın var olmadığını kanıtlayacak güçte bir argümanın olduğunu
düşünmüyorum. Diğer taraftan, sokaktaki insanın hakkımda doğru izlenim
sahibi olması çabası içinde olacaksam sanırım şunu söylemem gerekir ki ben
bir ateistim. Çünkü Tanrı’nın var olmadığını ispat edemem dediğimde, ona
şunu da eklemem gerekir: Aynı şekilde Yunan mitolojisindeki Tanrıların var
olmadığını da ispatlayamam. [46]
Russell’a göre hem ateist hem de teist Tanrı’nın var olup olmadığının
bilinebileceği konusunda hemfikirdir. Teistler Tanrı’nın var olduğunu
‘bilebiliriz’ derken ateistler de Tanrı’nın var olmadığını ‘bilebiliriz’
derler. Güçlü agnostisizmi savunan Russell’a göre agnostik, Tanrı’nın
varlığını kabul ve reddetmek için yeterli delil bulunmadığını düşündüğünden
her iki tutumdan da ayrılır.
Bununla birlikte agnostik, ateistten farklı olarak Tanrı’nın varlığını
imkânsız görmez, fakat teistten farklı olarak da oldukça olasılık dışı
görür. Bu nedenle de inanmaya değer bulmaz. Bu son özelliği agnostiği
ateiste yaklaştırır. [47]
Russell agnostiğin bu tutumunun, Zeus, Hera, Poseidon gibi Antik Yunan
Tanrılarının var olduklarını destekleyen herhangi bir bilgi/delil olmadığı
içinbunlara inanmayan kişinin tutumuna benzediğini savunur. Yunan
Tanrılarına inanmayan kişiye, “bunların var olmadıklarını nereden
biliyorsun, var olmadıklarını hadi ispatla” dense, o kişi bir ispat
getiremeyecektir ve var olmadıklarını da bilmediğini söyleyecektir. Fakat
onların var olduklarına dair kanıt da olmadığı için var olmalarını pek olası
görmediğinden onlara yine de inanmayacaktır. İşte Russell, bir agnostiğin
Tanrı’nın varlığını ancak Antik Yunan Tanrılarının varlığı kadar olası
gördüğünden ona inanmadığını belirtir. [48]
Özetle Russell’a göre agnostik, pratikte ateist gibi inanır ve davranır ama
epistemolojik gerekçesi ve duruşu ateistinkinden farklıdır; bu da onları
inkâra karşı daha çekingen ve şüpheci yapar.
Russell’ın çözümlemesi ateizm ve agnostisizm arasındaki epistemolojik farkı
oldukça belirgin hale getirmektedir. Ne var ki, bu ayrımlamaya daha dikkatli
bakıldığında onun bir takım güçlükler hatta hatalar içerdiği görülür.
Öncelikle Russell’ın, agnostisizmin sadece güçlü anlamını dikkate aldığını
ve zayıf agnostisizmi adeta yok saydığını söyleyebiliriz. Diğer taraftan o,
ateizmi de belli bir anlamda kullanmakta ve farklı ateizm çeşitlerini göz
ardı etmektedir.
Ateizm-agnostisizm ayrımı üzerine çözümlemeler yapan başka bazı filozoflar
ateizmin farklı türlerini dikkat almak gerektiğine değinirler. Bu çerçevede
mesela Antony Flew, ateizmin güçlü ve zayıf türlerini, pozitif ateizm ve
negatif ateizm diye adlandırarak aralarında fark görmekte, agnostisizmi de
bu
farka göre konumlandırmaya çalışmaktadır.
