HABERLER
Dini Haber

ESKİ MEDENİYETLERDE BÜYÜ VE BÜYÜCÜLÜK |1

BÜYÜ İNANIŞI, TÜRLERİ ve
ANTİK TOPLUMLARDA BÜYÜ |1

Büyü, doğal veya doğaüstü varlıkları, güçleri kontrol veya manipüle ettiği söylenen inançların, ayinlerin veya eylemlerin uygulanmasıdır. 
Büyüyle uğraşan kişilere ya büyücü ya da cadı denmiştir. Tarih boyunca zaman zaman büyü ve büyücülüğe dair çağrışımlar olumludan olumsuza değişse de, sihir günümüzde birçok kültürde önemli bir dini role sahiptir ve bazılarınca tıbbi çare arayışında bile büyüye başvurulmaktadır". [1][2][3][4]

Batı kültüründe sihir, ötekiler yani yabancılar  ve ilkellikle ilişkilendirilmiş ve bunun "kültürel farklılığın güçlü bir göstergesi" olduğu düşünülmüştür. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Batılı entelektüeller sihri ilkel bir zihniyetin işareti olarak görerek onu marjinal olmaya çalışan insan gruplarına atfettiler. [5][6][7][8]

Modern okültizm ve Neopagan dinlerinde büyü yaptığını iddia eden pek çok sihirbaz ve cadı düzenli olarak sihir yapmış [10] ve sihri kişinin iradesinin gücüyle fiziksel dünyada değişim yaratma tekniği olarak tanımlamıştır. Bu tanım etkili bir İngiliz okültist olan Aleister Crowley (1875-1947) tarafından popüler hale getirilmişti ve o andan itibaren Vika, LaVeyan Satanizmi ve Kaos büyüsü uygulayıcıları onun bu görüşünü benimsemişti.

Dünyadaki büyü inanışlarına bakıldığında 3 büyü türü önümüze çıkar: Kara, Ak ve Gri Büyü.
Kara büyü bencil, zararlı veya kötü amaçlar için, Ak büyü büyünün daha çok başkasına yardım amacıyla, iyi niyetle kullanılması olarak anlaşılmıştır. [11][4]
Sol elin geçmişten bu yana şeytanla, kötülükle, sapkınlıkla ilişkilendirildiğini biliyoruz. İşte büyü de de sol el kara büyünün, sağ el ise iyiliksever ak büyünün alanıdır.
Phil Hine şöyle der: "Okültizmin diğer birçok yönü gibi, 'kara büyü' olarak adlandırılan şey, büyük ölçüde tanımlamayı kimin yaptığına bağlıdır." [12] Aslında bu sözü çok doğrudur çünkü kara büyü yapan biri de bunu kendinin yada bir başkasının iyiliği için yaptığını düşünüp aslında yaptığının kötü bir büyü olmadığını düşünebilir.
Nötr büyü olarak da adlandırılan gri büyü ne özellikle yararlı nedenlerle ne de tamamen düşmanca uygulamalara odaklanmayan bir sihirdir. [13][14]

Tarihçiler ve antropologlar yüksek sihirle uğraşan uygulayıcılar ile düşük büyüyle uğraşanlar arasında ayrım yapmışlardır. Çünkü yüksek sihir, uzun ve ayrıntılı törenler ile sofistike ve bazen pahalı gereçler içeren daha karmaşık bir büyü türü olarak görülür. Düşük büyü ise köylülerle [16] ve daha kısa süren, sihirli olduğuna inanılan sözlerin söylendiği basit ayinlerle ilişkilendirilmiştir. [15]

Mezopotamya'da kötülüğe karşı koymak ve şifa bulmak amacıyla büyüye farklı biçimlerde başvurulmuştur. Mezopotamya'daki savunma amaçlı yapılan meşru büyüye Akad dilinde Aşiputu, Sümer'de ise Maşmaşutu denirdi. Bunlar belirli gerçeklikleri değiştirmeyi amaçlayan büyü ve ayinlerdi.
Eski Mezopotamyalılar sihrin iblislere, hayaletler ve kötü büyücülere karşı geçerli tek savunma aracı olduğuna inanıyorlardı. [17] Onlara zulmettiğine inandıkları ruhlara karşı kendilerini savunmak için bu kötü güçleri durdurması umuduyla kişinin mezarına kispu denilen sunular bırakılırdı. [18] Eğer verdikleri sunu bir işe yaramazsa bazen ölen kişinin bir heykelciğini yapıp onu toprağa gömer ve tanrılardan kötü ruhu yok etmelerini ya da kişiye musallat olmayı bırakmaya zorlamalarını talep ederlerdi. [19]

Sümer dininde büyü, muska, nazar, lanet gibi ögeler ön plandaydı. İnsanların korktuğu tanrıları ve onların lanetleri karşısında tanrıları sakinleştirmeyi, memnun etmeyi, insan üstü varlıklarla iletişime geçerek kehanet, sihir, büyü, şifa, fal, yazgı gibi konulara hakim olmaları nedeni ile rahiplere büyük saygı duyulurdu.
Kendilerini lanetleyebilecek kötü büyücülerden korunmak için sihre başvuruyorlardı. Antik Mezopotamya'da kara büyüye karşı kendini savunmak için karşıdaki kişi ile aynı tekniklerin kullanıldığı görülür. Fakat lanetlemeye yönelik kara büyüler gizlice uygulanıyorken kendini başka bir büyü yada büyücüye karşı savunma amacıyla yapılan büyüler açıkta, izleyici önünde yürütülüyordu.
İnanışlarında büyücüyü cezalandırmak için yapılan Maklû yada "Yakma" olarak bilinen dini törene başvurulurdu.
Bu uygulamada büyücülükten muzdarip olan kişi, büyücünün bir heykelciğini yapar ve geceleri onu yargılamaya başlar. Daha sonra eğer büyücünün suçlarının niteliği belirlenebilirse büyücünün heykelciği yakılır ve böylece büyücünün gücününün kırılacağına inanılırdı. [20]

Sümerlerde ise "bağı" adı verilen kara büyünün kasten yapılması büyük bir kötülük olarak görülür ve büyüye maruz kaldığını iddia eden kişi kendine yapılan büyüyü yalnızca rahiplerin kehanetleri ile öğrenebilirdi. Eğer kara büyü tespit edilirse bunu yok etmek için ak büyüye başvurulur, kara büyüyü bozma girişiminde kötü güçlere maruz kalmamak için evin belli noktalarına büyülü metinlerin yazılı olduğu tabletler konurdu. [46]

Mezopotamyalılar kendilerini bilmeden işlenen günahlardan arındırmak için de büyülü ayinler yapardı. [20] "Maklu" adını verdikleri dini törende büyücü, kişiyi tüm günahlarından arındırmak için onları bir hurma şeridi, soğan ve bir tutam yün gibi çeşitli nesnelere aktararak yakardı. [21] İnanışa göre böylece bilmeden işlemiş olabileceği tüm günahlardan arınacaklardı. Bu, Yahudilerin Yom-Kippur adlı kefaret gününde başları üzerinde tavuk çevirerek günahlarını ona aktardıklarına inandıkları Kaparot ayinine oldukça benzemektedir. Eski Mezopotamya toplumlarının din ve uygulamaları daha sonraları onları putperest olarak yaftalayan İbrahimi dinlerde farklı isim ve uygulamalar altında yaşamaya devam etmiştir.

Şurpu adı verilen yalatma yöntemi ile büyü bozmaya başvurulur, hastalıkları ortadan kaldırması için tanrılara kurban verilen ayinler düzenlenirdi. [36] Yani kurban, adak gibi uygulamalar ve kendisi için kan akıtılmasını isteyen ilahlar düşüncesi Sümer dininin ayrılmaz parçalarındandı.

Başvurdukları şeylerden biri de aşk büyüsüydü. Bu tür büyülerle bir kişinin başka bir kişiye aşık olması, bitmiş olan sevgiyi yeniden kazanması veya erkeğin ereksiyon problemine çözüm getirmesi hedeflenirdi. [22] Bir adamı koruyucu tanrısı ile veya bir kadını onu ihmal eden kocası ile uzlaştırmak için de büyüye başvurulurdu. [23]

Sümer rahibelerinin doğum yapan kadınları kötü varlıklardan koruduğuna inanılır ve bu rahibe sınıfı aynı zamanda büyücü olarak kabul edilirdi. 

Mezopotamya'dan rasyonel bilim ile büyü arasında hiçbir ayrım yoktu. [24] Biri hastalandığında doktorlar hem okunacak sihirli sözlere hem de tıbbi tedaviye başvururdu. Çoğu ayin, büyülü sanatlarda uzman olan, Aşipu (āšipu) adı verilen kişiler tarafından gerçekleştirilirdi. [30][31][32] Bu meslek genellikle nesilden nesile [25] aktarılır ve son derece yüksek saygı görürdü. Bu yüzden genellikle krallara ve büyük liderlere danışman olarak hizmet ederlerdi. Fakat Aşipular sadece birer sihirbaz değil aynı zamanda doktor, rahip, yazıcı ve bilgin olarak da hizmet ederdi. [26]

Tanrı Ea ile bağdaştırılan Sümer tanrısı Enki bile sihir ve büyülü sözlerle yakından ilişkiliydi. [27] Büyü uygulayıcısı olan Aşipu'ların koruyucu tanrısıydı ve tüm gizli bilginin nihai kaynağı olarak kabul edilirdi. [28][33][34] Mezopotamyalılar ayrıca talep edildiğinde bazı alamet ve kehanetlere ulaşabileceklerine inanıyor ve alametleri daima son derece ciddiyetle alıyorlardı. [29]

Mezopotamya'da kötülüğün nedenleri ve bunun nasıl önleneceği konusunda "büyü kasesi" veya "sihirli kase" adı verilen koruyucu yöntemlere başvurulduğu görülür. 6-8. yüzyıllar arasında oldukça popüler olan bu kaseler Orta Doğu'da, özellikle Yukarı Mezopotamya ve Suriye'de üretilirdi. [35] Yüzüstü gömülen bu kaselerle iblisleri yakalamak hedeflenirdi. Bunlar genellikle eşiğin altına, avlulara, yeni ölenlerin evlerinin köşelerine ve mezarlıklara yerleştirilirdi. [37] Büyü kaselerinin bir alt kategorisi, Yahudi ve Hristiyanların büyüde kullandıklarıdır. Aramice dilindeki büyülü kaseler Yahudilerin büyü uygulamaları hakkında önemli bir bilgi kaynağıdır. [38][39][40][41][42]

