HABERLER
Dini Haber

KUR'AN'DA ZAMAN VE MEKAN HATASI

Yazan: Kirpi


KUR'AN'DA ZAMAN VE MEKAN HATASI


Kusursuz denilen bir kitapta yanlış olur mu? Olmaması gerekir tabi ki. Fakat Müslümanlar için yanlışın görülmesi ve anlaşılması yanlışın kendisinden daha zordur. Zira ortaya çıkarılan tüm yanlışlara bir kılıf bulmaya çalışıyorlar. Kendi fikirlerini Allah'ınmış gibi göstermeye çalışıp dinlerini eleştirilerden kurtarma çabasına giriyorlar ve sanıyorum bu durum var olmaya devam edecek. Lafı fazla uzatmadan konumuza geçelim.

Meâric Suresi:
﴾1-3﴿ Birisi, huzuruna yükselmenin birçok yolu bulunan Allah katından inkârcılar için gelecek olan ve hiç kimsenin savamayacağı azabın gelmesini istedi.
﴾4﴿ Melekler ve rûh O’na, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.

Ayette kendi zaman dilimlerine göre 1 günde Allah'ın katına çıkan meleklerden bahsediliyor ve bu sürenin bizim zaman dilimimize göre 50 bin seneye denk geldiği anlatılıyor. Bu durumda iki soru ortaya çıkıyor.

İlk soruyla başlayalım:
Soru 1:  Allah mekandan münezzeh ise o halde melekler bizim zaman kavramımıza göre 50 bin sene kadar süren bir yolculuk ile nereye gidiyor?

Ayette meleklerin Allah'a 50 bin senelik sürede çıktığı anlatılıyor. İyi ama birinin yanına gidebilmek için yanına gidilen kişinin sabit bir mekanda olması gerek. Mekandan münezzeh olan birinin adresi olmayacağı için yanına gidilmesi de imkansız olacaktır.
Fakat Kur'an'a baktığımızda Allah'ın mekandan münezzeh olmadığı hakkında ipuçları bulabiliriz. Örneğin Mülk süresinin 16 ve 17 ayetlerine bakalım:

Mülk Suresi:
﴾16﴿ Göktekinin sizi yerin dibine batırmayacağından emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü altüst olmuş!
﴾17﴿ Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz? Uyarılarımın ne demek olduğunu yakında anlayacaksınız!

Ayetlerde apaçık bir şekilde Allah'ın gökte olduğu anlatılıyor. Nitekim Mearic suresinde de melekler için yükseliyor ifadesinin kullanılması Allah'ın gökte olduğu fikrini destekliyor. Bir de bakalım tefsirler bu konuda ne diyor:

'Kur'an Yolu' Tefsiri:
Müfessirler “gökte olan”dan maksadın kim veya ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir: 1. Bundan maksat Allah’tır; ancak bu mecazi bir anlatım olup maksat O’nun yüceliğini ve gücünün sonsuzluğunu vurgulamaktır. Allah mutlak mânada yücedir, sonsuz ve sınırsızdır, zamanda ve mekânda olanlar ise sınırlıdır ve Allah bu sınırlamalardan münezzehtir. 2. Maksat gökteki meleklerdir. Onlar Allah’ın emriyle yeryüzüne inerek kendilerine verilen görevleri yerine getirirler. 3. Maksat, Allah’ın gökten inen azabıdır. Allah’ın rahmeti ve nimeti nasıl gökten iniyorsa O’nun azabı da inkârcı ve isyankârların başına gökten iner (daha geniş bilgi için bk. Râzî, XXX, 69-70; Elmalılı, VII, 5232 vd.; İbn Âşûr, XXIX, 33). Bize göre burada geçen “gök” kelimesiyle, fizikî evrenin gökleri değil, madde ötesi, yüce olan varlık düzeyi kastedilmiş olmalıdır.
[Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 422]

Her zaman olduğu gibi yine kısa yoldan giderek "bu mecazdır" bahanesini ortaya atmışlar. Fakat tefsirlerde bile Allah'ın azabının ve merhametinin gökten indiğini söyleyerek kendi elleri ile Allah'a tekrar mekan biçmişler. Muhammed'in Miraç olayında da Allah'ın katına çıktığı iddialarını göz önünde bulundurursak Allah'ın mekandan münezzeh olmadığını, aksine inanışa göre onun yukarıda bir yerde olduğunu görebiliriz.

2. Soruya gelelim:
Soru 2: Allah katında zaman kavramı yok ve Allah zamandan münezzeh ise meleklerin onun katına gidip gelmesi neden zaman alıyor?

Öncelikle ayetle ilgili Diyanet işlerinin konuya dair ne dediğine bakalım:

Müfessirlere göre 4. âyette geçen “ruh”tan maksat Cebrâil’dir; “miktarı elli bin yıl olan gün”den ne kastedildiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı müfessirler buradaki elli bin yılı dünyanın ömrü, bazıları kıyametin oluş süresi, kimileri de âhirette kulların hesap vereceği süre olarak açıklamışlardır. Bir görüşe göre kıyametin müddeti inkârcılar için elli bin sene, müminler için sadece bir günün muayyen bölümü kadar sürecektir. Elli bin senenin, âhiret hayatının toplam süresi olduğunu ileri sürenler de vardır. Ancak bize göre bu yorumların hiçbirinin kabul edilebilir bir mesnedi ve gerçekliği yoktur. Bir önceki âyette geçen “huzuruna yükselmenin birçok yolu bulunan” şeklindeki ifadenin ardından burada da “Melekler, miktarı elli bin sene olan bir gün içinde O’na yükselmektedirler” buyurulmuştur. Görüldüğü gibi bu ifadenin kıyamet ve uhrevî hesapla, dünya veya âhiretin süresiyle bir ilgisi yoktur; sadece meleklerin Allah’a yükselmesinden söz edilmektedir. 
[Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 453-454]

Gördüğünüz gibi Diyanet İşleri ayette bahsi geçen meleğin Cebrail olduğunu ve 50 bin senenin de Allah katına yükselmek için sarf edilen zaman olduğunu anlatıyor. Şimdi hep birlikte bir matematik hesabı yapalım. Muhammed'e vahiy getiren melek Cebrail Allah'ın katından yeryüzüne kendi zaman dilimiyle 1 günde, bizim zamanımızla 50 bin senede geliyor. Bu da şu anlama geliyor. Yani bir ayeti Allah katından alarak Muhammed'e götürmesi 50 bin sene sürüyor. Kur'an'da 114 sure ve  6236 ayet var. 

Kolaylık olsun diye farz edelim ki Cebrail bir seferde tam bir sure getiriyor. 114 çarpı 50.000 = 5.700.000 sene yapar. Yani 114 surenin tamamlanması için 5.700.000 yıllık zaman gerek. Üstelik bu yalnız Cebrail'in tek yönlü geliş zamanı bunun birde dönüşü var. 5.700.000 (gelişi) +5.700.000 (dönüşü) = 11.400.000 yıl. Yani toplamda Cebrail'in 114 sure için Allah katına gidip gelmesi onların zaman dilimiyle 11.400.000 sene gerektiriyor.

İyide hani Allah zamandan ve mekandan münezzeh idi? Nasıl olur da zamanın olmadığı bir katta zaman akıp gidebilir ve sizin bir yılınız bizim katımızda şu kadar yıldır denebilir? Allah katında bizimden farklı da olsa eğer bir zaman akışı varsa, oranının hiçbir önemi olmaksızın zaman zamandır. Dolayısı ile kendi katının zaman diliminde var olmakta olan Allah ve meleklerinin hiçbiri zamandan münezzeh değildir.
Ayrıca hani Allah ol derse oluyordu? Bize şah damarımızdan daha yakındı, her yerdeydi? Neden Cebrail peygamberlere vahiy iletebilmek için sürekli Allah'ın yanına, onun katına çıkıp tekrar dünyaya inmekle uğraşıyor? Madem öyle, Allah ol derse oldurabiliyor ise ve zaten her yerde ise, Cebrail onun yanına gitmeden ona emirlerini veya ayetlerini iletemiyor mu? Yoksa "mekanı yoktur" dediğiniz ama ayetlerde sürekli olarak gökte olduğu vurgulanan, arştaki katında ikamet etmekte olan Allah'ın buna gücü yetmiyordu da Cebrail'in sürekli onun katına gidip gelmesi mi gerekiyordu?

İşte bunlar tam olarak "eskilerin masalları"dır. Antik Sümer'de en üst mertebede, Cennetin 7.katında, tahtında oturmakta olan tanrı inanışı Samilerin ve ilerleyen dönemde Yahudilerin de katkıları ile çevre kültür ve inanışlara yayılmıştır.
Kur'an çevre kültürlerden duyulanların derlendiği, "eskilerin masalları" sözünü bastırabilmek için sürekli yeminler edilen, Allah tarafından geldiği iddia edilen fakat binbir zorlukla toparlanıp derlenebilmiş insan ürünü bir kitaptır. Tıpkı ilahi olduğu iddia edilen diğer tüm kitaplar gibi...

JAİNİZM VE YARATILIŞSIZLIK

Hazırlayan: A.Kara


JAİNİZM VE YARATILIŞÇILIK KARŞITLIĞI


Jainizm öğretisine göre evren ve bileşenleri olan ruh, madde, uzay, zaman ve hareket ilkeleri her zaman var olmuştur. Jainizm bir yaratıcı tanrıya olan inancı desteklemez. Tüm bileşenler ve eylemler evrensel doğa kanunlarına tabidir. Maddeyi yoktan yaratmak mümkün değildir ve inanışlarına göre kütlenin korunumu yasasına benzer şekilde evrendeki maddenin toplamı aynıdır. Jain metinleri evrenin jiva yani yaşam gücü veya ruhlardan ve ajiva adı verilen cansız nesnelerden oluştuğunu iddia eder. Her canlının ruhu eşsizdir, yaratılmamıştır ve başlangıçsız bir zamanda var olmuştur.

Jain nedensellik teorisi neden ve sonucun doğada her zaman aynı olduğunu ve dolayısıyla Tanrı gibi bilinçli ve maddi olmayan bir varlığın evren gibi maddi bir varlık yaratamayacağını savunur. Dahası, Jainlerin ilahiyat kavramına göre karmalarını yok eden ve arzulayan herhangi bir ruh kurtuluşa yani nirvanaya ulaşır. Tüm tutku ve arzularını yok eden ruh, evrenin işleyişine müdahale etme arzusu duymaz. Ahlaki ödüller ve ıstıraplar ilahi bir varlığın işi değil, kozmostaki doğuştan gelen ahlaki düzenin bir sonucudur. Bu da bireyin, karmaların işleyişi yoluyla kendi eylemlerinin meyvelerini topladığı kendi kendini düzenleyen bir mekanizmadır.

Jain filozofları çağlar boyunca yaratıcı ve her şeye gücü yeten Tanrı kavramını reddetmiş ve karşı çıkmışlardır. Bu durum Jainizm'in rakip din felsefeleri tarafından Nastika Darsana yani ateist felsefe olarak etiketlenmesine neden oldu. Yaratılışsızlık teması, her şeye gücü yeten Tanrı ve ilahi lütufun yokluğu, kozmolojisi, karması, mokşa ve ahlaki davranış kuralları dahil Jainizmin tüm felsefi boyutlarında güçlü bir şekilde işlemektedir. Jainizm bir yaratıcı tanrı fikri olmaksızın dini ve erdemli bir yaşamın mümkün olduğunu ileri sürer. [2]

JAİN EVREN ANLAYIŞI

Jain kutsal yazıları evrenin yaratıcısı olarak Tanrı'yı reddeder. Jainizm, Göksel varlıklar / Devalar da dahil olmak üzere ayrıntılı bir kozmoloji sunar. Bu Göksel varlıklar yaratıcı olarak görülmez, diğer tüm canlılar gibi acıya, değişime maruz kalırlar ve sonunda ölmek zorundadırlar. Tanrısallık kişinin ruhunu karmalardan kurtarması ve aydınlanması yani Nirvana'ya ulaşması ile olur ve ancak böyle bir duruma ulaşmış olanlar Tanrılar / Tirthankara olarak adlandırılabilirler. Bu nedenle Mahavira bir Tanrı yani Tirthankara idi.

