HABERLER
Dini Haber

MİTOLOJİLERDE EŞCİNSELLİK

Hazırlayan: A.Kara

ANTİK İNANIŞLARDA EŞCİNSELLİK

Eşcinselliğe dair görüşler dünyanın birçok yerinde farklılık göstermiştir. Kimi eski toplumların dini inancında tanrılarında bile görülebilen bir durum iken kimilerince normal olmayan aşağı bir durum ya da bir kişiyi aşağılamanın yöntemi olarak görülmüştür.

Sömürgeci Avrupa'da ve İslam coğrafyasında kabul edilemez ve doğal olmayan bir durum olarak kabul görmüş, bu nedenle eşcinselliği suç sayan yasalar çıkarılmıştı. Avrupa'daki faaliyetler ilerleyen süreçte güçlü bir etki yaratmış, İncil'de yer alan cinsiyet ve günah ilişkili konular nedeniyle Hristiyanlık dinine mensup olan sömürgecilerin eşcinselliğe bakışı onları küçümsemek veya cezalandırmak olmuştu. [1]

Örneğin Levililer 20:13'de şöyle yazar: "Ve bir adam kadınla yatar gibi erkekle yatarsa, ikisi menfur şey yapmışlardır; mutlaka öldürüleceklerdir; kanları kendi üzerlerinde olacaktır."

Fakat buna rağmen Yahudi ya da Hristiyan geleneğinde eşcinsel motifler yok değildi. Eski Ahit'teki Davud ile Yonatan'ın arasında arkadaşlıktan öte bir ilişki vardı.

Hristiyan ve Musevi mitolojisi birbirleri ile etkileşim içinde olmuştur. Özellikle Ortodoks Hristiyan mitolojisi eşcinsellikten kaçınmış ve kınamıştır. Bir Hristiyan gey ikonu olan Aziz Sebastian Hristiyanlık döneminde eşcinselliğe karşı olan abartılı bakışı yansıtmış, bir ağaca el ve ayaklarından bağlanarak vücuduna saplanan oklarla işkence edilir şekilde resmedilmiştir. [19]

Tabi cinselliğin ve cinsel eylemlerin ifadesi dünyanın çoğu yerinde zaman ve mekana göre farklılık göstermiş, aynı cinsiyetten insanların ilişkileri hakkında dünya çapında ortak bir görüş olmamıştır. [1]

Şimdi birçok eski kültürde eşcinselliğe karşı bakış ve anlayış nasıldı, mitoslarında ne şekilde geçiyordu? Buna bakacağız. Kısa özetler halinde küçük bir dünya turu yapacağız.

MISIR MİTOLOJİSİ

Mısır mitolojisinde eşcinselliğe dair farklı yönler görülür. Mevcut kaynaklarda ve mitolojilerde erkekler arasındaki eşcinsel ilişki boyun eğdirici bir tutum olarak tasvir edilir ve bu tür davranışlarda bulunanlar efemine olarak kabul edilirdi. Ayrıca baskın gelmenin veya itaatkar olmanın, boyun eğmenin göstergesi olarak görülüyordu. [3][25]

Bu yüzden mevcut tasvirlerde hakimiyet ve güç eylemi olarak yansıtıldığı, utanç verici bir durum olduğu yansıtılır. Akdeniz bölgesindeki yaygın görüş bu yöndedir.

Bir örnek vermek gerekirse gök tanrısı Horus ile çölün yıkıcı tanrısı Seth arasındaki mücadele sırasında, Set üstünlüğünü gösterip Horus'u aşağılamak için onun kalçalarına iltifat eder, bununla da kalmaz ona cinsel yoldan zorla sahip olmak için planlar yapar. Sarhoş ettiği Horus sızıp kalınca Seth tüm gece onunla birlikte yatarak amacını gerçekleştirir. Bu hareketi ile rakibini yendiğini düşünür. Fakat aslında Horus'un sarhoşluğu bir hiledir, Set boşaldığı sırada Horus onun menisini avcunda toplayarak saklar. [26]

Ertesi sabah annesi Isis'e koşan Horus ona yaptığını anlatır. Öfke içindeki Isis oğlu Horus'a sperm akıtıp bunu Set'e yedirmesini ister. Annesinin tavsiye ve yöntemine kulak veren Horus intikam almak ve hakimiyet kurmak için spermini Set'in en sevdiği yemek olan marulun üzerine bulaştırır. Öte yandan Set'in spermlerini nehre atar, böylece Set tarafından döllenmiş olduğu söylenemeyecektir.

Marulu yiyen Set, Mısır'ın egemenliği konusundaki tartışmayı çözüme kavuşturmak için tanrılara başvurur. Tanrılar Set ve Horus'un bedenindeki spermleri incelerler. Set'in Horus üzerindeki hakimiyetini dinledikten sonra spermleri dışarı çağırırlar ancak hepsi nehirdedir. Horus'un Set üzerindeki hakimiyeti için spermler dışarı çağrıldığında Set'in içinden cevap gelir. Böylece Horus ona boyun eğdirmiş olur. [27]

Tabi bu olayı farklı yorumlayanlar da olmuştu. Bazı yazar ve araştırmacılar Horus ve Set arasındaki bu ilişkilerin uygunsuz bile olsa kendi istekleri ile gerçekleştiğini, Horus'un menisini yiyen Set'in Thoth'un ay diskini doğurması gibi olumlu sonuçları olduğunu iddia eder. [28]

Kültürümüze yerleşmiş ve küfürlerimizde erkeklerin kavga ederken birbirlerine söylediği cinsel içerikli küfür antik Mısır'daki inanışla paralel görünmekte. Yani Set ile Horus arasındaki yaşananlarda gördüğümüz eski Mısır'daki bu aşağılama, galip gelme sembolü bir şekilde Mısır'dan bizim kültürümüze yerleşmiş olabilir. Bu transferin Araplar aracılığı ile gerçekleşmiş olması muhtemeldir.  

MEZOPOTAMYA MİTOLOJİSİ

Mezopotamya birçok dinin doğum yeri olmuştur ve oldukça eski zamanlardan beri çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Medeniyetler birbirine bağlı olduğundan, mitolojilerinin de karakterlerin isim değişikliği ile benzer hikayelerden türediği tespit edilmiştir.

Söz konusu eşcinselliğe atıf olduğunda en bilinen, meşhur hikaye Gılgamış ve Enkidu'dan bahsedilen Gılgamış Destanı'dır. Enkidu tanrıların Gılgamış için yarattığı bir yoldaştı. Bu ikiliden bahseden şiirler arkadaşlıkları hakkında bilgiler verir. [18]

Yaklaşık olarak MÖ. 2000'lerden kalma Sümer yaratılış efsanesi tanrıça Ninmah tarafından yaratılan insanlardan bahseder. Yarattıkları arasında erkek ve kadın dışında üçüncü bir cinsiyet vardır. Bunlar hamile kalamayan, kadın veya erkek organı olmayan kadınlardır. Su tanrısı Enki bu insanları kabul ederek onlara rahibelik (naditu) ve kral hizmetkarlığı (girseku) gibi roller verir. [29]

Akadların Atra-Hasis destanı bu hikayenin kısmen farklı varyantını içerir. Buna göre Enki, tanrıça Nintu'dan üçüncü cinsiyetten insanlar, kısır kadınlar ve bebekleri çalan bir iblis yaratmasını ister. [29]

Tanrıça İnanna'ya tapınma yatıştırıcı ağıtlar söyleyen ve "gala" denen üçüncü cinsiyetten rahipleri içerir. Babil metinlerine göre Enki bu insanları özellikle tanrıçaya ilahi ve ağıtlar söylemeleri için yaratmıştır. [30]

HİNT MİTOLOJİSİ

Ramayana, Mahabharata ve Puranalarda eşcinselliğe dair çeşitli referanslar vardır. Mesela Valmiki Ramayana'da, tanrı Ravana'nın yatağında kadınlar tarafından öpülüp kucaklanmış çeşitli Rakşaşa kadınlarının tasvirleri yer alır.

Hatta Krittivasa Ramayana metinleri kocalarının yokluğunda sihirli iksir içerek birbirleri ile sevişen ve sonunda kemiksiz çocuk sahibi olan iki dul kadının hikayesini anlatır.

Padma Purana'da yer alan bir hikaye ölmekte olan bir kral, eşlerine çocuklarını doğurmasını sağlayacak olan iksiri veremeden ölür. Bu yüzden kadınları çaresizlikten birbirleri ile cinsel ilişkiye girerek hamile kalırlar. Çocukları kemiksiz ve beyinsiz doğar.

Bu hikayeler genel olarak eşcinselliğe karşı şefkatli bir yaklaşım barındırmaz ve homoseksüelliği çaresizlik içindeki insanların başvurduğu yöntem olarak gösterir.

Her ne kadar çeşitli tapınaklarda eşcinselliği tasvir eden heykeller olsa da var olan metinler hiçbir zaman bu durumu onaylamamış ve büyük ölçüde eşcinselliği kötüleyerek kabul edilemez bir davranış olarak tanımlamıştır. Mesela Manusmriti'de yer alan bir hikayede eşcinsel ilişki yaşayan kızların gelin ücreti yani başlık parasının iki katına çıkarılacağını, ceza olarak 2000 peni verip ve 10 kez kamçılanacaklarını yazar. Eğer eşcinsel ilişki yaşayan kız değil kadınsa bu durumda kafaları kazıtılır, 2 parmağı kesilir, bir eşeğe bindirilerek köyden kovulurlardı.