Flew’a göre pozitif ateist, Tanrı’nın varlığını açıkça reddeden kişidir. Bu
anlamında ateist terimindeki ‘a’ ön-eki, terime zıtlık, karşıtlık
katmaktadır. Teist, Tanrı’nın varlığını açıkça kabul eden ve bundan emin
olan demek olduğuna göre, ateist de bu pozitif anlamında “Tanrı’nın
varlığını kabul etmeyen ve yokluğundan emin olan kişi” olmaktadır. [49]
Fakat Flew’a göre ateist terimindeki ‘a’ ön-eki, zıtlık karşıtlık anlamında
değil de ‘amoral’, ‘asimetrik’ veya ‘asosyal’ kelimelerindeki gibi sadece
“bir şey olmayan” anlamında da ele alınabilir. Bu durumda ateist, pozitif
bir biçimde Tanrı’nın varlığını reddeden veya yokluğunu savunan kişi değil
basitçe “teist
olmayan kişi” demektir. Flew terime yüklediği bu ikinci anlama “negatif
ateizm” der. [50]
Flew ortaya koyduğu pozitif ve negatif ateizm kavramlarına göre
agnostisizmin bunlardan farkını belirtmeye çalışır. Ona göre agnostik,
Tanrı’nın var olup olmadığını bilemeyeceğimizi savunmakla Tanrı kavramının
kendisinin geçerli ve anlamlı olduğunu kabul etmektedir. Fakat Flew’a göre
negatif ateistlerin böyle düşünmesi için bir neden yoktur. Hatta Flew’a göre
Tanrı kavramını hiç duymamış ve bu kavramla hiç tanışmamış insanlar da
negatif ateist olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla Flew’a göre
agnostisizm, Tanrı’nın var olduğunu söylemenin bir anlam ifade ettiğine
inanmayı içerirken ateizm -en azından negatif formunda- Tanrı kavramının
anlam taşıdığına inanmayı gerektirmez. [51]
Fakat Kenny’in de belirttiği gibi Flew’ün pozitif ve negatif ateizm ayrımı
kabul edilse dahi agnostisizmle ilgili söyledikleri doğru kabul edilemez.
Zira agnostisizmin temeli bilinmezciliktir. Bu bilinmezciliğin içine
Tanrı’nın var olup olmadığı girdiği gibi, Tanrı kavramının anlamlı olup
olmadığı da pekâlâ girebilir. Bu nedenle agnostiklerin Tanrı kavramının
anlamlı olduğuna inanması gerektiğini ileri sürmek hiç de gerçekçi değildir.
[52]
Kenny kendi bakış açısına göre teizm, ateizm ve agnostisizmi tekrar tanımlar
ve tasnif eder. Bunu yaparken teizmi de ikiye ayır ve onları pozitif ve
negatif teizm olarak adlandırır. Pozitif teizm, pozitif olarak Tanrı’nın
varlığını kabul eden ve buna canı gönülden inanan kişinin pozisyonudur.
Negatif teizm ise, basitçe ateist olmamaktır. Kenny, Flew’ün pozitif ve
negatif ateizm ayrımını ve bunlara verdiği anlamları aynen kabul eder ve bu
doğrultuda agnostisizmin bu terimlerle ilişkisini yeniden tanımlar. Ona göre
agnostik, Tanrı kavramının tutarlı olduğuna pozitif bir şekilde inanan kişi
olarak değil de, bunu bilmeyen kişi olarak tanımlanmalıdır. Bu tanımdan
hareketle Kenny, negatif teist ve negatif
ateistin agnostik olarak nitelenebileceğini savunur. [53]
Görüldüğü gibi Russell’ın aksine Kenny’in agnostisizm ile ilgili
ayrımlamaları, ateizm ve teizmin pozitif ve negatif formlarını dikkate
almaktadır ve bu yönüyle Russell’ınkilere göre daha inceliklidir. Zira bu
yaklaşım sonucunda karşımıza beş kavram çıkmaktadır: Pozitif teizm, negatif
teizm, pozitif ateizm, negatif ateizm ve agnostisizm. Bununla birlikte Kenny
de, ayrımlamalarını yaparken agnostisizmin güçlü ve zayıf formlarını dikkate
almamıştır. O yaklaşımlarında yalnızca agnostisizmin zayıf formunu göz
önünde bulundurmuş ve tasniflerini de buna göre yapmıştır. Kanaatimizce
Kenny’in yaklaşımının eksik yönü budur.