Hititlerde de büyü ayinleri oldukça yaygındı. Büyü içeren törenleri sadece tapınak ve kutsal alanlardaki ibadetlerle sınırlı değildi. Hitit metinleri şifa ve korunma amaçlı birçok büyü hakkında bilgiler verir. [51] Hititler de Tıpkı Sümer'de olduğu gibi kötü cinleri, hastalıkları kovmak için büyüye başvururdu fakat bu büyüleri ya kişinin evinde yada yerleşim alanlarının dışında, uzakta yaparlardı. Kişinin saflığını kaybetmesi, cinler, hayaletler, iftira, büyü, kirli nesnelere dokunma ve tanrıların öfkelenmesi gibi nedenlerden ötürü hastalandığına yada talihinin ters gittiğine inanılıyordu. Tanrıların öfkesini bastırmak için kan dökülmesi gerekse de dökülen kanın aynı zamanda evi kirlettiği ve törensel bir arınmaya ihtiyaç duyduğu düşünülürdü.
Ritüeller Sümer lologramlarının geleneksel çevirisini kullanan şifacılar tarafından idare edilirdi. Büyü törenlerinde "Yaşlı Kadın" adı verilen uzman kadınlar yada "kahin" ler olan erkekler önemli rol oynardı. [55]

Hititlerin büyü ayinlerinin genel öğretileri arasında sembolik eylemler bulunur. Tanrılar yardım için çağrılırken ayinin hedefindeki kişi genellikle saflığın simgesi olan su, yağ yada gümüş kullanılarak arındırılır. Kişinin hastalığı veya kirliliği figürlere yada doğrudan hayvanlara temas yoluyla aktarılarak onları taşıyıcı konumuna getirir. Daha sonra kötülüğü içinde taşıyan bu figür yada hayvanlar bulundukları bölgeden uzaklaştırılır.

Bir Hitit büyü ayininde kişiyi etkileyen kötülüğün bir fareye nakledildiği anlatılır. Kötülüğe maruz kalan kişinin sağ eline ve ayağına ip ve kalay iliştirildikten sonra kalay alınır ve tekrar iple fareye bağlanır. Ardından büyüyü yapan kişi fareyi kovalarken onu iki cine havale eder ve şöyle der:
“Kötülüğü onlardan aldım, onu bir fareye sarmaladım. Bu farenin onu dağlara, derin vadilere ve uzun yollara götürmesine izin ver! ... Zarniza, Tarpatašša onu sen al!” [56]

Antik Yunanda büyücüler, Perslerde ise Magi rahipleri denen sihirbazlar yalnızca sırların bilgeliğe sahip kişiler olarak değil, aynı zamanda matematik ve kimya gibi çeşitli alanların efendileri olarak görülüyorlardı. Büyücüler ölüm, kehanet ve kara büyü ile ilişkilendirildiğinden şüphesiz onlardan korkuluyordu ve genellikle toplumun daha uç noktalarında yaşıyor ve hayatlarını sadakalarla sürdürüyorlardı.

Yunan mitolojisinde büyü, Hermes, ay ve büyücülük tanrısı Hekate, Orfeus, büyülü bitkiler, iksirler konusunda uzman olan ve Odisseus'un Hades'in hayaletlerini çağırmasına yardım eden Helios'un büyücü kızı Kirke gibi figürlerle ilişkilendirilmiştir. Sihirli iksirler ve lanetlerle ilgili bol miktarda efsane bulunur. Örneğin, Nessos adlı sentor (yarı at-yarı insan) ölürken akan kanından Herkül'ün karısı Deianeira'ya verir ve sevgilisi ona ihanet ederse kullanmasını, bunun bir aşk iksiri olduğunu, eğer Herkül'ün giysisine bu kanı sürerse ona yeniden aşık olacağını söyler. Fakat bu kanın içine Hydranın zehirli salyası karışmıştır. Herkül yanında İole ile birlikte gelince kıskançlık krizine giren Deianeira kendine söylenenleri yaparak kana buladığı gömleği kocası Herkül'e verir ve Herkül onu giyer giymez yanmaya başlar ve korkunç bir şekilde can verir. [9]

Yönümüzü Mısır'a çevirirsek; Heka ile kişileştirilen Büyü eski Mısır din ve kültürünün ayrılmaz bir parçasıydı. Tüm bunları bizzat Mısırlılar tarafından yazılıp günümüze ulaşan metinlerden biliyoruz. [43]

Kıpti terimi olan "hik", dinsizlik ya da yasadışılık anlamına gelmeyen ve Eski Krallık'tan Roma dönemine kadar kullanılan, firavunlara ait "heka" teriminin torunudur. [44] Ahlaki açıdan tarafsız kabul edilen heka, hem yabancıların hem de Mısırlıların uygulama ve inançlarında yer edindi.
Merikare Talimatları heka'nın vakıaları savuşturacak silahlar olmak üzere yaratıcının insanlığa armağan ettiği bir iyilik olduğunu bildirir. [45]

Mısır'da sihir, hem okur-yazar rahip hiyerarşisi hem de okuma yazma bilmeyen çiftçiler ve çobanlar tarafından uygulanırdı ve heka ilkesi, hem tapınaklarda hem de özel ortamlarda tüm ayinlerin temelini oluşturuyordu. [47]

Heka'nın temel ilkesi kelimelerin bir şeyleri var etme gücüne odaklanır. [48] Karenga, yaratıcının dünyayı var etmek için kullandığı birincil araç olarak kelimelerin temel gücünü ve ontolojik rolünü açıklar. Çünkü antik Mısır insanı tanrılarla aynı ilahi doğayı ve onların görüntüsünü (snnw ntr) paylaştığına inandığından tıpkı tanrıların yaptığı gibi kelimeleri yaratıcı bir şekilde kullanma gücüne sahip olduklarını düşünmüşlerdir. [50]

Mısır'ın Beşinci Hanedanlığının son firavunu olan Unas piramidinin iç duvarları, dikey sütunlar halinde yerden tavana uzanan yüzlerce büyülü yazıtla kaplıdır. Bu yazıtlar Piramit Metinleri olarak bilinir ve Öbür Dünyada hayatta kalabilmek için firavunun ihtiyaç duyduğu büyüleri içerir. Fakat Piramit Metinleri kesinlikle yalnızca kraliyet soyu içindi ve büyüler, büyülü sözler sıradan kişilerden gizli tutulurdu. Birinci Ara Dönem'in kaosu ve huzursuzluğu sırasında mezar soyguncuları piramitlere girerek büyülü yazıtları gördüler. Böylece halk büyüleri öğrenmeye başlayınca Orta Krallık’ın başlangıcında halk kendi tabutunun kenarına benzer yazılar yazmaya başladı ve bunu yapmanın öbür dünyada onların hayatta kalmasını sağlayacağını umdular. Bu yazılar Tabut Metinleri olarak bilinir. [47] [48][49]

Mısırlıların "Meket"dediği muskalar (tılsım) hem yaşayanlar hem de ölüler arasında yaygındı. [52][48] Bunları kötülüklerden korunma ve "evrenin temel adaletini yeniden teyit etme" aracı olarak kullanıyorlardı. [53] Bulunan en eski muskalar hanedanlık öncesi Badâri Dönemi'ne aittir ve bu muskalar Roma dönemine kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. [54] Yani Arapların İslam'a entegre ederek boyunlarına asmaya başladığı ve toplumumuzun da uygulamaktan geri kalmadığı muskaların temeli aslında antik Mısır ve Sümer dinlerine dayanır.

KUR'AN'DA EVRENİN GENİŞLEMESİ (!) #2

Yazan: Kirpi
KUR'AN'DA EVRENİN GENİŞLEMESİ |2

Modernist Müslümanların uydurduğu Kur'an'da evrenin genişlemesi mucizesiyle ilgili bir makale yazmıştım. Fakat bazı Müslümanlar hala ayetleri eğip bükerek bu sözde mucizelerini kurtarmaya çalışıyorlar. Bu makalede, bu sözde mucize için son noktayı koyacağız. Caner Taslaman gibi Müslümanlara da istedikleri platformda bu mucizeyi tartışmaya hazır olduğumu belirtmek isterim.

Öncelikle şunu ifade etmemiz gerek. Kur'an'ın hiç bir ayetinde "evren" diye bir şey yok. Peki bu yanlış nerden kaynaklanıyor? Tabi ki Diyanet İşlerinden. Diyanet işleri yeni mealinde Bakara 255. ayetini çevirirken parantez içinde evren kelimesi kullanmış.

Bakara 255 Diyanet İşleri Meali (Yeni)
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ

Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, kayyumdur. O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.

Diyanet İşleri burada parantez içinde ayette olmayan evren kelimesini ortaya sıkıştırmış. Oysa burada kullanılan kelime السَّمٰوَاتِ fî-ssemâvâti kelimesidir.  Bu kelime Arapçada gökler anlamına geliyor. Müslümanlar her ne kadarda bu hem gök hem de evren anlamına geliyor deseler de bu yanlıştır. Neden yanlış olduğunu az sonra öğreneceksiniz. Öncelikle Arapçada evren kelimesi şudur: كون (kawn).
Google görsel arama bölümüne Arapça hem gök hem de evren kelimesi yazdığımızda şu sonuç ortaya  çıkıyor.

كون (Kawn) Evren

سماء (Sama) Gök


Gördüğünüz gibi Google resim arama bölümüne كون (kawn) yazdığımızda bildiğimiz evren, سماء (sama) yazdığımızda gökyüzü çıkıyor. Bunu kendinizde kontrol edebilirsiniz. 
Şimdi önceden de belirttiğim gibi Kur'an'da كون evren diye bir kelime yok. Kur'an'da kelime arama sitelerinde bu kelimeyi arayarak hiçbir ayette yer almadığı gerçeğini kendiniz de görebilirsiniz.