Eğer eşcinsel ilişki yaşayan kişi erkek ise inek gübresi, idrarı, sütü, lor ve kurban otlarının karışımı ile hazırlanan bir içecek olan preyşiçitta (prayshchitta) içerek yemin etmeleri gerekiyordu. [2]

Yani Hint tasvirlerinde ve mitolojisinde eşcinsel davranış tasvirleri yer alsa bile aşk ve şefkat kavramlarından uzak tutulup cezalandırılmıştır. [1]

YUNAN MİTOLOJİSİ

Eşcinselliğin en çok yer aldığı alan Yunan mitoslarıdır. Detaylıca değinmek bir ayı bile alabilir. Bu yüzden sadece 1-2 konuya özet olarak değinip geçeceğim.

Yunan mitolojisinde arkadaştan öte yakınlıkta olan, birbirleri ile yasak aşk yaşayan Aşil ve Patroklus gibi karakterler vardır. [4] Cepsius nehrinde boğulan çok sevdiği arkadaşı ve sevgilisi Argynnus için yas tutan bir kahraman vardır ki bu da meşhur Agamemnon'dur. Ona Afrodit Argnnus olarak bir mezar ve türbe inşa ettirir.

Klasik mitolojinin resim ve şiirlerinde görülen başka bir efsanede yer aldığına göre su perileri Herakles'in sevgilisini kaçırırlar. Theodamas'ı savaşta yenen Herakles, onun küçük oğlunu yanına alarak silah taşıyıcısı yapar. Daha sonra eğitip bir savaşçıya dönüştürdüğü bu genç ile aralarında ilerleyen süreçte romantik bir bağ gelişir. [5]

Öne çıkan en önemli figür Grek Mitolojisinin babası Zeus'un erkek aşkıdır. Yunan mitolojisinde Ganimedes olağanüstü güzelliğe sahiptir, öyle ki ölümlülerin en güzeli olarak nam salmıştır. Güzelliğine dayanamayan Zeus bir kartal göndererek kutsal kahraman Ganimedes'i kendisine şarap sunarak hizmet etmesi için İda, yani Kaz Dağı'ndan, Olimpos'a kaçırmıştır.

İSKANDİNAV MİTOLOJİSİ

İskandinav destan ve efsanelerinde eşcinselliğe dair çeşitli motifler bulunur. Bu konuda yine hiç bilmediğiniz yönü ile önümüze tanrı Loki çıkar.

Çoğu İskandinav tanrısı gibi Loki de dilediğinde cinsiyet değiştirme özelliğine sahipti. Bunu kullanarak hile yapmak için sık sık kadın kılığına girerdi ama bu şekil değiştirmeler sadece şeklen kadın gibi görünmekle kalmıyordu. Aynı zamanda cinsiyetini de değiştiriyordu.

Örneğin bir efsanede Loki kendini kısrağa dönüştürerek Svaðilfari adlı aygır ile birlikte olduktan sonra sekiz bacaklı tay Sleipnir'i doğurur. Evet, erkek olan Loki, dişi hayvan şekline bürünmekle kalmaz aynı zamanda hamile kalıp doğurur. [38]

Njal Destanında Flosi adlı adama Skarphedinn adlı diğer adamın sarf ettiği sözler önemlidir. Skarphedinn, Flosi'ye "Eğer adamların da dediği gibi seni [goblin] her dokuz gecede bir kadına çevirmiyorsa sen gerçekten de Domuz tepesi goblininin [erkek] sevgilisisin." der.

Yani Skarphedinn, Flosi'yi bir goblinle ilişkiye girmekle suçlayarak onun erkek olmadığını iddia eder. Bununla kalmayan Skarphedinn söylemlerinin devamında kanunda yasak olduğunu söyleyerek onun erkekliğine hakaret eder.

İskandinav şiirlerinde erkek kıyafeti giyen kadın temsilleri daha yaygındır ve kadın kıyafeti giyen erkek temsili görmek zordur. Örneğin bir şiirde (Þrymskviða) erkekliğin temsili olan Thor'un çekicini geri alabilmesi için kadın gibi giyindiğinden bahsedilir. Enteresan olan şiirde Thor'un süslü mücevherler takması gerektiğinin yer almasından çok kadın göğüslerine sahip olduğunun işaret edilmesidir. Thor'a kadınsı bir imaj çizilmiştir. Yani muhtemelen Thor da Loki gibi kılık değiştirmiştir.

Burada Thor isteyerek kadınsı giyinen ve erkeklerle ilişki yaşayan diğer erkekleri eleştirir. Şöyle yazar:

"Ardından güçlü Thor yanıtını verdi: "Eğer kadın kıyafetlerini üzerimde tutup çıkarmazsam tanrılar bana argan* desinler"

"Látum und hánum hrynja lukla ok kvenváðir um kné falla, en á brjósti breiða steina ok hagliga um höfuð typpum. Þá kvað þat Þór, þrúðugr áss: "Mik munu æsir argan* kalla, ef ek bindask læt brúðarlíni!

* Burada kullanılan kelime arg, argan'dır. Kendi isteği ile pasif olarak başka erkeklerle birlikte olan erkek anlamına gelir.

Lokasenna adlı şiirde baba tanrı Odin, Loki'yi sekiz kış boyunca yer altı dünyasında bulunmakla suçlar. Kendini gizlediği için korkak olduğunu söylenir ve korkaklığından dolayı kadına benzetilir ve kadınsı olmakla suçlanır.

Aynı şiirde tanrı Njördr devlerle cinsel ilişkiye girmek ve idrar içmekle suçlanır. Loki şöyle der:

"Kapa çeneni Njördr, buradan doğuya tanrılara bir rehine olarak gönderildin. Hymir'in hizmetçileri seni sidikleyip ağzına işediler."

"Loki kvað: Þegi þú, Njörðr, þú vart austr heðan gíls of sendr at goðum;
Hymis meyjar höfðu þik at hlandtrogi ok þér i munn migu."

KELT MİTOLOJİSİ

Kelt mitoslarında eşcinselliğe dair açık referanslar olmasa da üvey kardeş olan Cuchulainn ve Ferdiadh adlı savaşçı kahramanlar arasındaki romantizm eşcinsel motifler taşır. Her ne kadar kimi hikayeler onları eşleri olan iki erkek olarak tasvir etse de aynı zamanda birbirleri ile aynı yatağı paylaşan iki erkek olarak da bahseder.

Zorunlu olarak yaptıkları bir düelloda Cuchulainn gizemli silahı Gae Bulg ile Ferdiadh'ın anüsünü delerek onu yenmişti. Rakibi ve birlikte uyuduğu arkadaşı ölünce ağıt yakmış, bu yönüyle Grek mitolojisindeki Aşil ile karşılaştırılır olmuştur. [6]

ÇİN MİTOLOJİSİ

Eşcinsellik teriminin Çince karşılığı "aynı cinsiyetten insanlar arasındaki aşk" anlamına gelen "tóng xìng ài (同性愛)"dir. Fakat bu 19.yy'dan sonra ortaya çıkmış bir ifadeydi. Öncesinde "erkek rüzgarı (nán fēng : 男風)" gibi şiirsel veya mecazi ifadeler kullanılırdı. Bu söz kadınların yakın ilişkilerden dışlanmasını ifade ediyor, sembolik olarak erkek üstünlüğünü vurguluyordu.

Kullanılan benzer terim ve mecazlar vardı. Örneğin kadın güzelliği ve baştan çıkarıcılığı için kullanılan fakat erkek güzelliğine atıfta bulunan bir terim vardır: "nán sè (男色)".

Tıpkı Divan edebiyatındaki gibi Çin edebiyatında da eşcinsellik için çeşitli mecazların kullanımı yaygındı. Eşcinsel kadınlar için "Altın Orkide Kız kardeşler" (Jīnlán zĭmèi : 金蘭姊妹 / 金兰姊妹) veya "parlatıcı-cilalayıcı aynalar" mecazları kullanılıyordu. [7]

Çin edebiyatı Konfüçyüs öncesi ve Taoist, Budist gelenek öncesi olarak ikiye ayrılmış ve bunlardan sürekli olarak etkilenmiştir. Konfüçyüsçü ve Taocu sistem öncesi mitolojiler esas olarak şamanistti. Erkek eşcinselliğinin Çin'in güneyinden geldiğine inanılıyor ve mecazi olarak güney rüzgarı olarak adlandırılıyordu. Bu yüzden Çin mitoslarında eşcinsellik ile ilişkilendirilen çeşitli tanrılar ve efsanevi Şia Hanedanı'nın kurucusu Büyük Yu gibi ünlü kişilikler vardı. [8]

En meşhur hikayelerden biri ejderha ile yaşlı çiftçi hakkındadır. Bu hikaye vahşi ve gizemli bir canlı olan ejderhanın 60 yaşındaki çiftçiyi zorlayarak onunla ilişkiye girmesinden (sodomize) bahseder. Öyle ki hikayede bu birliktelik sonrası yaşlı adamda açılan yaranın tıbbi müdahale gerektirdiği anlatılır. [8]

Fakat hikayelerde yer alıyor olsa da Taocu gelenekte kabul edilemez bir durum olarak görülmüştür.

