HABERLER
Dini Haber

DEDE KORKUT’TAN DEDEM KORKUT’A TÜRKÇE YAZILAR - 2

Yazan: Sedat Karadayı

DEDE KORKUT’TAN DEDEM KORKUT’A TÜRKÇE YAZILAR - 2

1200’lerde

10. Yüzyıldan itibaren Türkler batıya doğru yürüdükçe İranlı kavimlerle karşılaşıp Farsça kelime ve sözcükleri dilleri içinde daha yoğun kullanır oldular. Daha önce obalarda, otağlarda kullanılan Türkçe artık saraylarda Farsça ile beraber duyulmaya başlamıştır. Bu şekilde günümüzde kullandığımız Türkçeye biraz daha yaklaşır oluverdi. Artık nispeten daha anlaşılabilir. Aşağıda Yunus Emre’den Kara Veba’yı anlatan bir şiirden bir örnek var. Hemen altında da günümüz Türkçesi ile açıklamaları.

HİÇ BİLMEZEM KEŞİK (SIRA) KİMİN

Hîç bilmezem kezek kimün aramuzda gezer ölüm
‘Âlemi bostân eylemiş râyihanın keser ölüm
(Hiç bilmezim keşik kimin, aramızda gezer ölüm,
Alemi bostan eylemiş rayihanın keser ölüm)

Alur yigidi çagında bülbüli ötmez bâgında
Kimse komaz ocagında yigitleri alur ölüm
(Alır yiğidi çağında, bülbülü ötmez bağında,
Kimse komaz ocağında, yigitleri alır ölüm)

Bir niçenün bilin büker bir niçenün mülkin yıkar
Bir niçenün yaşın döker var güçini üzer ölüm
(Bir nicenin belin büker, bir nicenin mülkün yıkar,
Bir nicenin yaşın döker, var gücüyle üzer ölüm)

Birinün alur kardaşın revân döker gözi yaşın
Hiç onarmaz bagrı başın hayır işden bezer ölüm
(Birinin alır kardaşın, revan döker gözü yaşın,
Hiç onarmaz bağrı başın, hayır işten bezer ölüm)

Yigidi koca kılınca komaz kendüyi bilince
Birini koyup gelince gözlerini süzer ölüm
(Yiğidi koca kılınca, komaz kendini bilince,
Birini koyup gelince, gözlerini süzer ölüm)

Alur yigidi kocayı yakar ananun içini
kızlarun sarı saçını teneşirde çözer ölüm
(Alır yiğidi kocayı, yakar ananın içini,
Kızların sarı saçını teneşirde çözer ölüm)

Alur yigidün âlâsın dîvâne ider anasın
Gelinlerün el kınasın topraklara karar ölüm
(Alır yiğidin alasın, divane eder anasın,
Gelinlerin el kınasın topraklara karar ölüm)

Alur yigidün hâsını döker gözlerin yaşını
Mecnûn ider anasını yüreklerin yakar ölüm
(Alır yiğidin hasını, döker gözlerin yaşını,
Mecnun eder anasını, yüreklerin yakar ölüm)

Kanı anun sevdük yari kıl tâ‘atun arı yüri
Miskîn Yûnus eydür bunı ejderhâlar yudar ölüm
(Hani onun sevdik yari, kıl taatın arı yürü,
Miskin Yunus söyler bunu, ejderhalar yutar ölüm)


Yunus Emre

URARTU TANRILARI (PANTEONU)

Hazırlayan: A.Kara

URARTU TANRILARI (PANTEONU)

Antik dönemin en esrarengiz toplumlarından biri Urartulardır. Başından beri komşuları olan Asurluların rakibi olduklarından onlara dair birçok anlatıya Asur yazıtları aracılığı ile ulaşmak mümkündür.

Urartu Krallığı, Anadolu, Kafkasya ve kuzeybatı İran'a uzanan çok çeşitli kabilelerden oluşan, etnik ve dilsel olarak farklı bir halktan oluşuyordu. Urartuları ilk olarak MÖ. 1200'lerin ortalarında, Asur hükümdarı I.Şalmaneser'in geride bıraktığı yazıtlarda görüyoruz. Bu yazıtlarda "Uruartri" olarak bahsedilen Urartular, güçlü Neo-Asur İmparatorluğunun süregelen saldırılarına maruz kalan Ermeni arazilerinin küçük krallıklarından biri olarak anılır.

Urartu panteonundan ilk olarak, krallığın 14.kralı İşpuni zamanında söz edilmiştir. İşpuni yaklaşık olarak MÖ. 828'den 810'a kadar hüküm sürmüş ve komşuları olan Manna Krallığının başkenti Muşaşir'i ele geçirerek krallık topraklarını fethetmişti. Daha sonra bu şehir Urartu krallığının dini başkenti yapılmış ve yavaş yavaş en kutsal şehirleri haline dönüştürülmüştü.

Peki MÖ. 860 ile 590 aralığında var olmuş olan bu devletin tanrıları nelerdir? Nasıl bir tanrı anlayışı ve panteon hakimdi?

1) HALDİ

İlk olarak Haldi isimli savaş tanrısına bakalım. Araştırmacılar Kaldi ya da Haldi isimli bu Urartu tanrısının yerel değil, devralınmış bir tanrı olduğunu söylerler. Bunun kral İşpuni döneminde kabul edilen ve tanrılar panteonunda baş pozisyona oturtulan bir tanrı olduğu konusunda hemfikirlerdir.

Aynı zamanda çeşitli kaynaklar bunun Muşaşir kasabasında tapılan, az bilinen ve Urartular şehri fethedildiğinde devralınan bir Akad tanrısı olduğu belirtilir. Haldi'nin yani baş Urartu tanrısı ve hanedanın koruyucusu olarak seçilmesinin, farklı kavimleri Urartu egemenliği altında birleştirmek ve böylece yeni bir kolektif kimlik yaratmak amacıyla yapıldığı ileri sürülmektedir.

Haldi'nin doğasının antik Yunan'ın güneş tanrısı Helios ile benzerlikleri vardır. Haldi genel olarak insanlığa her şeyi veren tanrıydı ancak savaşlar ve zaferlerle de bağlantılıydı. Savaşa girecek olan Urartu kralları ona dua ederek başarılı olmayı dilerlerdi.

Haldi genel olarak bir aslanın tepesinde duran kanatlı, güçlü bir adam olarak tasvir edilmişti. Tapınaklarının en büyüğü Muşaşir'de bulunuyordu ve bu tapınak genel olarak yay, mızrak, kılıç, balta, kalkan gibi savaş aletleri ile süslendiğinden "silah evleri" olarak adlandırılıyorlardı. 

Kaldi isminin Hurri dilinde "yüksek" anlamına gelen "Haldi" kelimesiyle ilişkili olabileceği üzerinde durulur. Hurrice, Hurriler tarafından konuşulan, soyu tükenmiş bir Hurri-Urartu dilidir. Bu durum Urartu panteonunun büyük kısmının yerli olmadığının, Hurri, Hitit, Akad, Luvi ve diğer komşu kültürlerin panteonlarından alındığı fikrini destekleyen başka bir örnektir.

Urartu kralları, Urartu ile ilgili tüm arkeolojik buluntularda en çok öne çıkan tanrı olan Haldi'yi onurlandırmak için dikilitaşlar dikmiş ve zaferlerini üzerlerine yazmışlardır. 

Bazı yazıtlarda Kaldi'nin karısı, belirsiz bir tanrıça olan Bagmaştu iken karısı olarak çoğunlukla tanrıça Arubani'ye atıf yapılmıştır.

2) ARUBANİ

Baş tanrı Haldi'nin karısı olan Arubani, Urartuların bereket ve sanat tanrıçasıydı. Aynı zamanda sanatkarların koruyucu tanrısı olduğu da kuvvetli bir ihtimaldir.

Oturan, ellerini kullarına bir şeyler verir şekilde kaldırmış, bir eliyle doğurganlığın simgelerinden olan ağaç dalını tutmuş şekilde tasvir edilmiştir. Bazıları onun Ermeni tanrıçası Anahit'in erken, proto varyantı olduğunu öne sürmüşlerdir. Arubani gibi Anahit de bereket, şifa, bilgelik ve su tanrıçasıydı.

Arubani'nin adı, Varubani veya Uarubani gibi farklı şekillerde de görülebildiği gibi bazı Asur metinleri onu tanrıça Bagmaştu ile ilişkilendirmiştir.

Baş tanrı Haldi'nin ve dinin merkezi olan Muşaşir aynı zamanda eşi Arubani'nin de ibadet merkeziydi.

3) TEİŠEBA

Teispas olarak da bilinen Teiseba önemli bir Urartu tanrısıydı. Gök gürültüsü, yağmur gibi hava durumlarıyla ilişkiliydi hatta bazen savaşla bile bağdaştırıldığı oluyordu.

Bazı kaynaklar bunun panteondaki 3. tanrı olduğunu söyler ve aynı olmasalar bile Asurluların yağmur tanrısı Adad'a özellikle de Hurrilerin fırtına ve yağmur tanrısı Teşub'a oldukça benzerdir.

Urartular bu tanrılarını onurlandırmak için Teişebaini şehrini inşa etmişlerdi. Kökenleri MÖ.7.'yy'a kadar dayanan bu kasaba Ararat Vadisi'nde bulunuyordu. 1939'da bölgede yapılan ilk kazılarda bu tanrıya adanmış birçok tapınak kompleksi, üzerinde adının bulunduğu heykelcikler ve yazıtlar ortaya çıkmıştı. Elinde disk şeklinde bir gürz, diğer elinde savaş baltası tutan ve üzeri boğa boynuzlu bir savaş miğferi kuşanmış şekilde tasvir edilmiştir. Bunlar onun savaş ve gök gürültüsü yönlerini simgeleyen sembollerdi.

Karısı, Hurrilerin tanrıçası Hebat ile bağlantılı olan Huba idi. Hebat "tüm canlıların" ana tanrıçasıydı ve muhtemelen Huba'da benzer role sahipti. Ancak tanrıça Huba hakkında fazla bilgi bulunmamakta.

4) ŠİUİNİ 

Daha çok Şivini adıyla bilinen Siuini bir başka büyük Urartu tanrısıydı. Teişeba ve Haldi ile birlikte Urartu teslisini oluşturuyorlardı. Genellikle uzun saçlı, tek dizi üzerine çökmüş ve başının üzerinde güneş diski tutan genç bir adam olarak tasvir edilmiştir. Bu yönleriyle bir Hurri tanrısı olan Simigi ile oldukça benzerdir. Bilgelik ve adalet tanrısı olan Şivini'nin Asur güneş tanrısı Şamaş'ın Urartu varyantı olduğu görüşünde olanlar vardır.

5) SELARDİ (SİELARDİ)

Bir başka tanrı, kısmen tanımlanabilmiş ve Urartular için büyük önem arz eden Selardi'dir. Adının Melardi olabileceğine ve bir ay tanrısı olduğuna dair kanıtlar vardır. Araştırmacılar bu tanrının kadın mı yoksa erkek mi olduğu konusunda ikiye bölünmüşlerdir. Kimine göre Selardi adı "kadın, kız kardeş" anlamına gelen "Siela" ile "güneş tanrısı anlamına gelen "Ardi"nin karışımıdır. Eğer bu doğru ise bir tanrıça olan Selardi, güneş tanrısının kız kardeşi olur. Eski Yakın Doğu'da ay genellikle güneşin kız kardeşi olarak kabul edilirdi.