Kuranda "gökler" kelimesi kullanılıyor. Şimdi Kur'an'da bu kelimenin kullanıldığı ayetlerin listesine bakalım:
  • Bakara-33,107,116,117,164,255,284
  • Ali İmran-29,83,109,129,180,189,190,191
  • Nisa-126,131,132,170,171
  • Maide-17,18,40,97,120
  • Enam-1,3,12,14,73,75,79,101
  • A’râf-54,158,185,187
  • Tevbe-36,116
  • Yûnus-3,6,18,55,66,68,101
  • Hûd-7,123
  • Yûsuf-101,105
  • Ra’d-2,15,16,
  • İbrahim-2,10,19,32
  • Hicr-85
  • Nahl-3,49,52,73,77
  • İsrâ-55,99,102
  • Kehf-14,26,51
  • Meryem-65,93
  • Tâ-Hâ-4,6
  • Enbiyâ-19,30,56
  • Hac-18,64
  • Mü’minûn-86
  • Nûr-35,41,42,64
  • Furkân-2,6,59
  • Şu’arâ-24
  • Neml-25,60,65,87
  • Ankebût-44,52,61
  • Rûm-8,18,22,26,27
  • Lokman-10,16,20,25,26
  • Secde-4
  • Ahzâb-72
  • Sebe’-1,3,22,24
  • Fâtır-1,38,40,41,44
  • Yâsîn-81
  • Sâffât-5
  • Sâd-10,66
  • Zümer-5,38,44,46,63,68
  • Mü’min-37,57
  • Şûrâ-4,11,12,29,49,53
  • Zuhruf-9,82,85
  • Duhân-7,38
  • Câsiye-3,13,22,27,36,37
  • Ahkâf-3,4,33
  • Fetih-4,7,14
  • Hucurât-16,18
  • Kâf-38
  • Zâriyât-47
  • Tûr-36
  • Necm-26,31
  • Rahmân-29,33
  • Hadîd-1,2,4,5,10
  • Mücâdele-7
  • Haşr-1,24
  • Saff-1
  • Cum’a-1
  • Münâfikûn-7
  • Teğâbun-1,3,4
  • Nebe’-37
  • Bürûc-9

Listesini verdiğim ayetlerin hepsinde السَّمٰوَاتِ (ssemâvâti) kelimesi kullanılmış, buda gök(ler) anlamına gelir. Müslümanlar her ne hikmetse tüm ayetlerde bu kelimeyi gök diye anlarken Zâriyât 47'de evren olarak anlamayı tercih ediyor. Gerekçe olarak ise bu kelimenin hem bildiğimiz gök(sema) hem de evren (uzay) anlamlarına gelebileceğini söylüyorlar. Fakat bu kelimeyi hem bildiğimiz gök (sema) hem de evren olarak anlamak Kur'an içinde bazı sıkıntılara neden olur. Örneğin Rahman suresi 33.ayete bakalım:

Rahmân Suresi 33. Ayet
يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُواۜ لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍۚ

Ey cin ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak 'üstün bir güç (sultan)' olmaksızın aşamazsınız.

Şimdi Zariyat 47 ayetinde evren diye çevrilen السَّمٰوَاتِ (ssemâvâti) kelime aynı şekilde Rahman 33'de de kullanılmış. Bu kelimeyi Zariyat suresinde evren diye anlamamızda bir sakınca olmadığı gibi Rahman 33 ayetinde de bu şekilde anlamamızda bir sakınca olmaması gerek. Hal böyle olunca sizin Rahman suresi 33 ayette anlatılan Evrenin ve Yerin bucaklarını (köşelerini) bizlere göstermeniz gerek. Zira bildiğiniz gibi sonsuz evrenin ve geoit şekilli bir dünyanın bucağı (köşesi) olamaz. Yani Allah'ın geometri bilgisi bu kadar mı zayıf? 
Abdulbaki Gölpınarlı, Ahmet Varol, Ali Bulaç, Hasan Basri Çantay, Kadri Çelik gibi mealciler bu ayeti “göklerin ve yerin bucakları” diye çevirmelerine rağmen bir çok Müslüman buna itiraz ederek ayette bucak diye bir şeyin olmadığını söylüyorlar.
Örneğin Diyanet İşleri bahsi geçen ayeti eski mealinde “Göklerin ve yerin çevresini”, yeni mealindeyse  “Göklerin ve yerin uçları” diye çevirmiş. Hiç fark etmez. İster bucakları deyin ister etrafı yada uçları. Eğer gökler kelimesi evren (uzay) olarak anlam taşıyorsa yine yanlıştır. Zira uzayın bucağı, çevresi, uçları yok. Sonsuzdur.
Burada Evren 13.8 milyar yaşında onun için sınırı 13.8 milyar ışık yılı uzaklıkta diye bir eleştiri yapabilirsiniz. Fakat üzülerek söylemem gerekir ki bu yanlış. Eğer evren durağan bir halde olsaydı siz eleştirinizde haklı olurdunuz fakat evren sürekli genişliyor. Sürekli genişleyen bir evrende bucak, sınır, etraf, diye kavramlar kullanmak mantıksal ve bilimsel hata olur.

Fakat bu sıkıntı bir tek Rahman 33 ile sınırlı değil. Başka ayetlere bakalım.

Bakara Suresi 29. Ayet
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟

O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.

Bu ayette de aynı kelime kullanılmış. Buradaki gök kelimesini evren diye anlarsak o zaman evrenin (uzayın) 7 katlı olduğunu ispatlamanız gerek. Müslümanlar genellikle bu ayetleri atmosferin 7 katlı olmasıyla ilişkilendiriyorlar. Fakat atmosferin 7 katı yok. Atmosfer 5 katmandan oluşuyor: 1.TROPOSFER, 2. STATOSFER, 3. MEZOSFER, 4. TERMOSFER, 5. MAGNETOSFER

Müslümanlar genellikle İYONOSFER ve EKSOZFER'i ayrıca birer tabaka olarak sayıyorlar fakat bunlar Termosferin içinde bulunan bölümlerdir. Eğer alt katmanları da ana birer katmanmış gibi sayacaksak toplam rakam 10'u bile geçer.   Yani anlayacağınız bu ayetteki gök kelimesini atmosfer için de uzay için de kullansan problemli. Zira atmosfer için kullanamazsın çünkü atmosferin 7 katı yok. Uzay için kullanamazsın çünkü onun da 7 katı yok. Var diyorsanız buyurun ispat edin.

Bir başka ayete bakalım:

Mâide Suresi 17. Ayet
لَقَدْ كَفَرَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْمَس۪يحُ ابْنُ مَرْيَمَۜ قُلْ فَمَنْ يَمْلِكُ مِنَ اللّٰهِ شَيْـًٔا اِنْ اَرَادَ اَنْ يُهْلِكَ الْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًاۜ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۜ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

"Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler and olsun ki kafir olmuşlardır. De ki: "Allah Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmeyi dilerse kim O'na karşı koyabilir?" Göklerin, yerin ve arasındakilerin hükümranlığı Allah'ındır, dilediğini yaratır. Allah her şeye Kadir'dir.

Ayette Zariyat suresindeki aynı kelime kullanılmış: السَّمٰوَاتِ (ssemâvâti). Şimdi bu kelime hem gökyüzü hem de evren (uzay) manaları veriyorsa o zaman Allah dünyayla uzayı farklı şeyler olarak algılıyor. Baksanıza, “Göklerin, yerin ve arasındakilerin”  şeklinde bir cümle kurarak yerin (yani dünyanın) uzaydan ayrı olduğunu sanıyor. Oysa yer (dünya) uzayın bir parçasıdır. İki şeyin arasındakilerden konuşabilmek  için o iki şeyin birbirinden bağımsız olması ve o iki şeyin kendilerine ait bağımsız bir mekana sahip olması gerek.
Örneğin İstanbul ile Ankara arasında dediğimizde her iki şehrin kendilerine ait mekanı var ve biz o mekanın sınırlarını algılayabiliyoruz. Bu nedenle onlar arasında olanlar için bir yorum yapabiliyoruz. Fakat uzay için mekan terimini kullanamayız. Çünkü uzayın bir sınırı yok ve dünya zaten uzayın içinde bulunuyor. Dünya ile uzay arasındakiler demek “İstanbul'la Türkiye arasındakiler” demeye benziyor. Yani mantık hatası.

SONUÇ
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Zariyat  47'deki وَالسَّمَٓاءَ (Ve-ssemâe)  kelimesi evren (uzay) anlamına gelemez. Geliyor derseniz o zaman yukarıda listesini verdiğim ayetlerin hepsinde kullanılan aynı kelimeyi evren (uzay) diye çevirmeniz gerek. Bunu yapınca da  Rahman 33'deki uzayın bucaklarını göstermeniz gerek. Bakara 29'daki 7 katlı uzayı ispatlamanız gerek. Maide 17'de uzayla dünya arasında bir şeyler nasıl olabiliyor bunlara mantıklı açıklamalar getirmeniz gerek. Bunları yapabilecek birileri varsa buyursun yapsın bizde inceleyip ona göre karar verelim.

NEVRUZ

Hazırlayan: A.Kara

NEVRUZ (ÖZET)

Nevruz eski Farsça kökenli bir kelimedir. Anlamı "yeni gün" yada "gün ışığı"dır.

Türkiye, Özbekistan, Kazakistan, Pakistan, Türkmenistan, Çin, Kırgızistan, Kosova ve birçok ülkede kutlanan Nevruz, baharın gelişinin bayramıdır.

İlkbaharın başlangıcını simgeleyen bu bayram Kuzey yarım kürede 22 veya 23 Mart'ta kutlanıyor olsa da 21 Mart'ta kutlandığı bölgeler de vardır.

Türkler ve Kürtler için, Bahai ve Zerdüşt dini mensupları için bu gün genellikle baharın gelişini temsil ederken, Türklerde aynı zamanda Göktürklerin Ergenekon'dan çıkışı olarak kutlanır.

Bahar dönencesinde [10] kutlanmaya başlayan bu gün İranlıların yeni yılıdır [3][4][5] ve aynı zamanda Pers yeni yılı olarak da bilinir. [6][7][8][9]

Nevruz 3000 yıldan beri kutlanmakta olan Pers ve Zerdüştlük kökenli bir şenliktir. Bu geleneğin tarihi ilahlaştırılan Pers kralı Cemşid'e kadar uzandığı, yerleşik hayata geçiş sonrası yeni gelen baharı kutlama geleneğini onun başlattığı söylense de bu geleneği Zerdüştlerin peygamberleri olarak inandıkları Zerdüşt'ün yayıp koruduğu söylenir.

