HABERLER
Dini Haber

ÇİN TARİHİ - 3

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ-3
HANEDANLIKLAR DÖNEMİ-III

LİAO HANEDANLIĞI: Liao, 916 yılında Çin’in kuzeyinde Çinlileşmiş Moğol kökenli Karahitayların kurduğu bir hanlıktı. Liao nehri kıyılarında ikamet eden Hitaylardan Yelü Abaoji (Taizu) 907’de Hitay Kağan’ı olmuştu. 916 yılında kendini “Tanrı İmparatoru” ilan edip Büyük Kitan’ı kurmuştu. 947 yılında onun yerine gelen ikinci imparator Taizong (Yelü Deguang) ülkenin adını Liao olarak değiştirdi. Daha sonra 983 yılında bu kez “Kidan” ve 1066 yılında tekrar “Liao” oldu.

JİNN HANEDANLIĞI; Mançuların ataları Çurçenler tarafından kurulmuş hanedandı. Ülkenin ismi Çurçen dilinde “Altın Ulus” anlamına gelmekteydi.

BATI XİA HANEDANLIĞI: Batı Xia Hanedanlığı ya da diğer adıyla Tangut İmparatorluğu 1032 yılında kuzeybatı Çin’in Kansu bölgesinde kuruldu ve yaşadı. Hanedanlık Tangut kabileleri tarafından kurulmuştu. Köken olarak Tibet, Birman halklarından oluşuyordu. Varlıklarını sürdürdüğü dönemlerde Song ve Jinn Hanedanlıkları ile komşulukları oldu. 1227 yılında Moğol hakanı Kubilay tarafından yıkıldı.

SONG HANEDANLIĞI: ‘Beş Hanedan On Krallık’ dönemi Zhao Kuangyin’in Song Hanedanını kurmasıyla sona erdi. Song hanedanlığı Çin’deki bölünmüşlüğü kısmen de olsa ortadan kaldırdı. 960 yılından itibaren hüküm süren imparatorluk, kendi döneminde Asya’nın önemli devletlerinden biriydi. Bulundukları coğrafya, doğu Çin denizi yakınlarında Laos ve Vietnam gibi ülkelerin yeriydi. Batı komşuları Tibet, kuzey komşuları ise Uygurlardı. Song Hanedanlığı hüküm sürdüğü dönemde Jinn Hanedanlığını ele geçirerek sınırlarını büyüttü. Ekonomik anlamda geçmiş hanedanlardan daha zengindi. Kâğıt para ilk kez bu hanedanlık döneminde kullanılmıştı. Tarım ekonomisi gelişmiş, kentleşmede çığır açmışlardı. Ülke bugünkü anlamda tam bir liberal ekonomi seviyesindeydi. Mülkiyetçilik her noktada hakimdi. 1279 yılında Yuan Hanedanlığı tarafından yıkıldı.

YUAN HANEDANLIĞI

Moğol hanı Cengiz Han dünyayı ele geçirmeye çalışırken elbette güneyinde en yakınındaki Çin imparatorluğunu göz ardı edemezdi. Kendisi ve oğullarının hayatta olduğu sürece zaman zaman yaptığı baskınlarla büyük zararlar vermiş olsalar da tam olarak tüm Çin’i ele geçirmeleri 1270’li yıllarda torunu Kubilay döneminde gerçekleşti. Moğolların Çin toprakları içindeki yaşamları sırasında kültürlerinden etkilenerek asimile olup Çinlileşmeye yüz tuttular.

Kubilay Han babası Tuluy Han’dan sonra tahta geçti. Kubilay Han, başkenti Hanbalık (Balık Türkçede Kent anlamına gelir. Hanbalık, Han’ın kenti demektir) olan büyük bir imparatorluğun sahibiydi. Hanbalık’ın Çincedeki anlamı ise Dadu idi. Dünyanın en büyük ve geniş topraklarına sahip imparatorluk Moğol olmasına rağmen kendilerini Çin İmparatorlu olarak tanımlıyorlardı. (Fatih de Türk olmasına rağmen kendine Rum Kayzeri diyordu)

Moğollar Çin’deki hakimiyetleri sırasında devletin yönetiminde yerli halka (Çinli) fırsat vermiyorlardı. Yuan ordusunun piyade askerleri çoğunlukla bölgedeki Moğol kabilelerinden geliyorlardı. Süvariler ve üst rütbeli subaylar ise Uygurlar başta olmak üzere diğer Türk kabilelerinden sağlanıyordu. Türkler, devletin yönetiminde de söz sahibiydiler. Moğol kökenli Yuan hanedanı Uygur Türklerinin bilgi, zekâ ve deneyimlerinden her fırsatta yararlanıyorlardı. Moğollardan yüz bulamayan Çinliler ise başka bölgelere göç ederek katliamlardan kaçınmaya çalışıyorlardı.

Moğolların yükseliş dönemlerinde yerli Çin halkına dayanılmaz baskı uygulayıp sömürü düzeni oluşturuyorlardı. Bu baskıcı yönetim bir süre sonra Çinlilerin birçok sayıda dini ve milli gizli örgütler kurarak organize olmalarını sağladı. Halk üzerindeki olumsuz baskılar bu örgütlerin birleşerek 1333 yılında ayaklanıp isyan çıkarmasına sebep oldu. O yıl, Altın nehir de denilen Sarı Irmak’ta yapılan ıslah çalışmaları sırasında halkın simge olarak başlarına bağladığı kırmızı örtülerden dolayı “Kırmızı Başörtülü Ordu” denilen birliklerin “Kızıl Türban İsyanı” adı verilen bir isyanı gerçekleştirdi.

1333’de Haozhou bölgesinde Zhu Yuanzhang liderliğinde başlayan isyan büyüyerek 1340’da “Çin’i yeniden kurmak” sloganıyla tüm Çin’e yayıldı. Zhu Yuanzhang, son Yuan İmparatoru Togon Temür dönemi olan 1368 yılında birlikleri ve halkla başkent Dadu’yu ele geçirip Yuan Hanedanlığını yıkarak yerine Ming Hanedanlığını kurdu.

MİNG HANEDANLIĞI

Halkı birleştirip isyana kaldırarak imparatorluğu ele geçiren Zhu’ya Ming Taizu denildiği için hanedanlığın adı Ming Hanedanlığı olmuştu. 31 yıllık yönetimi sırasında devlete büyük katkıları olan vezirleri ve devlet adamlarını ortadan kaldırarak merkezi yönetimi güçlendirdi. Taizu döneminde Çin altın dönemini yaşamaktaydı. Deniz ticaretinin gelişmesiyle devlet istikrar kazanmış ve ekonomi güçlenmişti.

Ming Taizu’nun ölümünden sonra yerine torunu Jianwen geçti. Ancak o da amcası tarafından tahttan indirildi ve yerine Zhu Di geçip kendini Chengzu İmparatoru ilan etti. 1421 yılında başkent, Pekin’e taşındı. 1400’lü yılların sonlarına doğru zengin Çin, Japonlar tarafından tehdit edilmeye başlandı. Japonya’yı birleştiren Toyotomi Hideyoshi Kore üzerinden Çin’i ele geçirme planları yapmaktaydı. Japonya, askeri harekata girişmiş olmasına rağmen Çin’in Kore’ye destek olmasıyla amacına ulaşamadı. Fakat bu sırada Çin ekonomik olarak çok zayıflamıştı. Üstüne üstlük 150 milyona yaklaşan nüfusuyla Çin, sorunlarla başa çıkamamaya başladı. 1600’lü yıllarda köylü isyanları başladı. 1627 yılında Şansi eyaletindeki afet sonrasında imparatorun zorla vergi toplamak istemesi yüzbinlerce köylülerin isyana kalkışmasını tetikledi. İsyancıların 1644 yılında Pekin’e girmeleri sonucunda son imparator Cong Zhen kendini asarak intihar etti. Bu Ming hanedanının sonu oldu. İsyandan sonra yerine 1644 yılında Qing Hanedanlığı kuruldu.