Ayrıca onu Urartu prensi ve efsanevi Kral I. Rusa'nın oğlu Melartua ile de ilişkilendirirler. Melardi ve Melartua isimlerinin ay anlamına gelen "meghard" kelimesinden geldiği düşünülmektedir.

Yine de kimilerine göre Selardi kadın değil erkektir ve Babil'in ay tanrısı Sin'in Urartu inancındaki karşılığıdır.

Bunların yanı sıra kara tanrıçası Epaninaue, deniz veya su tanrıçası Dsvininaue, dağların tanrıçası Babaninaue ve yıldız tanrıçası Sardi gibi başka tanrılar da vardı. Yerleştikleri çoğu kasabaya genellikle kendi yerel tanrı ya da tanrıçalarının adları verilirdi. Örneğin: "Kumanu'nun tanrısı" gibi.

DİNİ UYGULAMALARDAKİ TANRILAR

Arkeologlar yıllar boyunca Urartu'yu inceleyince panteonlarına ilişkin daha fazla ayrıntı ortaya çıktı. Yine de keşfedilen tanrıların birçoğunda dair bilgiler hala yüzeyseldir ve bazı dağınık isimler ve detayların yanı sıra bu tanrı ve tanrıçalar hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Bu isimlerden bazıları, tanrıça İştar'ın olası Urartu versiyonu olan toprak tanrısı Saris ve Kral III. Rusa'nın hizmetkarı olduğunu belirttiği gizemli bir tanrı olan Šebitu'dur.

Urartu kültürünün tüm yönlerini bir bütün olarak incelediğimizde, panteon ve dinin Urartu yaşamının birçok yönüne yansıdığını görebiliriz. Elbette Urartu kralları ve liderleri için din, birçok kabileyi kendi yönetimleri altında birleştirmelerine ve bir bakıma yönetimlerini merkezileştirmelerine olanak sağlayan önemli bir araçtı.

Urartu Krallığı'nın kralları, kayalık burunlar üzerinde bulunan, genellikle kayaya oyulmuş ve mağara şeklinde olan gösterişli ve büyük mezarlara gömülürdü. Bunun bir örneği dağın içine oyulmuş birçok odanın bulunduğu başkent Tuşpa'daki kraliyet nekropolüdür. Tuşpa günümüzdeki Van şehridir.

Bu gösterişli ve zengin mezarların inşası kesinlikle çok çaba gerektirmiştir ve çoğunun bir, iki veya üç odası vardır. Ne yazık ki bu mezarların çoğu devasa taş levhalarla kapatılmış olmalarına rağmen antik çağda yağmalanmıştır. Ancak içlerinde kalan çok az şey bize Urartu tanrılarına derin bir saygı duyulduğunu göstermeye yetiyor.

Ayrıca bozulmamış mezarlar Urartuların dini inançlarının büyük bir kısmını ortaya koymaktadır. Silahlar, kalkanlar, kaplar ve mobilyalar da dahil olmak üzere enfes mezar eşyalarıyla birlikte taş lahitlere gömülmüşlerdir. Bu onların belki de baş tanrılarından biriyle bağlantılı olan bir öbür dünyaya inandıklarını gösterir.

KURBAN GELENEĞİ

Urartu tanrıları dini sanatta da yer almıştır. Örneğin üç baş tanrı olan Kaldi, Şivini ve Teişeba bronz figürler kullanılarak en çok temsil edilenler olmuşlardır. Bu bronz figürler Urartuların tanrıların fiziksel görünümlerini nasıl tasavvur ettiklerine dair mükemmel örneklerdir.

Ayrıca bir çoğu tanrıça temsilleri olan, hayvan kemiklerinden yapılmış, kimliği belirsiz bazı figürler de bulunmaktadır. Temsil edilen yaratıklar arasında akrep-adam, kuş-adam veya balık-adam gibi melez formlar görülür. Bunların iblisler, efsanevi yaratıklar veya tanrılar olup olmadığı bilinmiyor. Fakat bu melezlerin genellikle depoların ve diğer nesnelerin duvarlarına çizilmiş olduğu göz önünde bulundurulursa bu durum onların bir tür koruyucu ruh olduğunu gösterir.

Birçok antik dinde olduğu gibi kurbanlar Urartuların günlük dini yaşamının önemli bir parçasıydı. Urartular kurban olarak değerli eşyalarını sunarken aynı zamanda keçi, inek, koyun, boğa gibi çeşitli hayvanları da kurban ediyorlardı. Örneğin Haldi bir savaş tanrısı olduğundan ona değerli silahlarını, örneğin baltalarını sunuyorlardı. Bununla bağlantılı olarak II. Sargon zamanında yapılmış bir antik Asur yazıtı Muşaşir kentinde tanrı Haldi'nin tapınağında depolanan büyük silah yığınlarından bahseder. Yazıt tapınakta bulunanları şöyle anlatır:

"25.212 bronz kalkan, 1.514 bronz cirit ve 305.412 kılıç... Altından yapılmış büyük bir kılıç, bele takılabilen bir silah, altın işlemeli 96 gümüş mızrak, gümüş yay ve cirit, 12 ağır kalkan, 33 gümüş savaş arabası..."

Diğer kurban ve adakların çoğu devasa bronz kazanlar kullanılarak yapılırdı. Bu gösterişli bronz kaplar muhtemelen büyük miktarda şarap, bal likörü veya tanrıları yatıştırmak için sunulan diğer önemli yiyecekleri içeriyordu.

Urartu'da var olan kültür şimdilik bir sır olarak kalsa da zamanla bu kültüre dair yeni kanıtlar ortaya çıkıyor. Çok sayıda Urartu bölgesinde arkeolojik kazılar devam etmekte. Dolayısıyla şimdilik tanrıları hakkında çok şey bilmesek bile ilerleyen yıllarda çokça yeni bilgi edinilecektir. Gerçekleşecek yeni keşifleri sabırsızlıkla bekliyorum.

ŞEYTAN ÇIKARMA : GEORGE LUKİNS'İN İBLİSLERİ

Hazırlayan: A.Kara

18 YIL BOYUNCA ŞEYTANIN ELE GEÇİRDİĞİ SÖYLENEN ADAM : GEORGE LUKİNS

Paranormal olayların gerçek olup olmadığı ve bu olaylara dair anlatılar her zaman insanlar için merak konusu olmuştur. Yıllar boyunca doğrudan şeytani ele geçirme ile bağlantılı olmayan pek çok doğal olmayan olay rapor edilmiştir.

Tarihin tozlu sayfaları arasında yer alan ve özellikle Hristiyanlar için kafa karıştırıcı durum haline gelmiş olan bir olay da George Lukins'in şeytani ele geçirilmesidir. Lukins aynı zamanda "Yatton Daemoniac" olarak biliniyordu.

Aslına bakarsanız George Lukins vakası o zamanlar da iyi biliyordu ve 1778'de İngiltere'de büyük popülerlik kazanmıştı. Garip vakalardan biri olan bu olayın ne olduğunu öğrenebilmek amacıyla şeytani ele geçirme olduğu söylenen bu olayın derinliklerine inelim.

Kariyerindeki en tartışmalı davalardan biri ile karşılaşan rahip Joseph Easterbrook İngiltere, Bristol'deki Tapınak Kilisesi'nde bir Anglikan papazıydı. 31 Mayıs 1778'de cemaatinin bir üyesi sıra dışı bir istekle ona geldi. Anlattığına göre kilise cemaatinden olan Sarah Baber yakın zamanda Somerset yakınındaki Yatton kasabasını ziyaret etmiş ve bir adamın açıklanamayan duruma maruz kaldığına tanık olmuştu.

Söz konusu adamın 40 yaşlarındaki bir terzi olan George Lukins olduğunu belirtmiş, adamın günlük nöbetler geçirdiğini, bu nöbetler sırasında farklı ses tonlarında yüksek sesle şarkı söylediğini ve çığlıklar attığını anlatmıştı. Nöbet geçirirken çıkardığı bazı sesler insan sesine benzemiyordu. Lukins ayrıca saldırgan tavır takınıyor, küfürler ediyor, tanımlanamayan sözler söylüyor ve iğrenç tutumlarda bulunuyordu. Kadının dediğine göre Lukins trans halindeyken kendine doktorların yardım edemeyeceğini de söylemişti. [1]

Sarah olaydan uzun yıllar önce Yatton'da yaşayan bir kadındı ve Lukins hakkında farklı bir izlenim oluşturmuştu. Lukins'in düzenli olarak kiliseye giden, dindar ve toplum tarafından iyi olarak bilinen bir adam olduğunu doğruluyordu. Fakat Lukins'in şeytan tarafından ele geçirilme sürecinin 18 yıl önce başladığını söylüyordu. Yani kadının dediğine göre adam tam 18 yıldır şeytani bir hakimiyet altındaydı.

Lukins'in ele geçirilmesine dair birçok açıklama var. Bunlardan birine göre ailesi onu birkaç doktora götürmüş ancak tüm çabalarına rağmen düzensiz davranışının nedenini bulamayınca olanları hayal kırıklığıyla karşılamışlardı.

Lukins'in Londra'daki Aziz George Hastanesinde 18 ay boyunca gözlem altında tutulması bile önerilmişti. Bu hastanede 20 hafta kaldıktan sonra tıp camiası onun tedavi edilemez olduğu söylemişti. Nöbetleri geçmiyordu ve halkın hakkında yaydığı dedikodular kısa sürede onu lanetlemiş, büyülenmiş veya bir iblis tarafından ele geçirilen adam olarak damgalamıştı. [2]

Anlatılana göre aslında Lukins'in kendisi de geçirdiği nöbetler konusunda şaşkındı. İfadesine göre, ele geçirilmesi bir Noel Baba oyununda rol aldığı sırada başlamıştı. O yıllarda genç olan Lukins sokakta ilerlerken birinin ona çok sert bir tokat attığını görmüş ve bilincini kaybederek yere yığılmıştı.

O sıralar adamı tanıyanlar onun alkol tükettiğini söylüyor ve kimileri onun yediği bu tokada "ilahi tokat" diyordu. Tokat olayından kısa bir süre sonra adam nöbetler geçirip anormal davranışlar gösteriyor, nöbet sırasında köpek gibi havlıyordu. Özellikle sağ elinin açıklanamayan ve güçlü bir şekilde seğirdiği söyleniyordu. [1]

George Lukins'in yerel toplumun lanetli olduğunu söylemeye başlaması çok uzun sürmemişti. Ayrıca kendisine yedi şeytanın musallat olduğunu ve bunları ortadan kaldırabilmek için 7 din adamının gerekli olduğunu iddia ediyordu. İşte tüm bu olaylar sonucunda Sarah Baber adlı kadın Lukins'i Bristol'e getirmek için düzenlemeler yapan peder Easterbook'a başvurmuştu.