Nevruz ve Cemşid'e dair bir efsane Şehname'de yer alır. Efsaneye göre; Cemşid, her şeyi öldüren kışı ortadan kaldırmak için her tarafı elmaslarla donatılmış bir taht inşa ettirir. Cin ve iblisler tahtı göğe kadar yükseltirler, Cemşid ve tahtı gökyüzünde güneş gibi parıldayıp ışık saçar, kışı bitirir, sıcakları geri getirir.
Tüm canlılar onun etrafında toplanır, üzerine elmaslar saçar ve kışın gidip sıcakların geldiği bu yeni günü (baharı) kutlarlar. [1] 


Bu kutlamalar Ahameniş İmparatorluğunda bile vardı. Pers orduları arasında bulunup onların sefer kayıtlarını tutan Yunan filozof Ksenofon Ahamenişte kutlanan benzer bir bayramdan ve bunun Persepolis'de bir geleneğe dönüştüğünden bahsetmiştir.
Baharın yeniden canlandığı bu kutsal günde Ahameniş ulusunun farklı kralları, kralların kralına hediyeler verdiği anlatılır. Kral 2.Kambises her yıl düzenlenen Ahameniş festivaline katıldıktan sonra bu gelenek meşruiyet kazanmıştır.  

Nevruz, Ahamenişten sonra gelen 3. hanedanlık olan Part'ların diğer adıyla Arşak İmparatorluğunun (MÖ 248 - MS 224) resmi tatil günüydü. MS 300'lerde Sasaniler Batı Asya'da güç kazanana kadar Partlar sonbaharda Nevruz kutlamaya devam ettiler.

Part hanedanlığının hükümdarlığı döneminde Mitra onuruna kutlanan bir Zerdüşt ve İran festivali olan bahar festivalinin adı Mehregan'dı. [2]

Nevruz kutlamalarına ilişkin kapsamlı kayıtlar, Sasani İmparatorluğu'nun kurucusu I. Ardashir'in (MS 224-651) üyeliğini takiben ortaya çıktı. Sasani imparatorları döneminde Nevruz, yılın en önemli günü olarak kutlandı. Halkla birlikte kraliyet izleyicileri, nakit hediyeler ve mahkumların affedilmesi gibi Nevruz'un çoğu kraliyet geleneği, Sasani döneminde kuruldu ve modern zamanlara kadar değişmeden devam etti.

HAŞHAŞİLER

Yazan: Hermes Trismegistos


ALAMUT FEDAİLERİ: HAŞHAŞİLER

Etimolojisi ve Kökeni
Haşhaşiler 1090 yılınd Hasan bin Sabah yada popüler adı ile Hasan Sabbah tarafından kurulmuştur , tarikatın resmiyete dökülmesi ile Elemut (Alamut) kalesinin alınması ile olmuştur. Haşhaşi" kelimesinin kökeni ve anlamı 19. yüzyıla kadar Batı dünyasında tartışma konusu olmuştur. 19 Mayıs 1809 tarihinde Silvestre de Sacy'nin Institut de France'da yayınladığı bildiride kelimenin etimolojisine getirdiği açıklama kabul görmüştür. Sacy'e göre Batı dillerinde "suikastçı, kiralık katil" gibi anlamlara gelen ve en erken Haçlı Seferleri kayıtlarında rastlanan "assasini, assissini, heyssisini" gibi kelimelerin kökeni Arapçadaki "haşhaş" kelimesidir. Bu kelimenin çoğulu ise "haşhaşiyyun, haşhaşin" gibi kelimelerdir.

"Haşhaş" kelimesi Arapçada "kuru ot" ve "hayvan yemi" anlamına gelir. Sonraları kelimenin anlamı uyuşturucu etkisiyle bilinen hint keneviri ile özdeşleştirilmiştir. Silvestre de Sacy, Haşhaşiler'e bu adın haşhaş kullanma alışkanlıklarının fazlalığı ve kendilerini uyuşturmaları yüzünden verildiği kanısını benimsememekle beraber bu adın, şeyhin fedailerine vadettiği cenneti tattırabilmek için onlara gizlice haşhaş içirmesiyle ilgili olabileceğini düşünmüştür. Zira birçok eski kaynakta da görebileceğimiz üzre gerçeklikten kopmaya neden olan ve ne olduğundan emin olunamayan bir ottan bahsedilir. Mevlana’nın Mesnevi'yi bunu kullanıp görüler görerek yazdığı ileri sürülür. Ve de Sabbah’ın havarilerini zevk yolunda bir araçmışçasına haşhaşla uyuşturup cenneti vaat etmesine örnek olarak Marco Polo'nun seyahatnâmelerinde geçen cennet bahçeleri hikâyesiyle temellendirmiştir. 1273 yılında İran'dan geçmiş olan Marco Polo'nun seyahatnâmesindeki hikâye özetle şöyledir:

Kendi dillerinde şeyhlerine "dinin büyüğü" anlamına gelen Alaeddin diyorlardı. Şeyh iki dağ arasındaki vadiyi kapatmış ve burayı sütten, baldan ve şaraptan akan sular, güzel huriler ve çeşitli meyve bahçeleriyle donatmıştı.(Burada dikkat çekilen nokta süt ve bal akan vadinin ütopikliği değildir zira Şeyh yani Hasan Sabbah'ın müritleri Alamut'u bir yuva, vadinin ortasını da süt,bal,huri,bolluk bereket diyarı gibi görmeleridir.) Dağın şeyhi müritlerinin gerçekten cennette olduklarını zannetmeleri için burayı Muhammed'in cennet tasvirine benzetmişti. (Hadislerde cennetin çokça tasviri bulunmaktadır örnek verilecek olursa en başta şehvet unsuru olup müminlerin iştahını kabartan huriler yada iktidarsızlığın olmaması yada bolluk bereket içinde döneme göre bir ütopya olarak nitelenmiştir.) Bizim yaşlı adam dediğimiz bu efendi fedailerine iksirinden içirerek onları dörderli, altışarlı gruplar halinde bahçeye taşıtıyordu. (İksirden kasıt büyük ihtimalle demin bahsettiğimiz damıtılmış haşhaştan yapılan uyuşturucu veya ona benzer esrikleştirici etkisi olan bir ottur) Gerçekten cennete gittiklerini zanneden müritlerini bir göreve göndereceği zaman şeyh "Gidip şunu şunu öldüresin. (Haşhaşilerin bu kadar gözü kara ve dillere destan katiller olmalarının başlıca sebebi de budur zaten ) Meleklerim seni cennete götürecektir." diyordu. Şeyh'in cennetine geri dönebilme arzusuyla fedailerin göze almayacağı hiçbir tehlike yoktu. Kullanılan maddenin esrikleştirici etkisi bir yana Hasan Sabbah’ın zihin yönlendirme konusunda fazlasıyla yetenekli olduğu da aşikardır.

Kuruluşu ve Yükselişi
Tarikat 11.yy'da İsmaililik mezhebi esaslarına dayanan Fatımiler devleti içindeki dinsel bir zıtlaşma sonucu ortaya çıktı. Bu zıtlaşma sonucunda ortaya çıkan iki mezhep de diyebileceğimiz koldan biri olan Nizarilik kolunun temsilcisi olan Haşhaşin Tarikatı ilk olarak İran daha sonra da Suriye'ye doğru yayıldı. Kuşatılması ve ele geçirilmesi güç kaleler temelinde örgütlenmiş olan Haşhaşin Tarikatı önemli kişilere yönelik suikastlere dayanan etkili bir askeri strateji geliştirerek Orta Çağ İslam dünyasında çok önemli ve farklı bir güç olarak ortaya çıktı. Haşhaşin Tarikatı ideolojik açıdan dönemin Sünni siyasi ve dini çevrelerini düşman olarak gördü.Bu açıdan Haşhaşilerin, İsmaililerin bir kolu olarak başlayıp kendi terör unsurları üzerinden yeni bir mezhep kurduğunu da söyleyebiliriz. Özel olarak da Abbasi Halifeliği ve onun koruyucusu olan Büyük Selçuklu Devleti esas düşmanları oldu. Bu tarih kitaplarına da tarihin ilk terör örgütü denilerek girmiştir zaten. Toplu, suikastleriyle tanınırken, yukarıda da değindiğimiz gibi şeyh Sabbah müritlerini uyuşturdu ve onları savaşa yolladı. Topluluğun, Büyük Selçuklu Devleti zamanında terör estirip, birçok üst düzey devlet adamını ve Abbasi soyunu öldürdüğü de bilinir.

Nizamiye medreselerinin kurucusu Selçuklu veziri Nizamül mülk, Melikşah zamanında, Alamut Kalesi’nin hakimiyetini ele geçiren Hasan Sabbah’ın üstüne yürüdü ve kaleyi kuşattı. Hasan Sabbah, Nizamülmülk’e bu işten vazgeçmezse öldürüleceğini haber saldı. Ama Nizamülmülk kararından vazgeçmedi. Bir gün Hasan Sabbah’ın fedailerinden Ebu Tahir, Nizamülmülk’ü bir suikast sonucu öldürdü.Bu çok önemli bir olayıdır çünkü Selçuklu vezirinin sadece bir fedai tarafından öldürülmesi ciddiye dahi alınamayacak kadar imkansızdı. Artık vezirleri ölen Selçuklu askerleri kuşatmadan vazgeçmek zorunda kaldılar.

Hasan Sabahın artan şanı ile birlikte yeni bir unvan ortaya çıktı: Şeyh-ül Cebel. ”Dağların kartalı” anlamına gelen bu unvan Hasan Sabbah ve ondan sonra gelenlere verilen unvan oldu. Hasan Sabbah 33 yıl hüküm sürdükten sonra, 1124’te ölünce o bölgedeki insanlar büyük bir beladan kurtulmuş oldu çünkü oranın halkına hem bir derebey zulmü yaşatmış hemde müritleri sayesinde korkulan bir insan olmuştu.