ÇİN TARİHİ - 2

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ-2
HANEDANLIKLAR DÖNEMİ-II

Güney , Kuzey Hanedanları

420’li yıllarda Çin, Kuzey ve Güney olarak iki ayrı devlete ve hanedanlığa ayrıldı. Jin Hanedanlığının parçalanmasından sonra güneyde Doğu Jin, Liu Song, Güney Qi, Liang ve Chen hanedanlıklarına ayrıldı. Kuzeyde ise çoğunlukla Çinleşmiş Türkler “On Altı Krallık” olarak bilinen krallıkları kurdular. Türk kökenli Çin krallıkları Hun, Siyenpi (Xianbei) ve Tabgaç halklarından doluşuyordu. Bunların dışında tamamı Çinlilerden oluşan Di ve Han Krallıkları bulunuyordu.

Ülkenin bu bölünmesi durumunda bile Budizm tüm coğrafyada hakim inanç şekli olarak yaygınlaşmıştı. Kuzeydeki Budizm Hint ve Sogd kültürü sonucu ticaret yoluyla benimsenmişti. Güneyde ise Budizm zaman zaman yasaklanma yolu ile Taoizm’e destek verilmekteydi.

589 yılında Sui Hanedanı dağılmış krallıkları birleştirerek 400 yıllık bölünmüşlüğe son verdi.

Sui Hanedanı

Hanedanlığın ömrü çok fazla uzun olmadı. Kurucusu İmparator Wen aslında Türk kökenli Siyenpi’li biriydi. Hanedanlığın süresi 29 yıl sürdü. Budizme daha çok destek verilmesi ve Çin seddinin geliştirilmesi ile standart sikke basılması bu dönemlerde başlamış ve daha sonra devam edilmiştir.

Tang Hanedanı

618 yılında Li Shimin tarafından kurulan Tang Hanedanı, yıkılmasına sebep olduğu Sui hanedanlığının politikalarını devam ettirdi. Geçmiş hanedanların içinde en güçlüsüydü. Tang döneminde Çin, uygarlığının en üst seviyeye ulaştı. Bu dönemde Çin’in sınırları orta Asya’ya kadar uzandı. Deniz yolu ya da İpek yolu ile yapılan ticaret, ülkeye zenginlik getirmişti. Ticaretin getirdiği zenginlik uğruna Tang Hanedanı güçlü olmasına rağmen kendisi gibi güçlü olan kuzeydeki Türk devletleri ile iyi geçinmek zorunda kalıyordu. Zaman zaman Göktürk kağanlığı ve Doğu Göktürk Kağanlığı Tang Hanedanının egemenliği altına girmiş olsa bile Göktürk Kağanlığı, Uygur Kağanlığı ve Karahanlılar gibi Türk Devletleri ile iyi ilişkiler içinde bulunmuşlardı. Bu yüzden 590-610 yılları arasında Çinli prensesler Türk devletlerinin önde gelenleri ile evlendiriliyorlardı. Bu iyi ilişkiler sonucunda Türkler 20 bin kişilik ordu ile Çinlileri rahatsız eden kuzey komşuları Moğol Hitaylara saldırmış ve onların hayvanlarını, kadınlarını savaş ganimeti olarak almışlardı. 635 ve 636 yılında iki kez Tang kraliyet ailesinden prensesler Çin ordusunda komutanlık yapan Türk generaller ile evlenmişlerdi. Daha sonra da 755 yılına kadar Türk komutanlar Çin ordusunda görev yapmayı sürdürdü.

Tang Hanedanlığı döneminde Çin ilk kez batıdan gelen misyonerler vasıtası sonucu Hristiyanlıkla tanıştı. Yine bu dönemde Çinliler ilk kez Müslümanlarla tanıştı. O güne karşı Çin ile mücadele edemeyen Müslümanlar, Talas savaşında Karluk Türkleri ile birleşerek 751 yılında Çinlileri savaşta yendiler. Bu savaştan sonra Araplar kâğıdı, pusulayı ve barutu öğrendi.

Hanedanlığın başkenti olan Changan dünyanın en büyük şehri olma özelliğini taşıyordu. Çin’in zenginlik, uygarlık ve kültür seviyesi o kadar yükselmişti ki Japonlar Çin yazı karakterlerini kendi yazı dillerinde kullanmaya başladılar.

Çin tarihinin en büyük imparatorları bu hanedanlık döneminde ortaya çıktı. Ancak 715 yılından sonra gelenler diğerleri kadar yetenekli değillerdi. Ağır ilerleyen bir çöküş döneminde siyasi kavgaların artması ve hadımların devlet yönetimini ele geçirmesi, ardı arkasına bitmeyen köylü isyanları ve en sonunda Huang Chao isyanını organize eden Zhu Wen, Tang Hanedanı imparatorunu tahttan indirerek 907 yılında yeni imparator oldu.

Beş Hanedan, On Krallık

Tang Hanedanlığının yıkılmasından sonra oluşan Beş hanedanlık, On Krallık döneminde 907’den 960 yılına kadar çok devletli bir yönetim sistemi uygulandı. Kuzey Çin’deki geleneksel imparatorluk merkezini Hou Ling, Hou Tang, Hou Jin, Hou Han ve Hou Zhou isimli 5 hanedan kontrol altına aldılar. Bunların içinden Hou Tang ve Hou Jin aslında “Şatuo” Türk kabilelerinin kurduğu hanedanlardı. Hou Han ve Hou Zhou ise Şatuo Türklerinin bir yapılanma şekli olan bölgesel valilikleri Jiedushi’lere bağlı garnizon komutanları tarafından kurulmuşlardı.

Bu 5 hanedanlığın yönetiminde Wuyue, Min, Jing Nan, Chu, Wu, Nan Tang, Nan Han, Bei Han, Qian Shu ve Hou Shu isimli 10 krallık hüküm sürmekteydi. Bu dönem de 960 yılında Hou Zhou generali Zhao Kuangyin’in darbesi sonucu Song Hanedanlığını kurması ile sona erdi.

TOLKİEN, ORTA DÜNYA VE MİTOLOJİ - 1

Yazan: A.Kara
TOLKİEN'E VE ONUN ORTA DÜNYASINA ESİN VEREN MİTOSLAR |1

Tolkien'in esin kaynaklarını ve bağlantılı mitosları anlatacağım bu makalede önem arz eden bir nokta varsa o da Tolkien'in okumayı seven, efsanelere, epik şiirlere, halk masallarına hatta tarihe ilgi duyan biri olduğudur.

Yüzüklerin Efendisi'nin yazarı J.R.R. Tolkien'in belki de en çok ilham aldığı bölgelerden biri İzlanda'dır. Bu bölgenin sahip olduğu eşsiz manzaralar, halk masalları ve İskandinav mitolojisi Orta Dünya evreninin şekillenmesinde büyük role sahiptir. Peki Tolkien bu bağlantıyı nasıl kurmuş, neden onca kültür ve yer varken İskandinav, Cermen mitolojisinden ve İzlanda'dan etkilenmişti?