Agnostisizmi de güçlü ve zayıf agnostisizm şeklinde ikiye ayırarak teizm ve
ateizm türlerinin yanına koyduğumuzda karşımıza altı farklı felsefî kavram
çıkar: Pozitif teizm, negatif teizm, pozitif ateizm, negatif ateizm, güçlü
agnostisizm ve zayıf agnostisizm.
Bu noktada soru şudur: Karşımızdaki altı farklı kavrama denk gelen altı
farklı duruş ve tutum gerçekten var mıdır? Bu sorunun cevabını kısmen
Kenny’nin çözümlemelerinde gördük. O, negatif teizm ile negatif ateizmin
agnostikle aynı tutulabileceğini savunmaktaydı.
Bu durumda Kenny’e göre altı farklı kavramdan söz ediyor olsak da Tanrı’nın
varlığı ile ilgili gerçekte üç tavır alış bulunmaktadır: i.) pozitif teizm:
Tanrı’nın varlığını açıkça kabul etmek ve buna şüphe duymadan inanmak, ii.)
pozitif ateizm: Tanrı’nın varlığını kesin bir biçimde reddetmek veya
yokluğuna şüphe duymaksızın inanmak, iii.) agnostisizm: Tanrı’nın varlığı ve
yokluğu konusunda bilgisiz, yargısız ve kararsız kalmak. Kenny bu tür
agnostisizmin –ki bunun zayıf agnostisizm olduğunu belirtmiştik- negatif
teizm ve negatif ateizmle aynı tavır anlamına geldiğini ifade etmektedir.
Kenny’in çözümlemesi, en azından iki şeyi ortaya koymaktadır: Birincisi;
agnostisizm, pozitif ateizm ve pozitif teizmden tamamen farklı bir
tavırdır.
İkincisi; zayıf agnostisizmi, negatif teizm ve negatif ateizmden ayırmak hiç
de kolay değildir. Bununla birlikte Kenny, kendisi zayıf bir agnostik olduğu
için, çözümlemelerini hep bu açıdan yapmıştır. Konuyu güçlü agnostisizm
açısından incelememiştir. Acaba güçlü agnostisizmi negatif teizm veya
negatif ateizmle aynı görmek mümkün müdür? Yine negatif de olsa teizm ve
ateizmi, agnostisizmin zayıf formuyla aynı görmek ne kadar doğrudur?
Bu soru bizi, söz konusu kavramlar üzerine daha fazla düşünmeye ve onlarla
ilgili daha fazla analiz yapmaya zorlamaktadır. Aslında kendini teist,
ateist veya agnostik olarak tanımlayan birçok insanın bu ince ayrımları
dikkate aldığını düşünmüyorum. Belki de bu nedenle onlar kendilerini
tanımlarken
zannettikleri kişi değillerdir! Başka bir ifadeyle, belki de kendini
agnostik olarak tanımlayan bazı kişiler gerçekte birer ateist; ya da
kendilerine ateist diyenlerin bir kısmı gerçekte agnostik olabilirler. Fakat
her ne olursa olsun bu tür kavramlar üzerine konuşan ve analiz yapan
felsefecilerin bu ayrımları önemsemeleri ve belirginleştirmeleri akıl
yürütmelerinin ve yargılarının güvenilirliği açısından gereklidir.
Dolayısıyla sıradan insanlar bu ayrımlar üzerinde durmayabilir hatta bunları
gereksiz de bulabilir, fakat sağlıklı bir felsefî soruşturma için açıklık ve
seçiklik önemlidir. Bu nedenle bu kavramlar arasındaki ayrımları
belirginleştirmek felsefenin ve felsefecinin asli görevleri arasındadır ve
olmalıdır.
Bu açıklamadan sonra, agnostisizm teizm ve ateizmin ayrımlarına tekrar
dönmek istiyoruz. Önce teizm, ateizm ve agnostisizmin ikişer formundan
ortaya çıkan altı farklı tavrın sahiciliği sorusunu ele alalım. Kanaatimizce
bu soruya vereceğimiz cevap konuya nereden baktığımızla ve hangi soruyu
sorduğumuzla yakından ilgilidir.