Başka bir hikaye taşralı bir müfettişe aşık olduğu için ölüm cezasına çarptırılan, daha sonra Yavru Tavşan Ruhu tanrısına dönüşen bir adamdan bahsedilir. Öldürülen adam tek suçunun aşık olmak olduğunu söyleyince ve bu durum bir aşk eylemi olarak kabul edilince yer altı tanrıları tarafından affedilerek eşcinsel aşkın koruyucusu olarak atanır ve Tu'er Shen* veya Tu Shen** adını alır. [9] Yaşlı bir adamın rüyasında bir tavşan yavrusu olarak dirilen bu tanrı, rüyasında göründüğü yaşlı adamdan köydeki erkeklerin, erkekler arasındaki gönül işleri için tütsü yakabilecekleri bir tapınak inşa etmelerini ister. [10]

* Tavşan Yavrusu Ruhu : 兔兒神,
** Tavşan Tanrı : 兔神

JAPON MİTOLOJİSİ

Japon efsanelerinde eşcinsel aşk yaşayan ve Güneş tanrıçası Amaterasu'nun hizmetkarları olan Shinu No Hafuri ve Ama No Hafuri iki kişi vardır. Hikaye Shinu öldükten sonra buna dayanamayan Ama'nın intihar etmesi ve aynı mezara gömülmesini anlatırken bu ikili ayrı ayrı gömülene kadar Güneş ışınlarının mezarlarının üzerine yansımadığı yer alır. [11]

Başka bir hikayede tanrıça Amaterasu, erkek kardeşi ile; Susanoo (Takehaya) olarak bilinen fırtına ve yağmur tanrısı ile kavga eder. Bunun üzerine kendini göksel bir mağaraya çeker. Onu mağaradan çıkarmak isteyen şafak tanrıçası Ame No Uzume dans etmeye, kıyafetlerini yırtmaya, diğer tanrı ve tanrıçalara seslenmeye başlar. Güneş tanrıçası Amaterasu saklandığı yerden dışarı çıkıp onu izlemeye koyulduğunda bunu fırsat bilen tanrılar mağaranın ağzını kapatırlar. Böylece yeryüzü tekrar güneş ışığına kavuşur. Tabi yine de bu hikayenin eşcinselliğe atıfta bulunup bulunmadığı net değildir. [12]

Diğer yandan Şinto tanrıları yaşamın tüm yönleri ile ilişkili hale getirilmiştir; ki bunlardan biri de geleneksel oğlancılık (pederasti) uygulamasıdır. Bazı halkların Şinto mezheplerinde standart Şinto panteonunun bir parçası olmayan, erkek erkeğe aşk ve birlikteliğin koruyucu tanrısı olan "Shudō Daimyōjin (衆道大明神)" yer alır. [23]

Şintoizm'de kami adı verilen kutsal ruhlar vardır. Bunlardan bazıları aynı cinsiyetten aşk ve birliktelik ile ilişkilidir. Örneğin Shirabyōshi adlı kadın kami, yarı insan yarı yılan olarak temsil edilir. Onun adını taşıyan Şinto rahibeleri ayinler sırasında erkek kıyafetleri giyerek dans ederlerdi. [34]

Fakat şunu belirtmekte fayda var: Bazı eski kültürlerde olduğu gibi rahip ya da rahibelerin karşıt cinsiyeti yansıtan kıyafetler giymeleri doğada her cinsiyetin var olduğunu göstermek, yansıtmak amacı taşıyor da olabilir.  

Kamilere geri dönüp, bunlardan konuyla ilgili olan diğerlerine değinelim:

Oyamakui adlı dağ ruhu çocuk doğumlarını gözetir ve cinsiyet değiştiren bir ruhtur. [35]

Öte yandan İnari çeşitli cinsiyetlerde tasvir edilen, bazen yemek tanrıçası genç bir kadın olarak bazen ise pirinç taşıyan yaşlı bir adam olarak temsil edilen, pirinç ve tarımın kutsal ruhudur. [36]

Orta Çağ Japonya'sında yaygın olan inanış alacakaranlıkta veya gece yalnız başına görünen kadının aslında bir kadın değil tilki ruhu olabileceği yönündeydi. Bu yüzden erkekler onlardan uzak durmalıydı. İşte İnari aynı zamanda Japon mitolojisindeki tilkilerle ve erkekleri tuzağa düşürüp onlardan beslenmek için gerçek cinsiyetlerinden bağımsız olarak kadın kılığına giren hileci tilki ruhları yani Kitsune'lerle de ilişkiliydi. [37]

BUDİST GELENEĞİ

Budist geleneğine göre ruhsal gelişime engel olduğuna inanıldığı için manastır kuralları içinde heteroseksüel ve eşcinsel ilişkiler kabul edilemez eylemler olarak görülürdü. Eşcinsellik olumsuz bir şeyi ima eden bir söz olarak kabul edilmiş ve din adamları bundan men edilmişti.

Budist metinleri cinsel referanslardan kaçındığı için eşcinsellik hakkında pek bir şeye rastlanmaz. Ancak aynı cinsiyetten yakın arkadaşlıkların tasvirleri vardır ve bunlar platonik aşktan ziyade kardeş sevgisinin tasvirleri gibi görünmektedirler. [13]

Diğer yandan Budizm inancında insanlara yardım etmek için Budalıklarından vazgeçen, koruyucu, yardımcı varlıklar olan Bodhisattva'lardan bazılarının enkarnasyonları sırasında cinsiyet değiştirdiğine inanıldığından kimileri bunu eşcinsellik ya da transseksüellik ile ilişkilendirmiştir. Örneğin Avalokitesvara, Tara, Guanyin gibi bazı bodhisattvaların farklı cinsiyet temsilleri bulunur. [39]

Geleneksel Tayland Theravada Budizm'ine göre eşcinsellik, önceki yaşamında heteroseksüellik dışında eylemlerde bulunan kişinin Budist yasalarını ihmal etmesinin cezasıdır. Buna karmik tazminat denir. [40]

Bu inanışın yansıması olarak Tayland Budistleri "Ananda" adlı müritlerinin kadın olarak birkaç kez dünyaya geldiğine ve önceki yaşamında transseksüel olduğuna inanırlar. [14] Bağlantılı olan bir hikayeye göre Ananda önceki yaşamlarından birinde yakışıklı, genç bir erkek yogidir. Ananda Hint efsanelerinin Yılan kralı Naga'ya aşık olur ve onunla olan ilişkisi cinsel arzulara kaymaya başlayınca gerçek bir Budist keşiş olarak kalabilmek için sevdiği Kral ile arasındaki tüm bağları keser. [14]

PASİFİK ADALARI MİTOSLARI

Asyalı ve Okyanusyalı insanlarla ilişkili olan Pasifik adalarındaki efsaneler çeşitlilik gösterir. Ağırlıklı olarak çok tanrıcı olan bu mitosların içinde görevlerini yerine getirebilmek için cinsiyet değiştirip eşcinsel ilişki yaşayan bazı tanrı ve yarı tanrılar yer alır. Aynı cinsiyetten ilişkilere sık sık göndermeler yapılır.

Polinezya mitoslarında tanrı ve tanrıçalara dair eşcinsel referanslar olsa bile bu kabul gören bir durum olmamıştır. [15]

MAYA VE AZTEK MİTOSLARI

Maya tanrısı Chin'in Maya kültürüne homoerotizmi getirdiği kabul edilir. [16] Bunun sonucunda eşcinsellik ile ilişkilendirilir hale gelmişti. Bu başka bir sonucu doğurmuştu; soylu, güçlü aileler genç erkek çocukları satın alacak, bu yolla eşcinsel evlilik ve ilişkiler yasallaşacaktı. [Conner, A.g.e., p. 110.]

Antik Maya tanrılarından biri Nahuatl dilinde Çiçek Prensi anlamına gelen, sanat, çiçek, oyun, mısır, güzellik ve şarkı tanrısı Xochipilli* dir. Onun üçüncü cinsiyetten olduğuna inanılır, eşcinsellerin koruyucu tanrısı olarak kabul edilirdi. [17]

Erkek tanrılar olan Tezcatlipoca ve Yaotl, adı "Büyük El" ya da "Büyük Armağan" anlamlarına gelen Hueymac adlı tanrı ile çiftleşmek için cinsiyet değiştirerek kendilerini kadına dönüştürmüşlerdi. [33]

* Xochitl : Çiçek + Pilli : Prens, Çocuk = Çiçek Prensi ya da Çiçek Çocuk

AFRİKA MİTOLOJİSİ

Afrika Mitolojisinde ikiz kardeşler olan Ay tanrısı Lisa ile Güneş tanrısı Mavu'nun birleşmesi ile göksel yaratıcı tanrı Mavu-Lisa oluşur. Bu birleşmiş formlarında erdişi* veya cinsiyet değiştiren tanrılar olarak öne çıkarlar. [20]

* Hem erkek hem kadın özelliklerine sahip kişi.