1930'ların başında İngiltere, Oxford'da yaşayan Tolkien'in ailesiyle birlikte yaşayan bir dadısı vardı. Bu dadı Batı Fiyortlardan, İzlandalı bir kadındı. Yani nasıl ki farklı kültürden dadıyla yaşayanlar o kültürün diline, masallarına yönelik bilgiler edinebiliyor ise aynı durum Tolkien için de geçerliydi. İzlandalı dadısı sayesinde İzlanda halk masallarını ve İskandinav mitolojisini öğreniyordu. Ayrıca Birmingham'daki eğitimleri sırasında boş zamanlarını Eski İskandinav dilini okuyarak, onların efsanelerini tercüme ederek geçiriyordu. İşte Tolkien bu süreçte Hobbit (The Hobbit) adlı kitabını yazmaya başlamıştı. Dolayısı ile basit gibi görünse de ona ilham sağlayan en büyük kaynaklardan biri dadısıydı.

Yüzüklerin Efendisinde öne çıkan ögelerde bu kültürün efsanelerinin izlerini görmek mümkündür. Örneğin Völsunga Destanı, tüm güçleri barındıran bir yüzükten, yeniden dövülerek birleştirilen güçlü, görkemli bir kılıçtan bahseder. Bunlar Tolkien'in romanlarında, Yüzüklerin Efendisi'nde "hepsine hükmedecek tek bir yüzük" ve "Anduril, Narsil" adlı kılıçlar olarak karşımıza çıkar.

İskandinav mitoslarının anlatıldığı Manzum ve Nesir Edda'larda yüzük ve kılıç motifleri oldukça yaygındır. Hatta en büyülü ve güçlü olan yüzükleri cüceler dövmüştür. Bu yüzükler, Odin'in yüzüğü ve Niflungların (Almanca: Nibelung) yüzükleridir.
Niflung, diğer adıyla Nibelung Kraliyet Ailesini belirtmek için kullanılan bir terimdir. Bu terim İskandinav efsanelerinde cüce ve devlerin yaşadığı efsanevi topraklarda (Nibelungenlied) da karşımıza çıkar. Daha sonra bu Nibelung teriminin bir cüceyi veya cüce ırkını ifade eder hale geldiği görülür.

Bu yüzükler genellikle İskandinav şiirlerinde güç kullanılan bir metafordu. Bu yüzüklere sahip olmak,  güce sahip olmak demek iken bu yüzüklerden birini diğerleriyle paylaşmak, bir malı biriyle paylaşmak anlamı taşıyordu.

Kılıç konusuna gelirsek; İskandinav mitolojisindeki tüm ünlü kılıçların, Orta Dünya'nın birçok ana karakterine ait kılıçlara çok benzeyen, tarihlerini anlatan isimleri vardır.

William Morris'in, Volsung Sigurd'un 389. sayfasındaki metinler cücelerin yarattığı yüzüklerden ve ölü krallar tarafından taşınan kılıçlardan bahseder. Tolkien bunu öğrenci iken okumuştu.


Wagner'in "Der Ring des Nibelungen" yani "Nibelung Yüzüğü" adlı opera dizisi, büyülü ama lanetli bir altın yüzükten ve yeniden dövülmüş kırık bir kılıçtan bahseder. Völsunga adlı destanda bu öğeler sırasıyla Andvaranaut ve Gram'dır. Bunlar da tek yüzük ve tek kılıç olan Narsil'e (Andúril olarak yeniden dövülmüştür) karşılık gelirler.

Hikayelerin geçtiği fantezi dünyası olan Orta Dünya coğrafyası, İskandinav mitolojisindeki coğrafi anlatılara büyük ölçüde benzemektedir. İskandinav mitolojisinde 'Midgard', insanların, cücelerin, elflerin ve devlerin yaşadığı evreni oluşturan üç dünyadan biridir. Benzer şekilde, Tolkien’in evreninde Valinor adlı yer vardır. Tolkien'in Valinor adlı diyarına oldukça benzer şekilde, İskandinav mitolojisindeki Asgard, Midgard'ın üzerinde bulunur. Burası barış ve mutlu yaşamın yeri, Tanrıların ve en yüksek dünyanın evidir.

Tolkien, Eski İngiliz edebiyatı konusunda, özellikle de Beowulf destanı konusunda uzmandı ve Yüzüklerin Efendisi'nde bundan pek çok kez yararlanmıştı.


Beowulf Destanı'nda (epik şiir) Ogreler, Elfler ve İblis Cesetlerinden "eotenas [ond] ylfe [ond] orcneas," olarak bahsedilir. Bu destan da Tolkien'e Orklar, Elfler ve diğer ırkları yaratması konusunda ilham vermiştir. Elflerin tam olarak neye benzediğine dair fazla bilgiye sahip olmadığından bulabildiği Eski İngilizce dilindeki tüm kaynakları birleştirmek zorunda kalmıştır.

Yine Beowulf'ta "marifetli bir demirci ustası tarafından dikilmiş ağ (zincir zırh)" [searonet seowed, smiþes orþancum] ifadesi geçer. Tolkien buradaki "searo" sözcüğünü Mersiya* dilindeki formuyla *saru olarak kullanmış, bununla Orthanc hükümdarının, Saruman'ın adını yaratmıştır. Saruman, kurnaz, bilge ve teknolojik fikirleri olan büyücüdür.

Peki Entleri yani devasa ağaç adamları nereden esinlenmişti?

Entleri, başka bir Eski İngiliz şiiri, II. Maksimlerdeki (Maxims II) "devlerin becerikli eseri" (orþanc enta geweorc) ifadesinden türetmiştir. Buradaki Orþanc [Orthanc] ifadesine dikkat etmek gerekir çünkü bu ifade Orta Dünya evrenine Entlerin Saruman'ı hapsettiği Orthanc kulesi ve Entlerin Orthanc adlı ağaçlık alanı olarak girmiştir.

Tolkien, Rohan Süvarilerinin pek çok yönü için Beowulf ve diğer Eski İngiliz kaynaklarından yararlanmıştır. Örneğin Rohan topraklarının adı Mersiya lehçesindeki "Marc" dan türetilen Mark'tır.

Tolkien'in yazıp göndermemiş olduğu bir mektupta yazdıkları, Rohan'ın hem kurgusal hem de gerçek etimolojik kökenine ışık tutar:

... Rohan, Britanya'da, eski gururlu ve güçlü bir aile tarafından taşınan, ünlü bir isimdir. Bunun farkındaydım ve kelimenin bu şeklini beğendim. Ama aynı zamanda (uzun zaman önce) Elfçe "at" kelimesini icat etmiştim ve Rohan'ın atlılar tarafından işgalinden sonra Mark'ın (önceden Calenarðon '(büyük) yeşil bölge' olarak adlandırılıyordu) geç bir Sindarin adı olarak dilsel duruma nasıl uyum sağlayabileceğini görmüştüm. Britanya'nın tarihindeki hiçbir şey Éorlingas'a ışık tutmaz.

Peki ya Gandalf, onun esin kaynağı kimdir, nedir?

Gandalf, uzun-ak sakallı, yaşlı, geniş siperli şapka takan ve asa taşıyan gezgin İskandinav tanrısı Odin'in yeniden yapılandırılmış halidir. Bunu Tolkien kendisi söylüyor. 1946 tarihli bir mektupta, Gandalf'ı "Odin'e benzeyen bir gezgin" olarak düşündüğünü yazmıştır.

Balrog ve Moria'daki Khazad-dûm Köprüsü'nün çöküşü, İskandinav mitolojisinde, güneydeki ateş devlerinin başı, Surtr adlı dev ile ve Asgard köprüsü Bifröst'ün** yıkımı ile benzerlikler taşır. Orta Dünya'nın yaratıcı tanrıları Valar'lar, Aesir'e, Asgard tanrılarına benzer.
Orta Dünya'da tanrıların fiziksel olarak en güçlüleri Tulkas ve Orome ikilisidir. Tulkas ve Melkor'un yaratıklarıyla savaşan Orome, İskandinav mitolojisindeki Thor'a oldukça benzerken Valar'ın başı olan Manwe, Baba Odin ile benzerlikler taşır.