Sözgelimi konuya sadece ‘inanma’ ve ‘inanmama’ açısından bakıyor ve
insanları -son derece sathi bir şekilde- yalnızca inananlar ve inanmayanlar
diye kategorize ediyorsak bu durumda karşımıza iki kesim çıkar mü’minler ve
inançsızlar. Bu bakış açısında ateist ile agnostiğin farkı yoktur. Böyle bir
bakış
açısı tüm renkleri ‘koyu’ ve ‘açık’ diye iki renk altında toplamaya benzer.
Fakat böyle bir yaklaşımın son derece yüzeysel olduğu ve doğadaki
çeşitliliği ve nesnelerin renkleriyle ilgili bireysel sahici durumları göz
ardı ettiği ortadadır.
İnsanların Tanrı’nın varlığı konusunda veya dini açıdan kendilerini nasıl
tanımladıklarını araştıran bir anket düzenlediğimizi düşünün. Ankete
katılanlara sorduğumuz soruyu “Tanrı’ya inanıyor musun, inanmıyor musun?”
şeklinden çıkarıp, biraz değiştirirsek cevapların çeşitleneceğini rahatlıkla
görebiliriz. Mesela, inanmak/inanmamak terimleri yerine “inkâr etmek/inkâr
etmemek” terimlerini koyarak aynı soruyu insanlara yönelttiğimizde, Tanrı’ya
inanmadığını rahatlıkla söyleyen bazı kişilerin, inkâr etmeye gelince bunu
rahatlıkla kendileri için söyleyemedikleri ortaya çıkacaktır. Zira inkâr
etmek, pozitif bir tavırdır ve bu tavrı ortaya koymak için kararlı bir
duruş, dogmatik bir bakış açısı gerekir. Bu nedenle Tanrı’ya inanmadığını
söyleyen bazı ateistler, zihnen onun var olmadığını gerekçelendirmeye de
istekli değillerdir. İşte bu tür ateizme negatif ateizm diyoruz. Diğer
yandan kişi eğer ateizminde kararlı ve dogmatikse, Tanrı’ya hem inanmadığını
hem de inkâr ettiğini rahatça düşünüp, dile getirebilir. Yine soruyu
Tanrı’nın varlığını bilmek/bilmemek şeklinde sorduğumuzda da sonuçların
değişeceğini söyleyebiliriz. Çünkü bu durumda Tanrı’ya gerek inanıyorum
gerekse inanmıyorum diyenlerden kesin emin olmayanlar, “Tanrı’nın var
olduğunu biliyorum, bundan eminim” diyemeyeceklerdir.
Benzer bir durum teizm için de söz konusudur. Teizmi Tanrı’ya inananlar
olarak tanımladığımızda karşımıza çıkacak kişilerle, “Tanrı’yı inkâr
etmeyenler” diye tanımladığımızda karşımıza çıkacak kişiler farklı
olacaktır.
Pozitif teist, Tanrı’ya canı gönülden, şüphe duymaksızın inanan kişidir. Bu
kişi aynı zamanda ateizmi de zihninde bir şık olarak net bir şeklide
reddeder. Ancak zihinsel durum bu kadar net olmayan teistler de vardır.