Bunları doğuran ve tüm evreni yaratan ise hem erkek hem dişi özellikler taşıyan "Büyük Anne" Nana Buluku'dur. [21]

Aynı şekilde Zimbabve'deki Shona halkının mitolojik tanrısı Mvari kimi zaman erkek, kimi zaman kadın yönleri ile ortaya çıkan erdişi bir yaratıcı tanrıdır. [22]

Gök cisimlerinin kişileştirilmesi ile oluşmuş bir panteona sahip olan Gana'nın Akan halkının tanrılarının kimileri çift cinsiyetli ya da cinsiyet değiştiren ilahlardır. (Örn: Jüpiter/Abrao, Merkür/Aku, Ay/Avo) [23]

Yoruba gibi çeşitli Afrika toplumlarında ruh tarafından ele geçirilme inancı vardır. Ruhun ele geçirdikleri genellikle kadınlardır fakat erkekleri de ele geçirebilmektedirler. Bu insanlar "tanrının gelini" olarak kabul edilirler. [24]

ESKİMO MİTOSLARI

Eskimo şamanizminde ilk iki insan Aakulujjuusi ve Uumarnituk adlı erkeklerdi. Aynı cinsiyetten olan bu çift birbirlerini arzulayarak çiftleşmeye karar vermişlerdi. Bu ilişki sonucu Uumarnituk hamile kaldı. Fiziksel olarak doğum yapacak yapıya sahip değildi, vücudunda çocuğun dışarıya çıkabileceği bir yer yoktu. Bu yüzden yapılan büyü ile kadın özelliklerine sahip oldu. Kadına dönüşen bu tanrı büyü yaparak dünyada savaşlar çıkmasına neden oluyor, inanışa göre bu şekilde aşırı nüfus artışını da engelliyordu. [31]

Bir başka Eskimo tanrıçası Sedna'dır. Deniz hayvanlarını kontrol eden bu tanrıça bazı efsanelerde karma eşeylidir. Yani vücudunun bir bölgesinde dişilik, diğer bölgesinde erkeklik karakterlerine sahiptir. Bu yüzden kendisine iki ruhlu şamanlar tarafından hizmet edilir. Hatta bazı efsanelerde tanrıça Sedna okyanusun dibindeki kadın sevgilisiyle birlikte yaşamaktadır. [32]

ÇİN TARİHİ - 6

Yazan: Sedat Karadayı
Dünyanın kendine demokrat Emperyalist batılı ülkeleri İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Amerika, Rusya ve doğudan kadroya katılan Japonya, her fırsatta önlerine gelen ülkelerin vampir gibi kanlarını emmeyi amaç edinmişlerdi. Belki orta çağ hatta yeni çağ için bunun gerekliliği konusunda tartışılmaz ancak yakın çağda gelişen sosyolojik toplumsal yapılar, emperyalizmi insanlık suçu olmaktan kurtaramaz.

Yazının konusu olan Çin, doğuda 1700’lü yıllardan itibaren İngiltere, Japonya, Fransa ve Rusya’nın ekonomik ve siyasal baskısına maruz kalırken, batıda da çökmüş ve Hasta Adam olarak tanımlanan Osmanlı Devleti (Artık İmparatorluk demenin anlamı yok) Çin ile aynı kaderi paylaşıyordu. Çin, Boxer ayaklanması sonucu bu son ile Osmanlı’dan daha erken karşılaşmasına rağmen kurtuluşu, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinden daha geç olacaktı. Bunun başarısı elbette Türk ulusunun Mustafa Kemal gibi bir lidere sahip olmasından kaynaklanıyor. Ancak ne yazık ki Lider bağımlılığından kurtulamayan Türk halkı, Mustafa Kemal’i kaybettikten sonra eski karanlık çukurlara dönerken, Çin çektiği sıkıntılardan bulduğu çözümlerle bugün dünya devi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu yazı hikayesi Çin’in 2000 yıl öncesinden başlattığı hanedanlıklar döneminden sonra önce Cumhuriyete ve daha sonra da Sosyalist yönetime nasıl geçtiğinin hikayesidir.

DOĞUNUN YÜKSELEN YILDIZI, ÇİN TARİHİ-6
BOXER AYAKLANMASI, XİNHAİ DEVRİMİ VE CUMHURİYET

Dünyanın doğusundaki gelişmeler Batı ülkelerini tedirgin ediyordu. Batının ele geçirdiği Çin’i, Japonya da lezzetli bir lokma olarak tanımlayınca Çin’in kontrolünde olan Kore’den başlattığı savaşı kazanarak topraklara sahip olmuştu. Çin, Şimoneski Antlaşması ile Japonya’ya ödünler vererek kendi topraklarını koruyabilmişti. Avrupa devletleri yalnızca kendisine ayırdığı bu lezzetli ülkenin başkaları tarafından yenilip yutulmasını göze almadıkları için Çin’e yardım edip verilen ödünlerin geri alınmasını sağladılar. Ancak Çin, Japonya’ya vermediği ödünlerin çok fazlasını batılı ülkelere vermek zorunda kalacaktı. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın ortak hareketi ile bir nevi manda yönetimine aldıkları Çin’in ekonomik bölgelerini parçalayarak işgal edip sömürdüler.

Çin halkı 1894 yılında hem Japonya karşısında aldıkları yenilgi hem de sonrasında batılı ülkelerin işgalinde onurlarının kırıldığını hissederek için için diş bilemeye başlamışlardı. Çinliler tüm bu sorunları başlarına getiren, Qing Hanedanlığına karşı 1870 yılında “Boxer Cemiyeti” (Boksör anlamını içeren cemiyet, bu ismi yabacılara yumruk vurma ifadesinden çıkarmıştı) isimli bir örgüt kurmuşlardı. Bu örgütün 1890 yılından itibaren batılı ülkelere karşı mücadeleye girmesi, Hanedanlığın hoşgörüsünü kazandı. 1899 yılından itibaren cemiyet üyeleri yabancı temsilciliklere, misyonerlere ve yabancıların yaptığı demiryolları ile buradaki işçilere saldırılar düzenledi.

Halk ayaklanması ciddi boyutlara geldiğinde rahatsız olan işgalci ülkeler (İngiltere, Fransa, ABD, Rusya, İtalya, Avusturya-Macaristan, Almanya ve Japonya) birleşerek “8 Devlet İttifakı” oluşturdular. İsyanı bastırma kararının fitilini ateşleyen olay ise Alman sefirinin Boksörler tarafından öldürülmesiydi. 14 Temmuz 1900’de ortak oluşturulan 54 bin kişilik ordu

Sir Edward Seymour ve Alfred von Waldersee komutasında Tianjin’deki ayaklanmayı bastırıp “Yasak Şehir” adı verilmiş olan Pekin’i ele geçirip yağmaladılar. İşgalcilerin ordusu, ayaklanmanın bastırılması sırasında binlerce Çinli kadına tecavüz etti. Tecavüze uğrayan kadınların birçoğu intihar etti. İsyanın bastırılması sırasında işgalcilerden 2500 asker, 500 yabancı sivil ile birkaç bin Hristiyan Çinli, hayatını kaybetti. Çinlilerden ise 20 bin asker ile birkaç milyon Çinli öldürüldü. Sekiz Devlet İttifakı yaptıkları katliamlar yetmezmiş gibi bir de Çin’e çok büyük zarar tazminatı yüklediler. Ödenmesinin olasılığı olmayan taksitlerin 40 yıl vadesi vardı ancak Çin’in bu ödemeyi yapacak gücü yoktu. Zaten Emperyalist sistemin temeli de buna dayanıyordu. Borcunu ödeyemeyen Çin, Avrupa devletlerinden yeniden borç alıp borcunu başka bir borçla ödemeye çalışırken özgürlüğünü kaybedecekti.

Çin artık yeni bir döneme girmişti. Ülkeyi Cumhuriyete götüren süreçteki etken kişi Sun Yat-Sen oldu. 17 yaşındayken eğittim amacıyla gittiği Honolulu’dan döndükten sonra arkadaşı ile yıktıkları tapınak yüzünden köylülerin gazabından kaçıp Hong Kong’a gitmişti. İngilizlerin kontrol ve yönetiminde olan bu kentte eğitimlerini pekiştirdikten sonra Guangzhou hastanesinde bir Hristiyan Misyonerden tıp eğitimi aldı. Daha sonra Hong Kong’da açılan Tıp okuluna giren 12 kişi içinden 1892 yılında mezun olan 2 kişiden biriydi.

Sun Yat-Sen 1905 yılında 39 yaşındayken birkaç arkadaşı ile beraber Tokyo’da olduğu sıralarda “Tongmenghui” adlı gizli bir yer altı örgütü kurdu. Bu örgüt Çin’de imparatorluğa ve haksızlıklara karşı mücadele ederken ülkeyi yeni yönetime, Cumhuriyete hazırlamak amacını güdüyordu. Örgütün en büyük hareketi “Wuchang Ayaklanması” olarak bilinen isyandı. Bir demiryolu kriziyle başlayan ayaklanma o sırada Wuchang’da bulunan Yeni Ordu’nun 1911 yılının sonlarında Huguang Genel Valisine karlı yaptığı bir saldırı ile başladı. Vali kaçarak kurtulmasına rağmen devrimciler kentin kontrolünü ele geçirdiler. Bu isyanın ardından gelişen diğer isyanların sonucunda İmparatorluk ordusu ile Yeni Ordu’nun çatışmaları Qing Hanedanlığının sonunu getirdi. Sun Yat-Sen liderliğinde başlatılan “1911 Devrimi” 1911 yılında meydana gelmesinden dolayı “Xinhai Devrimi” olarak adlandırıldı. 8 yaşındaki Son İmparator Puyi, 12 Şubat 1912 tarihinde tahttan indirildi. Böylece 2000 yıldır devam eden Hanedanlıklar saltanatı ve İmparatorluk yönetimi son bulup yerini Cumhuriyete bırakarak bugünkü modern Çin tarihinin başlamasına sebep olmuştu. Ancak bundan sonra Çin’i başka işgaller ve çalkantılar bekliyordu.

