HABERLER
Dini Haber

ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN

Yazan: Sedat Karadayı

ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN

Holofira ile Orhan Gazi’nin karşılaşması aslında tesadüfen gelişen bir durumdu. Osman Gazi’ye Bilecik Tekfurunun oğlu ile Holofira’nın düğünü için tuzak amaçlı bir davet gelmişti. Birleşen Tekfurlar bu düğüne davet ettikleri Osman Gazi’yi eğlence sırasında öldürmeyi planlamışlardı. Haberi alan Osman Gazi bir oyun hazırlayarak önceden hazırlık yapmaları amacıyla kaleye kadın kılığındaki Alpleri gönderdi. Kaleyi ele geçirdikten sonra düğüne baskın yapmıştı. Tekfurun planladığı düğünün baskından dolayı gerçekleşememesi üzerine Osman Gazi gelin adayı Holofira’yı oğluna alarak onları evlendirdi.

Holofira için her ne kadar Yarhisar Tekfurunun kız denilse de bu iddia Aşıkpaşazade’den kaynaklanmaktadır. Oysa Bizans tarihçileri tarafında böyle bir bilgi yoktur. Bu durumda Holofira muhtemelen İznikli soylu bir aileden geldiği daha gerçekçi olabilir. Çünkü hayatı boyunca sürekli İznik’te yaşamayı tercih etmişti. Bu isteğinin kökeninde İznik’in Hristiyanlar için bir kutsallığı olmasından kaynaklanıyordu. Hristiyanlık İznik’ten dünyaya açılmıştı ve İznik’te ikinci Ayasofya Kilisesi bulunmaktaydı. Yani İznik aslında Hristiyanlık için Kudüs gibi kutsal bir yerdi o tarihte. Bu yüzden Müslüman olmuş olsa bile Hristiyanlığından hiçbir zaman vazgeçmemiş olduğu apaçıktır. Tekfur kızı olmamasına rağmen soyluluğunda da şüphe yoktur. Çünkü eğer soylu olmasaydı bir Tekfur oğlu onunla evlenmek istemezdi.

Holofira Orhan Gazi ile evlendikten sonra ismini Nilüfer (Ülüfer) olarak değiştirdiler. Nilüfer hem Holofira adıyla benzeşme yapıyordu hem de Türkçede çiçek adı olarak geçiyordu. Ancak İbn-i Batuta’nın aktardığı bilgiye göre İznik’te Nilüfer hatun ile tanıştığında kendisini Beylûn Hatun olarak tanıttığını söyler. Üstelik Orhan Gazi’nin hem ilk hem de baş hatunudur.

Holofira bir Bizanslı yani Rum idi. Ondan olan oğlu I. Murat ve sonrakiler de padişah olduğundan dolayı Osmanlı’nın devam eden soyu Türk ve Rum genleri ile devam edecekti.

Orhan Gazi’nin ikinci eşi ise Asporça Hatun idi. Asporça hatun da Bizanslı yani Rum olup Bizans İmparatoru III. Andronikos‘un kızıydı. Orhan Gazi’nin Asporça Hatundan İbrahim adında bir oğlu ve Fatma ile Selçuk adında iki kızı olmuştu.

Orhan Gazi’nin son eşi ise yine Bizans imparatorunun kızı Theodora Kantakuzini idi. Theodora, Bizans İmparatoru VI. Ioannis’in Cermen asıllı eşi olan Kraliçe İrini Asanina’dan olma kızıydı. VI. İoannis Bizans iç savaşı sırasında Orhan Gazi’nin desteğini almak için ona kızını verdi. Düğünden sonra Orhan Gazi kendi otağına döndü İmparator, kızı Theodora, Orhan Gazi’nin oğullarını ve akrabalarını alıp Konstantinopolis’e Kraliçeyi ziyaret etmeleri için götürdü. Dönüşte hediyelerle uğurladılar. Theodora evlendikten sonra diğerleri gibi devşirilmedi. Hristiyan olarak kalan tek Osmanlı geliniydi. Üstelik evliliği süresince bulunduğu her ortamda Hristiyanları desteklemişti.

Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Halil (Korsanlarca kaçırılan Şehzade) Theodora’dan olmuştu. Şehzade Halil evlilik çağına geldiğinde teyzesinin kızı (Theodora’nın kızkardeşi Eleni Kantakuzini’nin kızı) ile evlendi. Theodora evliliği boyunca Orhan Gazi ile beraber yaşadı. Ancak Orhan Gazi’nin vefatı sonrasında Konstantinopolis’e döndü. Bir süre IV. Andonikos Theodora’yı Galata’da hapsetti.

KUTSAL KÂSE - 1

Yazan: Sedat Karadayı

KULAKTAN KULAĞA YAYILAN BİR YALAN

Kutsal Kâse hikayesi İsa’nın Son akşam yemeğinde kullandığı söylenen ve mucize güçleri olan bir kadeh diye anlatılır. Ayrıca Aramatyalı Yusuf’un çarmıha gerildiğinde İsa’dan damlayan kanları bu kadehte biriktirdiğine inanılır. Ancak bu olaydan yüzyıllarca hiç söz edilmez. İsa ile ilgili olan her şey şimdiye kadar yazılmış tüm İncillerde bir bir, harfi harfine ve en ince detayına kadar anlatıldığı halde ne Matta’da ne Yohanna’da ne Luca da ne de Markos da Kutsal Kâse ya da Kadeh ile ilgili tek bir kelime bile geçmez. Hatta Son Akşam Yemeği ile ilgili bölümde dahi yedikleri kuru ekmekten içtikleri şaraptan söz edilir ama Kutsal Kâse’den hiç söz edilmez.

Bir kahramanımız daha var; Aramatyalı Yusuf. Yusuf, Roma İmparatorluğunun Yahudiye Eyaletinin Aramatya kasabasında doğmuştu. Söylentilere göre Yusuf, Kutsal Kâse’yi yanında taşıyordu ve İsa’nın bedeninden akan kanı bu kâse içinde biriktirmişti. İsa’nın ölümü gerçekleştikten sonra onu mağaraya kadar taşımış olan kişi de Yusuf idi.

Kanonik İnciller olarak geçen yukarıda yazılı 4 İncil’de de Aramatyalı Yusuf hakkında Kudüs belediyesinde yüksek mevkiye sahip bir üye olduğundan, zengin ve erdem sahibi olduğundan, Yahudiye valisi Pontus Pilatus’tan İsa’nın cesedini isteyecek kadar cesur olduğundan, bu yüzden Yahudi yasalarına aykırı davranarak İsa’nın suçlu sayılmasına ve onursuz bir şekilde gömülmesi gerektiğine rağmen Yusuf tarafından alınıp mağaraya götürülmesine kadar her şey yazılı iken Kutsal Kâseye İsa’nın damlayan kanını topladığından hiç söz edilmez. Petrus’un yazmış olduğu İncil’de Aramatyalı Yusuf hakkında hem İsa hem de Pontus Pilatus’un arkadaşı olduğundan söz edilir. Nikodemus’un yazdığı İncil’de ise Yusuf hakkında İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra tutuklandığı, İsa’nın dirilmesinden sonra İsa tarafından kurtarıldığı yazılıdır ama Kutsal Kâse ile ilgili hiçbir yazı bulunmamaktadır.

Peki bu insanlar neye inanıyorlar? Dedikodulara mı?

Aslında hikâyenin orijinal hali daha farklı bir şekilde Kelt mitolojisinde anlatılırken işgüzar bir Fransız şairin yazdıkları ile tüm dünya Hristiyanları Kutsal Kâse’nin peşine düştü. Fransız şair Robert de Boron Kâse’yi ilk kez Hristiyan dini açısından derleyen ve yaratan kişiydi. Boron’lu Robert, döneminin efsanevi hikayelerinden etkilenerek kendi efsanelerini yaratmıştı. Okuyup etkilendiği Kelt Mitolojisindeki sihirbaz Merlin masallarından, Kral Arthur hikayelerinden esinlenerek Kutsal Kâse’ye dönüşen bu efsaneyi ortaya çıkardı. 1200’lü yıllarda 4. Haçlı seferi sırasında Haçlıları galeyana getirmek amacıyla, Tapınak Şövalyelerini onurlandırmak ya da cesaretlendirmek amacıyla yarattığı yalana tüm Avrupa ve dünya sahiplenerek sürdürmeyi tercih ettiler.