Peder Easterbrook, Bristol'e varır varmaz Lukins'i inceler. Adamı incelemek için toplanan meslektaşları ile birlikte gördükleri karşısında şaşırırlar. Lukins'in sergilediği ifadeler, tuhaf sesler ve saldırganlıkla birlikte seyreden açıklanamayan kasılmalar rahibi ve bazı meslektaşlarını bunun gerçek bir ele geçirilme vakası olduğu konusunda ikna eder. Ancak rahibin meslektaşlarından bazıları adamın bir varlık tarafından ele geçirildiğinden şüpheliydiler.

Şeytan çıkarma ayininin gerekli olduğu söyleniyor, diğer yandan o dönem yayınlanan bazı makaleler bunu eleştiriyor ve adamın aslında epilepsi ve Aziz Vitus'un dansı rahatsızlığına sahip olduğunu söylüyordu. Aziz Vitus'un dansı denen rahatsızlığın diğer adları Aziz John'un dansı, Koreomanya (choreomania) veya Dans Vebası'dır. İnanışa göre bu rahatsızlığa neden olan şey Aziz Vitus'un ya da Vaftizci Yahya'nın lanetiydi. Sırf bu yüzden lanetten kurtulmak umuduyla Vaftizci Yahya'ya dua ediyor ya da Aziz Vitus'a adanmış yerlere hac ziyareti yapıyorlardı. Bu rahatsızlık Kara Veba'dan birkaç yıl sonra meydana gelmiş, tedavi edilemedikleri görülünce hasta insanların çoğu yalnızlığa terk edilmiş ya da kasabalardan kovulmuştu. [1][3]

Bu rahatsızlık 17.yy'da "Sydenham chorea" adını almıştır. Bu bir sinir sistemi hastalığıdır ve vücudun kontrolsüz hareket etmesine neden olur. Bazı bilim insanları bunu "kolektif zihinsel bozukluk" ve "kolektif histerik bozukluk" olarak tanımlamışlardır. Yine de büyük bir kitle bunu iblislerin veya şeytanın ele geçirmesi olarak görmüş ve tıpkı rahip Easterbrook gibi şeytan çıkarmaya başvurmuştur.

Rahip, Lukins için dua etmek ve bir şeytan çıkarma ayini gerçekleştirmek için bölgedeki John Valton ve John Wesley gibi Protestan mezhebi üyelerinden yardım istedi. Rahip olayla ilgili tüm söylentileri susturmak amacıyla yerel bir gazete olan Bristol Gazette'de şeytan çıkarma ile ilgili bir açıklama yayınladı. Kayıtlar George Lukins'in şeytan olduğunu ve Te Deum'un ters bir varyantını söylerken şiddetli öfke nöbetleri sergilediğini iddia ettiğini belirtiyordu.

Daha iyi anlaşılması için kısa bir bilgi vereyim. Te Deum, Latince "Te Deum Iaudamus" yani "Seni, Ey Tanrı, Övüyoruz" adlı Latince bir Hristiyan ilahisidir. "Ambrose" İlahisi olarak da bilinir. Rahibin iddiasına göre Lukins nöbetleri sırasında bu ilahiyi tersten okumakta yani güya tanrıya hakaret etmektedir. [4]

Lukins'i ziyaret etmeye gidenlerden biri, adamın uzun kasılmalar geçirdiğini, kasılma sonrası içindeki iblisin dile gelerek öfke içinde birkaç kez "ruhunu cehenneme gönder" dediğini, "buraya gelerek benim otoritemden kurtulabileceğini mi sandın?, Hepsi boşuna. Cehennemdeki şeytani inimin üzerine yemin ederim ki bu sana her zamandakinden on bin kat daha beter acı verecek!" gibi sözler sarf ettiğini ve akabinde bir süre donakalan adamın bu sözleri alaycı şekilde tekrarladığını, kadınsı ses tonuyla çeşitli şarkılar söylediğini, küfürler ettiğini, bunları yaparken sesinin başka tonlarda çıktığını anlatmıştı.

Rahip Easterbrook'un ricası üzerine şeytanın ele geçirdiği söylenen adam için dua etmeyi kabul eden John Wesley, Protestan üyelerinden başka bir rahip ile temasa geçmişti. Rahip gönderdiği mektupta şöyle diyordu:

"Bir süre önce yedi bakandan birinden George Lukins için dua etmemi isteyen bir mektup aldım. Tanrı'nın önünde haykırdım, "Rab, ben böyle bir işe uygun değilim; bir şeytanla karşılaşmaya inancım yok." Fakat güçlü bir şekilde uygulandı, "Tanrım bu senin kudretindir". Buluşmamızdan bir gün önce Lukins'i görmeye gittim ve öyle bir inanç buldum ki, ona işkence ettiğini söylediği yedi şeytanla karşılaşabildim. Hiç şüphem yoktu, kurtuluş gelecekti. Tanıştığımızda Rab duayı duydu ve yoksulu kurtardı." - John Valton [5][1]

Protestan şeytan çıkarma ayinleri iblisin vücudu terk etmesi için uygulanan emirler, övgüler ve ayinler de dahil olmak üzere Katolik şeytan çıkarma ayinlerine benziyordu. Dualar ve ilahilere emirler eşlik etmek zorundaydı ve bu süreç Kutsal Üçleme yani "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına" formülü kullanılarak şeytanın kovulmasıyla sona ererdi.

1788 yılında, adam 44 yaşındayken bir şeytan çıkarma düzenlenmişti. Anlatılanlara göre din adamları iblise Lukins'in bedenini terk ederek cehenneme geri dönmesini emrettikten sonra adam normale dönmüş gibi görünüyordu. Rahip Easterbrook'un kayıtlarına göre adam Rab İsa'yı övmüş, duasını okumuş ve çabalarından dolayı din adamlarına teşekkür etmiştir. [1]

İŞİN ASLI

Fakat tüm bu anlatılara rağmen konudan şüphe duyanlar ikna olmamışlardı. Lukins hakkındaki hikaye yayınlandıktan hemen sonra Yatton'da yaşayan ve onu tanıyan birçok insan ortaya çıkarak ele geçirilme hikayesinin uydurma olduğunu söyledi. Lukins o bölgede vantrilokluk yani karından konuşma ve taklit yeteneği ile tanınan, bilinen biriydi ve görünüşe göre biraz da hastalık hastasıydı.

Çok geçmeden ülke çapındaki din adamları ve tıp doktorları bu vakayı tartışmaya başladılar. Genel fikir birliği rahipler aleyhindeydi. Lukins hakkında çeşitli teoriler ortaya atıldı. Bunlar adamın ağır bir hastalık hastası olduğu (Hipokondriya), sara hastası olduğu hatta bir köpek tarafından ısırıldığı gibi çeşitli iddialardı. 

Davanın üzeri kapanmamıştı ve rahip Easterbrook dolandırıcılık ile suçlanıyordu. Bunun üzerine rahip 1788'de "Yatton Daemoniac" olarak bilinen bir inceleme yazarak kendini ve diğer rahipleri haklı çıkarmaya ve sahtekarlık suçlamalarından kurtulmaya çalışmıştı. [6][7]

Şeytan çıkarma ayininin ardından iyileştiği söylenen Lukins resmen ortada kalmıştı. Yatton'a dönmüştü ama ısrarla Bristol'e dönmek için girişimde bulunuyordu. Parasız kalmıştı ve Bristol'deki hiç kimse onun yol parasını ödeme niyetinde de değildi. Bu yüzden Yatton kasabasında kalmıştı. Dilenerek ve küçük kitaplar satarak yoksulluk içinde yaşayan adam Şubat 1805'te ölmüş, ölüm nedeni hakkında bilgi verilmemişti.

Rahip Easterbrook'a gelirsek, modern çağdaki insanların bu şeytan çıkarma olayına inanmakta zorluk çekeceğini söylüyordu. Anlatılanların ne kadar doğru olduğu ve Easterbook'un tanıklığının ne kadarına inanılabileceği kişinin kendisinin bileceği bir iş. Bana göre 7 iblisin ele geçirdiği söylenen adam muhtemelen hem epilepsi hastası hem de içinde yaşadığı toplumun din masallarından fazlasıyla etkilenmiş, sıyırma noktasına gelmiş ve kendini içine iblislerin girdiğine inandırmış birisiydi. Hastalık hastası olması ise tüm bunlara daha da uygun bir zemin hazırlıyordu. Kendini şartlandırdığı ve inandırdığından dolayı şeytan çıkarma ayini sonrasında iyileşiyor çünkü iyileştiğine inanıyor. Hatta belki de rahipler hile yaparak, bir hikaye kurgulayarak adamı kullanmış daha sonra onu bir köşeye atmışlardı. Rahipler ve medya popüler hale gelen bu olayı halkı korkutmak ve dine bağlamak için ballandıra ballandıra anlatmışlardı.

O gün ve bugün bile hala şeytan çıkarma için birçok insan kiliseye, rahiplere başvuruyor. Üstelik bunlardan bazıları ölüyor ya da kolu, bacağı kırılarak hastanelik oluyor..

MİTOLOJİLERDE TUTULMALAR (GÜNEŞ TUTULMASI, AY TUTULMASI)

Hazırlayan: A.Kara

MİTOLOJİLERDE TUTULMALAR (GÜNEŞ TUTULMASI, AY TUTULMASI)

Dünya genelinde binlerce farklı kültür sahip oldukları inanışlar gereği güneş ve ay tutulmalarına dair farklı efsaneler üretmiş, değişiklik gösteren inançlara sahip olmuşlardır. Bu makalede kültürel efsanelere özetler halinde değinerek keyifli bir dünya turu yapacağız.

Türk-Moğol Mitolojisi

Türk mitolojisinde Yelbegen* adlı çok başlı, insan yiyen, yılan benzeri bir ejderha vardır. Yel "rüzgar, büyü, şeytani" gibi anlamlara gelirken böke teriminden türeyen "begen" "dev sürüngen, ejderha" demektir. Zaman içinde farklı formlara girerek ogre benzeri birçok kafası olan devasa bir canavara dönüşmüştür. İnsanları yiyen devler aynı zamanda atların da düşmanıdır ve onları yerler. Koca ağızlı, uzun dişli ve koca kulaklı bu yaratıkların farklı türleri vardır.

Moğol dünyasında "Yelmogus" olarak geçer (mogus = böke). Fakat Moğol varyantı Altaylardan farklı olarak doğası gereği ejderhalardan ayrı ve onlara zıt kutuplu bir yaratıktır. Genellikle karanlık ve düşmanca yerlerde yaşayan bu yaratık, saf kötülüğe, korkunç görüntüye sahip, erişilemeyen yerleri koruyan bir canavardır. 3,7 veya 9 başlı olarak bahsedilen bu yaratık ateş püskürtür. İnsanüstü güce ve üstün büyü yeteneğine sahip, çok zeki, zengindir. Çocuk yapabileceği doğurgan kadınlara karşı şehvet besler. Buna rağmen saygı duyulan bir yaratıktır ve tamamen kötü bir yaratık olarak kabul edilmez.