Hasan Sabbah ekolünün başındaki isim Şeyh-ül Cebel Sinan, yok edilmesi için fedailerini Selahaddin Eyyubi’nin üzerine gönderdi.Aynı dinden olan iki grubun zıtlaşıp savaşmasıdır bu da İsmailiye Devleti’ni yok eden Eyyubi’den intikam almak, Sinan’ın en büyük amacı olmuştu. Kudüs Muhasarası planlarını yapan Eyyubi, kumandanlarından birisinin odasındayken, Haşhaşi fedailerinden biri suikast girişiminde bulundu ama Selahaddin Eyyubi başındaki miğfer sayesinde ölümden kurtuldu. En azından kaynaklarda böyle yazar, Kudüs’ün fethinden bir ay sonra on bin kişilik ordu, Sinan’ın kalesi Masyaf’a doğru yola çıktılar. Bütün bunlar olurken Baş Dai Tavus, Şeyh-ül Cebel Sinan’ı öldürür ve Tavus, Eyyubi Ordusu ile çarpışır ama savaştan yenilgi ile ayrılırlar.

Fakat bu olay Haşhaşilerin sonu olmadı. İsmaililik akımı, 1256 yılına kadar çeşitli bölgelerde varlığını sürdürdü.Bu açıdan tapınak şövalyelerini ve Haşhaşileri varlığını sürdürdüğü zamanlar açısından benzetebiliriz

İlhanlılar Devleti hükümdarı Hülagu Han, 1256 yılında Haşhaşileri acımasız şekilde kılıçtan geçirmiştir. Günümüzde bu akımın değişik bir kolu, yine aynı bölgede, özellikle Lübnan’da Dürziler adıyla etnik bir grup anlayışına varlığını sürdürmektedir.Birçok açıdan işin içine din ve tarikatlar girince hep bir terör unsuru oluşturan şeyler çıkar Haşhaşiler'de öyleydi,zihinlerini haşhaşla bulandırıp etrafa vandalca zarar vermekten daha derin amaçları vardı belkide bunu bilemeyiz. Fakat Haşhaşiler Hasan Sabbah’ın müritleri tarihteki ilk terör örgütü olmaları ile tabiri caizse dünyaya terörizmi tanıtmıştır.Modern zamanların terör örgütleri, aynen Hasan Sabbah’ın yaptığı gibi, “kendini feda etme”nin ardında yatan dehşet damarını keşfetmekte gecikmedi ve militanlarına “feda savaşçılarını” örnek göstermeye başladı. Bu çılgınlığın bir kez denenmesi yeterliydi ve hangi ülkede yapılırsa yapılsın tüm dünyaya yayılması kaçınılmazdı.

Böyle de oldu; silahlı baskınlara, uçak kaçırmalara, suikastlara, barikat savaşlarına, bombalamalara tanık olan 20. yüzyıl insanlığı, her intihar saldırısında daha çok sarsıldı.Canlı bomba olayları yada benzerleri eskiden kurtulamamış cihat adı altına yapılan terörizm vs. Tüm dünyada 270 intihar saldırısında (bunun 18′i Türkiye’de gerçekleşti) binlerce kişi can verdi. Sonunda, yolcu olarak dört uçağa binen cinnetin kollarındaki “19 sessiz adam” hayal bile edilemeyeni gerçeğe döktüler. Kendileri ve masum yolcularıyla uçakları birer füzeye dönüştürüp “hedef”leri ikiz kulelere dalış yaptılar.

Kaynaklar:
  • https://tr.wikipedia.org/wiki/Ha%C5%9Fha%C5%9F%C3%AEler#Tarih%C3%A7e
  • Haşhaşiler ve Tapınakçılar, Tarih ve Uluslararası İlişkiler, Rehber Ansiklopedisi.
  • https://www.milliyet.com.tr/siyaset/hashasiler-kimdir-hashasi-ne-demek-1821968
  • https://onedio.com/haber/kim-bu-hashasiler--235415
  • https://en.wikipedia.org/wiki/Order_of_Assassins

SÜMER-BABİL TOPLUMLARINDA VE İSLAM'DA CİNLER

Hazırlayan: A.Kara


ANTİK SÜMER-BABİL TOPLUMLARINDA VE İSLAM'DA CİNLER


Sümer topraklarına, kültür ve dinlerine sahip olmuş olan Samilerin, onların efsane ve inanışlarından hiçbirini benimsemediğini düşünmek doğru olmayacaktır. Kurulan her Sami devletinin Sümer dininden ögeler edindiği ve kendine uyarladığı bulunan arkeolojik keşifler ile ispatlanmıştır.
Cin inanışı da bunlardan biridir. Bu bağlamda önce Sümer-Babil toplumlarında cinlere dair anlatılara, onlardan ne şekilde bahsedildiğine sonra da bu inanışların Arap coğrafya ve dininde nasıl yer edindiğine hadisler üzerinden bakacağız.

Sümer mitolojisinde Galla adlı cinlerin ismi İnanna ve Dumuzi mitosunda sıkça geçmektedir. Bunlar insanları yer altına çeken, yedi rakamı ile tanımlanan, şekil değiştirebilen kötü cinlerdir. İnanna-Dumuzi efsanesinde Dumuzi'yi yer altına çekenler de Galla adlı bu cinlerdir. [19] Sümer tabletlerinde onların yiyip içmedikleri ve sevgi barındırmadıklarına vurgu yapılır. [20]

Enki, yer altına inip orada esir kalan doğurganlık tanrıçası İnanna'yı kurtarmak için tırnaklarının dibindeki pislikten kurgarru ve kalaturru adında varlıklar yaratır ve bu varlıkları yer altı dünyasına, İnanna'nın yanına gönderir. Yani Enki cinleri kirden yaratmış ve onları cehennem ile ilişkilendirilen yer altı dünyasına göndermiştir. Onların yaratılışındaki bu kir ögesi Arap dinindeki "cinlerin azığı (yiyeceği)" konusu ile oldukça ilişkilidir.

İnanna'nın yer altına inişinin anlatıldığı mitosa göre İnanna cinler tarafından kurtarılıp yeryüzüne çıktığında etrafı cinlerle sarılmış durumdadır. Yeryüzüne dönmüş olan İnanna'nın anlatısında cinlerden nasıl bahsedildiğine bakalım:
İnanna ölüler diyarından çıktı;
İnanna ölüler diyarından çıkınca,
Ulağı Ninşubur ayaklarına kapandı,
Yerin dibine girdi, çaputlara büründü.
Cinler kutsal inanna’ya şöyle dediler:
“Ey inanna kentinin önünde bekle, onu sana getireceğiz” [8]

Tıpkı orta doğu dinlerinde Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar getiren cinler gibi, Sümer dininde de cinler diğer varlıkları başka yerlere götürebilmektedir. Öyle ki cinler, İnanna'nın huzuruna çıksınlar diye diğer tanrıları İnanna'nın ayağına getirirler.
Yukarıda da gördüğünüz üzere cinler:
“Ey inanna kentinin önünde bekle, onu sana getireceğiz” derler fakat cinlere dair bir diğer özellik bu mitosta İnanna'yı sürekli olarak farklı yerlere götürebilmeleridir.
İlgili Sümer efsanesinin metninde cinler:
“Haydi onu götürelim, Umma'da Sigkurşagga’ya götürelim onu.”
“Haydi onu götürelim, Badtibira’da Emuşkalamma’ya götürelim onu.” [8]
Gibi ifadeler kullanır ve İnanna'yı ilgili yerlere götürürler.

Sümer'i işgal eden Samiler Babil'i kurduğunda Sümer dinini kendi dillerine çevirerek, okudu, öğrendi ve türetti. Efsanelerinde yer altı dünyasına dair korkularının ne kadar ağır bastığı net şekilde görülür. 

Babil mitolojisinde Gılgamış'ın ölen arkadaşı Ea-bani, ölüm tanrısı Nergal tarafından diriltildiğinde Gılgamış'a yeraltı dünyasını tarif ederken defnedilen bir savaşçı ile cesedi toprak üstünde terk edilmiş iki savaşçıyı kıyaslayarak şöyle der:
Bir divana yattı,
Ve saf sudan içti.
Savaşta öldürülen adam... Sen de ben de sıkça gördük böylesini.
Babası ile annesi başını kollarına almış,
Ve karısı yanı başında diz çökmüş.
Öte yandan cesedi yeryüzüne bırakılmış adam,
Sen de ben de sıkça gördük böylesini...
Ruhu artık yeryüzünde istirahat etmiyor.
Ruhuyla artık kimsenin ilgilenmediği adamı,
Sen de ben de sıkça gördük böylesini...
Şişelerdeki tortular, ziyafetlerden geriye kalanlar,
Ve sokaklara saçılanlar artık onun yemeği. [9]

Dikkat edilmesi gereken yer son iki mısradır:
Şişelerdeki tortular, ziyafetlerden geriye kalanlar,
Ve sokaklara saçılanlar artık onun yemeği.

Yani Samilere göre cesedi gömülmeyen savaşçılar yeryüzünde dolaşıyor, insanların ziyafetlerinden, yiyip içtiklerinden, sokaklara atılan artık yemeklerden, mesela sıyırıp yedikleri etlerin kemiklerinden besleniyorlardı. Onların yemeği artık buydu. Peki bu size tanıdık geldi mi? İslamdaki cinlerin yemeği inanışı ile ne kadar benziyor değil mi?
İşte efsane ve inanışlar böyledir. Sümer ve Babil'deki kirden yaratılan, yer altına, dolayısı ile ateşin egemen olduğu mekana gönderilen canlılar ile huzur bulamayan savaşçıların yeryüzünde gezerek yemek artıklarını yemesi gibi anlatılar Sami toplumları arasında yayılarak Arapların cin dediği varlığın yaratılışına zemin hazırlamıştır. Öyle ki oldukça güçlü görünen cin inanışlarından dolayı eski Arapların cinlere saygı duyduğu, taptığı olmuş ve aslında insanların yarattığı bu mistik varlık gerçekmiş gibi Kur'an'da ve kutsal denen diğer kitaplarda bile kendine yer edinmiştir.

Cinlere olan inancın kesin kökeni tam olarak bilinmese de Orta Doğu'daki bazı bilim adamları onların çöllerde ve kirli yerlerde yaşayan kötü ruhlar olarak ortaya çıktığını, genellikle hayvan biçimine girdiklerini iddia eder. [7] Diğerleri ise cinlerin başlangıçta pagan doğa tanrıları olduklarını ve diğer tanrılar daha fazla önem kazandıkça cinlerin yavaş yavaş önemsizleştiğini iddia eder. Aslında Sami ırkının birbirleri ile bağlantısı, inanışları, Mezopotamya'daki süreçleri ve Sümer-Babil-Akad metinleri göze alındığında bu iki görüşe de doğru demek mümkündür. 