Robert de Boron anlattığı masalda Son Akşam Yemeğinde kullanılan Kâse’nin Aramatyalı Yusuf’ta olduğundan söz ediyor. Bu çok doğal çünkü İsa’yı en son gören ve mezara koyan o değil miydi? Daha sonraki hikayelerde Aramatyalı Yusuf’un Kâse’yi de Kutsal olmasından ötürü yanına alıp Havari Filipus tarafından İngiltere’nin Glastonbury kasabasına gönderilen 12 Misyonerin başında buraya geldiğinden söz ediyor. Ve tabii ki çok da doğal olarak Robert de Boron’un ortaya attığı bu yalan başka yazarların da hoşuna giderek aynı masalı destekleyip yazdıkça halk tarafından doğru kabul ediliyor. Bu da yetmiyor ve Avrupa’nın saygın Hristiyan devletlerinin Hristiyan kralları ve tüm şövalyeler Kutsal Kâse’nin peşine düşüyor. Tam da Türkçede dediğimiz gibi; “Delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” gibi bir şey. Aslında çıkarmaya çalışan da yok hala taş atmaya devam ediyorlar.

Peki işin gerçeği ne? Gerçek şöyle başlıyor; Kutsal Kâse ile ilgili ilk söylenti 12. Yüzyılda yani 1100’lü yıllarda, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili anlatılan efsanelerde geçer. Bu efsanelerin genel adı “Graal Efsaneleri” olup tamamı Kelt Mitolojisine dayanmaktadır. Kelt mitolojisi ise kullanılan eşyaların sağladığı mucizeleri fazlasıyla işlemesiyle meşhurdur. Kayadan çıkarılamayan ve sadece Camelot Kralı, Uther’in soyundan birisinin çıkarabileceği Excalibur gibi ya da bolluk yaratan boynuzlar gibi veya hastaları iyileştiren, ölüleri dirilten kazanlar gibi hikayeler Kelt Mitolojisini besleyen efsanelerdir. Bu efsanelerden birisi Dagda isimli iyi bir Tanrıyı anlatır. Kelt Tanrıların babası olarak geçen Dagda, Tuatha De Danaan ırkının lideridir. Tanrıça Danu’un da oğlu olan Dagda’nın bir kazanı vardır. İşte bu kazan sihirli olup iyi tanrı Dagda’ya sonsuz bir gençlik vermektedir. Başka bir efsanede ise yine Dagda’ya benzetilen Kutsanmış Bran’a bu kazan ölümsüzlük vermekteydi.

Etimolojik açıdan bakacak olursak “Holy Grail” olarak bilinen Kutsal Kâse Orta Çağ Latincesinde “Gradalis” sözcüğünden geliyordu. Tam Türkçesi tabak anlamına gelen Gradalis, Kelt Mitolojisinde ise geniş ağızlı veya kenarları alçak kap anlamına gelen “Graal” kelimesi ile biliniyordu.

Kâse ile ilgili ilk hikâye Fransa’nın Troyes kasabasında dünyaya gelmiş olan Chertien de Troyes isimli bir halk ozanı ve hikayecisi (Türklerdeki Meddah’ın yazı ile anlatanı) tarafından İngiltere’de Kelt, Fransa’da Gal olarak bilinen halkın efsanevi hikayelerini yazmasıyla başladı. Kâse ile ilgili anlatılan ilk hikâyenin asıl kahramanı Kral Arthur’un şövalyelerinden olan Percival idi. Masal havasında yazılan bu eserin İngilizce adı “Percival, The story of the Grail” olarak geçiyor. İngiliz ve Fransız edebiyatında daha sonra diğer bir Yuvarlak Masa Şövalyesi olan Sir Galahad ile değiştirilmesine rağmen Kâse ile ilgili hikâye aynen devam etti. Ve tabii ki daha sonra Hristiyan metinlerindeki kahramanlar da ilave edilerek bugünkü konuma kadar geldi.

Percival’in hikayesini de anlatmak gerek ancak burada değil. O ikinci yazının konusu olsun çünkü o da yeterince uzun sayılır.