Onlar Tanrı’yı inkâr etmez, bu anlamda ateist değillerdir. Fakat Tanrı’yı
tasdikleri de zayıf, belli belirsizdir. Denebilir ki negatif teizm ile
negatif ateizm bir birlerine çok yakındır ve aralarındaki çizgi belli
belirsizdir. Öyle ki bu çizgi kişi tarafından zaman zaman çok rahatlıkla
aşılabilir. [54]
Öyleyse soruya ‘inanma’ terimi yayında ‘inkâr etme’ terimi eklenince Tanrı
ile ilgili tutumlar farklılaşabilmektedir. Soruya bir de ‘bilme’ (bilgi
sahibi olmak) terimini üçüncü bir terim olarak eklersek, insan tutumlarının
daha da farklılaştığını görüyoruz. Bilmek ve inanmak ilişkisine bağlı olarak
Tanrı’ya yönelik tutumlarla ilgili kombinasyonlar artmaktadır:
1. Bildiğini düşündüğü için inananlar (bu bilginin kaynağı kişi için akıl veya vahiy olabilir, fark etmez) (pozitif teistler),
2. Bildiğini düşündüğü için inkâr edenler (pozitif ateistler),
3. Bilmediğini düşündüğü için inkâr etmeyenler (negatif teistler),
4. Bilmediğini düşündüğü için iman etmeyenler (negatif ateistler),
5. Bilmediğini düşündüğü için ne iman eden ne de inkâr edenler (zayıf
agnostikler),
6. Bilmediğini düşündüğü için inkâr edenler (güçlü agnostikler).
Bütün bu anlattıklarımız ışığında söz konusu 6 grupla ilgili özellikleri bir
tabloda şöyle toplayabiliriz:
Zihinsel
Tutumlar
TEİZM
ATEİZM
AGNOSTİSİZM
Pozitif Teizm
Negatif Teizm
Pozitif Ateizm
Negatif Ateizm
Güçlü Agnostisizm
Zayıf Agnostisizm
Kendi İnancını Tasdik
Var
Zayıf
Var
Zayıf
Var
Yok
Karşıt İnancı İnkar
Var
Yok
Var
Yok
Yok
Yok
Bilgi Edinme İddiası
Var
Yok
Var
Yok
Yok
Yok
Aslında bu tablodan da anlaşılacağı üzere ve Kenny’in de dediği gibi
negatif teizm, negatif ateizm ve zayıf agnostisizm arasında çok küçük bir
fark vardır. Hatta bazen bu fark tamamen ortadan kalkabilmektedir. Bununla
birlikte güçlü agnostisizm, inanma/inanmama açısından negatif ateizmden
ziyade pozitif ateizme benzemektedir. Zira her ikisinde de inanmama vardır.
Hatta bu açıdan onu pozitif ateizmin bir biçimi olarak görmek de mümkündür.
Bu nedenle güçlü agnostisizme agnostik ateizm diyenler dahi bulunmaktadır.
Öte yandan güçlü agnostisizm, pozitif ateizmden (tablomuzda da görüleceği
gibi) iki önemli noktada ayrılır. Birincisi; pozitif ateist, Tanrı’nın
olmadığını “bildiği için” inanmadığını söylerken, güçlü agnostik Tanrı’nın
var olup olmadığını “bilmediği için” inanmamaktadır. Diğer bir ifadeyle ilki
(ateist), tabir yerindeyse “bildiğim için inanmıyorum” epistemolojik
ilkesiyle hareket etmekte, ikincisi (agnostik) ise -Russell örneğinde olduğu
gibi- “bilmediğim için inanmıyorum” ilkesinden hareket etmektedir.
Dolayısıyla her ikisinin inanmama gerekçeleri arasında önemli bir fark
vardır.
Bu önemli fark, güçlü agnostikle pozitif ateistin Tanrı’nın yokluğu konusuna
bakışlarını da etkiler. Pozitif ateist, Tanrı’nın yokluğundan emin iken ve
bu konuda kanıtları olduğunu düşünüyorken, güçlü agnostik Tanrı’nın
varlığından emin olmadığı gibi yokluğundan da emin değildir (bu konuda
bilgisi
olmadığını düşünür). Bu konuda bir bilgisi olmadığını düşündüğü için ve
bilgisinin olmadığı şeylere inanmayı uygun bir epistemolojik duruş olarak
görmediği için Tanrı’ya inanmaz. Bu da güçlü agnostisizm ile pozitif ateizm
arasındaki diğer önemli farkı oluşturur.
Bu durumda yukarıda sorduğumuz, “acaba güçlü agnostisizmi negatif teizm veya
negatif ateizmle aynı görmek mümkün müdür?” ve “negatif de olsa teizm ve
ateizmi, agnostisizmin zayıf formuyla aynı görmek ne kadar doğrudur?”
sorularının her ikisini de cevap verebilecek bir noktaya gelmiş
bulunuyoruz.