Bir Altay efsanesine göre Yelbegen adlı 7 kafalı yaratık Güneş ve Ay'dan intikam alarak onları yer. Bu dev yaratık bazen yıldızları ağzında çiğneyip parçalara ayırıp tükürürdü. Bu yüzden yıldızlar ondan uzaklaşarak göğe kaçardı. Tanrı Ülgen onu durdurmak için yaratığa oklarını fırlatırdı. Bu inanıştan dolayı Ay tutulması gerçekleştiğinde Altay Türkleri "7 başlı dev Yelbegen yine Ay'ı yedi" derlerdi. [1] [2] [3]

* Diğer adları: Yilbegan, Yilbeğen, Yelbeğen, Cilbeğen'dir. Tatar dilinde Cilbegan'dır. Yegen ya da Yeken olarak kısaltılır.

Doğu Asya ve Çin Mitolojisi

Çeşitli Doğu Asya efsanesinde Güneş'in veya ayın bir hayvan tarafından yendiği düşüncesi vardır. Suç genellikle köpek, 3 ayaklı dev bir kurbağa, jaguar ve diğer çeşitli canlılar üzerine atılırdı. Çin kültürü de aynı düşünceye sahipti. Çince'de tutulma için en temel kelime (日食) re shi'dir ve "Güneşi yemek" anlamına gelir.

Antik Çin'de Güneş tutulmalarının genellikle göksel bir ejderhanın Güneş'le yüz yüze gelip onu yutmasıyla gerçekleştiğine inanılıyordu. Bu yüzden eski Çin'de tutulmadan bahseden kayıtlarda "Güneş yendi" yazdığı görülür. Bu inanıştan dolayı insanlar ejderhayı korkutup Güneş'i kurtarmak için tutulma boyunca davul çalıyor, bağırarak yüksek sesler çıkarıyorlardı.

Çeşitli Çin toplumlarında insanlar bir ejderha veya vahşi hayvanlar Ay'ı yiyemesin diye çan çalıyorlardı. Bu inanç sadece sıradan halk arasında uygulanmıyordu. Örneğin 19.yy'da gerçekleşen bir ay tutulması sırasında Çin donanması toplarını ateşleyerek ejderhayı korkutmaya çalışmıştı. Güneş bir süre sonra aynı göründüğünden bu taktiğin işe yaradığına inanıyorlardı.

Tutulma sırasında davul çalınması ve yüksek ses çıkarılması Vietnam gibi diğer Doğu Asya kültürlerinde de görülüyor olsa da onlar bunun için farklı bir neden sunarlar. Onlara göre tutulmalar efendisi uyumakta olan bir kurbağanın güneş ve ayı yutması ile gerçekleşir. Bu yüzden gürültü çıkararak kurbağanın efendisini uyandırmaya çalışırlar. Böylece uyanan sahip, kurbağasını öksürterek Güneş ve Ay'ı serbest bırakır.

Fakat belirtmekte fayda var ki eski Çin halklarının çoğu Güneş tutulmaları hakkında olduğunun aksine Ay tutulmalarından rahatsız değildi, hatta bazı kaynaklarda yazanlara göre bu sıradan bir olaydı. Ancak istisnalar olabiliyordu. Örneğin Zhou Hanedanlığı döneminde kırmızı Ay'ın yaklaşmakta olan bir kıtlık veya felaketin habercisi olduğuna inanılırdı.

Japon Mitolojisi

Japonlar tüm yaşamın, bereketin ve mahsulün kaynağı olarak kabul ettikleri Güneş tanrıçası Amaterasu'ya taparlardı. Onlara göre tanrıça gittiği zaman tutulma yaşanıyordu. Göz kamaştırıcı güzelliğinin, tatlılığının ve ne kadar faydalı olduğunun anlaşılması için ona aynaların gösterilmesi gerekiyordu. Bu farkındalık onu tekrar ortaya çıkarak dünyaya fayda sağlamaya teşvik edecekti.

Yerli Avustralya Mitolojisinde

Avustralya'da yüzlerce Aborjin grubu olduğundan tutulmaların gerçekleşme nedenlerine dair farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır. Bunlar o kadar fazladır ki hepsini tek bir çalışmada ele almak mümkün değildir. Aralarından bazılarına özet olarak değinelim:

* Birkaç Avustralya yerli grubuna göre Güneş kadın, Ay ise erkektir. Kadın olan ve Yhi olarak adlandırılan Güneş'in Bahloo adındaki Ay'ı takip ettiğine inanırlar. Bunlar tıpkı insanlar gibi zaman zaman birbirleri ile kavga ederler. Örneğin Bahloo yani erkek Ay, kadın olan Güneşin ona sırnaşıp yaklaşmasından hoşlanmadığında, rahatsız olduğunda kavgaya tutuşurlar. Bundan rahatsız olan Yhi, Bahloo'yu öldürerek intikam almaya çalışır. Ancak Bahloo göksel olaylarla ilgilenen birtakım ruhlar tarafından kurtarılır. Bazı efsanelerde ikisi de birbirine aşık çifttirler.

* Yolngu (Yolŋu) halkına göre tutulma, güneş ile ay arasındaki cinsel birlikteliğin sonucudur. Güney Avustralya'daki Virangu (Wirangu) halkı da benzer bir inanışa sahiptir. Hatta onlara göre karı koca olan güneş ve ay cinsel birliktelik yaşarken bir ruh gelerek onların mahremiyetini insanlardan gizlemek için güneş ve ayı perdeler.

* Bir diğer Aborjin inanışı tıpkı Araplarda da görüldüğü gibi tutulmaların yaklaşmakta olan bir felaketin, kötü alametin, hastalık ve ölümlerin habercisi olduğudur. Hatta kara büyünün bile işareti sayılmıştır. İnsanlar tutulmada yaşanacak kötülükleri önlemek için reçeteler yazmış, ilahiler söylemiş, güneşe kutsal taşlar ve bumeranglar fırlatmışlardır. [4]

* Başka bir Aborjin grubu olan Vardaman halkı tutulma gerçekleştiğinde bir şeyin güneşin üzerini kapadığını biliyorlardı. Ama onlara göre bunu yapan Tia [5] adında devasa bir karatavuktu. [6] Diğer Aborjin gruplarına göre bu olayın nedenleri arasında pelerinlerini güneşin üzerine koyan ya da güneşin önünü kapamak için dağları ve tepeleri hareket ettiren büyücüler [7] , güneşi eli veya vücuduyla kapatan bir adam (vaddingga) yer alır. [8] [9]

* Bazı rivayetlere göre Ay yiyecek çalan ve ihtiyacından fazlasını tüketen bir varlıktır. Bu onu daha da şişman yapar. Çaldıkları yüzünden cezalandırılarak kesilir; böylece ölene kadar giderek incelir. Aynı döngü bu şekilde devam eder. Bu inanış insanlara açgözlülüğün kötü sonla sonuçlanabileceğini anlatan bir ibret olarak kabul edilir. [9]

* Yirkle kabilelerine göre tutulmalar Ay'ın hastalanmasının sonucudur.

* Bir diğer görüşe göre tutulmaların nedeni çeşitli kötü ruhların güneş üzerine yerleşmeleri, onu karanlığa boğmalarıdır. [9]

Maya ve İnka Mitolojisinde

Maya ve İnka mitolojisine göre Ay tutulmasının ve ayın kırmızıya bürünmesinin nedeni bir jaguarın ayı yutmasıdır. [10] İnkalar Ay'ı yiyen jaguarın dünyaya inip tüm hayvanları yemesinden korkarlardı. Onun bunu yapmasını engellemek için jaguarı korkutmak amacıyla mızraklarını, silahlarını çıkarıp Ay'a doğru bağırırlardı.

Mezopotamya ve Mısır Mitolojisinde

Mezopotamyalılara göre Ay tutulmasının nedeni 7 iblisin saldırısıydı. Bu saldırı sadece gökyüzü ile sınırlı kalmıyor aynı zamanda eş zamanlı olarak yeryüzündeki kralın saldırıya uğraması şeklinde algılanıyordu. [10] Kralı saldırıdan kurtarmak için sahte bir kral ilan eder ve bu zavallı adama saldırırlardı. Tutulma bittikten sonra kukla kral zehirlenir veya öldürülürdü.

Babilliler de tutulmanın kötü alamet ve işaretler olduğuna inanmış, krallarının ölümünün bir göstergesi olabileceğini düşünmüşlerdi. [11] Bu yüzden tutulma gerçekleşirken kralı korumak gerekirdi. Asıl kralın yerine kral gibi giyinmiş sahte bir kral yerleştirirdi. İblislerin sahte kralı gerçek kral zannedecekleri ve eğer herhangi bir felaket olacaksa bunu yaşayacak olanın sahte kral olduğuna inanıyorlardı.

Öte yandan erken Mısır tarihlerine ait bazı kayıtlar onların göklerin tanrıçası olarak kabul ettikleri Nut* adlı bir tanrıçaya tapındıklarını göstermektedir. Her gece güneşi yediğine ve ertesi sabah onu tekrar doğurduğuna inanılıyordu. [12] Tutulmalar onunla ilişkilendiriliyordu.

* Diğer adları Nu ya da Nuit'dir.

Arap Mitolojisinde

İslam öncesi Araplara göre tutulmalar biri öldüğünde veya doğduğunda gerçekleşiyordu. [13] Gökler onların dünyadaki olaylarla ilgili duygu ve hislerini gösterme yoluydu.

Eskimo Mitolojisinde

Inuit (Eskimo) halkları Grönland, Kanada ve Alaska'nın arktik bölgelerinde yaşayan bir dizi yerli halktır. Kültür olarak benzer oldukları kabul edilir. Onların inanışlarına göre tutulmalar erkek ve kız kardeş olan iki tanrı [14] arasındaki kavga sonucu gerçekleşir. Güneş tanrıçası Malina'nın erkek kardeşi olan Ay tanrısı Anningan'a kızarak uzaklaştığına inanırlar. Ancak her defasında abisi onu yakalamayı başarıyordu. Bu da bir tutulmaya neden oluyordu. İnanışa göre bu tanrılar birbirleri ile iyi anlaşamadığından her yıl tutulmalar olmaya devam ediyor.

Kızılderili Mitolojisinde

Birçok Kızılderili toplumu olduğundan tutulmalara karşı çeşitli inanışları vardır. Örneğin Pomo halkına göre tutulmalar bir kavganın sonucuydu ama bu kavga dev bir ayı ile güneş ve ay arasındadır. [15] Ayı kavgadan dolayı kızgındır ama Güneş değildir. Duruma öfkelenen ayı Güneş'i ısırır. Daha sonra Ay'ı da ısırır. Bu yüzden Pomo dilinde "tutulma" için kullanılan kelime "ısırılmış" anlamına gelir. Bazı düşünürlere göre ay tutulmasının neden güneş tutulmasından iki hafta sonra gerçekleştiğini ancak bu şekilde açıklayabilmişlerdi.

Çoktav halklarının inanışına göre kötü bir sincap Güneş'i kemirerek Güneş tutulmasına neden olur. [16] İnsanların çığlık atarak ve feryat ederek sincabı korkutup uzaklaştırması gerektiğine inanırlar.