BAKÜ'NÜN KARANLIK TARİHİ

Hazırlayan: A.Kara

BAKÜ’NÜN (SURLU ŞEHİR) KARANLIK TARİHİ

Azerbaycan’ın surlarla çevrili başkenti Bakü neredeyse 20.yüzyıla kadar kanlı bir kargaşa içindeydi. Surlarla çevrili deyince şaşırmayın, çünkü Surlu Şehir (İçerişehir), Bakü’nün en eski kısmıdır. M.S. 12. yüzyıla kadar uzanan şehir birçok rejim değişikliğinden ve birkaç istiladan kurtulmayı başarmıştır.

Şehrin çevresine sürekli olarak takviye yerler yapılıyordu çünkü sürekli saldırıya maruz kalıyorlardı. 10.yy’dan önce Hazarlar tarafından defalarca saldırıya uğramışlardı. 10.yy’dan itibaren Ruslar Bakü’ye baskınlar düzenlemeye başladı. I. Şirvanşah Bakü limanında büyük bir donanma inşa ettirip 1170’de büyük bir Rus saldırısını püskürtünce bu dönem sona ermiş oldu.

1191’de Şamahı şehrinde büyük bir deprem olunca Şirvanşah’ın sarayı Bakü’ye taşındı. Şirvanşah geçmişte komşularının onlara düzenlediği saldırılardan habersiz değildi. Bu yüzden şehri güçlendirmek ve darphane inşa ettirmek için çalışma başlattı. Ölümünden sonra, 12-14. yüzyıllar arasında Bakü surlarında büyük bir artış olmuştu.

14.yüzyıl bu şehrin en iyi dönemiydi denebilir. Çünkü şehrin sorumlusu olan Muhammed Olcaytu ağır vergileri indirmiş, böylece büyüme başlamış ve refah artmıştı. Şehir kısa süre sonra bir ticaret limanı haline geldi, öyle ki Marco Polo'nun kayıtlarında yazanların Bakü’deki petrol-yağ zenginliği hakkında olduğu düşünülür:

"Gürcistan sınırına yakın bir yerde, o kadar bol miktarda yağ fışkıran bir kaynak var ki yüz gemi oraya aynı anda yüklenebilir. Bu yağın yenmesi iyi değil; ancak yakmaya ve kaşıntı veya kabuktan etkilenen deve ve erkeklere merhem olarak faydalıdır. Erkekler bu yağı almak için uzun bir mesafeden geliyorlar ve tüm mahallelerde bundan başka petrol yakılmıyor."

Altın Orda Devleti, Moskova Prensliği ve Avrupa ülkeleriyle ticaret yapılıyordu. Ani bir büyüme gösteren şehir kısa süre sonra kendi başarısının kurbanı haline geldi. Çünkü Hazar Denizi’ndeki zenginliği ve stratejik konumuyla ünlü olan şehir Safevi Devletinin kurucusu ve ilk lideri olan Şah İsmail’in (1. İsmail) dikkatini çekmişti. 1501’de şehri kuşattı. Bakü halkı direndi çünkü şehri geliştirmek için 200 yıldan fazla zaman harcamışlar ve güçlü duvarlar inşa etmişlerdi. Bu duvarların onları koruyacağına inanıyorlardı; ki pek öyle olmadı. İsmail adamlarına surları yıkma emri verdikten kısa bir süre sonra şehrin savunması düştü. Halk İsmail’in adamları tarafından kılıçtan geçirildi.

İsmail belli şartlar eşliğinde ve Safevi yönetimi altında Şirvanşahların Bakü’de kalmasına izin vermişti fakat halefi 1. Tahmasb onları iktidardan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Şirvan Evi etkili bir şekilde yok edildi, zaten daha sonra tekrar da kurulamadı. Şirvanşah 9-16. yy aralığında Şirvan hükümdarları için kullanılan bir unvandı. [Barthold, W., C.E. Bosworth "Shirwan Shah, Sharwan Shah]

RUSYA VE İRAN’IN BAKÜ İÇİN SAVAŞMASI

Rus İmparatorluğu ile İran (Kaçarlar) arasında 1813’de imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü resmi olarak Rusya yönetimine geçmişti. O zamana kadar şehir çeşitli İran hanedanlıklarının egemenliği altında kalmıştı. Bu Bakü halkına en büyük zararı getirmişti çünkü Bakü’deki kontrollerini sürekli olarak kaybediyorlardı, barışçıl bir dönem değildi. Bu yüzden Bakü’nün nüfusu uzun bir süre 5.000’in üzerine çıkma şansına sahip olamamıştı. Sürekli meydana gelen savaşlar yüzünden bir zamanlar oldukça hareketli olan ekonomi büyük zarar görmüştü.