Jainlere göre bu loka yani evren, başlangıcı veya sonu olmayan, her zaman farklı şekillerde var olmakta olan bir varlıktır. Jain metinleri evrenin şeklini bacakları açık duran ve kolları beline yaslanmış bir adam olarak tanımlar. Bu nedenle evrenin tepesi dardır, aşağı doğru genişler, ortaya doğru daralır ve alt kısımda tekrar genişler. [3] [b]

ZAMAN ÇARKI

Jainizme göre zaman başlangıçsız ve ebedidir. Zamanın kozmik çarkı durmaksızın döner. [4] Bu döngüsel yapı evreni sürdürmek için bir yaratıcı, yok edici veya harici tanrıya olan ihtiyacı ortadan kaldırır.

Zaman çarkı iki yarım dönüşe bölünmüştür. Artan zaman döngüsü Utsarpiṇī ve azalan zaman döngüsü Avasarpiṇī birbiri ardına sürekli olarak meydana gelir. Utsarpiṇī, zaman aralıklarının ve yaşların artan bir ölçekte olduğu ilerleyen bir refah ve mutluluk dönemidir, Avsarpiṇī ise artan bir üzüntü ve ahlaksızlık dönemidir. [5]

GERÇEKLİK KAVRAMI

Evren Jainlerin altı dravya veya öz olarak sınıflandırdığı altı maddeden oluşur:

1) Jīva yani Canlı maddeler
Jainler ruhların (Jīva) onu barındıran bedenden ayrı bir varoluşla bir gerçeklik olarak var olduğuna inanır. Cetana (bilinç) ve upayoga (bilgi ve algı) ile karakterizedir. [6] Ruh hem doğumu hem de ölümü deneyimlese de ne yok edilir ne de yaratılır. Çürüme ve köken, her ikisi de sırasıyla ruhun çeşitli biçimlerinin ortadan kaybolmasına ve bir diğerinin ortaya çıkmasına atıfta bulunur. [7]

2) Ajīva - Canlı Olmayan Maddeler

3) Pudgala yani Madde
Jainizm'de madde, katı, sıvı, gaz, enerji, hassas karmik malzemeler ve ekstra hassas maddeler veya nihai parçacıklardır. Paramānu veya nihai parçacıklar maddenin temel yapı taşıdır. Paramānu ve pudgala'nın önemli niteliği kalıcılık ve dayanıklılıktır. Biçimlerini birleştirir ve değiştirir ancak nitelikleri aynı kalır. Jainizm'e göre madde yaratılamaz veya yok edilemez.

4) Orta hareket yani Dharma-tattva ve Orta dinlenme yani Adharma-tattva
Bunlar Dharmāstikāya ve Adharmāstikāya olarak da bilinirler. Hareket ve dinlenmeyi betimleyen Jain düşüncesinden farklıdırlar. Tüm evreni kaplamışlardır. Dharma-tattva ve Adharma-tattva kendi başına hareket veya dinlenme değil, diğer bedenlerde hareket ve dinlenmeye aracılık eder. Dharmāstikāya olmadan hareket imkansızdır ve adharmāstikāya olmadan evrende dinlenmek imkansızdır.

5) Ākāśa yani Uzay
Uzay yaşayan ruhları, maddeyi, hareket ve dinlenme ilkelerini ve zamanı barındıran bir maddedir. Sonsuzdur ve her yeri kaplayan sonsuz uzay-noktasından yapılmıştır.

6) Kāla yani Zaman
Zaman Jainizm'e göre gerçek bir varlıktır ve tüm faaliyetler veya değişiklikler yalnızca zamanında gerçekleştirilir. Zaman, alçalan ve yükselen olmak üzere ikiye ayrılmış on iki telli bir tekerlek ve yarısı her biri milyarlarca "okyanus yılı" (sagaropama) olarak tahmin edilen, engin sürelere sahip altı aşamalı bir tekerlek gibidir. [8] Her inen aşamada üzüntü artarken yükselen her aşamada mutluluk ve refah artar.

Evrenin bu yaratılmamış bileşenleri birbirleriyle etkileşime girerek evrene dinamikler kazandırır. Bu bileşenler dış varlıkların müdahalesi olmadan doğal yasalara göre davranırlar. Jainizm'e göre Darma ya da (Dharma) gerçek din, "bir maddenin içsel doğası onun gerçek darmasıdır" olarak çevrilen 'vatthu sahāvo dhammo' dur. [C]

MADDE NEDEN VE SONUÇ İLİŞKİSİ

Jainizme göre maddenin neden-sonuç ilişkisi iki türdendir: Önemli veya maddi neden Upādanā kārana ve araçsal neden Nimitta kārana. Upādanā kārana etkisiyle her zaman özdeştir. [9] Örneğin, kilden yalnızca bir toprak kap üretebilirsiniz, dolayısıyla kil maddi nedendir ve kil kap onun sonucudur. Sonuç nerede olursa olsun bir neden mevcuttur ve bunun tersi de geçerlidir. Etki her zaman maddi nedende gizli biçimde mevcuttur. Kili çömleğe dönüştürmek için çömlekçi, çark, çubuk ve çeşitli araçlar ve katalizörler gereklidir. Maddi neden her zaman kil olarak kalır. Dolayısıyla neden ve sonuç doğası gereği her zaman tamamen aynıdır. [G] Bir çömlekçi tencerenin maddi nedeni olamaz. Öyle olsaydı çömlekçinin tencereyi kil olmadan da hazırlayabilmesi gerekirdi. Ama durum öyle değil. Yani bir çömlek yalnızca kilden, altın takılar sadece altından yapılabilir. Benzer şekilde bir ruhun farklı varoluş tarzları ruhun kendisinin faaliyetlerinin bir sonucudur. Herhangi bir çelişki veya istisna olamaz.

Böyle bir senaryoda Jainler bilinçli varlık (cetana) ile yaşayan bir ruhun maddi nedeninin her zaman ruhun kendisi olduğunu ve cetana olmayan yani bilinçsiz, ölü, hareketsiz maddenin sebebinin her zaman maddenin kendisi olduğunu iddia eder. [10 ] Tanrı gerçekten yaratıcı ise o zaman bu imkansız bir öngörüdür çünkü yaşam (cetana) ve maddenin (asetana) çelişkili iki sonucundan da aynı neden sorumlu olacaktır. [11] Bu durum mantıksal olarak maddi olmayan ve bilinçli bir varlık olan Tanrı'nın maddi maddelerden oluşan bu evreni yaratmasını engeller.

RUH

Jainizm'e göre ruh kendi kaderinin efendisidir. Ruhun niteliklerinden biri kendi kaderine tamamen sahip olmasıdır. [12] Yalnızca ruh eylemlerini seçer ve sonuçlarını da yalnızca ruh alır. Hiçbir tanrı, peygamber veya melek ruhun eylemlerine veya kaderine müdahale edemez. Dahası herhangi bir ilahi lütuf olmaksızın kurtuluşa ulaşmak için gerekli çabayı gösteren de tek başına ruhun kendisidir. [13] [14]

Jainler sık sık bu dünyada “yalnızız” derler. [H] Jainlerin Oniki Düşüncesi (anupreksas) arasından biri kişinin ruhunun yalnızlığı, evrenin doğası ve göçtür. Dolayısıyla yalnızca kendi eylemlerimizle ruhumuzu arındırarak kendimize yardım edebiliriz. [15]
Jainizm bu yüzden arzu edilen kurtuluş hedefine ulaşmak için ruhun çabalarına ve özgür iradesine güçlü bir vurgu yapar.

JAİN İLAHİYAT ANLAYIŞI

Jainizme göre tanrılar Tirthankara, Arihant veya sıradan Kevala ve Siddha olarak kategorize edilebilir. Jainizm Devī ve Deva'ları geçmiş yaşamlarındaki değerli eylemleri nedeniyle göklerde yaşayan göksel varlıklar olarak kabul eder.

Arihantlar
Kevalinler olarak da bilinen Arihantlar, nirvanaları sırasında nihayetinde somutlaşarak Siddhalar veya özgürleşmiş ruhlar haline gelen "Tanrılar" (yüce ruhlar) 'dır. Bir Arihant, tüm tutkularını yok etmiş, tamamen serbest ve herhangi bir arzusu olmayan ve dolayısıyla dört ghātiyā karmayı yani ruh güçlerini, algısını, bilgisini ve enerjisini engelleyerek doğrudan etkileyen ve yanılgıya neden olan dört yıkıcı karmayı yok eden ve her şeyi bilme yetisine ulaşan (kevala Jñāna) bir ruhtur. Böyle bir ruhun hala bir bedeni ve dört aghātiyā karması vardır. Bir Arhata ömrünün sonunda, kalan agh agtiyā karmasını yok eder ve özgürleşmiş ruh (Siddha) olur.

Tīrthankaralar
Tīrthankaralar ("Jinalar" olarak da bilinir) Jain felsefesinin öğretmenleri ve canlandırıcıları olan Arihantlardır. İnanışa göre her zaman döngüsünde 24 Tīrthankara vardır ve Mahāvīra şimdiki zaman döngüsünün 24. ve son Tīrthankara'sıdır. Tīrthankaralar kelimenin tam anlamıyla yeniden doğuş ve göç okyanusunu geçmenin yolunu gösteren ve dolayısıyla Jainler arasında saygı ve ibadetin odağı haline gelen geçit yapımcılarıdır. Ancak Jain ve Hindu ibadet tarzındaki yüzeysel benzerliklere rağmen Tīrthankaraları Hindu panteonunun tanrılarına benzer tanrılar olarak görmek yanlış olur. [16] Arhatalar gibi Tīrthankaralar da nihayetinde kurtuluşa ererek birer özgür ruh (Siddha) olurlar. Kurtulmuş olan Tīrthankaralar evrenin geri kalanının ve her türlü işlemin ötesindedir. Onlar herhangi bir yaratıcı faaliyette bulunan veya dualara cevap verme kapasitesine veya yeteneğine sahip olan varlıklar değillerdir.

Siddhalar
Nihayetinde tüm Arihant ve Tīrthankaralar birer özgür ruh yani Siddha olur. Bir Siddha doğum ve ölümün süreklilik gösteren döngüsünden kalıcı olarak kurtulmuş ruhtur. Gerçek benliğini idrak etmiş böyle bir ruh tüm Karmalardan ve bedenlenmeden özgürdür. Biçimsizdirler ve sonsuz mutluluk, sonsuz algı, sonsuz bilgi ve sonsuz enerji içinde evrenin tepesinde "Özgürleştirilmiş Varlıkların Alemi'nde" (Siddhashila) yaşarlar. Bu tüm ruhların nihai hedefidir.

Jainler bu tutkusuz tanrılara herhangi bir iyilik ya da ödül için değil, karmalarını yok etmek ve tanrılığa ulaşmak amacıyla, tanrının niteliklerine dua ederler. Bu durum en iyi şekilde şu Jain sözüyle (vandetadgunalabhdhaye) anlaşılır: "bu tür tanrıların niteliklerine bu tür nitelikleri elde etmek için dua ediyoruz". [F] [17]

GÖKSEL VARLIKLAR, YARI TANRI VE TANRIÇALAR

Jainizm, Tīrthankara'ya eşlik eden śāsanadevat ve śāsanadevī'lerin, bir Tīrthankara'nın ilahi vaaz topluluğunu (Samavasarana) yaratan Tanrı ve Tanrıçaların varlığını tanımlar.