SİSMOGRAFIN MUCİDİ ve ODOMETRENİN BABASI ZHANG HENG

Yazan: A.Kara

ÇAĞININ ÖTESİNDE BİR ADAM : ZHANG HENG

MS. 78-139 Aralığında yaşamış olan Zhang Heng astronomiye ve depremlere merak duyan biriydi. Nan Yang şehrinde dünyaya gelen adam seçkin bir aileye sahipti ama varlıklı değillerdi. Kumandanlık valisi olan büyükbabası, Zhang 10 yaşındayken ölmüş ve onu annesi ile büyükannesinin bakımına bırakmıştı. [1]

Zhang büyüdüğünde öyle başarılı olmuştu ki MS. 112'de İmparator An'ın altındaki Han sarayında Baş Gökbilimci olarak terfi etmişti. Göksel olayları gözlemleyerek alametleri kaydediyor, takvim hazırlıyor ve hangi günlerin daha uğurlu olacağını bildiriyordu.

Takvimi düzenleyerek mevsimlerle uyumlu hale getirmiş, 54 yaşındayken tarihteki ilk sismografı icat ederek depremleri ölçmeyi başarmış ve bu icadına Toprak Hareket Aleti anlamına gelen Di Dong Yi (Dìdòngyí 地動儀) adını vermişti. Deprem ölçümü konusunda öyle başarılı olmuştu ki icat ettiği makinesi 500 km uzaklıktaki depremin konumunu bile tespit etmişti. Bunların yanı sıra şiir ile ilgilenmiş ve kendinden sonraki yazarlar tarafından onun şiirlerinden övgüyle bahsedilmişti. [2]

DÜNYAYI İNCELEME ÇALIŞMALARI

Doğu Han Hanedanlığına mensup olan Çinli bilgin her ne kadar matematik, astronomi, edebiyat gibi alanlarda eğitim almış olsa da en başarılı olduğu alan coğrafyaydı. [3] İmparatorluk tarihçisi olarak görev aldığı sıralarda coğrafyaya özel bir ilgi duymaktaydı. Çin çok fazla deprem yaşanan bir coğrafyaya sahipti ve halk bu depremlerin öfkeli tanrıların gazabı olduğuna inanıyordu. Zhang bu batıl inançları kabul etmiyordu. Eğer sarsıntılarla ilgili bilimsel kayıtlar tutarsa yaşanacak depremleri tahmin edebilir bu sayede hazır olarak geçirdikleri depremleri daha az can kaybı ile atlatabilirlerdi. İşte bu amacı doğrultusunda adına Di Dong Yi adını verdiği, tarihteki ilk sismografı icat etmişti.

SİSMOGRAF

Zhang'ın icat ettiği bronzdan yapılmış sismograf devasa bir aletti ve yaklaşık iki metre çapındaydı. Bulunduğu döneme göre icat ettiği toprak hareket aletinin çalışma prensibi ve tutarlılığı gerçekten inanılmazdı.

Ortasında yer alan şaftın ucuna 8 adet ince bakır çubuk yerleştirilmişti, diğer uçta bunlara tekamül eden aynı sayıda ejder başı vardı. Her birinin ağzında bakır birer top bulunan bu 8 ejder, pusuladaki 8 ana yönü temsil ediyordu. Her birinin altında ağzı açık şekilde bekleyen kurbağa figürleri bulunuyordu. Eğer bir sarsıntı olursa bunun yaşandığı yönde bulunan ejderhanın ağzındaki bakır top altında bekleyen kurbağanın ağzına düşüyor, bu sırada bir zil çalarak kraliyet yetkililerine haber veriyordu.

Basit bir örnek verecek olursak, Çin'in kuzeydoğusunda bir deprem yaşanırsa kuzeydoğuya bakan ejderhanın ağzındaki bronz top hemen altındaki kurbağanın ağzına düşüyor ve zili çaldırarak sarsıntıyı haber veriyordu.

Bu cihaza dair meşhur bir hikaye vardır. Hikayeye göre MS. 138'de aletin batı yönüne bakan ejderin ağzındaki top düşer. Adam bu durumu imparatora rapor eder fakat iki gün boyunca başka hiçbir şey yaşanmaz ve imparatora yeni rapor gitmez. Bunun üzerine Zhang'ın aletinin çalışmadığını, işe yaramadığını düşünenler olur. Fakat at sırtındaki haberciler gelip 500 km batıda şiddetli bir deprem olduğunu bildirince icadının düzgün çalıştığı ortaya çıkar. [4]

YILDIZLARI GÖZLEMLEMESİ

Astronomiye meraklı olan Zhang sürekli gökyüzünü gözlemliyordu ve bu sayede ay ışığının görünmesinin güneşten kaynaklandığını fark etmişti. Ayrıca ay tutulmasının dünyanın gölgesinin ay yüzeyine düşmesi ile gerçekleştiğini söylemişti.

Oldukça detaylı bir gökyüzü haritası çıkarmıştı. Yunan astronom Hipparkos'un yıldız fihristinden 850, Batlamyus'un (Klaudios Ptolemaios) yıldız fihristinden binlerce fazla yıldız içeren bir gökyüzü gece haritası çizmişti. Gökyüzünün gece haritasını oldukça detaylı şekilde çıkardığı çalışmasında 124 takımyıldızı, 2500 "parlak" yıldız tespit etmişti. Çok küçük yıldızların varlığı ile birlikte tahminen 11.520 yıldız var olduğunu söylemişti. [5]

Astronomi alanında Lin Xian gibi birçok kitap yazmıştı. Hun-i-chu adlı eserinde gökyüzünün bir tavuk yumurtası gibi olduğunu yazmıştı. Yunan düşünürler, örneğin Anaksimandros, Anaksimendres gibi Zhang de dünyanın küre biçiminde, evrenin merkezinde olduğuna inanıyordu. Yaylı tüfeğin misketi kadar yuvarlaktır dediği dünyanın tıpkı yumurtanın sarısı gibi tek başına ve evrenin merkezinde olduğunu belirtmiştir. Ona göre gökyüzü çok büyük, dünya ise oldukça küçüktür. [6]

Bu dünya görüşünden dolayı dünyanın 3 boyutlu maketini, su gücüyle dönen göksel bir küre yapmıştı. Bu küre yılda bir kez dönüşünü tamamlayarak ve yıldızların konumlarının nasıl değiştiğini gösteriyordu.

Pİ SAYISI

Matematik alanındaki uğraşları ile kendinden önceki Çinli bilim insanlarının Pi formülünü geliştirmişti. MS. 130'da gökküre ile dünyanın çapını birbirleri ile kıyaslamış, göksel daireyi 736, dünyayı ise 232 olarak ele almış, bu oranlama sonucunda Çinlilerin yıllar boyunca 3 olarak hesapladıkları Pi sayısını 3,1724 olarak yenilemişti. Daha sonraki hesaplamalarında günümüzdeki pi değerine (3.142) daha yakın olan 3,162 sayısına ulaşmıştı.

Çağının dört büyük ressamından biri olarak kabul edilen adam aynı zamanda bisiklet, araba gibi araçların gittiği mesafeyi ölçmeye yarayan ilk tutarlı odometreyi de icat etmişti. [7][6]

ÇİN TARİHİ - 5

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ - 5
DİNSEL İSYANLAR VE 1. JAPON SAVAŞI
TAIPING İSYANI (Hristiyanlar)


Fransızların Pekin Antlaşması ile ülkeye soktukları Hristiyan misyonerler birkaç yıl sonra etkisini göstermeye başladı. Yoksul bir köylü olan Hong Xiuguan Hristiyanlık öğretilerinden edindiği bilgiler ışığında yeni bir din üreterek kendini Tanrı’nın oğlu ve İsa’nın kardeşi olduğunu söyleyip, Çin’de reformlar yapmak üzere gönderildiğini anlatıyordu. Hong, arkadaşı Feng Yunshan ile beraber 1847 yılında Guangxi’nin yoksul mahallelerinde “Tanrıya Tapanlar Birliği” (Bai Shangdi Hui) isimli bir dinsel topluluk kurdu. Hong, 1850 yılında taraftarları ile beraber “Tanrısal Büyük Barış Krallığı” (Taiping Tianguo) adlı yeni bir oluşum kurarak kendini “Tanrısal Kral” (Tianwang) ilan etti.

Taiping, Hristiyan öğretisinde Yeni Ahit’teki iyilik, bağışlayıcılık gibi ilkeler yerine Yahudiliğin Eski Ahit’teki ibadet ve itaati emreden anlayışı savunuyordu. Yeni dinde fahişelik, zina, kölelik, kumar, afyon ve alkollü içkiler yasaktı. Bu kurallara uyanların öbür dünyada ödüllendirileceğine ilişkin inanç son derece güçlüydü. Taiping sisteminde Çince son derece basitleştirilmişti. Erkek ve kadınlar eşitti. Tüm üretim ve tüketim malları ortaktı. Topraklar halk arasında eşit paylaştırılacaktı. Hatta taraftarları içinde eğitim görmüşler tarafından bir Taiping Demokrasisi kurulup sanayinin geliştirilmesi yönünde çalışmalar başlatılmıştı.