1578-1590 Osmanlı-Safevi Savaşı sırasında Bakü Osmanlı’nın eline geçmişti; ki kısa bir süre sonra, 1607’de tekrar Safevi Devleti’nin kontrolüne geçti. 1722’de Safeviler İran’a geri dönünce Rus İmparatorluğunun başındaki Büyük Petro fırsat bu fırsat diyerek Bakü’yü işgal etti. Safeviler zaten kargaşa içindeydiler, bu yüzden Bakü’yü Ruslara bıraktılar. Fakat bu kısa süreli bir zafer olmuştu. Çünkü hemen 3 yıl sonra, 1725’te Rus hükümdarı Büyük Petro ölmüş, Rusya’da karışıklıklar başlamıştı. Böylece 1735’te imzalanan Gence Antlaşması ile Rusya Bakü de dahil olmak üzere aldığı her bölgeyi onlara geri vermeyi kabul etti. [Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Bilge Umar, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 32.]

Yine de Bakü sevdaları bitmemişti. Bu sefer Rusya, Kırım’ı Rus topraklarına katmasıyla tanınan II. Katerina emrinde 1796’da 13.000 kişilik ordu ile Bakü’ye saldırdı, kolayca ele geçirdi. Yine de bu Bakü’nün tarihteki en kısa işgali olmuştu. Sadece 1 yıl sonra, Katerina’nın oğlu I. Pavel Rusya’nın yeni imparatoru olmuştu. Rus-İran düşmanlığına son verilmesini emredince Ruslar Bakü’yü geri vererek terk etmişlerdi.

Ne yazık ki Bakü’deki kargaşa bitmiş değildi. Kısa bir süre sonra Rus İmparatorluğu ve İran tekrar savaşmaya başladılar ve 1804-1813 Rus-İran savaşının sonucunda imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü Ruslara geri verildi. Birkaç yıl sonra, 1826-1828 yılları arasında tekrar Rus-İran savaşı patlak verdi. Kısa bir süreliğine de olsa Bakü tekrar İran’ın eline geçti. Ancak bir kez daha Rusya’ya yenildiler. Bu çok daha kötü bir sonuç doğurdu çünkü 1828’de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Bakü’yü resmen Rusya’nın kalıcı parçası yapmışlardı.

Rus hükümdarları şehrin surlarını onarmak ve genişletmek için çalışmışlar yaptırmış, bu sırada surlara “artık burada kalıcıyız” mesajı veren düzinelerce top yerleştirmişlerdi. Sürekli ortaya çıkan savaşlar sona erince Bakü halkı tekrar ticarete odaklandı, liman yeniden açıldı. Yani Bakü tekrar işbaşı yaptı.

Surlu Şehir geliştikçe surlarınının dışında yeni mahalleler inşa edildi. Bu sırada Bakü, İç Şehir ve Dış Şehir olarak ikiye ayrılıyordu. Surların içinde yaşayanlar kendilerini gerçek Bakü yerlileri olarak görüyor, surların dışında yaşayanlara tepeden bakıyorlardı. Şehre para geldikçe mimari de değişmeye başlamış, bir kısmının yerini Gotik ve Barok tarzındaki Avrupa mimarisi almıştı.

PETROL

Bakü’de petrol keşfedilmesiyle şehrin büyümesi hız kazandı. Rus yetkililer Bakü topraklarını özel yatırımcılara satmaya başladı. Bunlar arasında Nobel Kardeşler ve Rothschild Ailesi gibi tanınmış isimler vardı. Bakü’nün petrol dolu olduğu ortaya çıkmıştı. 18.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar neredeyse uluslararası olarak satın alınan petrolün yarısı buradan çıkarılıyordu. Petrol parayı, para gelişim ve genişlemeyi getirdiği için surlarla çevrili şehir büyüyemezken dış şehrin nüfusu oldukça hızlı artmıştı. Ancak bu refah ortamı Bakü’de tekrar kan dökülmeyeceğinin garantisi değildi; hatta Bakü’nün en kanlı dönemi yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği yıkılana kadar defalarca kan akacaktı.