Bu Tanrılar yanlarında kadın ve silah bulundurmak, bazılarını kayırıp, bazılarını küçümsemek nedeniyle bağlılık ve tutku ile lekelenmiştir.

Jain inanışına göre kurtuluş isteyenler bu tür tanrılara tapınmamalıdır ”[18]
Bu tür tanrılara tapınma karma esaretine (mithyātva) yol açan yanlış inanç olarak kabul edilir. Fakat bazı Jainlerin maddi kazanç elde etmek için bu tür tanrılara taptığı da bilinmektedir.

KUR'AN'IN SİRİUS YILDIZI MUCİZESİ (!)

Yazan: Kirpi


KUR'AN'IN SİRİUS YILDIZI MUCİZESİ (!)

Modernist Müslümanlar Kur'an'ın insan  tarafından yazılamayacağını kanıtlayabilmek için her zaman türlü türlü mucizeler üretmişlerdir. Bu makale belki de üretilen onca mucize iddiasından en kötüsü hakkında. Önceki yazılarımda denizlerin karışmaması, evrenin genişlemesi gibi farklı konuları da işlemiştim. Fakat bu Sirius mucizesi tam anlamıyla bir saçmalık.

Öncelikle Müslümanların mucize iddiasına göz atalım.
Müslümanlar Kur'an'ın 53. suresi olan Necm (yıldız) suresinin 49 ve 9. ayetlerinde bir mucize olduğunu ve bu mucizenin Sirius yıldızının yörünge periyoduyla alakalı olduğunu iddia ediyorlar. Surenin ismi yıldız olduğu için 49. ayette bahsi geçen Si'râ'nın Sirius yıldızı olduğunu söylüyorlar.

53/Necm suresi
49: وَاَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرٰىۙ  Doğrusu Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur. 
9: فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ   Mesafe iki yay kadar veya daha yakın oldu.

Bu meal Diyanet İşlerinin eski mealidir. Öncelikle belirtelim ki 49 ayette yıldız diye bir ifade yok. Bu yıldız kelimesi parantez içinde yazılması gerektiği halde öyle yazılmamış. Neyse ki Diyanet eski mealindeki hatayı düzelterek yeni mealinde “Şüphesiz O, Si’râ’nın Rabbidir.” şeklinde çeviri yapmıştır.  

Diyanet işlerinin sırayla ilgili konuda ne söylediğine göz atalım:
Gerek sözlüklerde gerekse tefsirlerde şi‘rânın bir adının da mirzem olduğu, Cevzâ’dan (İkizler burcu) sonra doğduğu ve doğuşu sırasında yüksek bir hararet taşıdığı belirtilir. Hurmaların olgunlaşması için fazla sıcaklık beklendiğinden Araplar arasında, “Şi‘râ doğunca onu hurmalık sahibine sor” sözü yaygındır. Bazı Araplar şi‘râ kelimesinden büyük köpek takım yıldızını, bazıları da Cevzâ burcunda yer alan mirzemi anlardı. Aslında şi‘râ bir çift yıldız olup bunlardan güneye düşene şi‘râ-yı Yemâniyye, kuzeye düşene şi‘râ-yı Şâmiyye denirdi. Asıl şi‘râ samanyolunun ve büyük köpek (orions dog, canis major / avcı köpeği) takım yıldızının en parlak yıldızı olan şi‘râ-yı Yemâniyye’dir. Nitekim Batlamyusçu Grek astronomisinde şi‘râ büyük bir köpek resminin ağzında gösterilmiştir. Şi‘râ-yı Şâmiyye ise küçük köpek (canis minor) takım yıldızı içinde yer alır. Şi‘râ-yı Yemâniyye’ye abûr, şi‘râ-yı Şâmiyye’ye gumeysâ adı da verilmiştir. Câhiliye dönemi inancına göre bunlar Süheyl (Orion) yıldızının kız kardeşleridir. Diğer yıldızların aksine şi‘râ-yı Yemâniyye semayı enine kateder (ubûr) ve bu sebeple ona abûr denir. Diğer bir inanca göre şi‘râ Süheyl’in eşi olup onunla bitişikti. Süheyl şi‘râdan ayrılıp Yemen tarafına doğru aşağıya inmiş, bunun üzerine şi‘râ da samanyolunu geçip Süheyl’in peşinden gitmiş ve bundan dolayı abûr ismini almış, yalnız kalan şi‘râ-yı Şâmiyye ağlamaktan gözleri çapaklandığından ona da gumeysâ (gözleri çapaklı) adı verilmiştir.
[https://islamansiklopedisi.org.tr/sira]

Diyanet işleri ansiklopedisinde Şira'nın bugün astronomideki ismiyle Sirius b yıldızı olduğunu iddia ettiğini görüyoruz. İddialarına delil olarak ta cahiliye Araplarının bu yıldıza tapmasını gösteriyorlar:
Câhiliye Arapları genellikle şi‘râya büyük önem verir, dünya üzerinde etkili olduğuna inanır, bazı kabileler ona tapardı. Araplar içinde ona ilk tapanın Ebû Kebşe el-Huzâî olduğu söylenir (Âlûsî, XXVII, 69-70). Bir rivayete göre müşrikler, Hz. Peygamber’in kendi dinlerini reddedip yeni bir din tebliğ etmesini Ebû Kebşe’nin şi‘râya tapmasına benzetip ona “Ebû Kebşe’nin oğlu” demişlerdir. Şi‘râya hangi kabilelerin taptığıyla ilgili kesin bilgi yoksa da bu konuda Lahm, Kureyş, Huzâa, Kays Aylân, Gassân, Gatafân ve Himyer kabilelerinin adları geçmektedir. Ancak ağırlıklı görüş Huzâa’dan başkasının ona tapmadığı yönündedir (M. Tâhir İbn Âşûr, XXVII, 151)
[https://islamansiklopedisi.org.tr/sira]

Müslümanlar bu iki ayette bahsi geçen Şira'nın Sirius yıldızı olduğunu ve Necm 49-9. ayetlerinin numarasının Sirius'un yörünge periyodunun zamanına işaret ettiğini iddia ediyorlar. Şimdi bu iddianın neden hatalı olduğuna bakalım.
Öncelikle Necm suresinde bahsi geçen Şira'nın yıldız dahi olduğu muammadır. Zira dediğim gibi ayette yıldız diye bir ifade geçmiyor. Sadece Şira deniliyor. Ve bu Şira'nın Sirius olması da yalnızca Müslümanların iddiası. Genellikle Müslümanlar Şira'nın Arapçada Sirius anlamına geldiğini söylüyorlar fakat sözlüğe baktığımızda Sirius'un Arapça yazılışıyla Şira'nın yazılışı tamamen farklı:
Şira: الشِّعْرٰىۙ ≠ Sirius: سيريوس

Arap dil bilimciler Kur'an'da kullanılan Şira kelimesinin “saç” anlamındaki Şa‘r kökünden türediğini söylüyor. Parlak bir yıldız olarak ta tanımlayanlar var fakat genellikle Şi‘râ'yı “saçlı” mânasında kullanılan Arapça asıllı bir kelime olarak kabul ediyorlar. Yalnızca şarkiyyatçılar kelimenin Grekçedeki Sirius isminin Arap versiyonu olduğunu iddia ediyorlar. [1]

Kur'an'da cins isim olarak yıldızlar için Necm kelimesi kullanılmış fakat 49. ayette özel isim olarak Şira kullanılmış iddiası da yine Müslümanlarca ortaya atılıyor. Sahih hadis kaynaklarında bu isme rastlanmamaktadır.
Hani Müslümanlar "bir kelimeyi anlamak için Kur'an'ın diğer ayetlerini de hesaba katarak bakmak gerek" derler ya, bizlerde şimdi aynı kelimenin cümle içindeki yapısına göre aynı formda fakat farklı harekeli olanları için El-Mu'cem El-Müfehres'e bakacağız. [2]

Bakara / 9 يَشْعُرُونَۜ: yeş’urûn(e)- farkında  -Fiil + Zamir
Bakara / 12  يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-anlayanlardan -Fiil + Zamir
Bakara / 154 تَشْعُرُونَ: teş’urûn(e)-siz farkında -Fiil + Zamir
Bakara / 158 شَعَٓائِرِ: şe’âiri -nişanları- İsim
Bakara / 198  الْمَشْعَرِ: l-meş’ari -Meş\ar-i-  İsim
Âl-i İmrân / 69 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında değiller -Fil+ Zamir
Mâide / 2 شَعَٓائِرَ: şe’â-ira  işaretlerine  -İsim 
En’âm / 26  يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında- Fiil + Zamir
En’âm / 109 يُشْعِرُكُمْۙ: yuş’irukum-şuurunda -Fiil + Zamir
En’âm / 123 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-ama farkında değillerdir -Fiil + Zamir
A’râf / 95 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında Fiil + Zamir
Yûsuf / 15 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) –farkında -Fiil + Zamir
Yûsuf / 107 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerken Fiil + Zamir
Nahl / 21 يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûne -bilmezler -Fiil + Zamir
Nahl / 26 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-ummadıkları Fiil + Zamir
Nahl / 45 يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)ummadıkları -Fiil + Zamir
Nahl / 80 وَاَشْعَارِهَٓا: ve eş’ârihâ-ve kıllarından-Bağlaç + İsim + Zamir
Kehf / 19 يُشْعِرَنَّ: yuş’iranne -sezdirmesin -Fiil + Nûn-u Te'kid
Enbiyâ / 5 شَاعِرٌۚ: şâ’irun -şa\irdir-İsim
Hac / 32 شَعَٓائِرَ: şe’âira- nişanlarına İsim 
Hac / 36 شَعَٓائِرِ: şe’âiri-işaretleri- İsim 
Mü’minûn / 56 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-onlar farkında Fiil + Zamir
Şu’arâ / 113 تَشْعُرُونَۚ: teş’urûn(e)-düşünürseniz Fiil + Zamir
Şu’arâ / 202يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)-farkında olmazlar Fiil + Zamir
Şu’arâ / 224وَالشُّعَرَٓاءُ: ve-şşu’arâuve -Şa\irler Bağlaç + İsim
Neml / 18يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)- farkında olmayarak Fiil + Zamir
Neml / 50يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerdi Fiil + Zamir
Neml / 65يَشْعُرُونَ: yeş’urûne- bilmezler Fiil + Zamir
Kasas / 9يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-anlamıyorlar Fiil + Zamir
Kasas / 11يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)-farkına varmadan Fiil + Zamir
Ankebût / 53يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerken Fiil + Zamir
Yâsîn / 69الشِّعْرَ: şşi’ra-  şiir  -İsim
Sâffât / 36لِشَاعِرٍ: li-şâ’irin- bir şair için Harf-i Cer + İsim
Zümer / 25يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-hiç farkına varmadıkları Fiil + Zamir
Zümer / 55تَشْعُرُونَۙ: teş’urûn(e)- farkına varmadan Fiil + Zamir
Zuhruf / 66يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında değillerken Fiil + Zamir
Hucurât / 2تَشْعُرُونَ: teş’urûn(e) farkında olmazsınız Fiil + Zamir
Tûr / 30شَاعِرٌ: şâ’irun   - bir şa\irdir    -İsim
Necm / 49الشِّعْرٰىۙ: şşi’râ  - Şi\ra\nın  Sirius -Özel İsim
Hâkka / 41شَاعِرٍۜ: şâ’ir(in) -bir şa\irin -İsim

Gördüğünüz gibi bir tek Necm suresinde özel isim olarak kullanılmış, diğer tüm ayetlerde aşağı yukarı “farkında değiller” “şair” gibi manalarda kullanılmış. Necm süresinde bu kelimeye özel isim denilerek Sirius'a atfedilmesi yalnızca cahiliye Araplarının bu yıldıza tapmasıyla ilgili kesin olmayan rivayetlere dayandırılmıştır.