Ojibva ve Kri efsanelerine göre için için yanan bir cüce Güneş'ten intikam almak ister. Güneşi tuzağa düşürüp yakaladığında dünyada bir tutulma görülür. [17] Birkaç hayvan yakalanan Güneş'i kurtarırlar ancak bunların arasında ipleri keserek güneşi serbest bırakacak dişlere sahip olan hayvan faredir. Onun ipleri kesmesi ile tutulma bittikten sonra güneş tekrar serbest kalır.

Başka bir Kızılderili kabilesi olan Çippeva halkı sönen güneşi yeniden tutuşturmak için gökyüzüne yanan oklar atardı. [18]

Perulular aynı uygulamayı güneşi engelleyen hayvanı korkutup uzaklaştırmak için yapıyorlardı.

Hupa ve Luiseno kabileleri tutulma sırasında Ay'ın hastalandığına, eşleri veya kabile halkı tarafından iyileştirilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu nedenle iyileşmeyi kolaylaştırmak için şiirler ve ilahiler söylerlerdi.

Afrika Mitolojisi

Togo'da yaşayan Karaçi halkı güneşin ay ile evlendiğine inanır. Bu ikisinin birlikteliğinden birçok yıldız doğar. Ancak ikili bir süre sonra anlaşamaz ve birbirlerinden ayrılırlar. Gökyüzünde görülen çoğu olay onların etkileşimlerinin sonucudur. Ay Güneş'in alanına girdiğinde Güneş ile birlikte kalan yıldızlar eski anneleriyle ve onunla birlikte giden yıldızlarla savaşırlar. Bunun sonucunda yağışlar ve fırtınalar meydana gelir. Kavganın uzamasını istemeyen anne onlara çok renkli dokuma bir kumaş olan gökkuşağını gönderir.

Bazen ise Güneş eski karısının alanına girerek onu yakalar ve yemeye çalışır. İnsanlar bunu bir güneş tutulması olarak görür. Bu yüzden güneşi korkutmak ve Ay'ı yutmasını engellemek için davul çalarlar.

Afrika'da yaygın olan başka bir efsaneye göre tanrıçanın doğurduğu ikiz tanrı vardır. Dişi olan Mavu, erkek olan Lisa'dır. Bu ikiz kardeşler sevişmek için bir araya geldiklerinde tutulma gerçekleşir.

Hint Mitolojisi

Bhagavad Gita (Rabbin Ezgisi) ve Vişnu Puranalarında yer alan hikayelere göre Svarbhanu adlı iblisin kopmuş başı Güneş'i yer. O kopmuş başın kutsal kitaplardaki adı ölümsüz olduğu düşünülen Rahu'dur. Hindu kutsal kitaplarındaki hikayeye göre Rahu, ölümsüzlük içeceğine engel oldukları için Güneş ve Ay'dan intikam alacağına yemin eder. Sonunda ölümsüzlük içeceğini elde etse de intikam hırsıyla Güneş ve Ay'ı yakalayarak zaman zaman onları yutar. İnanışa göre bunun uzun sürmemesinin nedeni Rahu'nun bir bedeni olmamasıdır. Yani yuttuklarını aslında gerçek anlamda yutamaz, Ay ve Güneş ağzının arkasından çıkarak serbest kalırlar. Bu yüzden Güneş ve Ay'ın eski yerlerine dönmesi çok zaman almaz.

Hindular Güneş tutulması sırasında bazı şeyleri yapmazlar. Peki bu sırada uzak durdukları şeyler nelerdir, bakalım:
  • Tapınaklarda ibadet etmek ve putlara dokunmak yasaktır. Tutulma sırasında tapınak kapıları genellikle kilitli tutulur. Tutulma bittikten sonra putlar Ganj nehrinden gelen suyla yıkanırlar.
  • Bazı dindar Hindular gökten inen zararlı şeyler yüzünden o gün yemek pişirilmemesi gerektiğine inandıkları için günü oruç tutarak geçirirler.
  • Tutulma sırasında uyumak, işemek, boşaltım yapmak ve cinsel ilişki gibi temel insani ihtiyaçlar yasaktır.
  • Şeytanların özellikle bu zamanlarda hamile kadınları aradığına inanılır. Bu nedenle dışarı çıkmamalı ve mutfakta iş yapmamalıdırlar. Bazıları bağdaş kurup oturmalarını bile yasaklar. Tutulmanın hamile kadınlar ve bebekleri üzerinde etkili olduğu yönünde bilimsel bir dayanak olmasa da başka kültürlerde de benzer inanışın var olduğu görünür.

Güneş tutulması sırasında yaptıkları ise şunlardır:
  • İlahiler, şarkılar ve mantralar söyleyerek kendilerini tutulmanın kötü etkilerinden korumaya çalışırlar.
  • Eğer tutulmadan önce yemek artıkları bitirilemezse üzerlerini kapaklarla kapatır ve yanlarına bazı yapraklar koyarlar. Genellikle fesleğen ve tulsi yaprakları kullanılır.
  • Ganj nehrinin arındırıcı olduğuna inandıkları için Hindu rahipleri insanların bu nehirde yıkanmasının onları tutulmanın kötü etkilerinden arındıracağını söylerler. Bazı ev eşyalarına da Ganj nehrinden aldıkları sudan serperler. 

Yunan Mitolojisi

Greklere göre Güneş tutulmasının nedeni tanrının kızgın olduğunun işaretiydi. Bunu kıyamet ve yıkımın başlamak üzere olduğunun göstergesi olarak görmüşlerdi. Bu yüzden tanrıyı kızdıracak eylemlerden kaçınmalıydılar.

Yunan tarihçi Heredot'un kayıtlarına göre bir zamanlar iki azılı düşman olan Lidyalılar ve Medler Anadolu'nun kontrolünü ele geçirmek için savaşmaktayken Güneş tutulması olur. Gündüz aniden günün karardığını görüp tanrının kızdığını düşünerek savaşın sona ermesini isterler. Her iki taraf da hemen silahlarını bırakınca tutulma savaşı olarak bilinen Halys savaşı sona ermiş oldu. [19]

Viking Mitolojisi

Viking irfanında ve İskandinav Cermen mitolojisinde tutulmaların gerçekleşmesinin nedeni Skoll (Sköll) ve Hati adlı iki büyük kurdun Ay ve Güneş'i yemeye kalkmalarıdır. [20][21] Biri Ay veya Güneş'i kovalamaya çalışırken diğeri göksel avını avlayıp yemeye çalışır. Bunu başarırlarsa tutulma gerçekleşir.

Diğer birçok kültürde olduğu gibi göklerdeki bu kavganın son bulması için insanların aralarındaki anlaşmazlıkları ve kavgaları çözmeleri gerektiğine inanırlar. Birbirleriyle barışık olmalıdırlar. Bazı savaşlar bu inançtan dolayı sona ermiştir.

Hristiyan Mitolojisi

Hristiyanlar tutulmaların insanların yaşam ve ölümleri nedeniyle gerçekleştiğine inanırlar. İsa'nın doğumu nedeniyle Beytüllahim (Bethlehem) yıldızının ortaya çıktığına, ölümü ile güneşin karardığına inanıyorlar. [10] Tarih boyunca tutulmaları tanrıdan bir mesaj olarak gördükleri birçok durum vardır. Örneğin Haçlı seferleri sırasında tutulma nedeniyle kan kırmızısı olan Ay'ı gördüklerinde bunu Tanrı'nın düşmanlarını helak ettiğinin bir işareti olarak kabul etmişlerdi. [22] Ay'ın aksine Güneş tutulmasını ise kendi yıkımlarının göstergesi olarak kabul ediyorlardı.

Yahudi Mitolojisi

Musevilik genel olarak doğa olaylarını Tanrı'nın büyüklüğünün ifadesi olarak görse de [23] bazı Talmud pasajlarına göre güneş ve ay tutulmalarının kötü bir zamanın işaretleri olduğuna dair paralel bir inanç var gibi görünmektedir. [24]

Talmud, güneş tutulmasını tanımlamak için "Güneşe çarpmak" terimini kullanır. Şu ifade bunu daha detaylıca açıklamaktadır:

"Güneş tutulması tüm dünya için kötü bir işarettir. Tıpkı bir insan kralın tebaası için bir şölen yapıp önlerine bir fener koymasına benzer. Onlara kızdığı zaman hizmetçisine 'Feneri çıkar ve onları karanlıkta bırak!' der". [Sukkah 29a]

Ayrıca Talmud, güneş tutulmalarının 4 nedenden dolayı gerçekleştiğini açıklar :

"Hahamlarımız öğretti, güneş tutulması dört şey yüzünden olur:
1: Bir "Av Bet Din" yani Haham Başkanı öldüğünde ve gerektiği gibi methedilmediğinde;
2: Nişanlı bir kız şehirde yüksek sesle bağırırsa ve onu [tecavüze uğramaktan] kurtaracak kimse yoksa;
3: Eşcinsellik nedeniyle;
4: İki kardeş aynı anda öldürülürlerse." [Sukkah 29a : 13]

Günümüzde güneş tutulmasının gerçek nedeni bilindiği için Yahudi bilginler bahsedilen Talmud  metinlerini mecazi anlam barındırıyorlar diyerek geçiştirdiler. Bazı hahamlara göre ise gelecekte gerçekleşecek ilahi fikir ve mesajlar taşımaktadırlar. 

Gördüğünüz gibi farklı toplumların tutulmalara dair inanışları onların yerel inanışlarını yansıtmasının yanı sıra çoğu zaman halkların yaşam biçimlerinin ve coğrafi şartlarının izlerini taşımaktadır. Hayal gücü büyük olan insan yaşadığı her çağda elindeki imkanlar dahilinde türlü olaylara açıklama getirmeye çalışmış, geçerliliğini yitirenler mitoloji olmuştur.

HAVVA'NIN KABURGA KEMİĞİNDEN YARATILIŞININ KÖKENİ

Yazan: A.Kara

HAVVA'NIN, KABURGA KEMİĞİNDEN YARATILMASININ KÖKENİ
ENKİ VE NİNHURSAG MİTOSU

İslam, Hristiyanlık ve Musevilik gibi bir çok dinin kökenlerinin Sümer, Babil, Akad ve Antik Mısır dinlerine dayandığı, bu efsanelerin, efsaneyi alan toplumlar tarafından değiştirilerek kendi din ve kültürlerine uyarlandığı açıktır. Bunların en büyük delilleri elde edilen arkeolojik kanıtlardır. Tabletler, kabartmalar, mezar metinleri, parşömenler, büyü kapları, put ve heykeller, tapınak metinleri gibi yüzbinleri geçen elle tutulur deliller bu durumu kanıtlamaktadır.