Işığın Elfleri, Kalakendi (Calaquendi) ve Karanlığın Elfleri, Morikendi (Moriquendi) tarzındaki ayrım, İskandinav mitolojisindeki ışık elfleri ve kara elflerin bölünmesini yansıtır. İskandinav mitolojisinde ışık elflerinin tanrılarla ilişkilendirilmesine benzer şekilde Kalakendi'ler de Valar'lar ile bağlantılıdır.

Tolkien'in etkilendiği mitoslardan diğeri ise Finlerin "Kalevala Destanı"dır. Buna ve ek olarak Yunan, Kelt, Slav mitoslarından temel aldığı ögeleri de makalenin 2. bölümünde ele alacağım.

DİPNOTLAR
* Merciya, 7 Anglosakson krallığından (heptarşi) biriydi. Günümüzde Midlands olarak bilinen bölgenin Trent nehir vadisinde bulunan Tamworth krallığının başşehriydi.
** Bifröst, Cermen mitolojisinde gökkuşağı şeklindeki köprüdür. Bu köprü tanrıların dünyalar arasında seyahat etmesini sağlar.

ÇİN TARİHİ - 1

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ-1
HANEDANLIKLAR DÖNEMİ-I

Yaklaşık 1 milyon yıl önce Afrika’dan yola çıkıp değişik duraklardan sonra göç yoluyla gelen Homo Erectuslar, Çin topraklarına yerleştiler. Bugünkü ırklarını ise MÖ 40 binli yıllarda Sibirya’nın kuzeyinden gelen Amerindler ile tamamlamış oldular. Kültürel yapılarını MÖ 7000’lerde oluşturdular. Bu kültürlerde darı ve pirinç yetiştirildiği görülmektedir.

Çin halkından oluşan ilk devlet ise Sarı Nehir civarında MÖ 2500 yıllarında Longshan medeniyeti ile başladı. Çin’de kurulan ilk hanedan Xia Hanedanı olduğu bilinmesine rağmen haklarında yazılı kaynaklara henüz erişilemedi. Yazının ilk kez kullanıldığı hanedan ise MÖ 1600-1100 tarihleri arasında oluşan Shang Hanedanıydı. Shang ile ardından gelen Zhou Hanedanı aslında dinsel yönetime sahip bir nevi teokrasi ile yönetilen hanedanlardı. Krallar güçlerini dini inançlarında alıyorlardı. Aynı dönemde Mezopotamya’da Sümerlerden kalma Asur ve Babil devletleri ile Antik Mısır’da pagan tanrıların hakimiyeti sürmekteydi. Yunan medeniyetinden henüz söz etmek için çok erkendi.

MÖ 750’lerden itibaren Çin küçük prensliklere bölündü. Konfüçyüs zamanında Sonbahar ve İlkbahar diye adlandırılan dönemlerde Çin’de yaklaşık 170 tane küçük prenslikler oluşmuştu. Üstelik her biri birbirleri ile savaş halindeydi. MÖ 750’den itibaren MÖ 500’e kadar 250 sene boyunca aralarındaki savaşlar sürdü. “Savaşan Devletler Dönemi” denilen bu süreçte demir ve bronz silah yapımında kullanıldı. Bu savaşların sonucunda ortaya çıkan Çin Medeniyetinde 7 galip devlet meydana geldi. Bunlar Chu, Han, Qi, Qin, Wei, Yan, Zhao devletleriydi. Yine bu dönemde inanç olarak Konfüçyüs ve Taoizm ortaya çıktı.

Qin Hanedanı

Qin devleti batıda kurulu iken MÖ 300’lerden itibaren küçük devletleri ele geçirerek güneye doğru büyüdüler. MÖ 221 yılında Qin Hanedanı olarak Çin’de imparatorluk dönemi başlamış oldu. Bu dönemde kuzeyden akınlar halinde gelen Hunlara karşı Çin Seddinin inşaatı tamamlandı. Para, ölçü ve ağırlık birimleri bu dönemde standartlaşmış oldu. Yazı sistemi de bu tarihlerde geliştirildi. MÖ 206’da çıkan halk ayaklanması ile Qin hanedanı yıkılınca yerine Han Hanedanı kuruldu.

Han Hanedanı

Han Hanedanı adını “Hanzhong” Derebeyliğinin iktidarı ele geçirip Hanedanlık kurmasından dolayı almıştı. Han’ların döneminde Çin nüfusu yaklaşık 60 milyondu. Çin’in altın çağı olarak bilinen bu dönemde Çin, sınırlarını genişleterek doğu Asya’yı hakimiyeti altına aldı. Orta Asya ile ticaretin sağlandığı kervan yolunu güvenlik altına alınması ve devletin resmi inancı olarak Konfüçyüsçülük akımının kabul edilmesi de bu dönemde gerçekleşti. Hanedanlığın son dönemine doğru merkezi hükümetin gücü azaldı ve Çin beyliklere bölündü. Her bir beylik de kendi bağımsızlığını sağladı.

Üç İmparatorluk

MS 100’lü yılların ortalarından itibaren Han hanedanlığının bağımsız beyliklere dönüşmesi ile beylikler arasında toprak alım-satımı ve işgaller başladı. Ayrıca “Hadımlar” (o tarihte bu isim evlenmemiş ya da çocuk sahibi olmamış erkeklik konusunda iktidarsız olanlar için kullanılıyordu) adı verilen bu dönemdeki kargaşa ve iç savaş nedeniyle kutuplaşmalar yaşandı. Kargaşalar ülkede bölgesel liderlerin doğmasına sebep oldu. Bu durum, Türkçesini “Efe” diye adlandırabileceğimiz “Savaş Ağaları”nın beyliklerin milis kuvvetlerini oluşturmasını sağladı. MS 184 yılında Savaş Ağalarının başlattığı Sarı Türban İsyanı sonrasında 3 liderin kendi bölgelerinde birleşmeyi sağlayıp hakimiyet kurması ile 3 İmparatorluk dönemi başlamış olacaktı. “Sarı Türban İsyanının” ana sebebi ise Taoizm felsefesinin sahibi olduğu dini akımdı. Yani Sarı Türban isyanı aslında bir din savaşıydı.

208 yılında Cao Cao’nun kuzeyi birleştirmesinden sonra 220 yılında oğlu Wei Hanedanlığını kurdu. Liu Bei ise bugünkü Sichuan diye bilinen yerde Şu Hanedanlığını, eski derebeylerinden Sun Quan da güney Çin’de Vu Hanedanlığını kurdu. Böylece bugünkü Çin topraklarında 3 İmparatorluk dönemi başlamış oluyordu.

Jin Hanedanı

Wei Hanedanlığının vezirlerinden Sima Yi’nin torunu Sima Yan, 29 yaşında Jin Hanedanlığını kurarak Wei Hanedanlığını ortadan kaldırdı. 280 yılında tüm hanedanlıkları ele geçirerek ülkenin birleşmesin ve tek hanedanlık dönemine geçişi sağladı.

Önceki hanedanlıkların güçlü oldukları dönemde kuzeyde ele geçirdikleri topraklarda yaşayan Türkler, Moğollar ve Tibetliler zamanla Çinlileşmişlerdi. Yarı Çinli diyebileceğimiz bu halkların isyanları ve birleşmeleri sonucu Jin Hanedanı Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı. 317 yılında Doğu kısmında bugünkü Nanjing’deki bir Jin Prensi İmparator olarak tahta oturdu.

Kuzey Çin’de ise Çinlileşmiş Hiung Nu (Hunlar), Xianbei (Siyenpiler) gibi Türk kökenli halklar, Qiang gibi Tibet halkları ile Jie ve Di gibi Çin halkları tarafından kurulan bağımsız krallıklara oluştu.