Yeni dinin anlayışı mülkiyette ortaklık şeklinde ifade edildiğinden dolayı ekonomik sıkıntı içinde olan köylü, madenci, işçi gibi kesimlerden taraftar toplamayı başardı. Başlangıçta 2-3 bin kişilik düzensiz çetelerden oluşan topluluk kısa sürede 1 milyon kişilik disiplinli ve hırçın, kadın ve erkeklerden oluşan savaşçılara dönüşüverdi. Ordu 1853 yılında Kuzey Çin’deki Nanjing’e girip kentin ismini “Tanrısal Başkent” (Nianjin) olarak değiştirdi. Ordu, Pekin üzerine yürürken yol üzerinde birçok zaferler kazanmasına rağmen Pekin’deki çatışmalarda başarısız kalıp kenti ele geçiremedi.

Taiping ordusu 1. komutanı Yang Xiuqing tüm yetkileri elinde toplayıp muhalif taraftarları öldürttü. Hong’un desteğiyle Yang’ı ortadan kaldıran 2. Komutan Wei de güçlenmeye başlayınca Hong onu da öldürttü. 3. Komutan durumunda olan Shi Dakai ölüm korkusuyla bir grup taraftarı alıp Hong’u terk etti. Taiping ordusu Şanghay’ı da 1860 yılında alınca Qing Hanedanı önce Amerikalı Fredrick Townsend, sonra da İngiliz subay Charles George Gordon’un komuta ettiği batılı silahlarla donatılmış Çinli paralı askerler tarafından kontrolü ele aldı. Bu sırada Hong’un fikirleri, karşıtı olan yerel toprak ağaları; Qing hanedan komutanı Zeng Guofan önderliğinde silahlı birliklerle 1864’te Nanjing’i kuşatıp ele geçirdiler. Hong intihar etti. Taiping direnişleri 1868 yılına kadar sürdü. Yüzbinlerce Taiping taraftarı savundukları öğretiler doğrultusunda sonraki hayatta kazanacaklarını düşünerek teslim olmaktansa ölmeyi tercih ettiler. Sonraki yıllarda hem milliyetçiler hem de komünistler bu ayaklanmaya sahip çıkacaklardı.

DUNGAN – PANTHAY İSYANI (Müslümanlar)

Hristiyan öğretisine sahip taraftarlar Taiping İsyanını başlatırken isyanın sonlarına doğru Müslüman azınlıklar da harekete geçmişlerdi. Yuan ve Ming Hanedanı dönemlerinde Huiler etnik grup olarak oluşmaya başladılar. Qing Hanedanı sırasında Müslüman olan ve olmayan Çinliler arasında geçimsizlik başlamıştı. Qing Hanedanlığı kurban kesilmesini, cami inşaatını ve hacca gidilmesini yasaklamıştı. Hanedan, ülkedeki toplulukları (Çinliler, Müslümanlar, Tibetliler, Moğollar) birbirine çatıştırarak kontrol ediyordu. Bu baskılar sonunda isyanın oluşumunu tetikledi. Önce Yunnan eyaletinde Panthay daha sonra da Sincan, Shaanxi ve Gansu sınırları içinde Dungan isyanı başladı. Qing Hanedanı isyanları bastırmak için soykırımına girişti. Panthay isyanında 1 milyon, Dungan isyanında 2-3 milyon ve Guizhou baskını sırasında da yaklaşık 5 milyon Hui ve Miaolardan oluşan Müslüman öldürüldü. Bu soykırımlar Mançu yönetiminin savunduğu resmi bir politika olup adı “Müslümanlardan Temizlenme” olarak geçiyordu. Dunganlar bu saldırılardan sonra kitle olarak Rusya ve Orta Asya içlerine göç etti.

Taiping, Dungan ve Panthay isyanları sırasında Qing hanedanı çok güç kaybetmişti. Bunu fırsat bilen Japonlar 1894 yılında Kore üzerinden Çin’e savaş açtı. Savaşı zaferle sonuçlandıran Japonlar Asya’da Çin hakimiyetine son verip Japon siyasi gücünü kabul ettirdiler. Qing hanedanı neredeyse son günlerine yaklaşmıştı. Japonlar ise bu zaferden sonra yeniden yapılanmalarını sağlayacak Meiji Restorasyonunu gerçekleştirdiler. Meiji Yenilenmesi olarak da geçen bu yapılanma Japon İmparator Meiji, tarafından uygulanan bir dizi kararlar zinciriydi. 1868 yılında kendisini “Amaterasu” adlı güneş tanrıçasının soyundan geldiğine inanan Meiji, uyguladığı politik sistem sayesinde tüm Japonya’nın birleşmesini sağlamıştı. Meiji’nin 5 maddelik restorasyonu ile Japonya’daki geleneksel Shogun dönemi sona ermişti. Ordu batıdan sağladığı ateşli silahlarla donatılıp yeni bir döneme geçiyordu. Bunun yanı sıra sanayi ve endüstriyel gelişim ile Japonya 20. Yüzyıla hazırlanmıştı. (The Last Samurai filmi bu konuyu işliyordu)

Birinci Japon savaşı sonunda Çin, Mançurya, Kore ve Tayvan üzerindeki hakimiyetini Japonlara kaptırdı. Qing Hanedanlığı yeniden toparlanmaya çalışıyordu. Bu amaçla yeni iktidara geçen genç imparator Guangxu ve danışmanları reform sürecine giriştiler. Bu dönemde ordular yeniden örgütlendi ve 100 Gün Reformu (Wuxu Reformu) adı verilen kültürel, politik ve eğitim konusunda yenilenme girişiminde bulunuldu. Ancak arka planda iktidarın gerçek sahibi olan dul İmparatoriçe Cixi ve çevresindeki muhafazakâr muhaliflerle reform hareketlerine bir darbe ile son verdiler.

ÇİN TARİHİ - 4

Yazan: Sedat Karadayı
ÇİN TARİHİ-4
SON HANEDAN “QİNG (ÇİNG) HANEDANI”

Ming Hanedanlığının son imparatoru Cong Zhen’in kötü yönetimi sonucu ekonomik sıkıntı içinde olan halk Li Zicheng liderliğinde isyan etti. Çin ordusu içindeki bazı komutanların da kuzeydeki Mançularla iş birliği yapması ile Ming Hanedanlığı son buldu.

Hanedanlığın kurucusu Mançular, bilim dünyasında Tunguzlar olarak adlandırılan Turan ırkına ait halktı. Aisin Gioro kabilesinin şefi olan Nurhaci, Çin kültüründen etkilendiği için Çince öğrenip Çin kültürüne yakınlaşmaya çalışmıştı. Bu süre içinde Ming Hanedanlığı ile iyi ilişkiler kurmaya dikkat etmişti. Ordusunu güçlendirmek amacıyla yetersiz olan Mançu askerlerini Moğol savaşçıları ile destekledi. Ming Hanedanlığının krize girdiği ve halkın isyan etmesinden hemen sonra hazırlamış olduğu yeni ordusu ile Çin’i işgal edip imparatorluğunu ilan etti. 1644 yılında yeni yönetim Qing Hanedanlığı olarak ortaya çıkmış oldu. Hanedanlığa Qing adı verilmesi bir iddiaya göre Ming hanedanlığının anlamına karşı koyulmuştu. Ming, Çin zodyağında Ateş anlamına geliyordu, Qing ise zodyakta Su demekti. Yani bir anlamda su ateşi yok etmişti (Günümüzde kullanılan Çin adı, son hanedan olan Çing ‘Qing’ hanedanın isminden türetilmiştir).

Bulundukları coğrafyadan edindikleri Moğol kültürü ile hükümdarların unvanında Bogd Han unvanını kullandılar. Dini inanç açısından Tibet Budizmini ve yanında Konfüçyüs akımlarını destekliyorlardı. Yönetimin üst kademesi olan sarayda, hanedanlığın sahibi Mançular bulunurken yerel yönetimlerde Çinliler görev alıyordu. Mançuların da bu süreçte Çinlileşmeleri uzun sürmedi.

Qing Hanedanlığı 18. Yüzyılın sonlarına doğru her anlamda zirveye ulaşmıştı. Fakat sahip olduğu 400 milyonluk nüfusun yarattığı sıkıntı ile ekonomik durgunluk, üretimde düşme, yolsuzluk ve yönetimin çağın koşullarına uymadan klasik sistemi korumaya çalışması, modernize olamaması, imparatorda güç kaybı yarattı. Ülkenin mali krize girmesi aynı zamanda Avrupa ülkelerinin ticari baskıları ile zor durumlarda kalması sonucu merkez otorite kayboldu.

1800’lerden itibaren özellikle Britanya İmparatorluğunun ticaret gemilerinin ülkeyi sık sık ziyaret etmesi diğer Avrupalıların da ticari iş birliğine girmelerini sağladı. Qing Hanedanlığını sona doğru yaklaştıran en büyük sorun Britanya ile karşı karşıya kaldığı Afyon Savaşları olacaktı.