Kendinden önceki çok tanrılı toplumların dininden alınan ve uyarlanan bu efsanelerin en önemlilerinden biri de kaburgadan yaratılış efsanesidir. Kur'an ve kutsal olarak görülen diğer kitaplara Havva'nın Adem'in kaburgasından yaratıldığı şeklinde geçen söz konusu efsane insanları değil de tanrıları konu edinen bir cennet mitidir. Olayın geçtiği yer Sümer tanrılarının cenneti ve İbrahimi dinlerdeki Aden bahçesinin öncülü olan Dilmun'dur. Nuh Tufanı efsanesinin kökeni olan Gılgamış Destanı'nda Sümerlilerce cennet bahçesi olarak tanımlanan bu yer aynı zamanda Sümer halkının kutsal topraklarıdır. [1][2]

Dilmun öyle bir ülkedir ki temizlik, saflık ve aydınlık hakimdir, hayvanlar birbirlerine saldırmaz, zarar vermez, insanlar yaşlanmaz, kimse hasta olmaz. Dünyanın her yerinden ahşap, taş, değerli mineraller, yün, baharat gibi zenginliklerin bulunduğu kentsel bir alışveriş merkezi gibidir. Tahılları, hurmaları ve konutlarıyla övünülmektedir. Hiçbir genç kız yıkanmaz çünkü kirlenmek yoktur, hiçbir erkek nehre yelken açmaz çünkü avlanma, yemek için uğraşma ihtiyacı yoktur, hiçbir haberci dolaşmaz, ne sevinç şarkısı ne de feryat vardır. [3] Fakat tüm güzelliklerine rağmen Dilmun diyarının bir kusur vardır, içme suyundan mahrumdur. Enki, Dilmun tanrıçası Ninsikila'nın (= Ninhursag) yakarması üzerine içme suyu (tatlı su) getirilir.

Enki üreme organıyla bataklıkta kanallar kazar ve sazlıkları “sular-döller”. Öyle ki organı elbisesinden dışarı çıkar (Güç, verimlilik göstergesi). Daha sonra Enki, bu bataklıklara girmeyi yasaklar ve Ninhursag'ı onunla yatmaya davet eder. [14]

Ninhursag (Nintu, Ki, Ninmah, Damgalnuna) ile Enki birleşince bitki tanrıçası Ninsar, diğer adıyla Ninmu'ya hamile kalır. Zaman tanrıların katında farklı akmaktadır; tıpkı İbrahimi dinlerde olduğu gibi. Ninhursag'ın hamileliği şöyle anlatılır:

Ninhursag’a “yürek suyu”nu akıttı,
O da “yürek suyu’nu, Enki’nin tohumunu aldı.
Bir gün ona bir aydır,
İki gün ona iki aydır,
Üç gün ona üç aydır,
Dört gün ona dört aydır,
Beş gün (ona beş aydır,)
Altı gün (ona altı aydır,)
Yedi gün (ona yedi aydır,)
Sekiz gün (ona sekiz aydır,)
Dokuz gün ona dokuz aydır, “kadınlık” ayıdır,
... kaymak gibi, ... kaymak gibi, leziz tereyağı gibi,
Ülkenin anası Nintu, ... kaymak gibi, (... kaymak gibi, leziz tereyağı gibi,)
Ninsar’ı doğurdu.

Ninsar "Yeşilliğin Kadını" demektir. Kızı Ninsar dünyaya gelip büyüdüğünde Enki karaya çıkarak onu gebe bırakınca Ninkura, onu da gebe bırakınca başka bir bitki tanrıçası Uttu dünyaya gelir (Dikkat: Güneş tanrı Utu değil; Uttu. Uttu giysi tanrıçasıdır.). Tüm bu birleşmeler için Enki'nin kayığa binip karaya çıktığı yazar. Dolayısıyla bunlar suyun karaya taşıp bitkilere temasının, setler oluşturmasının ve tarımsal verimliliğin devam etmesinin erotik anlatılarıdır. Bu doğumların ve cinsel birleşmelerin tümünün ağrısız olduğuna özellikle vurgu yapılmış, hatta kaymak gibi oldu, yağ gibi oldu gibi ifadelere yer verilmiştir.

Farklı bir arkeolojik eser parçasında yazan 20 satırlık metine göre ise Ninkura'yı gebe bırakınca Ninimma doğmuş, Ninimma'da gebe bırakılınca Uttu dünyaya gelmiştir. Yani Enki "cennetteki hileci" tabletine göre 3 kızıyla birlikte olmuştur. Bağımsız parçacıkta yazan da eklenirse bu sayı 4 olur. [4]

Hal böyle olunca Enki'nin Uttu'yu da gebe bırakacağını öngören Ninhursag onu uyararak Enki ona yaklaşırsa nasıl davranacağına dair öğütler verir. Bu tavsiyeler sonrası Uttu, Enki'den elma, üzüm ve salatalık gibi bazı hediyeler ister. [5] Bu istenenler muhtemelen düğün hediyeleridir. Enki hediyeleri hazırlayıp getirir ve Uttu ile birleşirler. Fakat diğer tanrıçaların aksine Uttu ile birleşmelerinde Uttu'nun ağrıları olmuş, canı yanmıştır:

Uttu munus sag-ga a ḫaš-ĝu im-me a bar-ĝu a ša-ba-ĝu im-[me]
Güzel kadın Uttu "oy uyluğum" dedi, "oy dışım (bedenim)" dedi, "oy içim (rahmim)" dedi.

Tanrıça ah vah edince Ninhursag gelip Enki'nin menisini/sularını onun uyluğundan siler ve ortaya sekiz adet bitki çıkarır. [6] Bu kısım okunamaz durumda olduğundan 8 bitkiyi nasıl yarattığı bilinmese de Uttu'dan aldığı Enki'nin suları ile kendi toprağını suladığı kuvvetle muhtemeldir. Özellikle böyle söylüyorum çünkü unutmayın ki cinsel görünen bu ifadeler doğanın canlandırılması, suyun toprakla buluşması ve bitkilerin yeşermesini anlatmaktadır.

Bataklıktaki Enki, Ninhursag'ın yarattığı yasaklı bitkileri gözetler ve onlar hakkında ulağı tanrı İsimud'a danışır. İsimud her bitkiye isim verir, köklerinden keser veya çeker ve sırayla her birini yiyen Enki'ye verir. Metinin bir kısmına bakalım:

Enki, bataklıklarda, bataklıklarda çevresine bakınır,
Ulağı tsimud’a şöyle der:
“Bu (bitki) nedir, bu (bitki) nedir?”

Ulağı İsimud yanıt verir;
“Kralım , bu “ağaç-bitkisi”dir, der ona.
O nu Enki için keser, o da yer.

Enki: “Bu nedir, bu nedir?”
İsimud: “Kralım, bu bal-bitkisidir.”
Onu Enki için keser, o da yer.

Bu şekilde Enki, her bitkinin “kalbini bilir” ve “kaderini belirler”. Bunun sonucunda Ninhursag çılgına döner ve "hayat veren gözünü" ondan çekerek Enki'yi lanetler. [13]

Tanrıçanın lanetini duyan tanrılar dehşete kapılırken lanetlenen Enki 8 farklı yerinden hastalığa yakalanır ve adeta ölüye dönüşür. Sonra efsanede bir tilki belirir. Tilki, Enlil'e Ninhursag'ı geri getirmeyi teklif edince Enlil'de karşılığında ona şehrinde bir ağaç ve şöhret vaat eder. Tilki zanaatıyla kendini süsler ve kurnazca Ninhursag'a yaklaşır. Ninhursag iyileştirmeye ikna olunca Enki'yi vulvasının (dişilik organı) yanına oturtur. Enki'ye ağrıyan-hastalanan yerlerini sorar. Bunlar baş, saç, burun, ağız/diş, boğaz, kol, kaburga ve kalçasıdır. Tanrıça ağrı içindeki her bölge için şifa tanrıları doğurur; bu tanrı ve tanrıçalar Enki'yi sağlığına kavuşturur, yaşama döndürür. Bu tanrılar özünde Enki'nin ağrıyan yerlerine atıfta bulunmaktadır. İsimleri doğrudan bu bölgelerin ismidir.

Önemli olan kısım da işte tam burasıdır. Hastalanan yerlerden biri kaburgaydı. Hasta olan her bölge için tanrıların çağrıldığı şiirin kaburga ile ilgili kısmı şöyledir:

šeš-ĝu a-na-zu a-ra-gig
"Kardeşim, neren hastalandı?"
ti-ĝu ma-[gig]
"Kaburgam hastalandı."
nin-ti im-ma-ra-an-[tu-ud]
Ninti’yi orasından doğurdu. / Ninti'ye yaşam verdim senin için.

Ti (𒋾) "kaburga", Nin (𒊩𒌆) ise "hanım, kadın" demektir. Yani Ninti (𒊩𒌆𒋾) "Kaburga Hanımı" demektir. [7] Kaburga kemiği ile var olmuştur. [11] Tevrat'ta Adem'in eşinin Adem'in kaburgasından, Kur'an'da ise Havva'nın Adem'den yaratıldığı anlatılır. Kur'an'da yaratılan kadının adı geçmezken Tevrat'taki adı Havva'dır (חַוָּה). Diğer adı Eve'dir.

Yaratılış 2: 21-25: RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi.
Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir” dedi,
“Ona ‘Kadın’ denilecek,
Çünkü o adamdan alındı.”
Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.

Nisa 1: Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının...

A'raf 189: Sizi bir tek candan yaratan, kendisiyle mutlu olsun diye ondan da eşini yaratan O’dur...

Nisa 1: "...Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının."

İbranilerin onca organ varken kadının yaratılışı anlatılarında kaburgayı tercih etmişlerinin nedenlerini biraz açalım. Kitab-ı Mukaddes'e göre Havva adı anlam olarak aşağı yukarı "yaşatan dişi", "yaşam kaynağı" gibi anlamlara gelir.

Tevrat'a göre herkesin annesi olduğuna inanılan ve Adem'e eş olarak kaburgasından yaratılan kadına Havva ismini veren kişi Adem'dir.

Tekvin 3:20'de şöyle yazar:
Adem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi.

Kitab-ı Mukaddes yazarı Havvâ adını "yaşamak, yaşatmak" anlamına gelen "hâyah" ın kökünden türediği ile [8] veya "hayat" anlamına gelen "hayya" [9] kelimesine dayandığı şeklinde açıklar.

Sümercede kaburga kemiğine de "ti" denir ve Dilmun şiirinde Enki'nin hasta organlarından biri kaburgasıdır. Fakat Sümercede "ti" aynı zamanda "yaşatmak" anlamına geldiğinden kaburga kemiğini iyileştiren kadın sadece "Kaburga Kemiğinin Hanımı" değil aynı zamanda Kitabı Mukaddes'teki gibi "Yaşatan Hanım" anlamına da gelir. [10] Yani Sümer dilinde bu iki anlam özdeş hale gelmiştir; -ti hem yaşam hem kaburgadır.

Enki'den bahsedilen söz konusu Dilmun şiiri Tevrat'taki Havva kıssasının temelini oluşturmuş [12], buradan da diğer dinlere geçmiştir. İbrahimi dinler üzerindeki etkisini oldukça fazladır. Birkaç örnek vereyim.

Efsanede güneş tanrısının* topraktan tatlı su çıkarmasını anımsatır şekilde Tekvin 2:6'da şöyle yazar:
"Ve yerden buğu yükseldi ve bütün toprağın yüzünü suladı".

* Enki'nin ricası üzerine içme suyunu getiren Güneş-Tanrı Utu'dur.

Efsanede yazana göre tanrıçalar ağrı ve sancı çekmeden, yağ gibi doğum yapmaktadır. Bu durum İbrani geleneğinde Havva'ya edilen lanetin arka planına, kaderinde çocuklarını çile çekerek taşıyıp ağrı içinde doğurmak olduğu inancına ışık tutar.