Gelelim Necm suresindeki ayetlerin rakamlarıyla Sirius yıldızının yörünge periyodunun anlatıldığı mucizesine (!).

Öncelikle eğer ilgili ayette Sirius yıldızından bahsediliyorsa bile, bahsi geçen yıldızın (Şira'nın) yörünge periyodu "49 yıl 9 aydır" diye bir ifade yok.  Müslümanlar Necm süresinin 49 ve 9. ayetlerinin rakamlarından sondakini (49) öne öndekini de (9) sona koyarak Sirius yıldızının yörünge periyodu olan 49 yıl 9 ayı simgelediğini ve bunun bir mucize olduğunu iddia ediyorlar. Eğer bu ayetlerin numaraları vasıtasıyla bir zaman dilimi anlatılmak istenseydi bunun ardıcıllık prensibi üzerinden olması gerekirdi. Rakamların yerlerini değiştirmek zorlayarak mucize yaratma çabası içine girildiğinin bir göstergesidir.

Meselenin komik tarafıysa Sirius yıldızının yörünge periyodu aslında 49 yıl 9 ay değildir. Bunun nedeni kasıtlı olan bir yanıltmadır. Şimdi dikkatlice izleyin. Google'da Sirius yazdığımızda Wikipedia'da bu yıldız hakkında detaylı bilgi çıkıyor. Fakat Türkçe Wikipedia sayfası İngilizceden çevrilirken kasıtlı bir hata (!) yapılmıştır.

Sirius | Wikipedia İngilizce [a]
Sirius is a binary star system consisting of two white stars orbiting each other with a separation of about 20 AU[e] (roughly the distance between the Sun and Uranus) and a period of 50.1 years. The brighter component, termed Sirius A, is a main-sequence star of spectral type early A, with an estimated surface temperature of 9,940 K. Its companion, Sirius B, is a star that has already evolved off the main sequence and become a white dwarf. Currently 10,000 times less luminous in the visual spectrum, Sirius B was once the more massive of the two.

Sirius | Wikipedia Türkçe [b]
Sirius birbirlerinden 20 astronomik birim uzaklığında (yaklaşık Güneş ile Uranus arasındaki uzaklıkta), birbirleri çevresinde tam olarak 49.9 yılda dönen iki beyaz yıldızdan oluşan bir çift yıldızdır. Sirius-A adı verilen, parlak olan bileşen, tayf türlerine göre yapılan yıldız sınıflandırma sisteminde A1V sınıfında bulunan yüzey ısısı tahminen 9.940 Kelvin olan bir anakol yıldızıdır. Yoldaşı Sirius-B ise yıldızsal evrimini tamamlayarak beyaz cüce haline gelmiş bir anakol yıldızıdır. Kütlesi bir zamanlar Sirius-A’dan daha büyük olan Sirius-B görsel tayfta 10.000 kez daha az parlaktır.

Tüm yabancı dillerde (Rusça, İtalyanca, İspanyolca) 50 veya 50.09 gibi rakamlar aktarılırken Türkçe çeviride bu süre 49 yıl 9 ay olarak çevrilmiştir. Sirius ile ilgili Türkçe Wikipedia sayfasının sonuna “kutsal metinlerde Sirius”  isimli bölüm ilave edilerek Kur'an'daki bahsi geçen sahte Sirius yıldızı mucizesini yerleştirmişler. İşte bu yüzden Kur'an'ı eleştirilerden kurtarmak için İngilizce orjinal metinde yazan 50.1 yıllık zamanı 49.9 yıl olarak yazmışlardır. Gerçi bunu çok göze çarpmasın diye açıkça görülen yere değil, sözlerin arasına sıkıştırmışlar. Zira altta vereceğim veriler de Türkçe çeviri sayfasından alınmıştır. Şimdi orada Sirius'un yörünge perioduyla ilgili verilen zamana bakalım:

Sirius [b]

Sirius yada diğer adıyla Beyaz yıldız, Büyük Köpek Takımyıldızı içerisinde bulunan Sirius a ve Sirius b olarak isimlendirilen bir çift yıldızdır. Şimdi Sirius yıldızı hakkındaki verilere bakalım. [3]

Gözlem verileri
Takım Yıldızı Büyük Köpek Takımyıldızı
Sağ Açıklığı 06 h 45 m 08.9 s
Dik Açıklığı 16° 42′ 58.017″
Görünür Kadiri (V) Sirius-A:−1.47 / Sirius-B: 8.44
Karakteristik Özellikleri
Tayf Türü (Yıldız sınıflandırma) Sirius-A: A1V / Sirius-B: DA2
U-B Renk Ölçeği Sirius-A:−0.05 / Sirius-B: −1.04
B-V Renk Ölçeği Sirius-A:0.01 / Sirius-B: −0.03
V-I Renk Ölçeği ?
Değişkenlik Hiçbir
Astrometrik Nitelikleri
Tayf Dikeyhız −7.6 km/s
Özdevim RA: −546.05 mas/yıl
Aralık: −1223.14 mas/yıl
Iraklık Açısı 379.21 ± 1.58 mas
Uzaklığı 8,6 ışık yılı
Mutlak Kadiri (MV) Sirius-A: 1.42 / Sirius-B: 11.33
Görsel Çift Yörüngesi
Yoldaşı α CMa B
Yörünge Periyodu (Dönüş Süresi) (p) 50.09 yıl

Gördüğünüz gibi Sirius yıldızının yörünge periyodu Türkçe kaynaklarda 49. 9 yıl değil 50. 09 yıldır.
İngilizcede bu zaman dilimi 50.1284 ± 0.0043 şeklindedir. Bu da yuvarlak rakam yapmamız gerekirse aşağı yukarı 50.1 yıla denk geliyor. Kur'an'da bahsi geçen Şira, Sirius yıldızı olsa dahi yörünge periyodu (dönüş süresi) türlü zorlamalarla Kur'an'dan çıkarılan zaman dilimine uymuyor. Ayrıca Kur'an'da net bir zaman verilmiyor, sadece Müslümanlar Necm suresindeki ayetlerin rakamlarının yerlerini değiştirerek kendilerince bir zaman dilimi ortaya çıkarıyorlar. Bu da ortaya çıkarılan zamanın Kur'an'ın (Allah'ın) değil de Müslümanların iddiası olduğu anlamına geliyor.

Meselenin bir başka tutarsız tarafıysa "Necm suresi 49. ve 9. ayetlerin numaraları Sirius yıldızının yörünge periyoduna bir işarettir" diyebilmemiz için bu ayetlerin bir biriyle ilişkisi olmak zorundadır. Fakat ayetlerin nüzul sıralarına ve tefsirlerine baktığımızda Necm suresi 9. ayetin yıldızla hiçbir alakasının olmadığını görüyoruz. İslam alimleri bu ayeti tefsir ederken genellikle burada anlatılan “Kabe kavseyn” ifadesini Muhammed'in Cebrail'den vahiy alma ve Miraç olayıyla ilişkilendiriyorlar.  

Diyanet işlerinin Necm suresi 9. ayetinin tefsirinde neler söylediğine göz atalım:
“Sonra yaklaştıkça yaklaştı” şeklinde çevrilen 8. âyetteki denâ ve tedellâ fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü yorum yapılmıştır: a) Cebrâil’in Resûlullah’a yaklaşması ve ona doğru inişi, b) Cenâb-ı Allah’ın Resûlullah’a yaklaşması, onu kendine cezbetmesi, c) Resûlullah’ın yüce Allah’a yaklaşması, O’nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi kastedilmiştir. Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük anlamlarından birine dayanarak burada habîb (seven) ve mahbûb (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini ifade eden edebî bir anlatım bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. 

“O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu” diye çevrilen 9. âyetteki kavseyn “iki yay” mânasına gelir; kab de yayın kabzasıyla kirişlerin bağlandığı iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kab bulunur. Kab kelimesinin yayın kabzasıyla kirişi arasını ifade etmek için kullanıldığı da olur. Kabe kavseyn ifadesi hakkında çok geniş açıklamalar ve burada kastedilen mâna ile ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir: a) O dönemde Araplar bir antlaşma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü verirler (kablerini birleştirirler), sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam olarak ahidleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre kabe kavseyn hem maddî anlamda fevkalâde yakın olmayı hem de mânevî bir yakınlığı ifade eder. b) Hicaz dilinde “kavs” kelimesi bir uzunluk ölçüsü (zirâ) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki arşın uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir. c) Kabe kavseyn ifadesini dönüştürme (kalb) yöntemine göre “bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar” şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet “hatta daha yakın oldu” şeklinde tamamlanmakta, böylece “Âdeta elini uzatsa değecek kadar yakındı” mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak, –mânevî anlamda– Resûlullah’ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına, arada vahye hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığına dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Daha çok tasavvufî ve işârî tefsirlerde itibar edilen bir yoruma göre ise buradaki yaklaşma olayı mi‘racda Allah ile peygamberi arasında gerçekleşmiştir.

“O, kuluna vahyini iletti” diye çevrilen 10. âyette de öznenin Cebrâil veya Cenâb-ı Allah olması muhtemeldir. Birinci ihtimale göre mâna, “Bu yaklaşmayı takiben Cebrâil, Allah’ın, kulu Muhammed’e gönderdiği vahiyleri ona getirip öğretti” şeklinde olur. İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle yorumlamak gerekir: Resûlullah rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Teâlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde mi‘rac sırasındaki gelişmelerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde ikinci yorum daha kuvvetli olmaktadır. Bize göre âyet şöyle de yorumlanabilir: Cebrâil asıl şekliyle göründü, sonra iyice yaklaştı ve Allah onun aracılığıyla kuluna dilediğini vahyetti. Âyetlerin mi‘racı anlattığı kabul edilirse “görünme, yüce ufukta, sidretü’l-müntehâda olma, inme, çok yaklaşma” gibi ifadeleri mecazi mânada almak, nasıllık ve nicelikle ilgili olmaksızın Allah’a mahsus fiilller ve sıfatlar olarak anlamak gerekecektir.
[Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 195-165]

SONUÇ

Necm suresi 49. ayette bahsi geçen Şira, Sirius olsa bile bu ayette cahiliye Araplarına bir cevap vardır. Nitekim cahiliye Araplarının yücelik olarak taptıkları Şira yıldızının dahi sahibinin Allah olduğu belirtilmiş olabilir. Fakat Necm suresi 9.ayetinin yıldızla, onun yörüngesiyle veyahut yörünge periyoduyla bir ilişkisi yoktur. Necm 49. ve 9. ayetlerinde tamamen farklı şeyler anlatılıyor. Nitekim 9. ayetin önüne ve arkasına baktığımızda Diyanet İşlerinin tefsiri daha mantıklıdır. Yani anlayacağınız bu tamamen saçma ve zorlama olarak ortaya atılan bir mucize iddiasıdır ve hiçbir tutarlılığı yoktur. Sadece birilerinin çeviri yaparken kasıtlı olarak sayılarla oynaması ve Müslümanlarında bunu teyit etmeden doğru diye insanlara sunması hem Müslümanları hem de dini komik duruma sokuyor. Bu sahte mucize örneğinde bir daha şahit oluyoruz ki Müslümanlar konu mucize olduğu vakit her türlü bilgiyi doğru diye kabul edip teyit etme zahmetinde dahi bulunmuyorlar.