Eski Sümerler şişkin gözlü, köpek yüzlü, pullu vücutlu, kuş pençeli ve kanatlı bir rüzgar cini olan Pazuzu'ya inanıyorlardı. Eski Babilliler, uzaktaki ıssız yerlerde, çöllerde, mezarlıklarda, dağlarda ve denizde bulunduğuna inanılan bir cin sınıfı olan utukku'ya inanıyorlardı.
Babilliler aynı zamanda Arapların çölde yaşayan, sırtlan şeklinde görünen ve gezginleri yakalayıp yiyen Gul adlı iblis inancına benzer şekilde, tenha yerlerde gezginlere saldırdığına inanılan bir vampir cin olan Rabisu'ya da inanmışlardı. Adı etimolojik olarak bir Sümer yeraltı cini olan galla ile ilişkiliydi. [7][11][12][13]

Eski Suriye kenti Palmira'da cinlere benzer varlıklar cinnayê olarak biliniyordu. Günümüz Bedevileri arasındaki cinler gibi cinnayê'nin de insanlara benzediği düşünülüyordu. Çöldeki kervanları, sığırları, köyleri koruduklarına inanıldığından onların şerefine koruyucu tapınaklar kuruldu.

İnsana cin musallat olması, bedenine girmesi gibi anlatı ve inanışların temeli bile Sümer'e dayanmaktadır. Hatta bazı Müslüman modernistlerin cinleri hastalığa neden olan virüs olarak yorumlamasına benzer şekilde antik Sümer'de de insan bedenine giren cinler onları hasta ediyordu. [15] 

Sümer büyücüleri yaptıkları ayinlerde cinleri kovmak için “Gökyüzünün davetine kulak verin! Yer altı dünyasının davetine kulak verin!” gibi sözler kullanırlardı. Kişiyi kötü cinlerin saldırılarından korumak için evinin çeşitli yerlerine büyülü sözlerin yazıldığı muskalar konur, daha sonra kötü cinler tasvir edilerek kovulurdu. [16] 

Sümerlerin inanışına göre bir insan hata ve günahlarında aşırılığa gidip bunları terk etmiyorsa koruyucu tanrısı o kişinin bedeninden çıkar ve bu boşluktan faydalanan cinler kişinin bedenine girerek ele geçirir, onu kötü hale sokardı. Bu cinlerden kurtulmak için tanrılara yakarıp dua etmek, onlara kurban ve adaklar vermek, böylece sevgilerini geri kazanmak gerekirdi. Bu yolda edilen dualardan biri şöyledir:
“Koruyucu tanrım, hatalarım çok, günahlarım büyüktür.
Tanrılar, hatalarım çok, günahlarım büyüktür.
Tanrıçalar, hatalarım çok, günahlarım büyüktür.
Ey bildiğim bilmediğim tanrılar,
Ey bildiğim bilmediğim tanrıçalar,
Koruyucu tanrımın kalbindeki öfke geçsin,
Bildiğim bilmediğim tanrıların öfkesi geçsin..” [17]

Sümer dininde tanrıların en çok sevdiği kurbanın kuzu olduğuna inanıldığından kurban ve adaklar genellikle koyun, oğlak ve kuzulardan oluşurdu. Fakat bir hastalığa tutulmuş kişinin tanrılardan yardım isteyebilmesi ve kötü cinleri def edebilmesi için bir domuz kurban edilmesi ve 6 parçaya bölünerek hastanın üzerine konması gerekirdi. Sonrasında Apsu'nun kutsal suyuyla yıkanan hastanın kapısının önüne külde pişirilmiş 7 ekmek bırakılır ve bu eylem 2 kez tekrarlanırdı. Devamında ise insan uzuvlarının karşısına 6 parçaya ayrılmış olan domuzun uzuvları konarak cinlere takdim edilirdi. [21]

Doğuma dair bazı inanışlar da vardı. Nugig veya kadiştum adlı sınıftan olan Sümer rahibeleri aynı zamanda büyücü olarak görülüyor, genel olarak tapınaklarda görev yapıyor olsalar da doğum yapacak kadınları koruma görevini de üstleniyorlardı. Çünkü inanışa göre doğum yapan kadın zayıf düştüğünden onu kötü cinlerin ve ifritlerin saldırılarından korumak gerekiyordu. [18]

Yani İslam'da olduğu gibi antik Mezopotamya'da da cinlerin yarı insan yarı hayvan görünümlü varlıklar olduğu, mezarlık, çöl gibi tenha yerlerde bulunup insanlara musallat oldukları, bedenen zayıf veya günahkar insanları, hamileleri hedef aldıkları, insan bedenine girdiklerine, şekil değiştirebildiklerine dair inanışlar bulunmaktaydı.
Cinlerin yiyip-içtikleri konusundaki ihtilaf bile İslam'a aynı şekilde geçmişti. Çünkü Sümer dininde cinlerden bahsedilirken bazen yiyip içmedikleri, bazen ise tam tersi olduğundan bahsedilirdi. Bu, günümüz İslam alimleri arasında bile hala devam eden ihtilaflardan biridir. Çünkü bir kısmı "cinler tabi ki yer-içer" derken diğer kısmı "ateş ve dumandan olan varlıklar nasıl yiyip içsin" demektedir.

Şimdi gelin hadislerde Cinlere dair neler anlatılıyor, Mezopotamya'daki inanışlara nasıl benziyor kendiniz görün.

Cinlerin yemeği -1
Ebû Hüreyre'den rivayet edilmiştir:
Ebû Hüreyre, Peygamber'in beraberinde bulunuyor ve abdest için su matarasını taşıyordu. Hazreti Peygamber taharet için uzaklaşınca, Ebû Hüreyre su matarasını alarak Hazreti Peygamberi
takip etti. Bunu fark eden Hazreti Peygamber:
«Bu (peşimden gelen) kimdir?.» buyurdu. Ebû Hüreyre;
-Ben, Ebû Hüreyre,'yim, diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem: «Bana birkaç taş getir, onlarla temizleneyim. Ancak kemik ve tezek getirme.»
Ebu Hüreyre der ki:
-Kemik ve tezeğin nesi var? diye sordum. Peygamber bana cevaben şöyle buyurdu:
«Onlar (kemik ile tezek) cinlerin yemeklerindendir. Nitekim bana Nasibin beldesinin cinlerinden bir heyet geldi. Onlar ne iyi cinlerdi. Benden azık ve yiyecek istediler. Ben de onlar için Allah'a dua ettim ki, rastladıkları her kemik ve tezeğin üstünde behemehal bir yiyecek bulsunlar.» [3]

Cinlerin yemeği -2
Âmir'den rivayet edilmiştir:
“Alkame'ye sordum: Abdullah İbn Mes'ud, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde bulundu mu?” dedim. Alkame:
“Abdullah İbn Mes'ud'a ben de bu meseleyi sorup: “Sizden birisi, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde bulundu mu?” dedim. Abdullah İbn Mes'ud:
“Hayır, fakat bir gece biz Resulullah (s.a.v.) ile birlikte bulunduk. Bir ara onu kaybettik ve onu vadilerde, dağ yollarında aradık, acaba (cinler tarafından) uçuruldu mu, yoksa gizlice öldürüldü mü?” dedik. Böylece bir kavmin geceleyebileceği en kötü geceyi geçirdik. Sabahlayınca bir de baktık ki, Resulullah (s.a.v.) Hirâ tarafından çıka geldi. Ona:
“Ey Allah'ın resulü! Seni kaybettik, aradık, fakat bulamadık. Bu sebeple bir kavmin geceleyeceği en kötü geceyi geçirdik” dedik. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bana, cinlerin dâvetcisi geldi. Onunla gittim de cinlere Kur'ân okudum” buyurdu. Bizi götürerek cinlerin izlerini ve ateşlerinin eserlerini bize gösterdi. Cinler, Resulullah (s.a.v.)'e azıklarını sormuşlardı. O da, (onlara):
“Elinize geçen üzerine besmele çekilmiş her kemik olabildiği kadar bol etli olarak sizindir. Her deve tezeği de hayvanlarınıza yemdir” buyurmuş. Daha sonra Resulullah (s.a.v.) bize dönerek:
“Artık siz bunlarla taharetlenmeyin! Çünkü onlar, (din) kardeşlerinizin yiyeceğidir” buyurdu. [10]

Muhammed'in bir cini yakalayıp bağlaması
Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber şöyle demiştir:
«Dün gece bir azgın cin, namazıma mani olmak için üzerime atıldı. Allah'ın izniyle onu kıskıvrak yakaladım. Hatta istedim ki mescidin direklerinden birine bağlayayım da, sabahleyin hepiniz onu göresiniz. Lâkin sonra kardeşim Süleyman peygamberin şu duası hatırıma geldi:
Allah'ım, beni bağışla ve benden sonra hiçbir kimseye nasip olmayacak bir saltanat bana ver.» (Cinlere hükmetme saltanatının yalnız kendisine ait olmasını dinleyen Süleyman peygamberin bu duası yüzünden o cini bağlamaktan vazgeçti.)
[1][2][5]

Muska ile cinden korunma
Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselam bize, zehre karşı, göz değmesine karşı, nemle kurduna karşı rukye yapmamıza ruhsat tanıdı." [4]

Cinlerin insan kılığına girmesi
Ebû Bekir Muhammed b. Ubeyd der ki: Abdurrahman b. Abdüllah, amcası Amr b. el-Heyseman kendisine, babası vasıtasıyla dedesinden şöyle naklettiğini rivayet etmiştir: «Merkua gitmek üzere evden çıktım.Dört fersah kadar uzaklaşınca, bir pınar başında oyna-şan bir güruh gördüm. Onları seyretmeye koyuldum.Derken biri geldi, arkadaşının sırtına atladı, sonra diğeri ötekinin boynuna atladı. Üzerlerine atımı sürmek istedim. Arka üstü yatarak gülmeye, kahkaha atmaya başladılar. Sonra atımın başım onlardan çevirip yoluma devam etmek istedim. Baktım ki bir ağacın altından kahkaha sesleri gelmiyor mu? (hayret ettim, kaldım..)»