1905’te Rus işçi sınıfı Çar’a ve soylulara karşı ayaklanınca (1905 Rus Devrimi) Rusya’da siyasi huzursuzluk patlak vermişti. Bu sırada Bakü’de Ermeni ve Tatarlar (Azerbaycan Türkleri) arasında şiddet olayları yaşandı ve iki taraftan da binlerce insan hayatını yitirdi.

Bakü bir türlü nefes alamadı, 1. Dünya Savaşı sırasında Almanların hedefi oldu. Almanya, müttefiklere petrol tedarik etmekle sorumlu olan Bakü topraklarına girmek için Gürcistan’a asker gönderdi. Karşı hamle olarak İngiltere bölgeye kendi askerlerini gönderdi.

1917’de Bakü sokakları bu sefer Rus devrimi ile kana bulandı (1917 Şubat Devrimi). Rusya İmparatorluğunun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğu sırasında Bolşevik ve Taşnaklar (Ermeniler) Bakü’yü ele geçirmeye çalıştı. Azerbaycan Türkleri şehri korumak için dirense de gerçekleşen katliamlarda yaklaşık 13.000 kişi hayatını kaybetti. Bunlar 1918 Mart Olayları adıyla bilinir.

Dökülen onca kanın sonunda Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Fakat Cumhuriyetin bir sorunu vardı. Ordu olmadan kendilerini savunamazlardı. Geçmişte yaşadıkları onca işgal ortada iken bu oldukça önemli bir sorundu. Azerbaycan Osmanlı’dan yardım isteyerek Bakü’ye yürüyüşe geçti. Böylece 1918 Bakü Muharebesi gerçekleşti. Savaş kazanılmış, Bakü Azerbaycan’ın olmuştu.

Ama hasta adam denen Osmanlı zaten zayıftı ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti savunmasız kalmıştı. Diğer yandan Ruslar kaybettiklerini geri almaya can atıyorlardı. 28 Nisan 1920’de Bakü Kızıl Ordu tarafından işgal edilince Bolşevikler yeniden iktidara geldi.

Sovyetler Birliği’nin ele geçirdiği Bakü tekrar zenginleşmişti. Sovyet ülkeleri Bakü’nün petrolüne bağımlı olduğundan şehir Sovyetlerin baş tacı olmuştu. Ruslar Bakü petrol sahalarına büyük yatırımlar yaparken Bakü’nün çehresi büyük oranda değişti.

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bakü ve Azerbaycan bağımsızlıklarını kazanmış oldu.

MAYA-MEKSİKA MİTOLOJİSİNDE KÜÇÜK İNSANLAR

Hazırlayan: A.Kara

BİR NEVİ MAYA CİNİ : ALUŞ

Dünyanın birçok bölgesinde gittikleri yerde karmaşaya neden olan insan benzeri küçük varlıklara dair efsaneler bulmak mümkün. Bunlar karşımıza goblin, golem, elf ya da cin gibi efsanevi varlıklar olarak çıkarlar. Benzer şekilde Meksika bölgesinde de Mayalardan kalma bir "küçük insan" efsanesi vardır. Onların inandığı efsanevi küçük insan ırkı olan Aluş kargaşa çıkaran, yıkıma neden olan bir tür ruhsal varlık gibidir.