AKABE'DEKİ MESCİDLERİN YÖNÜ



AKABE

Akabe (Aqaba), Ürdün’ün güneyinde Akabe Körfezi kıyısında yer alan önemli bir liman şehridir. 7.yy’da Arapların idaresine geçen şehir , 1115 yılında Haçlıların hakimiyetine girmiştir. Selahaddin Eyyubi Akabe’yi 1170 yılında Haçlılardan geri almıştır.

İslam (?) öncesi ve sonrası ile alakalı önemli bilgiler bulabileceğimiz ender yerlerden birisidir liman şehri Akabe.

Roma İmparatorluğu döneminde bu şehirin ismi ‘Aila’’ olarak bilinmekteydi. (Grinzweig,Michael ‘’From the Items of the Name Eilat , 1993) Ayrıca Nebatiler’de kendi dönemlerinde bu şehri liman ve ticaret noktası olarak kullanmışlardı.

Milatten önce 116’da , Bosra bölgesine giden Via Nova yolunun başlangıcıydı ve Legio X Fretensis’te bu önemli stratejik limanda konuşlanmıştı. (Corpus Inscriptionum Iudaæse/Palaestianæ)

630 yıllarında , Piskopos Yuhanna ibn Ruba , bölgenin hegemonik kontrolünü fetihler ile ele geçiren Araplar ile bir antlaşma yaparak , bölgenin siyasi kontrolünü Arap liderlerine (Muhammed ?) verdi. Arapların kontrolüne geçen bu stratejik ve ticari öneme sahip olan Akabe’de , Araplar Bizans şehrinin yanına yeni bir şehir inşa etmeye başladılar.

Akabe (Aila / Ayla) sırasıyla Mısır, Suriye (Şam), Kudüs ve Yesrib (Medine) yollarının kesişiminde yer alan bir şehirdi. Ticaret yollarının ortasında kalan bu yer , bir çok yere erişim imkânı sağlıyordu.

Aşağıdaki harita , Emevi Döneminde , 650-670 yılları arasında Aqaba (Aila) şehrinin bir krokisini göstermektedir.

Arap (İslam ?) medeniyetinde , şehrin kapılarına , o yönde bulunan büyük şehirlerin isimleri verilirdi.
Bizi ilgilendiren asıl konu Arapların burayı ele geçirdikten sonra (628-630) yaptıkları Mescidlerin kıblesidir. Klasik İslâm Anlatısına göre Muhammed Tebük’te ikâmet ederken , çevre illere komutanları yollayarak ona biat etmesini emrediyordu.
Richard A. Gabriel’in yazmış olduğu ‘’Muhammad : Islam’s First Great General’’ adlı kitabında , Muhammed bölgenin kontrolünü ele geçirmeye çalışıyor. Muhammed Tebük’te kaldığı süre zarfında , ordusu Akabe’de Yohanna ibn Ruba’dan bölgenin kontrolünü ele alıyor ve bölgeyi kontrol altına alan Muhammed’in Arapları ilk iş olarak bir mescid inşa ediyor.

Buraya kadar bizi şüpheye düşürecek bir şey bulamadık ama bizi asıl ilgilendiren yaptıkları mescid’in kıblesidir.

Richard A. Gabriel'in "İslam'ın İlk Generali Muhammed" adlı kitabında yazan bazı bilgilere bakalım:
Muhammed on gün Tebük'te kaldı, bu sırada ordusunu dinlendirdi ve yerel şeflerle müzakerelere girerek birkaç yeni ittifak oluşturdu. "Muhammed Tebük'te sadece on gece kaldı, daha fazla değil. Sonra Medine'ye döndü." (1)
Bu kadar büyük bir Müslüman ordusunun varlığı, ne kadar rahatsız edici olursa olsun, hala Muhammed'in yerel şefleri etkileyen gücünün açık bir göstergesiydi ve bazıları Muhammed'le görüşmek için Tebük'e gitti. Bu şeflerden biri Yohanna ibn Ruba, Alia'nın (modern Akabe) "valisi" idi ve Muhammed ile Müslümanların limanı korunması karşılığında vergi ödemeyi kabul ettiği bir anlaşma imzaladı. Bu koruma daha sonra gemileri de kapsadı. (2)
Üç Yahudi kasabası - Transürdün'deki Alia'nın 80 mil kuzeyinde bulunan Jerba ve Udhruh ve Kızıldeniz'de bir balıkçı köyü olan Maqna'da benzer anlaşmalar yaptı. (3)
Muhammed, Halid bin Velid ve birkaç yüz adamı kralın erkek kardeşini öldürdükleri ve Hristiyan kralı koruma altına aldıkları Dumet-ül Cendel vahasına gönderdi. Kral, Muhammed'e haraç ödemeyi kabul etti ve serbest bırakıldı.

Konuya çok ilginç (!) bir durumla devam edelim. Bir şekilde Muhammed’in emriyle bu bölgeye gelen Araplar, Akabe Şehri’nde , 215°’lik bir açı ile mescid inşa etmiştir.


Sanılanın aksine bu mescid ne Mekke’ye ne de Petra’ya bakmaktadır.


628-630 yıllarında İslâm (!) Peygamberi Muhammed’in emriyle Akabe’ye gelen Araplar neden Mescidlerinin yönünü 215°’lik bir açı ile inşa etmişlerdir. Bu Dan Gibson ‘ın Petra tezi ile de örtüşmemektedir. Burada küçük bir parantez açmak isterim , Walter R. Schumm’un son makalesinde , Dan Gibson ve David A. King’in tartışmaları objektif olarak incelenmiş , Dan Gibson’ın belgeselinde ve makalelerinde kullandığı bütün mescidlerin kıblesi istatistiksel ve matematiksel olarak incelenmiştir. Makalede Dan Gibson’ın haklı olabileceği sonucu çıkmıştır. (How Accurately Could Early – 622/900 C.E- Muslims Determine the Direction of Prayers Qibla by Walter R. Schumm) (4)

Konumuza dönecek olursak , 630 yıllarında bölgenin valisi Yuhanna ibn Ruba , Aqaba’nın (Aila) kontrolünü para karşılığı koruma tahsis edecek şekilde Araplara veriyor. Bölgeyi kontrol altına alan Muhammed’in Arapları , bölgeye bir mescid yapıyor.

Yapılan Mescid’in Kıblesi ve Mihrabı – arkeolojik olarak- , Sina Dağı’nda bulunan Aziz Katherine Manastırına bakıyor.
Aziz Katherine Manastırı , Geç Antik Yahudi-Hristiyan (Judeo-Christian) geleneklerinde önemli bir kutsal alan olan Sina Dağı’nda bulunan bir kilisedir.

Sina Dağı’nda Aziz Katherine Manastırı’nın bulunduğu bölge – aynı zamanda Muhammed’in Araplarının yaptırdığı mescid’in kıblesi – Musa’nın İsrail’in Tanrı’sı Rabb’den 10 Emiri aldığı yerdir.
Daha da ilginci bu kilisede bulunan , dünyanın en eski Pantokrator İsa ikonasıdır. (Christ Pantocrator at Sina , 6th century) . Bu ikona 6.yy başlarına tarihlenir.. Sorulması gereken sorulardan biri , Muhammed’in Araplarının yaptığı mescid ve mezarlıkları neden Sina’da bulunan bu kiliseye bakmaktadır..

Aziz Katherine Manastırında bir önemli detay daha vardır. Codex Sinaiticus. Kütüphanesinde Yunanca en eski ikinci Kitab-ı Mukaddes bulunmaktadır. Eusebus’un emirlerinin de yer aldığına göre 325’ten sonra 330-350 arasında yazılmıştır.
Şimdi de Witcomb’un Aqaba’da bulduğu şeylere bakalım.
Şehrin sonraki katmanlarında (MS 9-10. Yy) yeniden kullanılan Hristiyan sütunları/unsurları bulunmuştu. Arapların bölgeyi ele geçirmesinden sonraki ilk yüzyıllar boyunca kiliselerin normal bir şekilde işlev gördükleri arkeolojik olarak kanıtlanmıştır.

Bahsi geçen bir çok Hristolojik öge , 8.yy ortalarına kadar Arapların kullandığı ögelerdir. Önemli iki obje , Akabe (Aila)’de Emevilerin kullandıkları ögeler olarak , Donald Witcomb’un arkeolojik bulguları sonucu kanıtlanmıştır.

Sadece sözde İslam peygamberi Muhammed’in (Mhmd) Araplarının Akabe’ye yaptığı mescid’in neden İsa’nın en eski ikonasının bulunduğu bir kiliseye baktığı bile sorulması gereken bir sorudur..


SİZDEN GELENLER | Yazan: Michael

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

ÇİN YARATILIŞ EFSANESİ VE PANGU

Hazırlayan: A.Kara


YARATILIŞIN BABASI : PANGU
(KAOSTAN YARATILIŞA UZANAN EFSANE)

Bir önceki makalede Çin yaratılış mitoslarındaki önemli karakterlerden biri olan tanrıça Nügüa'dan (Nuwa) bahsetmiştim. Sırada başka bir Çin yaratılış mitosu ve onun baş karakteri tanrı Pangu var.

Pangu, Çin mitolojisinin bazı versiyonlarında yaşayan ilk varlık ve bunların yaratıcısıdır.

Kökeni Taoist geleneklere dayanan Pangu genellikle kaba tüylü, uzun-sık sakallı, kafasında boynuzları olan, elinde çekiç tutan ilkel bir dev olarak betimlenir ve Pangu'ya ilişkin en eski mit Üç Krallık (三國) döneminin yazarlarından Xu Zheng tarafından kayda alınmıştır. Son zamanlarda ise adı Pangu'nun ismine MS 156 tarihli bir mezarda da rastlanmıştır. [1]

Efsaneye göre başlangıçta hiçbir şey yoktur, kaos vardır ve evren niteliksiz, biçimsiz bir ilkel durum içindedir ve dualizm yoktur. Şekilsiz olan kaos 18.000 yıl gibi bir süre içerisinde bir kozmik yumurtaya dönüşür. Bunun içinde Yin ve Yang'ın zıt ilkeleri mükemmel bir şekilde dengelenir ve iyice büyüyen Pangu yumurtadan çıkar (veya uyanır). Kozmik yumurtanın içindeki Pangu Çinlilerin Yin ve Yang'dan önceki birliği vurgulayan, farklılaşmamış, mutlak ve sonsuz potansiyelin "Yüce Nihai" durumu için kullandığı bir terim olan Taiçi'yi simgeleyen kozmolojik bir terimdir. [2]

Kozmik yumurtadan çıkan Pangu dünyayı yaratmaya başlar; Dev baltasını sallayarak Yin ve Yang'ı birbirinden ayırır ve Yin yeryüzünü Yang ise gökyüzünü oluşturur. Pangu onları ayrı tutmak için aralarında durur ve gökyüzünü yukarı iter. Geçen her gün gökyüzü 3 metre yukarı çıkarken, yeryüzü 3 metre kalınlaşır ve Pangu 3 metre daha uzar çünkü onları birbirinden ayrı tutmaya çalışmaktadır. Bu görev 18.000 yıl daha sürer.
Hikayenin bazı versiyonlarında Pangu'ya bu görevde en önde gelen dört yaratık yardımcı olur. Bunlar: Kaplumbağa, Anka Kuşu, Ejderha ve Erderha başına, tırnaklı hayvan bedenine ve geyik boynuzlarına sahip olan mitolojik yaratık Kirin'dir.

Pangu dünyadaki tek varlık olduğu için karakterindeki farklı özellikler dünyada farklı değişikliklere neden oldu. O huzurlu olduğunda gökyüzü açık, kızdığında kapalı olur, ağladığında yağmur yağar, nehirler ve göller oluşur, içini çektiğinde rüzgarlar eser, gözlerini kırptığında gökyüzünü şimşeklerle doldurur, horlarken gökyüzü gök gürültüsüyle dolup taşar.