1830’lu yıllardan itibaren İngiliz tüccarlar kaçak yollardan ülkeye afyon sokarak ticaret yapmaya başladılar. Yerel yönetimlerin engel olmadığı afyon kullanımı bir süre sonra Guangzhou’da ciddi boyutlara vardı. 1839 yılında, bölgeye atanan yeni valinin bu olumsuz gidişe dur demek istemesi ile kantondaki tüm afyon depolarına el konularak imha edildi. Bu sırada sarhoş birkaç İngiliz’in bir Çinliyi öldürmesi ve suçlu İngiliz’in Çin mahkemesi yerine İngiliz mahkemesinde yargılanmasını istemeleri ortamı iyice gerginleştirdi. Meydana gelen küçük savaşta İngiliz gemilerini koruyan bir İngiliz zırhlı gemisi teknolojik üstünlükleri sayesinde savaşı kazandı. Savaşı kaybeden Çin Büyük Britanya ile 1842 yılında Nanjing Antlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Antlaşmanın ağır maddeler içeriyordu. Bu antlaşmaya göre; Çin, Hong Kong Adası ve bu adanın civarındaki adaları Birleşik Krallık'a verecek, Savaş tazminatı olarak 650 ton gümüş ödeyecek, İllegal olarak el koyduğu ya da imha ettiği afyonlar için Birleşik Krallık'a 6 milyon pound tazminat ödeyecek, Birleşik Krallık ile karşılıklı aynı ticari kurallara uyacak, 5 limanını düşük gümrük tarifeleriyle Birleşik Krallık'a açacaktı. Ayrıca Çin'de bulunan Britanya vatandaşları diplomatik dokunulmazlığa sahip olacak ve Çinlilerin ülke dışına çıkmaları için konulan yasak kalkacak ve yurt dışına gidebileceklerdi (Amerika’ya ilk Çin göçü bu dönemde başladı). Bu antlaşma maddeleri Çin açısından “Eşitsiz Antlaşma” olarak görülüyordu. Bunun dışında tüm yabancılara karşı “Dış Dokunulmazlık” uygulaması da geçerli oldu. Böylece Çin’de faaliyet gösteren yabancılar yerel yasalardan muaf tutuluyorlardı.

Yapılan antlaşmalardan sonra Çin, bulunduğu durumu kabullenmekte zorlanıyordu. Yerel yöneticiler içinde antlaşma maddelerine uymak konusundaki isteksizlikleri 1856 yılında sorun olarak ortaya çıktı. O yıl bazı Çinli görevliler “Arrow” isimli İngiliz gemisine çıkıp bayraklarını indirmesinden sonra Büyük Britanya ile savaş yeniden başlamış oldu. Aynı dönemde Çin’in iç kısımlarında bir Fransız’ın öldürülmesi bu kez Fransızları da İngilizler yanında savaşa soktu. Böylece Çin’e karşı İngiliz ve Fransızların olduğu 2. Afyon Savaşı ortaya çıktı. 1857 yılında İngilizler ve Fransızlar askeri harekata başladıktan bir süre sonra Çin’i Tienstin Antlaşmasını yapmaya zorladılar. Bu antlaşma ile yabancılar elçilerle Pekin’e yerleşebilecek, yeni ticaret limanları açılacak, yerleşim amacıyla Batılılar Çin’e girebilecek, Çin’in iç bölgelerine doğru yolculuk yapabilecek, toprak satın alabilecek, Çin yasalarına tabi olmadan kendi konsoloslukları tarafından yargılanmalar gibi haklara sahip olacaklardı. Aynı yıl bu kez Şanghay’da yapılan görüşmelerde afyon ithali de yasallaştırıldı. Ancak Çinli yetkililer antlaşmayı imzalamayı reddettiler. Yeniden çıkan savaşta İngiliz ve Fransız kuvvetleri Pekin’i ele geçirip İmparatorun yazlık sarayını yaktı. Bu kez Pekin Antlaşması için masaya oturuldu ancak bir farkla, artık masada bir de Rusya vardı. Bu kez yapılan sözleşmede Çin’in toprak kayıpları da vardı. Daha önce İngilizlere kullanım amaçlı verdiği Hong Kong’un bulunduğu Kowloon yarımadası bu kez tamamen bırakılıyordu. Fransız misyonerlere ait el konulan dini ve hayır kurumlarının tamamen iade edilmesi gerekecekti. Ayrıca sonradan sözleşmeye dahil olan Rusya’ya da Mançurya bölgesinden toprak verilmesi, sözleşme maddeleri arasındaydı. Bu sözleşme 4 ülke arasında imzalanıp kabul edildi. Artık Qing hanedanlığı sonuna doğru sürüklenmekteydi.

KİNİZM, ANTİSTHENES, SİNOPLU DİYOJEN VE TEBAİLİ KRATES

Yazan: A.Kara

KİNİZM, ANTİSTHENES, SİNOPLU DİYOJEN VE TEBAİLİ KRATES

"Diğer köpekler düşmanlarını ısırır, bense kurtarmak için arkadaşlarımı ısırırım". - Sinoplu Diyojen

Antik Yunan'da birçok felsefi düşünce ekolü hakim olmuştur. Bunlar arasında pek bilinmeyen ve anlatılmayanlardan biri, saf, dürüst, ahlaklı ve erdemli bir yaşam arayışını amaçlayan bir öğreti olan Kinizm'di.

Yunan filozoflarının günümüzdeki zengin felsefe dünyasının temellerini atarken diğer yandan dünya ve insanlığın gelişimi üzerinde muazzam etkilere sahip olduklarından şüphe duyulamaz. Antik Yunan felsefi dünyası, Ksenofon'dan Sokrates'e, Platon'dan Aristoteles'e kadar birçok isim Yunan uygarlığının bulundukları dönemin ne kadar ötesinde olduklarının göstergesidir.

Grekçede "kyôn"* köpek demekti. Kinikler teriminin eski Yunanca adı "κυνισμός" enteresan bir şekilde "köpek benzeri, köpeksi (κυνικός : kynikos)" anlamlarına gelen terimden türemişti. [1] Bu yüzden Kinikler teriminin başlangıçta hakaret anlamı taşıyan bir söz olarak ortaya çıktığı düşünülür. Çünkü dönem felsefesinin bir parçası olan Kinikler basit, çileci ve geleneksel utanç duygusundan yoksun bir hayat yaşıyorlardı. Bunlar o zamanlar çok alışılan bir durum olmadığından sefil görünüşleri köpeklerle karşılaştırılarak aşağılanmışlardı.

* Genitif hali : "kynos"tur.

İsmin kökeninin 2. olasılığı ünlü Herakles tapınağı ve Atina'nın "Cynosarges" yani "Beyaz Köpeğin Yeri" anlamına gelen açık spor salonu ile ilgilidir. [2] İlk Kinik ve Sokrates'in öğrencisi olan Antisthenes felsefi görüşlerini burada öğretmişti. Kinik adı ve onlara "köpek" denmesi, kinik felsefesinin özünü oluşturan, aşırı çileci yaşam tarzı nedeniyle bu şekilde anılmış olan Sinoplu Diyojen (Diogenes) döneminde daha da popülerdi. [3]

Diyojen'e yaşam biçiminden dolayı "köpek" benzetmesi yaptıklarında şöyle karşılık vermişti:

"Diğer köpekler düşmanlarını ısırır, bense kurtarmak için arkadaşlarımı ısırırım". [4]

Aristoteles onlara köpek adının verilmesinin dört nedeni olduğunu söyler ve maddelerini şöyle sıralar:
  1. Birincisi kayıtsızlık üzerine kurulu olan yaşam tarzları, köpekler gibi halk içinde yemek yiyip sevişmeleri, yol kenarlarında ve fıçıların içinde uyumalarıdır.
  2. İkincisi köpeğin utanmaz bir hayvan olması ve onların utanmazlığı diğerlerinden üstünlük veya alçaklık olarak görmemesi, Kiniklerin de bir utanmazlık kültü oluşturmuş olmasıdır.
  3. Üçüncüsü köpeklerin iyi birer bekçi olması ve Kiniklerin de tıpkı köpekler gibi felsefelerinin ilkelerine bekçilik yaparak korumasıdır.
  4. Dördüncüsü köpeklerin dost ile düşmanı ayırt edebilen bir hayvan olması, Kiniklerin felsefeye layık olanları dost bilip seve seve kabul etmesi, layık olmayanları kovalamasıdır. [5]

Diyojen ve diğer filozoflar kendilerine verilen ve hakaret içeren bu takma adı benimseyerek onu kendilerine avantaj sağlayacak şekilde kullanmışlardı. Öğretileri ile yaşam tarzları mükemmel bir uyum içindeydi; ki bu da ideallerini ve iletmek istedikleri mesajı vurgulamalarını sağlıyordu.

Sıradan halk, bir sokak köpeğinde olumsuz yönler görürken Kinikler onlarda saflığı ve diğer iyi yönleri görmüşlerdi. Akabinde felsefelerini ve mantıksal sonuçlarını belirterek birçok durumu kendi lehlerine çevirmişlerdi.

Peki Kinizm felsefi öğretisi neydi, hangi mesajı iletmeye çalışıyordu?

Kinik öğretinin temelini "erdem" oluşturur. Kinik düşünürler için yaşamın amacı doğa ile mükemmel simbiyoz (ortak yaşam) içinde, erdem ve ahlaki mükemmel içinde yaşamaktı. Simbiyoz yani Ortakyaşam iki farklı canlının tek bir canlı gibi yardım ve dayanışma içinde bir arada yaşamalarına verilen addır.