İSA'NIN KARDEŞİ VAR MI? ADİL YAKUP İSA'NIN KARDEŞİ Mİ?

Yazan: A.Kara

ADİL YAKUP İSA'NIN KARDEŞİ Mİ?
(İSA'NIN KARDEŞİ VAR MI?)

İsa'nın kardeşi var mı, Adil Yakup İsa'nın kardeşi mi? sorusuna odaklanmadan önce Hristiyan kaynaklarında 'Adil' sıfatıyla bilinen Yakup hakkında biraz bilgi edinelim. 

ADİL YAKUP KİMDİR?

Adil Yakup (James) (İbranice: יעקב‎ Ya'akov , Yunanca: Ἰάκωβος Iákōbos, Latince: Lacobus, İngilizce: Jacob) Yeni Ahit'te yazdığına göre İsa'nın erkek kardeşiydi ve Havariler Çağı'ndaki Kudüs Kilisesi'nin ilk lideriydi. MS 62 veya 69'da öldü (Hristiyanlara göre şehit statüsünde öldü).

Kronikler ve Kiliseler Tarihi adlı çalışmaları nedeniyle kilise tarihçiliğinin kurucusu olarak kabul edilen Eusebios, İskenderiyeli Klement'in, "Olağanüstü erdeminden dolayı eskilerin 'Adil' olarak adlandırdığı bu Yakup (James), kaydın da bize söylediği gibi Kudüs kilisesinin piskoposluk tahtına seçilen ilk kişiydi."[9][10][11] Diğer sıfatları "Soyadı Adil olan, Rabbin kardeşi Yakup" [12] ve "Adil Yakup'tur."" dediğini yazmıştır.

Doğu Hristiyanlığında bazen "James Adelphotheos" (Yunanca: Ἰάκωβος ὁ Ἀδελφόθεος) yani Tanrı'nın Kardeşi Yakup olarak anılır. Hayatta kalan en eski Hristiyan komünyonu olan 'Aziz James Komünyonu' da bu sıfatı kullanır. [13]

Katolikler, Doğu Ortodoks Hristiyanları, bazı Anglikanlar ve Martin Luther'ın takipçileri olan Lüteriyen'ler İncil'de İsa'nın kardeşi (Yunanca: ἀδελφοί, Latin alfabesiyle 'adelphoi' : kardeşler) olduğu söylenen Yakup'un tıpkı diğer havariler gibi biri olduğunu, Meryem'in biyolojik çocuğu olmadığını ancak İsa'nın kuzeni [3] ya da Yusuf'un önceki evliliğinden (Bkz: James İncili) dünyaya gelen üvey kardeşi olabileceğini söylerler. [4] Çünkü yukarıda saydığım Hristiyan gruplar Meryem'in her daim bekarete sahip olduğuna inanırlar. [5][6][7]

Roma geleneğine göre söz konusu Yakup, Alphaeus'un oğlu Yakup ve Küçük Yakup ile özdeşleştirilir.[8] Çoğu Hristiyan bu Yakup'un, Zebedi'nin Büyük Yakup olarak da bilinen oğlu Yakup ile karıştırılmaması gerektiği konusunda hemfikirdir. [2]

Kudüs Kilisesi, Kudüs'teki Hristiyanların toplandığı, Yakup ve Petrus'un liderlik ettiği eski bir Hristiyan topluluğuydu. Pavlus da bu topluluğa bağlıydı.

Eusebios'a göre, Kudüs Kilisesi 70 yılında İmparator Titus tarafından kuşatılınca Ürdün'ün kuzeybatısında, Ürdün vadisinin doğu eteklerinde yer alan ve zengin su kaynaklarının bulunduğu Pella'ya kaçtı. Daha sonra Yahudilerin 130'daki Bar Kohba isyanına kadar bir dizi Yahudi piskoposla birlikte geri döndü. Kudüs'ün ikinci yıkımı ve İmparator Hadrian tarafından Aelia Capitolina adıyla yeniden inşa edilen şehrin sonraki piskoposları Yahudi ya da Hristiyanlar değil Yunanlılardı. [14]

İsa'nın kardeşi olduğu söylenen Adil Yakup, Kudüs'teki Kilise'nin liderlerinden biri olan Petrus ile erken bir tarihte yaşamaktaydı. Herod Agrippa'nın (I. Agrippa) öldürme girişimi sonrası Petrus Kudüs'ü terk edince, Yakup, Kudüs Konseyi'ne başkanlık eden kişi olarak öne çıkmıştı.[15]

Pavlus, İsa'nın dirildikten sonra kendini gösterdiği kişilerden birinin Yakup olduğunu söyler. (1. Korintliler 15:3-8) Yakup, Kefas ve Yuhanna'dan topluluğun 3 direkleri olarak bahseder. (Galatyalılar 2:9) 

Erken dönem kilise yazarlarından Nasıralı Hegesippus (110-180), Kilisenin İşleri Üzerine Yorumlar adlı beş kitap yazmıştır. Eusebios'un Kilise Tarihi (II. Kitap, 23) adlı eseri, James'in çileci yaşam tarzını tanımlarken, Hegesippus'un Kilisenin İşleri Üzerine Yorumlar adlı eserinin beşinci kitabından Yakup'a ilişkin yazanları aktarır:

Rab'bin kardeşi Yakup havarilerle birlikte Kilise'nin yönetimini devralmştı. O, Rab'bin günlerinden günümüze kadar herkes tarafından Adil olarak adlandırılmıştır. Birçokları için Yakup (James) adını taşıyordu ama annesinin rahminden dolayı kutsaldı. Şarap ya da herhangi bir sarhoş edici içki içmedi ve et yemedi; kafasına ustura değmedi; kendini yağla mesh etmedi ve banyo yapmadı. Mukaddes yere yalnız onun girmesine izin verildi; çünkü yünlü elbise giymedi, sadece ince keten giydi. Sadece o mabede yalnız girerdi ve o, diz çökmüş, halk için af dileyerek bulunurdu - öyle ki, bu yüzden Tanrı'ya tapınmak için sürekli diz çökmek ve insanlar için mağfiret dilemekten dizlerinin derisi, bir deveninki gibi nasır oldu. [16][17]

Şimdi söz konusu Yakup, İsa'nın kardeşi mi ya da İsa'nın kardeşleri var mı sorularının cevaplarına odaklanalım.

YAKUP İSA'NIN KARDEŞİ Mİ?

İsa'nın dört erkek kardeşi olduğunu söyleyen metin ile başlayalım:

Matta 13:55: “Marangozun oğlu değil mi bu? Annesinin adı Meryem değil mi? Yakup, Yusuf, Simun ve Yahuda O’nun kardeşleri değil mi?

Ek olarak Matta 13:56'da İsa'nın kız kardeşleri de olduğu söylenir fakat sayıları hakkında bilgi verilmez.

"İsa'nın Annesi ve Kardeşleri" babında yazanlara bakalım.

Matta 12:46-47: İsa daha halka konuşurken, annesiyle kardeşleri geldi. Dışarıda durmuş, O’nunla konuşmak istiyorlardı. Birisi İsa’ya, “Bak, annenle kardeşlerin dışarıda duruyor, seninle görüşmek istiyorlar” dedi.

Benzer şekilde Markos 3:31 ve Luka 8:19'da yine annesi ve kardeşlerinin İsa'yı görmeye geldikleri yazdığı gibi Yuhanna 7:1-10'da, erkek kardeşleri bayram kutlamaya giderken İsa'nın geride kaldığı anlatılır ve 10. metin şöyledir:

"Ne var ki, kardeşleri bayramı kutlamaya gidince, kendisi de gitti. Ancak açıktan açığa değil, gizlice gitti."