Yine el-Haysem, babasından naklediyor: «Bir arkadaşımla birlikte yolculuğa çıktık, yolun ortasında bir kadın gördük. Haydi onu atlarımıza alalım» dedim. Arkadaşım onu arkasına aldı. Ona bakınca bir de ne gör-sem ağzından hamam bacasından çıkan alevler gibi alev çıkmıyor mu? Hemen ona hücum ettim. Bana dedi ki: «Ben sana ne yaptım da bana böyle hücum ediyor-sun?» Arkadaşım da sanki bir şey olmamış gibi:
«Yahu zavallıdan ne istiyorsun?» demez mi? Susmak zorunda kaldım. Ve yürüdük. Bir saat sonra tekrar baktığımda yine ağzını açmaz mı? baktım yine aynı alevler. Hücum ettim. Aramızda bu hâl üç kere cereyan etti. Üçüncüsünde azmettim, "mutlaka bunu yere sereceğim" dedim Üzerine atladığım gibi yere yıktım onu. Fakat yine susmadı ve şöyle söyledi: «Allah kahretsin seni, bugüne kadar senin kadar cesur bir kimse görmedim. Amma da yürek varmış sende!» [6]

Cinlerin akşam, tenhada çocukları kaçırması
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Yiyecek içecek kaplarının üzerlerini örtünüz, su kırbalarının ağız iplerini bağlayınız, bütün kapıları arkalarından kapayınız, yatsı vakti sırasında çocuklarınızı dışarıda hareketten men edip eve toplayınız. Çünkü o zaman cinlerin yayılması ve bir şeyi süratle alıp kapmaları vardır. Uyku sırasında kandilleri söndürünüz. Çünkü fasıkçık; yani fare, bazen yanan fitili çeker de ev halkını yakar." [14]

Cinlerin bir adamı kaçırması
Abdurrahman b. Ebî Leylâ anlatıyor: Kadının birinin kocası ortadan kayboldu. Kadın dört yıl bekledikten sonra durumunu Ömer b. el-Hattâb’a anlattı. Ömer (R.A.), bunu kendisine haber ettiği gün itibariyle dört sene beklemesini emretti. Kocasının gelmemesi ve ondan haber alamaması halinde dört yıl sonra evlenebileceğini de bildirdi. Kadın evlendikten bir süre sonra kaybolan kocası geri döndü. Evinin kapısını çalarken veya evine giderken ona: “Karın senden sonra başkasıyla evlendi” dediler. Adam durumu soruşturunca olanları kendisine anlattılar.  Adam Ömer b. el-Hattab’a geldi ve “Karımı elimden alan ve beni ondan ayırana karşı bana yardımcı ol” dedi. Ömer, durumdan endişeye kapıldı ve “Bunu yapan kim?” diye sordu. Adam “Ey müminlerin emiri! O kişi sensin!” deyince, Ömer: “Nasıl oldu?” diye sordu. Adam: “Cinler beni kaçırdı ve uzun bir süre başıboş bir şekilde bilmediğim yerlerde dolaşıp durdum. Geri döndüğümde karımın başkasıyla evli olduğunu gördüm. Bunun emrini de senin verdiğini söylediler” karşılığını verince, Ömer r.a. “İstersen karını sana geri veririz, istersen de seni başkasıyla evlendiririz” dedi. Adam “Olur, beni başkasıyla evlendir” karşılığını verince Ömer r.a. adama cinleri sormaya, adam da anlatmaya başladı. [24]

Cinin insan bedenine girmesi
Ed-Darekutnî, İbn-i Abbas’dan şöyle bir hadîs nakletmiştir:
«Bir kadın oğlunu Allah'ın Resulünün (S.A.V.) yanına getirdi ve:
Ey Allah'ın Resûlü! Bunda delilik vardır, bu hastalık onu öğlen ve akşam tutar, diye yakındı. Bunun üzerine Peygamber onun göğsünü mesh etti ve ona dua etti. Ona istifra ettirince, karnından siyah köpek yavrusuna benzer bir şey çıktı. Ve yürüdü.» [22]

Bu hadisi, Ed-Dârimi, Müsnedi’nin ilk kısımlarında rivayet etmiştir, orada şu kayda rastlanır: Allah Resûlü ona: «Çık ey Allah’ın düşmanı!» dedi.

Cinlerin hastalıklara neden olması
"Bedevî bir adam Hz. Peygamber'in yanına gelip beraberinde getirdiği kardeşinin ağrılar çektiğinden şikayet etti. Hz. Peygamber, ağrılarının sebebini sorunca, cinlerin çarpmasından olduğunu söyledi. Bunun üzerine Peygamberimiz Bakara suresinin ilk beş ayetini, ihlas suresi ve diğer bazı ayetleri okudu, adam hemen iyileşti.” [23]

MİTOLOJİLERDEKİ EFSANEVİ YARATIKLAR | 2

Yazan: Hermes Trismegistos

MİTOLOJİLERDEKİ EFSANEVİ YARATIKLAR | 2

Mermaid (Deniz kızı) : Deniz kızları filmler hikayeler vs. sayesinde popüler yaratıklar haline gelmiştir fakat birçoklarında olduğu gibi onlarında ortaya çıkış sebebi mitoslardır. Deniz kızı, belinden yukarısı kadın, aşağısı balık kuyruğuna sahip olduğu yönündeki anlatılarla efsanelere konu olmuş bir yaratıktır. Dünya üzerinde bir çok kültürde deniz kızları yer almaktadır. Bunun sebebini mitolojiler arasında birbirinden geçen ögelerin çokluğudur. Genelde tasvirleri farklı olsa da birbirlerine çok yakın şekillerde betimlenmişlerdir. Örnek vermek gerekirse Yunan Mitolojisi içinde yer alan Sirenler denizcilere şarkılar söyleyip onları büyülerler. Bu sayede denizcilerin güverteden düşmesine sebep olurlar hatta zaman zaman gemiler onlar yüzünden batar. Diğer deniz kızlarının yer aldığı hikayelerde ise bu varlıklar boğulma tehlikesi geçiren denizcileri kurtaran iyi kalpli deniz canlıları olarak betimlenmişlerdir. Kurtardıkları erkekleri su altındaki krallıklarında yaşamaya davet ettikleri de söylenir. Bazı yerlerde ise deniz kızlarının insanları su altına doğru çekerken insanların suda nefes alamadıklarını unuttukları için denizcileri bilmeden de olsa ölüme sürükledikleri söylenir.

Kharon : Kharon (Kharoon) yada Charon denilen yaratığın mitolojide anlatımı şu şekildedir. Mitolojide gökleri Zeus, denizler Poseidon, yer altı dünyasını da Hades almıştır. Daha doğrusu Zeus öyle paylaştırmıştır. Hades hem yer altı dünyasına hemde yeraltının tanrısına verilen isimdir ve o yer altı dünyasında Stiks nehri bulunur. Stiks nehrinin kayıkçısı ise Kharondur. Kharon ölüleri kayıkla nehrin karşısına geçirir. Tabi ücretini alarak.
Eski yunanlar öldükten sonra cesedi gömmeden önce ağzının içine yada avucuna bir altın sikke koyarlarmış. Çünkü inançlarına göre ölen kişi yer altına indiğinde o sikke ile Kharonun ücretini ödeyecek ve Stiks (Styks) nehrinden geçebilecektir. Kim ki sikke olmadan gömülür ise yer altına indiğinde kayıkçıya verecek hiçbir şeyi olmadığı için nehri geçemeyecek ve kıyıda bağırarak çaresizce koşuşturacaktır. Kharon Odysseia destanında şöyle anlatılır:

– Dur sefil Ruh, nefes alanların diyarından hediyemi getirdin mi?
– Geçiş için ödemem işte burada Stiks nehrinin yüce kayıkçısı…
– Ödeme kabul edildi sefil ruh hadi gel kayığa. Götüreyim seni ölümden sonraki yaşamın diyarına…


Banshee : Banshee aslında bir İrlanda efsanesidir. İskoçya, Avusturalya, ve Amerika’ya yayılmıştır fakat çıkış noktası İrlanda'dır ve diğer ülkelere de İrlandalıların göçleri sebebiyle yayılmıştır.

Banshee’ler İrlanda inançlarında var olan, ölüm haberi veren perilerdir ve onlara dair yazılan ilk yazılar 8.yy’dan kalmadır.
Banshee’ler aslen saf İrlanda kanı taşıyan ailelerin koruyucu perileridir. Ait oldukları aileleri çok sever, birinin öleceğini hissettikleri zaman yas tutmaya, ağıtlar yakmaya, ağlayarak çığlık atmaya başlarlarmış. Onların gece yarısı ölümü yakın olan kişinin odasının pencere altında çığlıklar atarak ağladığı duyulurmuş fakat kimse göremezmiş bu varlıkları. Görülemeyecek kadar şeffaf yada görünmez oldukları üzerine de söylenceler bulunmaktadır.
Sesi duyulduğu zaman bilinirmiş ki o evden biri ölecek. Aynı anda birkaç Banshee’nin çığlık attığı duyulursa, bu, ölecek olan kişinin hatırı sayılır derecede önemli makam ve nüfuz sahibi biri olacağını işaret edermiş.

Banshee’leri görebilen çok azmış. Bu insanların hepsinin söylediği ortak şey ise uzun boylu, zayıf bir kadın görüntüsünde olduğu, saçlarının ayaklarına kadar uzandığı ve yeşil giysi üzerine gri kapüşonlu bir pelerin giydiği imiş.
Burandan hareketle onların Kelt efsanelerindeki ormanın koruyucu perilerine benzediğini ve kökeni olarak bunu gösterebileceğimizi öğreniyoruz.

Anlatıldığına göre Banshee'lerin gözleri ağlamaktan hep kıpkırmızıymış. Zamanın insanlarına gece yarısı birden atılan tiz çığlıklar, ağlama sesleri ve hıçkırıklar duymak çok ürkütücü geliyormuş. Üstüne ölümü haber verdiklerine dair inanışları da eklenince durum daha da endişe verici bir hale bürünüyormuş. Bazı hikayelerde de Banshee’lerin ağlayıp haykırarak aileye birinin öleceğini haber vermelerinin sebebinin aslında o aileyi haberdar etmek, ölüm acısının birden onları şoka uğratmaması için onları buna hazırlamak olduğundan bahsedilir.