Çözümlemelerimiz ışığında güçlü agnostisizmi, negatif teizm ve ateizmle
aynileştirmek doğru görünmemektedir. Hatta yukarıda belirttiğimiz gibi güçlü
agnostisizm daha çok pozitif ateizmle benzerlik arz etmektedir.
İkinci sorunun cevabına gelince zihinsel bir tutum olarak zayıf
agnostisizmi, pek çok durumda negatif teizm ve negatif ateizmden ayırt etmek
güç olsa da yine de aralarında küçük farklar olduğu kanaatindeyiz. Şöyle ki;
Tanrı’nın varlığını inkâr etmiyor olma hususunda negatif teist ile negatif
ateist aynı çizgide olsalar da negatif teistte zayıf bir tasdik, negatif
ateistte de zayıf bir inanmama vardır. İşte bu zayıf tasdik ve zayıf
inanmama onları birbirinden ayırırken zayıf agnostikten de ayırır. Zira
zayıf agnostisizm de tam bir yargısızlık durumu vardır; zayıf bile olsa bir
tasdik veya inanmama bulunmamaktadır.
Zayıf agnostiklik, bir kararsızlık durumudur. Bu da onu negatif teizm ve
negatif ateizmden ayıran husustur.
[1] Bk. Neil Gross and Solon Simmons, “The Religiosity of American
College and University
Access Publication: doi:10.1093/socrel/srp026, s. 114. (erişim tarihi:
9.04.2012).
[2] Peter Saint-Andre, “Agnosticism”, The Ism Book,
http://www.ismbook.com/ (erişim tarihi:
9.04.2012)
[3] Alvin Plantinga, “Agnosticism” maddesi, A Companion to Epistemology:
Blackwell Companions
to Philosophy, Second Edition, edited by Jonathan Dancy, Ernest Sosa and
Matthias Steup,
Blackwell Publisihing, Hong Kong 2010, s. 223.
[4] George W. Hallam, “Source of the Word ‘Agnostic’”, Modern Language
Notes, Johns Hopkins
University Press, 1955, vol. 70, no: 4, ss. 265-269.
[5] Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü, Vadi Yayınları, Ankara 1998, s.
143.
[6] Thomas Huxley, “Agnosticism”, Collected Essays: Volume V: Science
And Christian Tradition, D. Appleton and Company, New York 1902, s. 239.
[7] Aynı eser, s. 238.
[8] Aynı eser, s. 239.
[9] Thomas Huxley, “Agnosticism and Christianity”, Collected Essays,
Volume V: Science and
Christian Tradition D. Appleton And Company, New York 1902, s. 310.
[10] Huxley, “Agnosticism”, s. 239.
[11] Huxley, “Agnosticism”, s. 239.
[12] William Kingdon Clifford, “İnanç Ahlakı”, çev.: Ferit Uslu, Hitit
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Çorum 2006, cilt: 5, sayı: 9, ss. 125-136.
[13] Diogenes Laertius, Lives of Eminent Philosophers, English
Translation and ed. by R. D. Hicks,
London: w. Heineman- New York: G. P. Putnam’s Sons, 1925, vol. II, Book
IX, [51-53] s. 465.
[14] William L. Rowe, “Agnosticism”, The Shorter Routledge Encyclopedia
Of Philosophy, edited by Edward Craig, Routledge Pub., London-New York
2005, s. 10.
2011; Mustafa Çevik, David Hume ve Din Felsefesi, Dergah Yay., İstanbul
2006.
[16] Bernard Lightman, The Origins of Agnosticism: Victorian Unbelief
And The Limits Of Knowledge,
The Johns Hopkins University Press, 1987, ss. 38-51.
[17] Robin Le Poidevin, Agnosticism: A Very Short Introduction, Oxford
University Press, OxfordNew York 2010, ss. 9-10; Plantinga,
“Agnosticism” maddesi, s. 223.