Pangu yeryüzünde durup on sekiz bin yıl boyunca gökyüzünü kaldırdıktan sonra iki parça arasındaki mesafenin yeterince büyük olduğunu hisseder, yorulur ve uykuya dalar. Öyle yorgundur ki sonunda uykusunda ölür.

Öldüğünde nefesi rüzgar, sis ve bulutlarını; sesi, gök gürültüsünü; sol gözü Güneşi, sağ gözü Ay'ı, başı dağları ve dünyanın sınırlarını, kanı nehirleri, kasları bereketli toprakları, yüz kılları yıldızlar ve Samanyolunu, kürkü çalıları ve ormanları, kemikleri değerli mineralleri, ilikleri değerli mücevherleri, teri yağmuru oluştururken rüzgarın taşıdığı kürkündeki pireler ise hayvanlara dönüşürken ruhundan ise insanlar meydana gelir.

Bazı efsaneler köpek başına ve insan vücuduna sahip olan Pangu'dan doğrudan insanlığın babası olan göksel bir yaratık olarak bahsederken, efsanenin başka bir varyantı onun insanları çamurdan şekillendirdiğini iddia eder.

EFSANENİN KÖKENLERİ

Derk Bodde bu efsaneyi Güney Çin'deki Miao halkı ve Yao halkının ata efsanelerine bağlar. [3]

Guangxi Milliyet Araştırmaları Enstitüsü başkanı Profesör Qin Naichang [4] Pangu mitinden önceki gerçek yaratılış mitini şu sözleriyle yeniden inşa ediyor. Fakat okurken unutmayın ki bu aslında gerçek bir yaratılış efsanesi değildir:

Bir erkek ve kız kardeş tarih öncesi dönemde gerçekleşen Tufan'da su üzerinde yüzen bir su kabağına sığınıp içinde çömelerek hayatta kalan tek çift olurlar. İkili daha sonra evlenir ve bileme taşı şeklinde bir et kütlesi doğar. Onu kesip parçalarlar ve bu et parçaları çoğalmaya-üremeye başlayan büyük insan topluluklarını oluşturur. Bu kız ve erkek kardeş çifti Zhuang etnik dilinde sırasıyla "bileme taşı" ve "kabak" anlamına gelen 'Pan' ve 'Gou' olarak adlandırılır.

Paul Carus konuya dair şunları yazmıştır:
Yih felsefesinin temel fikri öylesine ikna ediciydi ki dünyayı elindeki keskisi ile sonsuzluğun kayalarından oyduğu söylenen P'an-Ku'nun Taocu kozmolojisini neredeyse yok etti. Efsane edebiyatçılar tarafından ele alınarak onurlandırılmamış olsa da yorumu hak eden bazı ilgi çekici özellikler içermektedir.

P'an-Gu iki şekilde yazılmıştır: Biri edebi tercümelerde "eski havza", diğeri "havza katı" anlamına gelir. Her ikisi de sesteş sözcüklerdir, yani aynı şekilde telaffuz edilirler fakat orijinal ve doğru yazım olarak birincisi tercih edilebilir. Açıkçası bu ad "yerli uçurum" anlamına geliyor ve bunun Babil mitosundaki Tiamat'ın "Derin" kelimesinin çevirisi olduğuna inanmak için geçerli nedenlerimiz var.

Çin efsanesi bize P'an-Ku'nun kemiklerinin kayalara dönüştüğünü söyler; eti toprağa; iliği, dişleri ve tırnakları madenlere; saçları ot ve ağaçlara; damarları nehirlere; nefesi rüzgara ve dört bacağı dünyanın dört bir köşesini işaretleyen sütunlar haline gelir. Bu sadece İskandinav mitolojisindeki Dev Ymir mitinin değil aynı zamanda Babil'in Tiamat efsanesinin de Çin varyantıdır.

P'an-Ku'ya dair yapılmış olan resimler onu yaşlılığı veya ölümsüzlüğü sembolize eden ve doğaüstü güçleri olduğuna inanılan kaplumbağa ve turna gibi hayvanlar eşliğinde çizilmiştir. Bu çizimlerde 
bazen de gücün simgesi olan ejderha ve mutluluğun simgesi olan anka kuşu yer alır.

P'an-Ku'nun gövdesinden Yeryüzü oluştuktan sonra sırasıyla üç büyük kaynağın hüküm sürdüğü söylenir. Bunlar; İlki göksel, ikincisi karasal, üçüncüsü ise insan egemenliği olan üç kaynaktır. Daha sonra bunları da zamanla insanlığa gökten ateşi indiren ve insana onu kullanmayı öğreten Prometheus'a dönüşen Çin efsanesinin ateş adamı Sui-Jen izler.

Günümüzde klasik hatlarıyla bildiğimiz Prometheus miti Yunan mitolojisine özgü değildir. Daha sonraları akla gelen yaratıcı bir düşünceyle "ön düşünür" olarak açıklanan bu isim aslında Sanskritçe'deki "burç" veya "ateş çubuğu" anlamlarına gelen Pramantha'dır.

Mitin Hindistan ve Yunanistan arasındaki medeniyetin ana merkezi olan Mezopotamya'da da bilinmesi gerektiğini inkar edemeyiz ve (Çin mitolojisindeki) Sui-Jen figürünün Yunan mitolojisindeki Prometheus ile aynı prototipten türetilmiş olması muhtemel hale geliyor. [5]

Çevirmen James Legge, Pangu'dan şöyle bahseder:
P'an-ku sıradan insanlar tarafından "göğü ve yeri yaratan ilk insan" olarak anlatılır. Bana "pidgin" yani İngilizce karşılığı ile "o senin Adem'inle aynı" denildi. Resimli Taoist kitaplarına baktığımda onu tüylü, bodur, kaotik kayaları kırdığı muazzam bir çekiç ve keski kullanan, maymundan ziyade ayıdan evrimleşen cüce bir Herkül olarak görmüştüm. [6]

Pangu mitosunun eski Çin klasik metinlerin teolojisinde "Yücelik" veya "Yüce Tanrı" anlamında kullanılan bir terim olan "Shangdi" den [7] veya MÖ 300'lere ait olan ve Taoist yaratılış efsanesini anlatan antik Çin metni Taiyi'den (Taiyi Shengshui) önce var olduğu görülmektedir. Birçok çeşidi olan Nuwa ve Yeşim İmparatoru gibi Çin mitleri insanların nasıl yaratıldığını açıklamaya çalışır fakat dünyanın yaratılışını açıklamaya özen göstermez. [8]

BUYEİ KÜLTÜRÜNDE PANGU

Çin'in 56 etnik resmi gruplarından biri olan Buyei'lerin mitoloslarına göre [9], Pangu dünyayı yarattıktan ve pirinç tarımı konusunda uzman olduktan sonra Ejderha Kralının kızıyla evlenir ve onların birlikteliği Buyei halkını doğurur.

Ejderha Kralı'nın kızının ve Pangu'nun Xinheng (新 横) adında bir oğlu vardır. Xinheng annesine saygısızlık edince annesi gökyüzüne döner, kocasının ve oğlunun tekrarlanan ricalarına rağmen asla aşağı inmez. Yeniden evlenmek zorunda kalan Pangu ay takviminin altıncı ayının altıncı gününde ölür.

Xinheng'in üvey annesi ona kötü davranır, öyle ki neredeyse onu öldürür. Xinheng onu pirinç hasadını yok etmekle tehdit ettiğinde üvey annesi hatasını fark eder. Onunla barışır ve her yıl ay takviminin altıncı ayının altıncı gününde Pangu'ya saygılarını sunmaya devam ederler. Bu gün daha sonra Buyeilerin atalara ibadetleri için önemli bir geleneksel bayram haline gelir.

Bu farklı yaratılış efsanesi, Buyei'yi Zhuang'dan ayıran temel özelliklerden biridir.

Pangu'ya genellikle Taoist kozmolojisinde gerçekliğin temel ilkelerini temsil etmek için kullanılan, birbiriyle ilişkili sekiz kavramdan oluşan bir dizi sembol olan Bagua gibi Taoist semboller aracılığıyla Çin'deki bir dizi tapınakta ibadet edilir.

1809 yılında inşa edilen Kral Pangu Tapınağı, Pangu Kral Dağı'nın eteklerinde yer almaktadır. [10]

KRAL SÜLEYMAN YADA YAHUDİ LANETİ

Yazan: HERMES Trismegistos

KRAL SÜLEYMAN YADA YAHUDİ LANETİ

Süleyman Davut’un gayri meşru bir şekilde kocasını öldürerek sahip olduğu Batşeva’nın oğludur Tevrat öğretisine göre Davut'un Batşeva'dan bir oğlu olacaktır fakat çocuk ölü doğacaktır. Batşeva buna çok üzülür ve ağlar Davut onu teselli için yanında gider, ona ağlamamasını, eğer dua ederse tanrının ölü oğlunu onlara bağışlayabileceğini söyler. Batşeva artık olanın olduğunu, hiçbir şeyin değişmeyeceğini söyler. O gün Davut ve Batşeva yatarlar. Batşeva Süleyman'a hamile kalır. Çocuk doğduğunda çocuğun adını Süleyman koydular ama Rab peygamber Natan'ı oraya yollayıp çocuğun adını Yedidyah koydur. Yedidyah "tanrı tarafından sevilen" anlamına gelir.

Süleyman’ın Tahta Çıkışı

Davut’un ömrünün son zamanlarında Hagit oğlu yakışıklı Adoniya kendini kral ilan eder ve bundan Batşeva'nın haberi yoktur. Peygamber Natan, Batşeva'ya bunu iletir ve oğlunu tahta çıkması için yapması gerekenleri söyler. Batşeva Davut'a gidip Adoniya'nın ona söylemeden tahta çıktığını söyler. Davut'un Batşeva'nın oğlunun tahta çıkacağına dair sözünü de hatırlatır.O anda Natan da gelip Batşeva’nın sözlerini doğrular. Davut ta sözünü yerine getirip tanrı adına kendisinden sonra kral olacak olanın oğlu Süleyman olduğu adına ant içer. Ardından Süleyman'ın katıra binip Gihon'a gitmesini ve orada kahin Sadok’un onu yeni İsrail kralı olarak mesh etmesini söyler.

1.Krallar 1:39-40:
39) Kâhin Sadok, Kutsal Çadır'dan yağ dolu boynuz kabı alıp Süleyman'ı meshetti. Boru çalınca bütün halk "Yaşasın Kral Süleyman!" diye bağırdı.
40) Herkes kaval çalarak Süleyman'ın ardından yürüdü. Öyle sevinçliydiler ki, seslerinden adeta yer sarsılıyordu.

Davut’un kendi iradesiyle Süleyman'ı kral ilan ettiğini duyan Adoniya'nın arkadaşları onu bırakıp gitti. Adoniya ise sunağa sarıldı çünkü sunağa sarılan öldürülmezdi. Süleyman haber yollayarak "eğer bana biat ederse saçının teline bile zarar gelmez" dedi. Adoniya karşısına çıkıp onun önüne kapanınca Süleyman ona "evine dönebilirsin" dedi.

1.Krallar 2:1-4:
1) Davut'un ölümü yaklaşınca, oğlu Süleyman'a şunları söyledi:
2) "Herkes gibi ben de yakında bu dünyadan ayrılacağım. Güçlü ve kararlı ol.
3) Tanrın RAB'bin verdiği görevleri yerine getir. Onun yollarında yürü ve Musa'nın yasasında yazıldığı gibi Tanrı'nın kurallarına, buyruklarına, ilkelerine ve öğütlerine uy ki, yaptığın her şeyde ve gittiğin her yerde başarılı olasın.
4) O zaman RAB bana verdiği şu sözü yerine getirecektir: 'Eğer soyun nasıl yaşadığına dikkat eder, candan ve yürekten bana bağlı kalarak yollarımda yürürse, İsrail tahtından senin soyunun ardı arkası kesilmeyecektir.