Hatta hala İrlanda’nın bazı ufak kasaba ve köylerinde seslerinin duyulduğu, varlıklarını sürdürdüğü söylenir.

Beelzebub : Fazlasıyla farklı ismi olan Beelzebub’a Velzevul yada Beelzebuth da denir. Hristiyan teolojisi dünyaya dair çifte vizyon benimseyerek onu iyi ve kötüye ayırmıştır. Bu da inançların birçoğunda olduğu gibi onunda bir düalizm içerdiğini gösterir. Melekler ve şeytanlar, dinin kökeninde önemli bir rol oynamaktadır. Kutsal yazıya göre, insanlar, onların ruhları ve Dünya'nın kendisi, Tanrı ile onun karşıtı olan Şeytan arasındaki ebedi savaş alanıdır.

Kötülüğün insanların kalbindeki görünümünü bir şekilde açıklamak için Hristiyanlar, düşmüş meleklerin tüm günahlar için suçlanacakları bir teori oluşturdular. Hristiyanlığın fazlaca değiştirilmiş bir inanç olması da bunda etkendir. Zira kimse yaptığı kötülükleri üstlenmek istemez, haliyle bunun için bir günah keçisi seçilmeliydi.
Dünyanın yaratılışının başlangıcında, daha genç Başmelek Lucifer ölümcül günahı, yani gururu yenmeyi başardı. İnsanların sevgiye değmez olduğunu ve yok edilmeleri gerektiğini düşünüyordu. İlk defa cennetten düşen ve Rab'bin elçileri olarak adlandırılmaya değer hale gelen meleklere “iblis” kavramı uygulandı. Başlangıçta, "şeytan" kelimesi evrensel kötülük ve cehennem ile eş anlamlı değildi, bu yüzden sadece düşmüş melek denir.
Beelzebub'da bunlardan biridir fakat onun daha eski bir kökeni vardır. Beelzebub en yüksek rütbeye sahip şeytandır. Genellikle Lucifer'in kendisi ile aynı kefeye konulur. Genellikle Cehennemin İblisi Beelzebub bütün karanlık ordunun lideri olarak algılanır.
Beelzebub adının etimolojisi hala üzerinde durulan bir şeytandır. Eski Slavca'dan çevrilmiş bu isim "şeytan" anlamına gelir. Örnek göstermek gerekirse Slav edebiyatında genel olarak mistisizm ve diğer dünyalar söz konusu olduğunda Beelzebub fazlasıyla geçer.
Beelzebub ismi Büyük Fenike tanrısı Baal'dan gelir. Zira Yahudiliğin ve Hristiyanlığın yaygınlaşmasıyla eski putperest inançların tanrıları da birer kötülük simgesi haline gelmiştir. İsrailliler Beelzebub'un bir iblis olduğundan korkmuyorlardı, eski çizimlerin fotoğrafları onu sinek olarak gösteriyordu.
Belki de Kenan halkı bu görünüşü seçmişti çünkü yüce iblisin adı “Sineklerin Efendisi” olarak tercüme ediliyordu.
Cehennemin iblisi Beelzebub'ın ismi İncil'in çeşitli yerlerinde bulunur. Bulunmalıydı da zira eski inancın tanrısını yeni inancı yaymak da kullanmak iyi bir yoldur.

Kutsal Yazılara göre İsa Mesih'in kendisi iblis Beelzebub'un bir parçasını kendi içinde taşımaktadır. Matta ve Luka İncillerinde Tanrı'nın oğlunun, Karanlık Prens'in gücüyle insanların bedenlerinden şeytanlar çıkardığı söylenir. Hatta şeytan çıkarmada Mecusiler ve bazı toplumlar tarafından cinlerin gücü ile cin çıkarıyor diye alay edilmiştir.

Mesih, Matta İncili'nde, öğrencinin öğretmeninin üstünde olmadığını, hizmetçinin ustasının üstünde olduğunu belirtti. Eğer akıl hocası olarak Beelzebub'un gücünün kaynağı seçildiyse insanlar kötü güçlerin etkisine karşı daha hassas olmalılar.

Griffon (Griffin) : Griffon heykellerinin çoğu onları kuş benzeri pençelerle tasvir ederken, bazı eski resimlerde onların aslanlarınki gibi ön ayakları ve genellikle bir aslanın arka kısımları vardır. Kartal kafasına geleneksel olarak uzun kulaklar verilir. Bunlar bazen aslan kulakları olarak tanımlanır ancak genellikle uzundur ve daha çok bir at kulağına benzer. Bu benzeşmenin kökeninde ise Griffon efsanelerinde onlara binen binicilerin bulunması, yani binek hayvanı olarak görülüyor olmaları yatabilir.

Griffonlar nadiren kanatsız olarak tasvir edilmiştir. Bazen ise kanatsız, kartal başlı bir aslan olarak tanımlandıkları görülür.
15. yüzyılda ve daha sonraki hanedanlık armalarında böyle bir canavara alke veya keythong denmiştir.
Armalar üzerindeki tasvirlerde Griffinler yılan takımyıldızına (Serpens) atıfta bulunur ve Yunanca Ophinicus adından türetilen Opinicus olarak adlandırılırlar. Bu tasvirlerde iki ya da dört ayaklı aslan gövdesi, kartal ya da ejderha başı, kartal kanatları ve deve kuyruğu bulunur.
İran mitolojisinde Griffin Şirdal "Aslan-Kartal" anlamına gelir. Şirdal, MÖ 2. binyılın sonlarından beri İran'ın eski sanatında ortaya çıkmıştır. Şirdallar MÖ 3000 gibi erken bir tarihte Susa'daki silindir mühürler üzerinde görülmektedir. Onlar Demir Çağı'nda İran'ın Kuzey ve Kuzey Batı bölgesi olan Luristan sanatında ve Ahameniş sanatında kullanılan ortak motiflerdir. Ayrıca Griffon figürlerine antik Mısırda da rastlanmıştır.

Sfenks : Sfenks; kafası koç, kuş veya insan, gövdesi ise aslan şeklini almış heykellere verilen isimdir. İlk önce Antik Mısır’da rastlanan Sfenks, antik Yunan mitolojisinde de büyük öneme sahiptir. İsmini de buradan almıştır. Sözcüğün anlamı “yaşayan heykel”dir. Sfenkslerin en tanınmışı Büyük Gize Sfenksi‘dir.
Mısır Sfenksi antik bir efsanevi yaratıktır. Gövdesi uzanan bir aslan ve kafası genellikle bir firavunun kafasının şeklini alır. Aslanlar güneş ile bağlantıları nedeniyle antik Mısırlılar tarafından kutsal görülen hayvanlardandı.
En büyük ve en ünlü olanı Gize platosunda Nil Nehri’nin batı kıyısında bulunan Büyük Gize Sfenksi‘dir. Gize Sfenksi doğuya dönüktür ve pençelerinin arasında bir tapınak yer alır. Aslan gövdeli, insan başlı bu sfenksin uzunluğu 73 metre, yüksekliği 20 metre, yüzünün genişliği ise 5 metredir. Bir adı da ‘Harmakis’ olan sfenks, doğan güneşi ve firavun için yeniden dirilişi temsil eder. Yüzünün doğuya dönük oluşu her sabah doğar doğmaz Güneş Tanrısı RA’yı görmesi içindir.

Antik Yunanda'da sfenks büyük yer kaplar. Özellikle Thebais’in talihsiz kralı Oedipus'un efsanesinde Oedipus, sfenksin bilmecelerini doğru cevaplar ve Thebais’i onun zulmünden kurtarır.

Atlas : Atlas, Iapetus ve Clymene'nin en güçlü oğluydu ve Menoetius, Epimetheus ve Prometheus'un kardeşiydi. Atlas ve Menoetius, Olimposlular Zeus, Poseidon, Hades, Hera, Demeter ve Hestia ile savaştı fakat acı bir hezimete uğradılar. Titanlar'ın yenilgisinden sonra Zeus, Atlas'ı dünyadaki batı kenarına yerleştirerek evrenin sonsuza kadar omuzlarında taşınmasına neden oldu. Daha sonra ise sadece dünyayı omuzlarında tutar şekilde tasvir edildi. Ama tasvir edilenin aksine Atlas dünyayı değil gök kubbeyi yani tanrılar katını omuzlarında taşımaktadır. Bu göreviyle ona tanrı ve insanlar katını ayıran bir duvar gözüyle bakabiliriz.

Hesperides'in Altın Elmalarını toplayacak olan Heracles, Onbirinci Çalışma döneminde Atlas'ı görür. Yolculuğu sırasında Atlas'ın kardeşi Prometheus'u kurtarır. Prometheus, Herakles'e Altın Elmalar'ın nerede olduğunu öğrenebilmesi için Atlas'ı bulması gerektiğini söyledi.
Herakles Atlas'ı buldu; Atlas, Heracles onun için göğü tutabilirse elmaları alacağını söyledi. Herakles göğü tuttu ancak Atlas elmalarla döndükten sonra Herakles'i gökyüzünü kalıcı olarak taşıması için kandırmaya çalışarak elmaları kendisi teslim etmeyi teklif etti. Çünkü yükü bilerek alan herhangi biri onu sonsuza kadar taşımak zorundaydı. Atlas'ın geri dönmek niyetinde olmadığından şüphelenen Herakles, Atlas'ın teklifini kabul ediyormuş gibi yaptı veAtlas'ın birkaç dakikalığına gökyüzünü tekrar almasını, böylece pelerinini omuzlarında dolgu olarak yeniden düzenleyebilmesini istedi. Atlas elmaları yere bırakıp göğü tekrar omuzlarına aldığında Herakles elmaları alıp kaçtı.

Medusa'yı öldüren Perseus bir gün Atlas Krallığı'na gelir ve kendisinin Zeus'un oğlu olduğunu ilan ederek barınak ister. Atlas, Zeus'un bir oğlunun bahçesinden altın elmaları çalması konusunda uyarıda bulunan bir kehanetten korktuğu için Perseus'un teklifini reddeder. Atlas, Perseus tarafından taşa dönüştürülür ve koca bir dağ haline gelir.