Elçilerin İşleri 1:13-14'de yazanlara bakalım:

"Kente girince kaldıkları evin üst katındaki odaya çıktılar. Petrus, Yuhanna, Yakup, Andreas, Filipus, Tomas, Bartalmay, Matta, Alfay oğlu Yakup, Yurtsever Simun ve Yakup oğlu Yahuda oradaydı. Bunlar İsa’nın annesi Meryem, öbür kadınlar ve İsa’nın kardeşleriyle tam bir birlik içinde sürekli dua ediyordu."

Tüm bunlara ek olarak Galatyalılar 1:19'da Yakup'un, İsa'nın kardeşi olduğu yazmaktadır:

"Öbür elçilerden hiçbirini görmedim, yalnız Rab İsa’nın kardeşi Yakup’u gördüm."

Fark ettiyseniz İncil metinlerinde İsa'nın kardeşi olarak bahsedilen kişiler sıklıkla İsa'nın annesi Meryem ile birlikte anılmışlardır. Meryem'in yanında konumlandırılan bu kişilerden "Meryem ve İsa'nın kuzenleri" değil de "kardeşleri" olarak söz edilmiştir. 

Her ne kadar Roma Katolikleri bu kardeşlerin kuzen olduğu iddia etse de söz konusu metinlerde kullanılan Grekçe kelime fiziksel yönden "kardeş" anlamına gelmektedir. Kaldı ki eğer bu kişiler İsa'nın kuzenleri ise "kuzen" teriminin Grekçesi kullanılırdı. Çünkü Grekçe'de kuzen için bir sözcük vardır. Yunanca İncil metinlerinde "kardeş", "akraba" ve "kuzen" için farklı sözcükler kullanıldığı görülmektedir:

Luka 21:16: Anne babanız, kardeşleriniz, akraba ve dostlarınız bile sizi ele verecek ve bazılarınızı öldürtecekler.

Grekçe: παραδοθήσεσθε δὲ καὶ ὑπὸ γονέων καὶ ἀδελφῶν καὶ συγγενῶν καὶ φίλων, καὶ θανατώσουσιν ἐξ ὑμῶν,

γονέων : Anne babanız
ἀδελφῶν : Kardeşleriniz
συγγενῶν : Akraba
φίλων : Dostlarınız

Koloseliler 4:10: Hapishane arkadaşım Aristarhus ve Barnaba’nın yeğeni Markos size selam ederler. Markos’la ilgili buyruklar aldınız; yanınıza gelirse kendisini kabul edin.

Grekçe: ἀσπάζεται ὑμᾶς ἀρίσταρχος ὁ συναιχμάλωτός μου, καὶ μᾶρκος ὁ ἀνεψιὸς βαρναβᾶ περὶ οὖ ἐλάβετε ἐντολάς, ἐὰν ἔλθῃ πρὸς ὑμᾶς δέξασθε αὐτόν,

συναιχμάλωτός : Hapishane arkadaşım
ἀνεψιὸς : Yeğen / kuzen

Yine bazıları "kardeş" teriminin "din kardeşi" anlamı taşıyan bazı mecazi kullanımlarını göstererek [2] İsa'nın kardeşlerinden bahsedilen ayetlerdeki kardeş teriminin de mecaz anlam taşıdığını öne sürerler.

Fakat Yuhanna 7:3-5'de İsa'nın kardeşlerinin bir süre boyunca İsa'ya iman etmediği yazarken 2:12'de İsa kardeşlerini öğrencilerinden ayırt etmektedir. İlgili metinlere bakalım:

Yuhanna 7:3-5: "Bu nedenle İsa’nın kardeşleri O’na, “Buradan ayrıl, Yahudiye’ye git” dediler, “Öğrencilerin de yaptığın işleri görsünler. Çünkü kendini açıkça tanıtmak isteyen bir kimse yaptıklarını gizlemez. Mademki bu şeyleri yapıyorsun, kendini dünyaya göster!” Kardeşleri bile O’na iman etmiyorlardı."

Yuhanna 2:12: "Bundan sonra İsa, annesi, kardeşleri ve öğrencileri Kefarnahum’a gidip orada birkaç gün kaldılar."

Eğer kardeşten kasıt "din kardeşi" olsaydı bu metinlerde "öğrencileri" değil de söz konusu herkesten kardeş olarak bahsedilmesi gerekirdi. Sonuçta bu metinlerde bahsedilenlerin hepsi İsa'nın din kardeşi. Dolayısıyla İsa'nın kardeşleri ile öğrencileri özellikle birbirinden ayırt ediliyorsa bu durum yine İsa'nın Meryem'den dünyaya gelen kardeşlere sahip olduğunun delillerindendir.

Roma Katolikleri İsa'nın kız ve erkek kardeşlerinin Yusuf'un önceki evliliğinden doğan kardeşleri olduğunu iddia etmektedir. Fakat kutsal olduğuna inanılan hiçbir Hristiyan Kitabı'nda Yusuf'un Meryem'den bayağı yaşlı olduğu, daha önce evlenip bu evliliğinden birçok çocuğa sahip olduğu ya da Meryem ile evlenmeden önce dul kaldığı yazmamaktadır. Hatta bırakın yazmamasını Meryem ile evlenmeden önce Yusuf'un evli ve çocuklu olduğuna dair ufacık bir ima bile bulunmamaktadır.

Yusuf ile Meryem'in ne Beytlehem (Luka 2:4-7) ve Mısır'a (Matta 2:13-15) yolculuklarında ne de Nasıra'ya geri dönerken çıktıkları yolculukta (Matta 2:20-23) bu çocuklardan bahsedilmemiştir. Eğer Yusuf, Meryem ile evlenmeden önce 6 ya da daha fazla çocuğa sahip olsaydı ilgili yolculuklardan en azından birinde bile bundan bahsedilmesi gerekirdi.

Ayrıca 2. Samuel 7:12,13 ve Luka 1:32'de Davut'un krallığını İsa'nın miras aldığı belirtilir. Eğer Yusuf yaşça İsa'dan daha büyük oğullara sahip olsaydı bu durumda Yusuf'un yasal varisi İsa değil de en büyük oğlu olurdu.

Kişilerin şahsi görüşlerini içeren açıklamaları bırakıp yalnızca söz konusu dinin kutsal olduğunu kabul ettiği kitabın metinleri ele alındığında söz konusu kardeşlerin Meryem'den dünyaya gelen üvey kardeşler olduğu açıktır. Hristiyanların büyük bölümü Meryem'in bekaretinin ebedi olduğuna inandığından bu düşüncelerini korumak adına anlattığım çeşitli savunmaları yaparlar.

Halbuki Meryem'in bekaretinin daimi olması Hristiyanların kitabı İncil'e de aykırıdır. Matta 1:24-25'de şöyle yazar:

"Yusuf uyanınca Rab’bin meleğinin buyruğuna uydu ve Meryem’i eş olarak yanına aldı. Ama oğlunu doğuruncaya dek Yusuf ona (Meryem'e) dokunmadı. Doğan çocuğun adını İsa koydu."

İsa'nın doğumu adlı bölümde yer alan bu metinde de görebileceğiniz gibi Yusuf'un Meryem'e dokunmama yani onunla ilişkiye girmeyeceğine dair yemini İsa doğuna kadar geçerlidir. Dolayısı ile söz konusu çocuklar Yusuf ile Meryem'in birlikteliğinden dünyaya gelen üvey kardeşlerdir.

Bu doğrultuda Luka 2:6-7'deki metinler de Meryem'in daha sonra çocuk sahibi olduğunu, olacağını desteklemektedir. Şöyle yazar:

"Onlar oradayken, Meryem’in doğurma vakti geldi ve ilk oğlunu doğurdu. Onu kundağa sarıp bir yemliğe yatırdı. Çünkü handa yer yoktu."