Davut ölmeden önce Süleyman'a bu öğütleri verir. Dikkat edilmesi gereken nokta Davut'un soyunun nasıl yaşadığına dikkat ettiği sürece Rab tarafından kutsanacağıdır.

Süleyman Yönetiminde İsrail

1.Krallar 3:1-14:
1) Süleyman, Mısır Firavunu’nun kızıyla evlendi. Böylece firavunla müttefik oldu. Eşini Davut Kenti’ne götürdü. Kendi sarayı, RAB’bin Tapınağı ve Yeruşalim’in çevre surları tamamlanıncaya kadar orada yaşadılar.
2) Halk, hâlâ çeşitli tapınma yerlerinde RAB’be kurban sunuyordu. Çünkü o güne dek RAB’bin adına yapılmış bir tapınak yoktu.
3) Süleyman babası Davut’un kurallarına uyarak RAB’be olan sevgisini gösterdi. Ancak hâlâ çeşitli tapınma yerlerinde kurban sunuyor, buhur yakıyordu.
4) Tapınma yerlerinin en ünlüsü Givon’daydı. Kral Süleyman oraya giderek sunakta bin yakmalık sunu sundu.
5) RAB Tanrı, Givon’da o gece rüyada Süleyman’a görünüp, “Sana ne vermemi istersin?” diye sordu.
6) Süleyman, “Kulun babam Davut’a büyük iyilikler yaptın” diye karşılık verdi, “O sana bağlı, doğru, bütün yüreğiyle dürüst biri olarak yolunda yürüdü. Bugün tahtına oturacak bir oğul vermekle ona büyük bir iyilik daha yapmış oldun.
7) “Ya RAB Tanrım! Ben henüz çocuk denecek bir yaşta, yöneticilik nedir bilmezken bu kulunu babam Davut’un yerine kral atadın.
8) İşte kulun kendi seçtiğin kalabalık halkın, sayılamayacak kadar büyük bir kalabalığın ortasındadır.
9) Bu yüzden bana öyle sezgi dolu bir yürek ver ki, iyi ile kötüyü ayırt edip halkını yönetebileyim. Başka türlü senin bu büyük halkını kim yönetebilir!”
10) Süleyman’ın bu isteği Rab’bi hoşnut etti.
11-12) Tanrı ona şöyle dedi: “Madem kendin için uzun ömür, zenginlik ve düşmanlarının ölümünü istemedin, bunların yerine adil bir yönetim için bilgelik istedin; isteğini yerine getireceğim. Sana öyle bir bilgelik ve sezgi dolu bir yürek vereceğim ki, benzeri ne senden öncekilerde görülmüştür, ne de senden sonrakilerde görülecektir.
13) Sana istemediklerini de vereceğim: Yaşadığın sürece öbür kralların erişemeyeceği bir zenginlik ve onura ulaşacaksın.
14) Eğer sen de baban Davut gibi kurallarıma ve buyruklarıma uyup yollarımda yürürsen, sana uzun ömür de vereceğim.”

Tanrı, Davut gibi Süleyman'ın isteğini hoşnutlukla karşıladı. Tabi buyruklarına uyup yollarına düşmesi şartı vardı ki; bu durum Yahudi lanetinin başlangıcıdır.

Süleyman’ın bilgeliği ülke sınırlarını aşmıştı zenginliği de her geçen gün artmaktaydı.

Süleyman Fırat tan Filist topraklarına kadar tüm topraklara egemendi. Bu ülkeler ona her ay haraç ödüyorlardı. Süleyman babası Davut’un yaşamında yapamadığı Rabb'e adanmış bir tapınak yapmak için Lübnan'dan sedir sipariş etti ve tapınağı yaptırmak için İsrail'den 30 bin adam topladı.

1.Krallar 5:15-17:
15) Süleyman'ın yük taşıyan 70 000, dağlarda taş kesen 80 000 adamı vardı.
16) Ayrıca, işin yürümesini sağlayan ve işçileri yöneten 3 300 görevlisi vardı.
17) İşçiler, kralın buyruğu uyarınca, tapınağın temelini yontma taşlarla atmak üzere ocaktan büyük ve kaliteli taşlar kesip çıkardılar.

1.Krallar 6:11-15:
11) RAB, Süleyman'a şöyle seslendi:
12) "Bu tapınağı yapmaktasın. Kurallarıma, ilkelerime ve bütün buyruklarıma uyup onlara bağlı kalırsan, baban Davut'a verdiğim sözü senin aracılığınla yerine getireceğim.
13) Halkım İsrail'in arasında yaşayıp onları hiç terk etmeyeceğim."
14) Süleyman tapınağı yapıp bitirdi.
15) Tapınağın iç duvarlarının yüzeyini sedir ağaçlarıyla döşeyip üstlerini tabandan tavana kadar tahtalarla kapladı. Tapınağın zeminini ise çam tahtalarla döşetti.

Süleyman tapınağın en kutsal odasının olan ahit sandığının bulunduğu odanın tamamını altınla kaplattı ve antlaşma sandığını Davut kenti Siyon'dan getirip tam merkeze yerleştirdi.

1.Krallar 8:22-26:
22) Süleyman RAB'bin sunağının önünde, İsrail topluluğunun karşısında durup ellerini göklere açtı.
23) "Ya RAB, İsrail'in Tanrısı, yerde ve gökte sana benzer başka tanrı yoktur" dedi, "Bütün yürekleriyle yolunu izleyen kullarınla yaptığın antlaşmaya bağlı kalırsın.
24) Ağzınla kulun babam Davut'a verdiğin sözü bugün ellerinle yerine getirdin.
25) "Şimdi, ya RAB, İsrail'in Tanrısı, kulun babam Davut'a verdiğin öbür sözü de tutmanı istiyorum. Ona, 'Senin soyundan İsrail tahtına oturacakların ardı arkası kesilmeyecektir; yeter ki, çocukların önümde senin gibi dikkatle yürüsünler demiştin.
26) Ey İsrail'in Tanrısı, şimdi kulun babam Davut'a verdiğin sözleri yerine getirmeni istiyorum.

Süleyman sunağın önünde durup tanrıya böyle seslenir. Tanrı sonraki zamanlarda Süleyman'a tekrar görünür.

1.Krallar 9:2-7:
2) RAB daha önce Givon’da olduğu gibi ona yine görünerek 3) şöyle dedi: “Duanı ve yakarışını duydum. Adım sürekli orada bulunsun diye yaptığın bu tapınağı kutsal kıldım. Gözlerim onun üstünde, yüreğim her zaman orada olacaktır. 4) Sana gelince, baban Davut’un yaptığı gibi, bütün yüreğinle ve doğrulukla yollarımı izler, buyurduğum her şeyi yapar, kurallarıma ve ilkelerime uyarsan, 5) baban Davut’a, ‘İsrail tahtından senin soyunun ardı arkası kesilmeyecektir’ diye verdiğim sözü tutup krallığını sonsuza dek pekiştireceğim.
 6) “Ama siz ya da çocuklarınız yollarımdan sapar, buyruklarıma ve kurallarıma uymaz, gidip başka ilahlara kulluk eder, taparsanız, 7) size verdiğim bu ülkeden sizi söküp atacağım, adıma kutsal kıldığım bu tapınağı terk edeceğim; İsrail bütün uluslar arasında aşağılanıp alay konusu olacak.

Bununla birlikte Tanrı Süleyman'a gözdağı verir.

Kral Süleyman tüm dünya krallarından zengin ve bilgedir öyle ki ondan öğüt almak için bile çok uzak yollardan gelmektedirler Süleyman'ın zenginliği ise o kadar fazladır ki depolara ambarlara sığmayacak kadar altını ve mücevheri vardır.

Süleyman’ın Tanrıdan Uzaklaşması

Süleyman firavun kızı Moavlı, Ammonlu, Hititli bir çok kadın sevdi. Bunlar tanrının "onların arasına karışmayın, aranıza da almayın zira onlar sizi kendi tanrılarına doğru saptırır" dediği ırklardı. Buna rağmen Süleyman aldırış etmedi. Süleyman’ın bu halklardan 700 karısı ve 300 cariyesi vardı.

Süleyman yaşlandıkça karıları onu kendi tanrılarına tapınmaya doğru itti ve onu yolundan saptırdılar. Yaşamının son dönemlerinde Saydalıların tanrısı Astoret'e ve Ammonlu'ların ilahı Molek'e tapındı. Babası Davut gibi yaşamı boyunca Rabb'e sadık kalmadı.

Yeruşalim'in doğusundaki tepede Moavlılar'ın i ilahı Kemoş'a ve Ammonlular'ın iğrenç ilahı Molek'e tapmak için bir yer yaptırdı.

İlahlarına kurban kesip adak adamak isteyen tüm eşleri içinde aynı şeyi yaptı. Tanrı onu 2 kez görüp uyarmasına rağmen Süleyman tanrının dediklerine uymamış ve ona aldırmamıştı. Rab buna öfkelendi ve Süleyman'a tekrar göründü.

1.Krallar 11:11-13:
11) “Seninle yaptığım antlaşmaya ve kurallarıma bilerek uymadığın için krallığı elinden alacağım ve görevlilerinden birine vereceğim” dedi,
12) “Ancak baban Davut’un hatırı için, bunu senin yaşadığın sürede değil, oğlun kral olduktan sonra yapacağım.
13) Ama oğlunun elinden bütün krallığı almayacağım. Kulum Davut’un ve kendi seçtiğim Yeruşalim’in hatırı için oğluna bir oymak bırakacağım.”

Böyle diyerek Süleyman'dan umudu kesmiş ve halkını yok edeceğine ant içmiştir.

Tanrı kendi halkını lanetlemiş sizi dünyaya dağıtacağım ve alay edilen bir ırk yapacağım demişti. 1948 öncesi Yahudilerin durumunu buna bağlayanlar olmuştur ama ama bu yüksek oranda saçmalık içerir zira doğruluğunu bile bilmediğimiz bir kitapta yazanlara bakarak bunları iddia edemeyiz.
Özetlemek gerekirse Süleyman büyük bir kraldı, zenginliği tüm medeniyetleri aşardı. Fakat bu durum ülkesini tanrının gazabından korumadığı gibi tanrı tarafından halkının lanetlenmesine de sebep oldu.