[18] William L. Rowe, “Agnosticism” Routledge Encyclopedia of
Philosophy, ed. by E. Craig, London,
[20] Rowe, “Agnosticism”, s. 10; Flew, “Agnosticism”
[21] Kendini bir apateist olarak ilan eden Jonathan Rouch, dini inancını
şu şekilde tasvir ediyor:
“Eskiden biri bana dini görüşümü sorduğunda ‘ateistim’ diyordum. Şimdi
sorulduğunda ise
‘ateistim’ diyecekken kendimi tutuyor ve ‘eskiden kendime ateist derdim’
diyorum ve ekliyorum: ‘Hala Tanrı’ya inanmıyorum fakat daha da önemlisi
bu konuda bir tarafta veya öteki tarafta olmanın önemli olduğunu da
artık düşünmüyorum. İşte beni vuran bu, ben bir apateistim.” Jonathan
Rouch, “Let it Be”, Atlantic Monthly, May, 2003, vol. 291, Issue 4, ss.
34-35.
[22] Ronald W. Hepburn, “Agnosticism” The Encyclopedia of Philosophy,
ed. Paul Edwards, Crowell
Collier and Macmillian Inc., New York-London 1967, vol. 1, s. 56.
[23] Plantinga, “Agnosticism”, s. 223.
[24] 50 Voices of Disbelief: Why We are Ateists?, ed. by Russell
Blackford and Udo Schüklenk, WileyBlackwell, 2009, ss. 16-23.
[25] Nicholas Everitt, The Non-Existence of God, Routledge, London, New
York 2004, s. 14.
[26] Kai Nielsen, Atheism and Philosophy, Prometheus Books, New York
1985, s. 51.
[27] Leo Tolstoy, Confessions, yy., 1879.
[28] Charles Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, ed. by
Francis Darwin, William Clowes and Sons Press Limited, London 1887, vol.
I, Ch. VIII, s. 305.
[29] Richard Dawkins, The God Delusion, Transworld Publishers-Bantam
Press, 2006, s. 47.
[30] Aynı yer.
[31] Dawkins, age, s.48 vd.
[32] Konuşmanın yeniden basımı için bkz: Henry Joel Cadbury, “My
Personal Religion”, The
Journal of the Quaker Universalist Fellowship, No: 35, Fall and Winter
2000,
[35] Anthony Kenny, What I Believe?, Continuum Books, New York, London
2006, s. 21.
[36] Anthony Kenny, What is Faith? Essays In The Philosophy Of Religion,
Oxford University Press,
Oxford, New York 1992, s. 57-58.
[37] Kenny, age, ss. 58-59.
[38] Aynı eser, ss. 59-60.
[39] Aynı yer.
Yakın dönem düşünürlerinden olan Paul Draper de agnostisizme Kenny gibi
yaklaşmakta ve kararsızlığını epistemolojik bir çerçevede savunmaktadır.
Bk. Paul Draper, “Seeking But Not Believing: Confessions of a Practicing
Agnostic”, Divine Hiddenness: Essays, edited by Daniel Howard-Snyder and
Paul K. Moser, Cambridge University Press, 2002.
[40] Plantinga, “Agnosticism”, s. 223; Rowe, “Agnosticism”, s. 10.
[41] Huxley, “Agnosticism”, s. 238.
[42] Bertrand Russell, “What is an Agnostic?”, The Basic Writings of
Bertrand Russell, ed. by
Robert E. Egner and Lester E. Denonn, Routledge Classics, London, New
York 2009, s. 557.
[43] Tom Flynn, “Robert G. Ingersoll”, Icons Of Unbeleef: Atheists,
Agnostics and Secularists, edited
by S. T. Joshi, Greenwood Press, Westport, Connecticut, London 2008, s.
182.
[44] George Lincoln Rockwell, This Time the World, Parliament House,
1963, s. 52.
[45] Robert Green Ingersoll, “Why Am I An Agnostic?”, 1896, Electronic
Publishing, Bank of Wisdom,
http://www.infidels.org/library/historical/robert_ingersoll/why_i_am_agnostic.html
(erişim tarihi: 02.02.2012).