Kinikler mutluluğun yüksek erdemle elde edilebileceğini, titiz bir eğitim ve ahlaki güçle insanların dünyevi arzuların yükünden kurtulabileceğini savunuyordu. Dolayısıyla insanlar şöhret, güç, zenginlik, şehvet gibi dünyevi arzuları reddederek, hiçbir şeye sahip olmadan sadece bir hayat yaşayarak mutluluğa ulaşabilirdi. [6] Böyle bir yaşam tarzı saf ve doğa ile uyumlu kabul edilir, aynı zamanda bilginin işareti olarak görülürdü. Çünkü bir insan ancak yeterince bilgi sahibi olursa kendini kuşatan ihtiyaçlardan sıyrılabilirdi.

Kişi dış etkilerden, özellikle zenginlik, güç ve şöhret kavramlarından kurtuldukça, çilecilik yoluyla mutluluk ve berraklığa ulaşabilirdi. Kiniklere göre bu gibi kavramların doğada hiçbir değeri yoktur. Sinoplu Diyojen, felsefenin bu yönünü mükemmel bir şekilde sergilemiştir.

Kinizmin temel yönlerinden biri basmakalıp davranışları, ahlaki normları reddetmesi, utanç duygusundan yoksun olmasıydı. Yaşamın amacı "eudaimonia" yani mutluluk ve en üst düzeyde zihinsel açıklığa erişmekti. Zihinsel açıklıktan kasıt, kişinin saf bir bilince erişmesi, kibir ve açgözlülük gibi duygulardan arınmasıydı. Onlara göre bir insan değerleri yanlış yargıladığında bu durum kişinin zihninin gaddarlık, açgözlülük, olumsuzluk ve alışılmışın dışındaki diğer duygular tarafından kuşatılmasına neden oluyordu. Mutluluk ve kişinin gelişimi, kendi kendine yetmeye, sükunete, insan sevgisine ve hayatın iniş çıkışlarına karşı kayıtsız kalmaya bağlıydı. [7]

Kısaca Kinik felsefeye göre kişi sadece yaşayabilmesi için gerekli olan temel ihtiyaçlara sahip olmalı kendini bunun dışındaki maddi varlıklardan arındırmalıydı. İnsan, hayatında hiçbir gerçek değer ve amaca hizmet etmeyen geleneksel ihtiyaçlardan ancak bu şekilde kurtulabilirdi.

Ek olarak kişi sadece zihinsel ve ahlaki yönden değil, fiziksel yönden de eğitimli olmalıydı. Zihinsel egzersizler gibi fiziksel egzersizler de bir gereklilikti ve biri olmadan diğerinin gelişmeyeceği söyleniyordu. [8]

Kinikler hakkında önemli bir noktaya işaret etmek gerek. Kendinden yüzyıllar sonra gelen çileci keşişler çileci inançlarını toplum dışında uygularken Kinikler bunun aksine alışılmışın dışındaki yaşam biçimlerini toplumun ortasında uygulamışlardır. Bu sayede halka felsefi görüşlerini ve toplumun yanlışlarını anlatan vaazlar veriyorlardı.

Herakles (Herkül) onlar için oldukça önemliydi. Kahramanları ve sembolleriydi. Çünkü onlara göre Herakles bir Kinik olmanın gerektirdiği tüm erdemleri bünyesinde barındırıyordu. [9]

SİNOPLU DİYOJEN (MÖ. 412/404-323)

Kendine "dünya vatandaşı" [10] diyen ve bir Kinik olan Diyojen her türlü mülkiyeti reddettiği için Atina pazarındaki büyük bir seramik kapta yaşıyordu (pithos). [11] Önemli şahsiyetleri eleştiriyordu ve genellikle Platon'un toplum öğretilerini bozuyordu.

Ne kadar doğru olduğu bilinmez ama şöyle bir anekdot anlatılır. Bir gün büyük İskender ile Diyojen karşılaşırlar. Büyük İskender saygısını göstermek için oturmakta olan Diyojen'in önünde durur. Onun için yapabileceği bir şey olup olmadığını sorar. Diyojen, Kinik felsefesi ile uyumlu şekilde cevap vererek: "Evet, güneş ışığımdan uzak durun" der. [12]

Karşılaşmalarına dair farklı bir anekdot daha vardır. Buna göre Diyojen yığın halindeki insan kemiklerini dikkatle incelerken onu gören İskender "ne yapıyorsun" diye sorar. Diyojen "Babanın kemiklerini arıyorum ama onları bir kölenin kemiklerinden ayırt edemiyorum" diye cevaplayarak öldüklerinde tüm insanların eşit olduğunu vurgular.

Elinde lamba tutar şekilde tasvir edildiği meşhur heykel ile uyumlu olan bir anekdot anlatılır. Gündüz vakti elinde lamba ile gezen Diyojen'e neden böyle tuhaf bir şey yapıyorsun, gündüz lamba ile geziyorsun diye sorulduğunda "Dürüst adam arıyorum" diye cevaplar. [13]

DİYOJEN'İN ÖĞRETMENİ VE İLK KİNİK : ANTİSTHENES (MÖ. 446-366)

Kinik felsefeyle tanınmış olsa da bu felsefenin yaratıcısı Diyojen değil, öğretmeni Antisthenes'di. [24] Antisthenes Klasik Yunan ve Batı felsefesinin önemli isimlerinden biri olan Sokrates'in öğrencisi ve takipçisiydi. Hayatta olduğu süre boyunca Antisthenes'in Kinizm felsefesinin yaratıcısı olduğu bilinmiyordu, hatta belki de bu felsefi akımı ifade eden Kinizm terimi onun zamanında bile kullanılmamıştı. Fakat yine de kendinden sonra gelen herkes için bu felsefenin temellerini atmıştı. 

Daha derin felsefi anlamları ifade etmek için kelime oyunları kullanan zeki biri olarak biliniyordu. Öğretmeni Gorgias'ı, Atinalı hatip ve general olan Alcibiades'i hatta Plato gibi kişileri hiç çekinmeden eleştirmesiyle tanınırdı. [14] Erdemin katı ahlaki disiplin yoluyla öğretilebileceğini veya elde edilebileceğini ileri sürmüş ve en yüksek erdemin en yüksek asaleti simgelediğini, mutluluk sağlayan şeyin zevk değil erdem olduğunu ifade etmişti. İnsanı köleleştirdiği için hazcılığa karşıydı. Hazzı kötülük olarak gördüğünden bundan kaçınıyor ve şöyle diyordu:

"Zevk (haz) hissetmektense delirmeyi tercih ederim" [15]

Yoksul bir hayatı ise şöyle öğütlüyordu:

Açlığım geçene kadar yiyip, susuzluğum giderilene kadar içeyim ve kendimi giydireyim yeterli. Ve kapının dışında oradaki Kallias bile tüm zenginliklerine rağmen titremekten korunaklı-yoksun değil. Kendimi içeride (fıçı-varil-seramik kap içinde) bulduğumda çıplak duvarlarımdan daha sıcak bir gömleğe ihtiyacım var mı? [16]

Tüm bu öğretileri ile Kinik felsefenin altyapısını oluşturmuştu. 

TEBAİLİ KRATES (MÖ. 365-285)

Söz konusu Kinizm olduğunda bahsedilmesi gereken önemli diğer isim Tebaili Krates'dir. Antisthenes'in öldüğü sıralarda, MÖ. 365 civarında Tebai'de doğmuş olan bu adam büyük servet sahibi, zengin biriydi. Bir zamanlar Diyojen'in öğrencisi olduğu söylenen adam [17] tüm servetinden vazgeçerek erdemli ve yoksul bir hayat yaşamayı tercih etmişti. Atina sokaklarında bir baston ve pelerinden başka hiçbir şeyi olmadan yaşıyordu. [18]

Hayatının aşkı Hipparkia'yı da bu sokaklarda bulmuştu. [19] Erkek kardeşi, Krates'in takipçilerindendi ve Krates ile tanışan kadın ona aşık olmuştu. Onun hem yaşam tarzına hem de öğretilerine aşık olduğunu söylüyordu. Ailesi bu evliliğe karşı çıkınca kadın tüm servetini ve rahat yaşamını reddetmişti. 

Evliliklerini eşitlik ve karşılıklı saygıya dayandırmışlardı. Kocası ile eşit konumda yaşıyor, erkeklerle felsefi tartışmalara katılıyordu; ki bunlar antik Yunan halkının alışık olmadığı durumlardı.

Kinik felsefenin gereği olarak çocuklarını sokak ortasında yaşadıkları cinsel birliktelik ile dünyaya getirmişlerdi. [20]

Krates, Antik Yunan felsefesinin bir diğer önemli okulu olan Stoacılığın kurucusu Kıbrıslı Zenon'un öğretmenidir. [21] Zenon ve onun gelecekteki öğretileri üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bilinen, başarılı olmuş Kinik öğrencileri arasında Monimus [22], Kleomenes ve Theombrotus gibi isimler vardı. [23]

Kinizm felsefesinin bazı yönleri eleştirilebilir. Fakat insan hayatının "sahip olma" üzerine kurulmaması gerektiği, sahiplik his ve arzusunun verdiği mutluluğun geçici olduğu, haz odaklı yaşanan hayatın asla gerçek anlamda mutluluk getirmeyeceği gibi görüşleriyle ve kadınla erkeği eşit konuma getirmiş olması ile takdire değerdir.