TANRIÇA NÜGÜA VE İNSANIN YARATILIŞI

Hazırlayan: A.Kara


ÇİN'İN YARATICI TANRIÇASI NÜGÜA (NÜWA / NÜGUA)


Nügua şeklinde de okunan Çin mitolojisinin ana tanrıçası Nüwa, imparator-tanrı Fuxi'nin kız kardeşi ve karısıdır. Kendisi de eşi de yarı yılandır. İnsanlığı yaratması ve Cennetin (göğün) Sütunu'nu onarması ile tanınır. [1]

Huainanzi, Nüwa'yı Cennet ve Dünya'nın bozulduğu zamanla ilişkilendirir:
Daha eski zamanlara dönersek dört sütun kırılmıştır ve dokuz vilayet perişan haldedir. Gökyüzü dünyayı tamamen örtmez ve yerüzü gökyüzünü baştan sona üzerinde tutamaz. Yangınlar kontrolden çıkar ve söndürülemez. Su büyük genişlikte alan kaplar ve geri çekilemez. Vahşi hayvanlar masum insanları yer, yırtıcı kuşlar yaşlıları ve zayıfları kapar. Bunun üzerine Nüwa, masmavi gökyüzünü onarmak için beş renkli taşı eritir ve büyük kaplumbağanın bacaklarını göğü destekleyecek dört sütun olarak keser.
Beş renkli taşlar beş Çin elementi olan odun, ateş, toprak, metal ve suyu simgeler. İnanışa göre suyun özü siyah ejderha olduğundan sık sık sellere neden olur. [3]
Nügüa, Ji eyaletine rahatlık sağlamak için siyah ejderhayı öldürür. Kabaran suları durdurmak için saz ve küller yığar. Mavi gökyüzü onarılır ve kaplumbağa bacağından dört sütun ile desteklenir. Kabaran sular boşaltılır, haşeratlar öldürülür ve suçsuz insanların yaşamları korunur ve böylece Ji eyaletine huzur gelir. [2] [a]

Nüwa'nın düzelttiği bu felaketlerin Gonggong ve Zhuanxu arasındaki savaştan kaynaklandığı tahmin edilir [b] 
Bu durumdan Huainanzi'de şöyle bahsedilir:
Yenilgisini kabullenemeyen Gong Gong kasıtlı olarak kafasını dört sütundan biri olan Buzhou Dağı'na vurur. Gökyüzünün yarısı düşerek büyük bir boşluk yaratır ve yeryüzü çatlar. Gökyüzü kuzeybatıya yükselirken dünyanın ekseni mundi güneydoğuya doğru eğilir. İnanışa göre Çin'in batı bölgesinin doğudan daha yüksek olmasının ve nehirlerinin çoğunun güneydoğuya doğru akmasının nedeni de budur. Aynı açıklama kuzeybatıya hareket eden güneş, ay ve yıldızlar için de geçerlidir. Gökyüzü zarar gördükten sonra başlayan orman yangınları vahşi hayvanları çıldırtınca masum insanlara saldırırlar. Bu sırada göğün yarısının düşerek çatlattığı yeryüzündeki yarıklardan dışarı çıkan sular yavaşlamak bilmemektedir. [9]

Nüwa yarattığı insanlara acıyarak gökyüzünü onarmaya çalışır. Nehir yatağından kırmızı, sarı, mavi, siyah ve beyaz olmak üzere beş renkli taş toplar, onları eritir ve gökyüzünü yamamak için kullanır. O zamandan beri gökyüzü (bulutlar) renklidir. Daha sonra bazı anlatılarda adı Ao olarak geçen dev bir kaplumbağayı öldürür ve gökyüzünü desteklemesi için yeni sütunlar olarak kullanmak üzere yaratığın dört bacağını keser. Ancak Nüwa bunu kusursuz bir şekilde yapamayınca bacakların eşit olmayan uzunluklarından dolayı gökyüzü eğilir. İş bittikten sonra vahşi hayvanları uzaklaştırır, yangını söndürür ve yanan sazlıklardan gelen büyük miktarda kül ile selleri kontrol altına alır. Böylece dünya eskisi gibi barışçıl, yaşanabilir hale gelir. [9] [10]

Bunu takiben Huainanzi, bilge hükümdarlar Nüwa ve Fuxi'nin Yolu (道) ve onun gücünü (德) izleyerek krallık üzerinde nasıl bir düzen oluşturduğunu anlatır. [2]

Savaşan Devletler dönemi ile Han Hanedanlığı arasında tarihlenen Dağlar ve Denizler Klasiği, Nüwa'nın bağırsaklarının on ruha dağılmış olduğunu anlatır. [4]

MÖ 340 - 278'lere ait olan Chu'nun Şarkıları'nın 3.Bölümündeki "Cennete Sormak" (Çince: 问 天) adlı şiirde yazar Qu Yuan, Nüwa'nın sarı topraktan figürler kalıba dökerek onlara hayat ve çocuk doğurma yeteneği verdiğini yazar. İblisler savaşıp gökyüzünün sütunlarını kırdıktan sonra Nüwa hasarı gidermek için durmaksızın çalışır ve gökyüzünü onarmak için beş farklı renkli taş eritir.

MS 58 - 147 arasında yazılmış olan Çin'in en eski sözlüğü Shuowen Jiezi'de, Nüwa'nın hakkında yazan Xu Shen, onu Fuxi'nin hem kız kardeşi hem de karısı olarak tanımlar. Nüwa ve Fuxi, Jiaxiang şehrinde yer alan Shandong eyaletindeki Wuliang Tapınağı'ndaki Doğu Han Hanedanlığına ait bir duvar resminde yılan benzeri kuyruklara sahip olarak resmedilmiştir.

Çin mitolojik ögelerinden bahsedilen Duyi Zhi (獨 異 志; c. 846 - 874 AD), adlı eserin 3.cildinde yazar Li Rong şunları yazmıştır:
Uzun zaman önce dünya ilk var olduğunda iki kişi vardı: Nü Kua ve ağabeyi. K'un-lun Dağı'nda yaşadılar ve dünyada henüz sıradan insanlar yoktu. Birbirlerine karı koca olmaktan bahsettiler ama utandılar. Böylece kardeş hemen kız kardeşi ile K'un-lun Dağı'na çıktı ve şöyle dua etti: "Ey Tanrım, eğer bizlere karı koca olarak iki başka kadın ve erkek gönderirsen o zaman tüm buğulu buharı topla. Göndermezsen o zaman tüm puslu buharı dağıt." Bunun üzerine puslu buhar hemen toplandı. Kız kardeş erkek kardeşiyle yakınlaştığında yüzlerini perdelemek için çimleri örerek yelpaze yaptılar. Bugün bile bir adam bir eş aldığında uzun zaman önce olanların bir sembolü olarak ellerinde yelpaze tutarlar. [5]

Nüwa, Ming hanedanlığının ünlü romanı Fengshen Bang'de de yer alır. Bu romanda belirtildiği üzere Nüwa Yeşim İmparatorunun kızı olduğu için Xia Hanedanlığı zamanından beri büyük saygı görür ve ondan sık sık "Yılan Tanrıçası" olarak bahsedilir. Shang Hanedanlığı yaratıldıktan sonra Nüwa hanedanlığı ara sıra yağan yağmurlardan korumak ve iyileştirici nitelikler sağlamak için beş adet renkli taş yaratır. Bir süre sonra Shang Rong derin bir saygı göstergesi olarak Shang Kralı Zhou'dan onu ziyaret etmesini ister. Ziyarete giden Zhou ışık perdesinin arkasında oturan güzel tanrıça Nüwa'yı tamamen görünce şehvete kapılır ve yakınındaki duvara küçük bir şiir yazarak vedalaşır. Daha sonra Nüwa, Sarı İmparator'u ziyaret ettikten sonra tapınağına döndüğünde Zhou'nun sözlerinin iğrençliğini görür. Öfkelenir ve Shang Hanedanı'nın suçunun karşılığını alacağı üzerine yemin eder. Nüwa kralı öldürmek için yerinden yükselerek saraya çıkar ancak aniden iki büyük kırmızı ışık huzmesi tarafından vurulur.

Nüwa, Kral Zhou'nun kaderinde krallığı yirmi altı yıl daha yönetmek olduğunu fark ettikten sonra üç astını çağırır. Bunlar: Bin Yıllık Vixen (daha sonra Daji oldu), Yeşim Pipa ve Dokuz Başlı Sülün'dür. Nüwa onlara "Cheng Tang'ın altı yüz yıl önce kazandığı şans azalıyor. Size herkesin kaderini belirleyen göklerin yeni bir görevinden bahsediyorum. Üçünüz Kral Zhou'un sarayına girecek ve onu büyüleyeceksiniz. Ne yaparsanız yapın, kimseye zarar vermeyin. Eğer buyruğumu yerine getirirseniz ve bunu iyi yaparsanız insan olarak reenkarne olmanıza izin verilecek." Bu sözlerinden sonra Nüwa'dan bir daha hiç haber alınmadı ancak yine de Shang Hanedanı'nın düşüşe geçmesinde önemli ve dolaylı bir faktör oldu.

Efsaneye göre Nüwa insanlığı zamanla daha derinden hissettiği yalnızlık hissi nedeniyle yaratmıştır (tıpkı "Allah insanı bilinmek istediği için yarattı" görüşü gibi). Bazı efsanelerde sarı toprağı, bazılarında ise sarı kili biçimlendirerek onlara insan biçimi vererek insanı yaratır. Bu bireyler daha sonra toplumun zengin soyluları olurlar çünkü bizzat Nüwa'nın kendi elleriyle yaratılmışlardır. Bunların dışında insanların büyük kısmı Nüwa onları daha seri şekilde yaratmak istediği için çamura batırdığı ipi kullanır çünkü her insanı tek tek el ile yaratmak fazla zaman ve enerji tüketir. Anlaşıldığı üzre bu yaratılış hikayesi antik Çin'deki sosyal hiyerarşi hakkında etyolojik bilgiler verir.
Soylular insanlığın kitlesel olarak üretilen çoğunluğundan daha önemli olduklarına inanıyordu çünkü Nüwa onları yaratmak için zaman ve emek harcamış, en önemlisi de onlara doğrudan kendi eliyle dokunmuştu. [6]
İnsanlığın yaratılışının başka bir versiyonunda Nüwa ve Fuxi büyük bir selden kurtulurlar. Cennetin Tanrısının emriyle evlenirler ve Nüwa bir et yumağı doğurur. Daha sonra bu et topu küçük parçalara bölünür ve bu parçalar dünyanın dört bir yanına dağılınca insanoğlu var olur. [7]

Evlilik olgusunu doğuran şeyin Nüwa'nın kendinden 3 ay önce doğan abisi Fuxi ile evlenmesi olduğu da inanışlar arasındadır. [6]

Nüwa ile Fuxi ikilisi Yin ve Yang ile ilişkilidir. Fuxi Yang'ı ve erkekliği, Nügüa ise Yin ve dişiliği temsil eder. Bu durum Fuxi'nin fiziksel dünya ile özdeşleşimini sembolize eden bir marangoz karesi (L cetvel) almasıyla tanımlanır çünkü bir marangoz karesi daha basit bir düşünce yapısına götüren düz çizgiler ve karelerle ilişkilendirilir. Nüwa'ya ise göklerle özdeşleşimini sembolize etmesi için bir pusula verilmiştir çünkü pusula daha soyut bir düşünce yapısına götüren eğriler ve dairelerle ilişkilendirilir. Dolayısı ile ikisinin evlenmesi gök ve yeryüzü arasındaki birliği simgeler. [6] Efsaneye dair diğer varyasyonlarda Nüwa'nın pusulayı hediye olarak almak yerine bizzat kendisi icat ettiği görülür. [8]

Pek çok Çinli, Kuzey Çin inanç ve kültüründeki Üç Egemen ve Beş İmparatoru, yani insanlığın ilk lider ve kahramanlarını iyi bilir. Ancak kullanılan kaynaklara bağlı olarak listeler değişiklik gösterir. [11] Örneğin efsanenin bir varyantı Nüwa'yı Fuxi'den sonra ve Shennong'dan önce hüküm süren Üç Egemenden biri olarak anlatır. [12]

Anaerkil saltanatında, komşu bir kabile şefine karşı savaşır, onu mağlup ederek bir dağın zirvesine çıkarır. Bir kadın tarafından mağlup edilen şef, yaşıyor olmaktan utanır, kendini öldürmek ve intikam almak için başını göksel bambuya vurur. Yaptığı hareket gökyüzünde bir delik açar ve tüm dünyaya bir sel felaketi getirir. Sel, Nüwa ve onun ilahiliği tarafından korunan ordusu dışında tüm insanları öldürür. Nügüa tıpkı diğer efsanelerdeki gibi sel azalıncaya kadar gökyüzünü beş renkli taşla yamar. [13]