İlk oğlunu doğurdu dendiğine göre demek ki Meryem daha sonrasında başka oğullara da sahip olacaktır. Aksi halde İsa için "ilk oğul" denmemesi gerekirdi.

İncil bilginlerinin birçoğu da İsa'nın fizik olarak erkek ve kız kardeşleri olduğunu kabul eder. The Expositor's Bible Commentary adlı başvuru kaynağında şöyle yazmaktadır: 

“En doğal anlamıyla 'kardeşler' ifadesi ... Meryem ve Yusuf’un oğullarına ve dolayısıyla İsa’nın aynı anneden olan kardeşlerine atfeder." [18]

İsa ve Meryem'in mitolojik kısımları yok sayıp İncil'de yazanlara bakarsak tüm bu metinler gösteriyor ki Hristiyanların bir kısmı Meryem'i ömür boyu hiç ilişki yaşamamış bir kadın olarak görmekle hata etmektedir. İncil'e göre İsa'nın Meryem'den olma üvey kardeşleri vardır ve bunlardan biri de Adil Yakup'tur. Tuhaf olan şudur ki bu durumda Adil Yakup ve İsa'nın diğer kardeşleri aynı zamanda Hristiyan Tanrı'sının da üvey kardeşleridir.

BOYNUZLU MUSA - Bölüm 1

Yazan: A.Kara

[HZ] MUSA'YI NEDEN BOYNUZLU TASVİR ETTİLER ?

Belki bazılarınız Musa'nın boynuzlu heykelini görmüşsünüzdür. Latin İncili Vulgata'ya göre Musa, Sina Dağı'nın tepesinde Tanrı'dan 10 emri aldıktan sonra İsraillilere 'keren' yani 'boynuzlar' eşliğinde geri döner. Teistler açısından bu şaşırtıcı, hatta rahatsız edici göründüğünden İbranice İncil'in hemen hemen tüm modern çevirileri "boynuzlar" kelimesini hariç tutar ve ilgili satırı "Musa'nın yüzünün parladığını izah ediyor" şeklinde açıklar.

Peki tüm bu çağrışımlara rağmen neden boynuzlarla gösterilmiştir? Bunun nedeni pek çok kişinin ileri sürdüğü gibi yanlış yapılan bir çeviri midir, yoksa Michelangelo'nun "Musa" heykelinde tasvir ettiği gibi Musa'nın boynuzları mı vardı?

TEORİLER - İHTİMALLER

Orta Çağ'dan önce İbranice İncil'in ve diğer dini metinlerin yanlış tercümeleri bugün hala mevcut olan Yahudi klişelerine neden oldu. Bazıları masum hatalar yaparken, bazıları sırf İsa'nın Mesih olarak gelişi konusunda “kanıt” yaratmak için İbranice İncil'in dilini değiştirmeye yönelik Hristiyan çabalarının kasıtlı bir parçasıydı. Orta Çağ'da çok az Hristiyan İbranice bildiğinden çevirideki herhangi bir değişiklik fark edilmemiş ve tercüme edilen versiyonlar Tanrı'nın sözü olarak kabul edilmişti.

Yakın anlamlara sahip kelimelerin oluşu hatalı çevirilere zemin hazırlamıştır. Örneğin İbranicede “bakire” ve “genç kadın”ın anlamı neredeyse aynıdır. Bu da birçok benzetmenin çevirilerinin bilim adamları arasında tartışılmasına neden olmuştu. Hatta "baba", "erkek kardeş" ve "kız kardeş" terimleri başlangıçta akrabalık bağları için değil de toplum hiyerarşisini tanımlamak için kullanılıyordu. Bu nedenle deneyimli ve bilgili bir çevirmen bile metinleri kolaylıkla yanlış yorumlayabilir.

Boynuzlu Musa fikri, MS 4. yüzyılın sonlarında Hieronymus tarafından yazılmış olan ve 1979'a kadar Katolik Kilisesi'nin resmi Latince İncil'i olmaya devam eden ve İbranice İncil'in Latince bir çevirisi olan Vulgata İncil'i ile Hristiyan alemine giriş yapar. [8]

Hieronymus'un** İbranice İncil'i Latince'ye çevirirken "yüceltilmiş" veya "ışık huzmeleri" anlamına gelen alternatif yorumlarını bilmesine rağmen İbranice "kāran pnei Moshe" ifadesini "Musa'nın yüzünün etrafındaki boynuzlar" olarak tercüme etmişti. Yani "ışıldayan", "ışık saçan" anlamına gelen "karan (קָרַן)" terimini "boynuz" anlamına gelen "keren (קֶרֶן)" olarak ele alınca Latince yazılmış olan Vulgata'da “quod cornuta esset facies sua,” yani "çünkü O'nun (Musa'nın) suratı boynuzluydu" ifadesi ortaya çıkmıştı.
Bu gerçekten onun bir yanlış yorumu mu yoksa Eski Ahit'in lideri olan Musa'yı şeytanlaştırmanın bir yolu mu olduğu tartışmalıdır. Çünkü dönem Hristiyanlardan bir kısmının bakış açısıyla Musa Yahudilerin "modası geçmiş" dininin bir simgesiydi. 

Hieronymus'un bunu kasıtlı yaptığını akla getiren bir diğer durum, onun Yahudiler hakkındaki düşünceleridir. Yahudilerin "vicdanlarını “Mesih'in kanıyla lekelenmiş” ve İsa'nın Mesih olduğunu reddeden küstahlar" olduğunu söylemiştir.

Bazılarına göre ortada bir karışıklık yoktur ve güneş ışınları boynuz şeklinde düşünülmüştür. Örneğin Roma'da, Colonna dell’Immacolata'daki ve Litvanya'daki Vilnius Katedralindeki Musa heykellerinin başındaki boynuzlar ışık huzmeleri şeklinde detaylandırılmıştır.

Kasıtlı ya da kasıtsız, doğru ya da yanlış yapılan bu çeviri sonucu Musa 10 emiri aldıktan sonra dağdan aşağı kafasındaki iki boynuz ile inmiş biri haline gelmiştir.

Latin Hristiyanlığında yaygın olan ikonografik geleneği takip eden heykelin başında iki boynuz vardır [1][3][5][6][7]. Ortaçağ Hristiyan sanatında Musa hem boynuzlu hem de boynuzsuz olarak tasvir edilmiştir. Boynuzlu tasvir ilk olarak 11. yüzyıl İngiltere'sinde bulunmuştur. Mellinkoff, Musa'nın boynuzlarının kökeninin hiçbir şekilde Şeytan'la ilişkili olmamasına rağmen, boynuzların erken dönemde Yahudi karşıtı duyguların gelişimi ile olumsuz bir çağrışım geliştirmiş olabileceğini öne sürmüştür [1].

Musa heykelindeki "ilahi gücün" göstergesi olan iki boynuz onu "Zülkarneyn Musa" yapar.

"İki boynuzlu" anlamına gelen Zülkarneyn, Kehf suresinin 83-101. ayetlerinde Allah'ın yetkisiyle insanlar ile kaosu temsil eden Ye'cüc - Me'cüc arasına duvar ören bir figür olarak öne çıkar. İslam eskatolojisine* göre Yecüc ve Mecüc hapsedildiği duvarın arkasından salıverildikten sonra Allah tarafından bir gecede yok edilir ve bu yaşananlar kıyamet gününün habercisi olur.
Zülkarneyn bazı bilginler tarafından Büyük İskender olarak tanımlanır, bunun nedeni olarak benzer maceralara sahip olmaları öne sürülür.