Enki yasak olan 8 bitkiyi yediği için lanetlenirken Adem ile Havva bilgi ağacının yasak meyvesini yediklerinden dolayı lanetlenmişlerdir.

Ulağı İsimud 8 bitkiye isim verip yemesi için Enki'ye uzatırken Enki onun bitkileri isimlendirmesine engel olmamış, onaylamış dolayısı ile yeni yaratılan bitkilere birlikte isim vermişlerdir. Benzer şekilde Tevrat'ın yaratılışı anlatan Ruhban metnine ait bölümünde (Tekvin 1:27; 5:2) ilk insanın erkek ve dişi olarak yaratıldığı, Yahvist metne ait başka bir bölümde (Tekvin 2:18-23) önce erkeğin, daha sonra kadının yaratıldığı vurgulanır. Buna göre ilk olarak yaratılan erkek aynı zamanda varlıkların isim babasıdır. Tanrı'nın onun için yarattığı kır hayvanlarına ve kuşlara isimlerini verir. Tıpkı Enki ve İsimud'un bitkilere isim vermesi gibi. 

Havva'yı kaburgasından yaratmadan önce Adem'e derin bir uyku verildiğinden bahsedilir. Aynı şekilde Ninti yaratılmadan önce Enki de derin bir uyku halindedir.

Kısacası Enki ve Ninhursag efsanesinin değişime uğrayarak Tevrat'a oradan da ufak değişiklikler ile Kur'an'a geçtiği açıktır. Sümer efsanesinde kaburgadan yaratılan tanrıça figürü İbrahimi dinlerin tek tanrıcı ilkelerinin etkisi ile sıradan, ölümlü bir insan haline getirilmiş ve çamurdan yaratılan Adem'e eş yapılmıştır. Tüm bunların ışığında, tanrısal mesajlar denen bu metinler gerçekten de eskilerin masallarıdır.

ANUBİS, KALBİN TARTILMASI İNANCI VE İSLAM'A ETKİLERİ

Yazan: A.Kara

ÇAKAL BAŞLI ANUBİS

Anubis; Batılıların İlki, Kutsal Toprakların Efendisi, Kutsal Dağının Üzerinde Olan, Dokuz Yayın Hükümdarı, Milyonları Yutan Köpek, Köpeklerin Efendisi, Sırların Efendisi, Mumyalama Yerinde Olan, İlahi Mahfazanın En Başı ![10][11]

Antik Mısırda Anpu veya Inpu adıyla bilinen tanrının Yunancası Anubis'tir. [8][9] Anpu adının kökü eski Mısır dilinde "Kraliyet çocuğu" iken Inpu'nun kökü olan "inp" çürümek anlamına gelmektedir.

Antik dönem insanlarının doğayı, hayvanları gözlemleme sonucu oluşmuş tanrılardan biridir. Eski Mısır'da çakalların ölüler ve mezarları etrafında dolaştığı, insan cesetlerini çıkarıp yedikleri görüldüğünden ölüm ve ölü bedenler çakal ile ilişkilendirilmiştir.[18] Böylece Antik Mısır'da tamamen çakal ya da çakal başlı insan biçimindeki ölüm, cenaze, ahiret, yeraltı dünyası, mezarlıklar ve mumlayama ile bağlantılı olan Anubis var olmuştur.

Kutsal hayvanı Mısır köpeklerinden biri olan altın Afrika kurdudur. Bu hayvanın eski* ismi "altın Afrika çakalıdır". [2][3][4]

Mezarların başında dolaşan çakalın ölüleri koruduğu düşünülmüş ve bu bağlamda Anubis de ölüleri koruyan, kollayan yücelten bir tanrı halini almış, hatta tanrı Osiris'i bile mumyaladığına dair inanç türemiştir.

Mezarları kazarak ölüleri çıkaran, parçalayıp yiyen çakal nasıl olur da onları koruyan bir figür haline dönüştü diyebilirsiniz. Buradaki mantık şöyle işliyordu. Cesetlerinin bir çakal ya da civardaki köpek türleri tarafından parçalanacağından endişe eden insanlar ölülerinin ya da öldüklerinde kendi bedenlerinin korunması umuduyla kendi türleri ile savaşarak insanları koruyacak bir çakal seçmişlerdi. Yani endişe duydukları çakallardan onları koruyacak olan yine bir çakaldı.

Özellikle Erken Hanedanlık döneminde, Hor-Aha, Djer ve diğer 1. Hanedanlık firavunlarının taş yazıtlarında tamamen hayvan görünümüyle yani büsbütün bir çakal olarak tasvir edilmiştir. [12][17]

Karısı yine kendisi gibi çakal olan Anput, kızı ise yılan tanrıça Kebeçet'tir. Fakat Anubis'in soyu konusunda farklılıklar mevcuttur. Örneğin erken mitolojide Ra'nın oğlu iken [14] 1.Ara Dönem'e (MÖ 2181-2055) ait tabut metinlerinde inek tanrıça Hesat ya da kedi başlı tanrıça Bastet'in oğludur. [23] Başka bir gelenek onu Ra ve Neftis'in oğlu olarak tasvir ederken [14] Yunan tarihçi Plutarhos, O'nun Neftis ve Osiris'in gayri meşru oğlu olduğunu fakat Osiris'in karısı Isis tarafından evlat edinildiğini belirtmiş ve şöyle yazmıştır: [24]

Isis, Osiris'in kız kardeşini sevdiğini ve onunla ilişki içinde olduğunu öğrenip, bunun kanıtı olarak Osiris'in Neftis'e bıraktığı bir yonca çelengini gördüğünde etrafta bir bebek arıyordu. Çünkü Set'ten korkan Neftis bebek doğduktan sonra onu terk etmişti. Köpekler büyük zorluklar içinde Isis'e yardım ederek bebeği bulmasını sağlamışlardı. Isis onu bulunca bebeği büyüttü, [büyüyen bebek] Anubis adıyla onun koruyucusu ve müttefiki oldu.

Köpek başlı ya da tamamen köpek şeklinde tasvir edilen ve Anubis'ten farklı olarak gri ya da beyaz kürklü olan Vepvavet, Anubis'in erkek kardeşiydi. Tarihçiler zamanla bu iki figürün birleştiğini varsaymaktadırlar. [7]

Her toplumda tanrıların zaman zaman farklı roller üstlendiği ya da rollerinin tamamen değiştiği görülür. Anubis'e de farklı roller yüklenmiştir. Örneğin; 1. Hanedanlık döneminde (MÖ 3100-2890) mezarların koruyucusu ve kralların mumyacısı olan çakal başlı Anubis, Orta Krallık döneminde (MÖ 2055-1650) yer altı dünyasının efendisi olan Osiris'in rolünü devralınca Anubis'in görevleri arasına ruhları öbür dünyaya yönlendirmek eklenmişti. [32]

Benzer görev bazen inek başlı tanrıça Hathor tarafından uygulanmış olsa da bu görevi yerine getiren kişi olarak daha çok Anubis tercih edilmiştir. Firavun döneminin sonlarına doğru (MÖ 664-332) Anubis genellikle insanları canlılar dünyasından öteki dünyaya yönlendirirken tasvir edilmiştir. [20][33]

Böylece Anubis diğer tanrılarla birlikte bir ruhun öteki aleme gitmeye uygun olup olmadığının test edildiği "Kalbin Tartılması" adlı uygulamada yer alır hale gelmişti. Ahirete kimin gideceği konusunda Osiris'e yardım ediyor ve ölülere rehberlik yapıyordu [5][11]

İnanışa göre "İki Gerçeğin Salonu" adlı yerde, ölüp yer altına gelen ruhun kalbi terazide tartılırdı. [11] Anubis terazinin dilini kontrol ettikten sonra teraziye konan ölünün kalbi iyi, adaletli ve dengeli bir yaşamı simgeleyen Ma'at tüyüne veya gerçeğe karşı tartılırdı; ki Ma'at denge ve adalet tanrıçasıydı. Anubis'in genellikle ayakta ya da diz çökmüş vaziyette altın bir terazi tutarken tasvir edilmesinin sebebi bu inanıştı. [10]

Ma'at tüyü karşısında tartılan kalp eşit ya da hafif gelirse kişinin "Ka" sı yani ruhu tekrar doğması için Duat adlı ölüler aleminden cennete yani Aaru'ya gönderilirdi. Eğer kalp ağır gelirse, kişinin kötülük yaptığı, dengeli, adaletli bir yaşam sürmediği anlamına gelirdi ve kalbi, "ölü yiyici", "kalplerin yiyicisi", "insan yiyen" sıfatları ile anılan bir yaratık olan timsah başlı Ammit tarafından yenerek yok edilir ve kalbin sahibi Duat'ta kalmaya mahkum edilirdi. Tanrıların katibi Thoth ise tartma işleminin sonucunu yazardı. [6][23][24][25]

Bir diğer geleneğe göre Anubis, ruhu kalbini tartacak olan Osiris'in önüne getirir. Kalp tartıldıktan sonra, merhumun Maat'ın Müfettişleri ona bakarken Ani papirüsünde yazanları diğer adıyla 42 Saflık Beyanı, 42 Olumsuz İtirafı okuması gerekir. [6][5] 

Antik Mısır dinindeki "Kalbin Tartılması" uygulaması ilerleyen süreçte İbrahimi dinlere "günah ve sevapların tartılması" şeklinde geçmiştir. Dönem insanının düşünme ve duygusal eylemlerin yöneticisi yani akıl etmeyi sağlayan organ olarak inandığı kalp aynı şekilde İslam'a geçmiş ve ayetlerde düşünme eylemini yapan organ olarak yer almıştır.

Antik Mısır'da sıvılaştırılarak kafatasından dışarı akıtılan beyin önemsiz görülürken, önemli görülen organlar çıkarılıp kanopik kaplarda saklanırdı. Ruhun parçası olarak görülen kalp öyle önemliydi ki asla bedenden çıkarılmazdı. Yani kalp en önemli organ iken beyin değersiz bir çöptü.

Fakat bazen önemli görülen kalp ve bağırsaklar çıkarıldıktan sonra ölüleri koruduğuna inanılan 4 tanrının balmumundan yapılmış kapları içine konarak mumyanın bedenine geri yerleştirilirdi. [21][22] 

Mumyalama süreci nasıl işler? Merak ediyorsanız okuyunuz: Antik Mısır'da Mumyalama


Eski Mısır'dan İslam'a geçen bu inanışın izlerini ve bilimsel yanlışının üzerini örtmek isteyenler ise "kalp" kelimesini meal ve tefsirlerde ısrarla beyin olarak çevirmiş ve hiçbir ispatı olmamasına rağmen "kalp burada mecaz olarak kullanılmıştır" açıklamasını getirmişlerdir.