[46] Bertrand Russell, “Am I An Atheist Or An Agnostic? A Plea For
Tolerance In the Face of New
Dogmas”, Bertrand Russell on God and Religion, ed. by Al Seckel,
Prometheus Books, 1986, s. 84.
[47] Aynı eser, s. 557.
[48] Russell, agm, s. 557.
[49] Antony Flew, “The Presumption of Atheism”, A Companion to
Philosophy of Religion, 2. edition,
edited by Charles Taliaferro, Paul Draper and Philip L. Quinn, Blackwell
Publishing Ltd.,
2010, s. 451.
[50] Flew, agm, s. 451.
[51] Aynı yer.
[52] Kenny, What is Faith? Essays in The Philosophy of Religion, s. 58.
[53] Aynı eser, s. 59.
[54] Nitekim bu konuda yapılan anketler görüşümüzü doğrular
niteliktedir. Sözgelimi 2006 yılında Amerikan Üniversite ve Kolejlerinde
görev yapan profesörlerin dini inançları üzerine yapılan bir
araştırmanın sonuçları şöyledir: “Tanrı var mı, yok mu bilmiyorum”
şıkkını ankete
katılanların %13’ü işaretlerken, “Tanrı’ya inanmıyorum” şıkkını
işaretleyenlerin sayısı sadece
%10’da kalmıştır. Öte yandan deneklerin %35’i “Tanrı’nın var olduğunu
biliyorum, bu konuda hiçbir şüphem yok” derken, “Şüphelerim olsa da
Tanrı’ya inandığımı hissediyorum” şıkkını seçen denek sayısı %16
olmuştur. (Bk. Neil Gross and Solon Simmons, “The Religiosity of
American College and University Professors”, Sociology of Religion
Oxford University Press,
Kenny, Anthony, What I Believe?, Continuum Books, New York, London,
2006.
--------, What is Faith? Essays In The Philosophy Of Religion, Oxford
University Press, Oxford, New
York 1992.
Laertius, Diogenes, Lives of Eminent Philosophers, English Translation
and ed. by R. D. Hicks, London: w. Heineman- NewYork: G. P. Putnam’s
Sons, Vol. II, 1925.
Le Poidevin, Robin, Agnosticism: A Very Short Introduction, Oxford
University Press, Oxford, New
York 2010.
Lightman, Bernard, The Origins of Agnosticism: Victorian Unbelief And
The Limits Of Knowledge, The
Johns Hopkins University Press, 1987.
Nielsen, Kai, Atheism and Philosophy, Prometheus Books, New York 1985.
Plantinga, Alvin, “Agnosticism” maddesi, A Companion to Epistemology:
Blackwell Companions to
Philosophy, Second Edition, edited by Jonathan Dancy, Ernest Sosa and
Matthias Steup,
Blackwell Publisihing, Hong Kong 2010.
Rockwell, George Lincoln, This Time the World, Parliament House, 1963.
Rouch, Jonathan, “Let it Be”, Atlantic Monthly, Vol. 291, Issue 4, May,
2003.
Rowe, William L., “Agnosticism” Routledge Encyclopedia of Philosophy,
ed. by E. Craig, London:
Routledge. Retrieved February 09, 2012, from
http://www.rep.routledge.com/article/K001.
--------, “Agnosticism”, The Shorter Routledge Encyclopedia Of
Philosophy, edited by Edward Craig,
Routledge Pub., London, New York 2005.
Russell, Bertrand, “Am I An Atheist Or An Agnostic? A Plea For Tolerance
In The Face Of New
Dogmas”, Bertrand Russell on God and Religion, ed. by Al Seckel,
Prometheus Books, 1986.
--------, “What Is An Agnostic?”, The Basic Writings of Bertrand
Russell, Ed. by Robert E. Egner and
Lester E. Denonn, Routledge Classics, New York, London.
Shenker, I., “Borges, A Blind Writer With Insight”, The New York Times,
06.04.1971,