Siefker'a göre "iki boynuz" M.Ö. 4.binyıldan itibaren Mısır tanrılarının simgesi olmuştur. Bu boynuzlu tanrı geleneği Yahudilikte de korunmuş ve bunun sonucu olarak Musa boynuzlu olarak gösterilmiştir. [2] Çünkü Yahudiler Mısır tanrılarının boynuzlarından haberdarlardı ve esaretten kurtulur kurtulmaz peygamberlerinin tanrısal olduğunu düşünmüşlerdi. Boynuzlar da tanrısallığın işaretiydi. Hatta Musa'nın iki boynuzla tasvir edildiğinin ve Orta Çağ'da insanların bu boynuzlu Musa'ya inandıklarına dair oldukça fazla kaynak vardır. [2] 

Eski Mısır'dan günümüze ulaşan Zülkarneyn olgusu aynı aileden iki dil olan Arapça ve İbranice'de ifade edilmektedir. Bu yüzden Michelangelo da dahil olmak üzere Avrupalıların bakış açısından Rönesans dönemine kadar Musa'nın parıldayan bir yüz ya da ışık huzmeleri ile birlikte tasvir edilmesinin yerine iki boynuz ile görselleştirilmiş olması olağan bir durumdur. Önemli olan nokta bu boynuzlu Musa heykelinin Rab'bin gücünün ve Musa'nın peygamberliğinin sembolü olarak kabul edilmiş olmasıdır. 

Konuya dair yayınlanan bir çalışma Michelangelo'nun heykelindeki boynuzların görülmemesi gerektiğini, onları boynuz olarak yorumlamanın yanlış olduğu görüşünü ortaya koymuştur. [3]

Fakat meşhur boynuzlu Musa heykelinde gözden kaçırılmaması gereken önemli detaylar vardır; ki bunlar "olağanüstü bedensel güç" ve "yücelik" simgeleridir. Bu ikisinin birleşimi gücün mükemmelliğini işaret eder. Bedensel güç, bedenin büyüklüğünde ve iri kaslarda gizlidir. Çift boynuz ve sakaldaki işaret parmağına ek olarak sahip olduğu kalın ve uzun sakallar onun tanrısallığın, yüceliğinin simgesidir. [4]

Dinler, doğası gereği geleneğe dayanır ve değişmeden önce yüzlerce yıl büyük ölçüde durağan kalır. Hieronymus ve bizim zamanımızda boynuzların kötülüğü, şeytanı simgelediği yaygın bir görüş olsa da Hieronymus zamanındaki inanış bu kadar net değildi. Hieronymus'un tercüme ettiği Eski Ahit, Şeytan'ın bir tanımını içermediği gibi kötülükle açıkça bağlantılı olan tek hayvan yılandı. Boynuzların şeytanlaştırılması daha sonraları Hristiyanlığın yayılması ve Pagan dinleriyle çatışmaya girilmesiyle ortaya çıkmıştı. Çünkü paganların tanrılarının çoğu boynuzluydu. Bu boynuzlar bedensel ve cinsel gücü, bereketi, gökselliği, büyülü güçleri ve tanrısallığı işaret ediyordu. Tarih boyunca var olmuş eski inanışlarda düzinelerce boynuzlu tanrıya ibadet edilmişti.

Hıristiyanlık bazen bu varlıkları meleklerin ve iblislerin temsillerinde birleştirmiş bazen ise bu dinlerin geleneklerini kendi amaçları doğrultusunda benimsemişti. Çünkü genellikle bir din diğerinin temelleri üzerine inşa edilir. Tıpkı Yeni Ahit Eski Ahit'i takip etmesi gibi.

Yani "boynuzlar" ifadesi İncil'de yer aldığında "boynuz" herhangi olumsuz çağrışım içermiyordu. Dolayısıyla yazarlar İncil'de boynuzlar yazarken çeviri hatası falan yapmayarak gerçekten de boynuzları kastetmiş olabilirler. İsrailoğullarının gücün sembolü olarak bildikleri boynuzlar onlar için yabancı değildi. Muhtemelen Musa ve Tanrılarını daha önce var olmuş olan eski tanrıların temelleri üzerine inşa etmişlerdi.

Zaten birçok Yahudi tarafından yapılmış çok sayıda teolojik ve edebi eser de Musa'yı boynuzlu olarak tasvir etmiştir. Birçok insan için bu durum Musa'nın gerçekten de boynuzlu olduğunun başka bir kanıtıdır.

İbranice metnin yorumunun ilk olarak İngiltere'de ortaya çıktığını belirtmiştim. Ortaya çıktığı bu eser 11. Yüzyıl İngiltere'sinde yazılmış olan "Aelfric Yorumu'dur".*** Bu belge Tevrat'ın ve Yeşu Kitabı'nın resimli bir yerel baskısı olarak kullanılmıştı ve bu kitap Musa'yı o bölgeye aşina olunan Viking miğferlerinden farklı olmayan boynuzlu bir başlık takmış olarak tasvir etmişti. [1]

Bu şekilde Musa'yı boynuzlu başlıklarla tasvir etme modeli İngilizce ve Fransızca el yazmalarında 12. ve 13. yüzyıllar boyunca devam etti. Musa'nın boynuzları ilk kez 1200'de gerçek boynuzlar olarak tasvir edilmişti. Uygulama popülerlik kazanınca Michelangelo'nun Musa heykelinde olduğu gibi birçok heykelde Musa'nın başında boynuzlar yer almıştı. Fransa'nın Dijon şehrindeki Musa Kuyusu adlı sanat eserinde de başında 2 adet boynuz yer alır.

Hieronymus'un İbranice İncil'i kasıtlı şekilde yanlış çevirdiği iddiasına benzer şekilde Michelangelo'nun da Musa'yı kasıtlı olarak boynuzlu tasvir ettiği, çünkü onun dönemindeki Hristiyan sanatında boynuzların özellikle şeytan ve iblisleri çizerken kullanıldığına dikkat çekilmektedir. Çünkü Hristiyanlıkta boynuzlar kötülükle ilişkilendirilmiştir. Bunun en net örnekleri Vahiy Kitabı Bölüm 13'de Deccal'in gelişini anlatırken bahsettiği yaratık ve hayvanların boynuzlarına vurgu yapıyor olunmasıdır. Bazıları bunların gücü simgelemek için yazılmış olduğunu iddia etse de boynuzların Hristiyan geleneğinde kötülükle ilişkilendirildiği net bilinen bir gerçektir. Musa'nın boynuzlarla tasvir edilmesi Hristiyanların Yahudiler hakkında yürüttüğü karalama kampanyalarına katkı sağlamıştı. Yahudiler için "onlar şeytana bağlıdır" diyor, hatta onları boynuzlu şeytanlar olarak tasvir ederek doğrudan kötülükle ilişkilendiriyorlardı. Fakat detaylıca ele alacağım bu olaylar başka bir araştırma makalemin konusu.

Tabi Michelangelo'nun çeviri hatası nedeniyle değil de Tanrı'nın ihtişamını, gücünü, tanrısallığını yansıtmak için Musa'yı boynuzlu tasvir etmiş olabileceği de bir başka ihtimaldir.

Fakat çeviri ister yanlış olsun ister doğru, aslında iki şekilde de ortada boynuz gerçeği var. Çünkü ışık huzmeleri şeklindeki betimlemelerde de bu ışık huzmelerinin Musa'nın başında tıpkı bir çift boynuz gibi yer aldığı görünür. Halbuki istense ışık huzmeleri karışıklık yaratmayacak ve boynuzla benzeşmeyecek bir biçimde tasvir edilebilirdi.

DİPNOTLAR
* Eskatoloji dünyanın sonunu, hayatın bitişini konu edinen kıyamet efsaneleridir. 
** Latince adı Eusebius Sophronius Hieronymus, diğer bilinen adı Aziz Jerome'dur.
*** Aelfric Paraphrase