"Kur'an bir biyoloji kitabı olmadığından tüm organları ve işlevlerini açıklamak zorunda değildir. Kur'an'da defalarca akıldan, akıl etmekten bahsedilmiştir." diyenler olsa da bu bir şeyi değiştirmemektedir. Çünkü akıl etmekten, düşünmekten yani beynin sorumlu olduğu işlerden bahsederken sürekli kalpten bahsedilmekte ve bir tanecik ayette bile beyin kelimesi geçmemektedir. Bu durum tıpkı eski Mısır'da olduğu gibi İslam'da da beynin işlevlerini yerine getiren organın kalp olduğuna inanıldığının ispatıdır. Duygusal davranmak ya da saldırgan bir tavır almak bu gerçeği değiştirmeyecektir.

Anubis özellikle hanedanlık dönemi başlarından siyah bir köpek olarak tasvir ediliyordu. [12] Fakat onun siyah rengi sembolik anlamlar taşıyordu; Mumyalamadan önce natron tuzunda günlerce bekletilip suyu iyice çekilen insan cesetleri kararıyor, rengi değişiyor ve mumyalama işlemi sırasında kullanılan sargılar reçineden yapılan maddeye bulaşıyordu. [14]

Ayrıca Mısır için oldukça önemli olan ve ilahlaştırılan Nil nehrinin bereketli alüvyonları siyahtı. Tüm bu nedenlerden dolayı siyah renk doğurganlığı ve öbür dünyada yeniden doğma olasılığını simgeliyordu. [28]

Mumyalama ile olan ilişkisinden dolayı ölen kişiyi mumyalamakla görevli olan kişiler yüzlerine ölüler kentinin efendisi ve ölülerin koruyucusu Anubis'in maskesi takarlardı.[1]

Özellikle terazi başında diğer tanrılarla birlikte görev aldığı Orta Krallık döneminde çakal başlı bir adam olarak tasvir edilmeye başlanmış olan Anubis'in tamamen insan formuyla ortaya çıktığı nadir bir yer vardır; ki bu da Abidos'ta bulunan II.Ramses'in mezarıdır. [14][9]

Genellikle kolunda şerit, elinde bir harman döveni tutarken tasvir edilen Anubis'in özelliklerinden biri, onun mumyalayıcı rolünü belirten Imiut fetişiydi (jmy-vt). [29]

Eski Mısır'ın dini nesnelerinden biri olan Imiut fetişi doldurulmuş, kafasız bir hayvan derisiydi. Bu hayvan genellikle kedi ya da boğa olurdu. Bu fetişler kuyruk kısımlarından bir direğe bağlanır, bir nilüfer tomurcuğu ile son bulur ve ayakta duran bir direk üzerine yerleştirilirdi. Kökeni ve amacı tam olarak bilinmeyen bu dinin nesnenin varlığı 1. Hanedanlığa kadar uzanmaktadır. 

Cenaze ile ilgili konularda ölünün mumyası ile ilgilenen ya da mezarının tepesinde oturup onu korur şekilde tasvir edilen Anubis'in Yeni Krallık müdürlerinde düşmanları üzerindeki egemenliği simgeleyen dokuz yayın üzerinde oturduğu görülmektedir. [30]

Orta Krallık döneminde (MÖ 2000-1700) Osiris rolünü devralan Anubis, MÖ 30'larda başlayan Roma dönemindeki mezar resimlerinde ölen kişinin elini tutarak Osiris'e gitmesi için rehberlik ederken tasvir edilmiştir. [20][13]

Anubis'in sıfatlarından biri olan "Kenti-Amentu" (Khenty-Amentiu) Batılıların İlki ya da Önde Geleni anlamına geldiği gibi aynı zamanda başka bir köpek cenaze tanrısının adıydı. Bu sıfata sahip olmasının nedeni koruduğuna inanılan ölülerin genellikle Nil'in batı yakasına gömülüyor olmasıydı. [14]

"Dağının Üzerinde Olan" (Tepy-djuef (tpy-ḏv.f)) sıfatı onun ölüleri koruduğunu gösteren bir başka sıfattı ve O'nun mezarları yukarıdan koruduğunu anlatırken "Kutsal Toprakların Efendisi" (Neb-ta-djeser (nb-t3-ḏsr)) sıfatı Anubis'i Nekropolis çölünün tanrısı olarak tanımlıyordu. [31][17] 

Bu yönlerinden dolayı çoğu antik mezar üzerinde Anubis'e edilen dualar yazılmıştı.

Bir Papirüs metninde yazanlar Anubis'in, Osiris'in cesedini Set'ten koruduğunu anlatır. Bu efsaneye göre Set bir leopara dönüşerek Osiris'in vücuduna saldırmaya çalışır. Anubis, Set'i durdurur, boyun eğdirir ve Set'in derisini kızgın demir buçukla dağlar. Daha sonra Set'i n derisini yüzer ve ölülerin mezarına saygısızlık edecek, kötülük yapacak olanlara karşı bir uyarı mesajı olması için bu deriyi giyer. [18]

Yani çakal olan Anubis'in düşmanı leopar olan Set'ti.

İşte bu yüzden ölülerle ilgilenen rahipler Anubis'in Set'e karşı kazandığı zaferin simgesi olarak leopar derisi giyerlerdi. Leoparların derisindeki siyah beneklerin varlığı, Anubis'in onu (Set'i) dağladığını anlatan bu efsaneye bağlanıyordu. [19] 

"Mumyalama Yerinde Olan" sıfatı Anubis'in bir Imiut ya da Imiut fetişi olarak mumyalama ile olan ilişkisini vurguluyordu. Aynı zamanda "tanrının kabinini yöneten kişi" olarak da anılıyordu; ki buradaki "kabin" muhtemelen mumyalamanın yapıldığı yer ya da firavunun mezar odası anlamlarına geliyordu. [31][17]

Osiris efsanesinde Anubis, Isis'in Osiris'i mumyalamasına yardım eder. [20] Nitekim Osiris efsanesi ortaya çıktığında Osiris, Set tarafından öldürüldükten sonra organlarının Anubis'e hediye edildiği söylenmiştir. Bu efsaneden dolayı Anubis mumyalayıcıların da koruyucu tanrısı haline gelmiştir. Ölüler Kitabı'nda Mumyalama ayinleri sırasında genellikle dik duran mumyayı tutan çakal maskeli bir rahip olarak yer almıştır.

Ölüler Kitabı, 151. bölümde Mumyalama odasında Anubis, Isis, Neftis ve Horus'un 4 çocuğu bulunur. Her biri kendi sözlerini söylerler. Bunlardan Anubis'in sözleri şöyledir:

İlahi çadırın önde gelenlerinden Anubis tarafından konuşulan sözler [şunlardır]
O ellerini hayatın efendisinin (tabutun) üzerine koyduğu zaman
Şu sözler söylendi:
Selam sana güzel yüzlü, görüşün efendisi, Ptah-Sokar'a bağlı, Anubis tarafından büyütülen
Tanrılarda olan güzel yüz, kime Şu'nun (Shu)*** sütunları verildi
Sağ gözün Akşam Teknesi, sol gözün Sabah Teknesi
Kaşların Dokuz Tanrı, kaşın Anubis
Kaşın Horus, parmakların Thoth
Saçların Ptah-Sokar
Osiris N'nin önündesin, seni görebilir
Onu doğru yola ilet ki Set'in çetesini senin için cezalandırsın
Iunu'daki büyük tapınaktaki Ennead'ın** önünde düşmanlarını senin için düşürsün
ve soyluların efendisi Horus'un önünde Büyük [Beyaz] Tacı al

Aynı bölümde yer alan Anubis'in figürü şöyle der:

Uyan, izle, ey dağ olan
Anın def edildi
Saldırgan anını geri püskürttüm
Ben Osiris N'nin koruyucusuyum 

ANUBİS + HERMES = HERMANUBİS

MÖ 350-30'da Ptolemaios döneminde Mısır, Yunan firavunlar tarafından yönetilen Helenistik bir krallık haline gelmişti. Bu etkileşim sonucu antik Mısır tanrısı Anubis, Yunan tanrısı Hermes ile birleşmiş ve ortaya Hermanubis adlı tanrı çıkmıştı. [26][27] Bu birleşimin en büyük nedeni iki tanrının da ruhları öbür dünyaya yönlendirdiğine olan inanışa yani benzer olmalarına dayanıyordu. [13]

Döneme ait, cenaze sanatında Anubis, Yunan kıyafeti giymiş erkek veya kadınları, o zamana kadar çoktan yeraltı dünyasının hükümdarı konumuna gelmiş olan Osiris'in huzuruna götürürken temsil ediyordu.

Mısırdaki Roma döneminde Yunan tarihçiler Anubis'in ruhlara yol gösteren bu yönünü Yunan dininde de aynı rolü oynayan kendi tanrıları Hermes'e atıfta bulunmak için kullandıkları "ruhların rehberi" anlamına gelen bir Yunan terimi olan "psychopomp" olarak tanımlamışlardı. [13]

Yunanlılar ve Romalılar, Mısır'ın hayvan başlı tanrılarını tuhaf buluyor, ilkel olduklarını söyleyerek küçümsüyorlardı. Hatta Anubis'e taktıkları alaycı bir isim vardı : "Havlayan".

Fakat Hermes ile birleşmesine rağmen çakal yönü ağır basmış olmalıydı çünkü bu tanrının tapınma merkezi, Yunanca adı "köpekler şehri" anlamına gelen Cynopolis'ti (uten-ha / Sa-ka) ve çakal başına sahipti. Gökteki Sirius ve yeraltı alemindeki Cerberus ve Hades ile ilişkilendirildiği olmuştu. [15]

İki tanrının birleşmesi ile oluşan yeni tanrı Mısırlı değil de Yunanlı gibi giyiniyordu. Roma'da bu tanrıya tapınma 2. yy boyunca devam ettiğinden Hermanubis'in adı Rönesans'ın simya ve hermetik literatüründe de yer almaktaydı.

Platon yazdığı Diyaloglar adlı eserinde "köpek adına", "köpek hakkı için", "Mısırlıların tanrısı olan köpek adına" gibi sözlerle hem ettiği yeminlerini güçlendiriyor hem de yeraltı dünyasının hakemi olan Anubis'e başvuruyordu [16]:

Sokrates'in Savunması:
22a: ... Atinalılar, köpek hakkı için size doğruyu söylemek boynumun borcu, aşağı yukarı şöyle bir
durumla karşılaştım.

Gorgias:
c: Sokrates - Köpek aşkı için Polos, bana bir soru mu soruyorsun, yoksa bir düşünceni mi söylüyorsun, anlamıyorum.

482a: Yoksa Mısırlıların tanrısı köpek hakkı için Kallikles, derim ki, Kallikles hiçbir zaman
kendisiyle bağdaşamayacak, yaşadığınca çelişik bir durumda kalacak.

Kratylos:
b: Sokrates - Köpek hakkı için! Adları kuran en eski çağ kişilerinin, günümüz bilgelerinin çoğunun yaptığı gibi davranışlarının kökten bir olduğunu düşünerek, biraz önce gösterdiğim biliciliği hiç de kötü bulmuyorum... 

DİPNOTLAR
* 2015 yılında yapılan genetik çalışmalar sonrası taksonomi güncellemesi yapılınca kurt sınıflandırmasında yer almıştır.

** Ennead, Heliopolis'te tapılan 9 tanrının oluşturduğu gruptur.
*** Şu, antik Mısır'da kuru hava tanrısıdır ve gökyüzünün dayanağıdır.