İnanışa göre Yucatan yarımadasının civarında yaşadığına inanılan bu küçük insanlar genellikle insanlar tarafından görünemezler. Fakat yaramazlık yapmak istediklerinde ve eğlence arayışına girdiklerinde kendilerini görünür hale getirebilirler. Genellikle orman, tarla, mağara gibi yerlerde bulunurlar. Yiyecekleri ve içecek suları olduğu sürece hemen hemen her şeyin içinde yaşayıp onu yuvaları haline getirebilirler. [1]

Tasvirlere göre Aluş, çoğul adıyla Aluşob denen bu varlıklar insanların diz hizasındadır ve baykuş benzeri gözlere sahiplerdir. Hızlı hareket etmelerinin yanı sıra bazılarının vücutlarının bir kısmının panter, iguana, geyik, papağan, çakal gibi hayvanlardan oluştuğu da inanışlar arasındadır. Fiziksel görünüşlerine dair diğer tasvirler genel olarak onları peri benzeri yaratıklar olarak tanımlar. Bazı Yucatan yerlilerinden bazıları Aluşların gölgeler içinden kırmızı gözleriyle etrafa baktığını belirterek onları daha korkunç varlıklar olarak anlatır.

Yerliler bu varlıkların ormanda yaşadığına inanıyorlar fakat aynı zamanda eğer ormandan ayrılmayı ve kasaba, şehir gibi yerleşim yerlerine doğru gitmeyi daha faydalı bulacak olurlarsa buralara hücum edeceklerini düşünüyorlar. Bu yüzden günümüzde bile ormanın belli bölgelerinden ayrılıp dışarı çıkmasınlar diye onlara yiyecek, içecek gibi sunular bırakılıyor. İnanışa göre onlara verilen bu sunular devam ettikçe yaşam yerlerinden ayrılmayacaklardır.

Kolay memnun olabildikleri gibi çabuk sinirlenebilen bu varlıklara saygısızlık edilir ve dikkate alınmazlarsa bölgede yaşayan yerlileri korkutmak, rahatsız etmek için harekete geçer ve daha tehditkar olurlar. İnsanların eşyalarını çalar veya ormanda gezenlere can sıkıcı şakalar yaparlar.

Bu inanışlara bağlı olarak kimi bölge insanları yaşadıkları şanssızlıkları bu efsanevi varlıklarla ilişkilendirmiş, onları memnun etmediklerini hatta saygısızlık ettiklerini düşünmüşlerdir. Bu durumu telafi etmenin yolu onlara yeni teklifler sunmak ve yaşamaları için bir ev inşa etmektir. 

Peki insanlar bu varlıklardan neden korkuyor? Sadece eşya çalacak ya da can sıkacaklar diye mi? Şimdi o kısma gelelim. İnanışa göre bu küçük yaratıklar siz ormanda dolaşırken birden önünüze geçip sizden bir sunu isteyebilir. Eğer reddederseniz reddettiğiniz Aluş diğer Aluşlara haber verip hepsini toplayacaktır. Toplanma nedenleri her zaman saldırıp tekme atmak ya da ısırmak değildir. Hepsi bir araya gelip ona sunu vermeyi reddeden kişiye hastalık büyüsü yaparlar. Aynı zamanda Müslümanlar arasındaki inanışa benzer şekilde eğer onların adını söylerseniz çağırmış olursunuz. Geldiğinde çağırdığınız için rahatsız olacak ve kargaşa yaratacaktır. Bu yüzden isimlerini söylemekten uzak durmak gerekir.

Bazıları hala bu varlıklara inanmaya devam ederken kimileri inanmayı bırakmış durumda. Biliyoruz ki mitolojiler genellikle öylesine birdenbire ortaya çıkmazlar. Genelde hepsinin bir çıkış noktası olur. İşte tarihçilerin iddiasına göre Aluş ismi zaman zaman İspanyolcada gnomlar, leprikonlar ve goblinler gibi insan benzeri varlıklar için kullanılan "duende" terimi ile karıştırılmıştır. Benzerlikleri dikkate alındığında karıştırılabilmeleri tabi ki muhtemeldir. [2]

Duende kavramını Yunanistan, Portekiz, Filipinler gibi İspanya'nın ötesindeki birçok ülkenin halk masallarında, geleneklerinde görmek mümkündür. Bölgeden bölgeye terim ufak farklılıklar gösterse de hepsinin ortak noktası küçük ve kargaşaya neden olan varlıklar olmalarıdır. Yemekleri yaktıklarına, başkalarının yemeklerini yediklerine, şiddetli yağmur veya kar yağdırdıklarına, geceleri insanları rahatsız edip uyandırdıklarına, küçük çocukları yaramazlık yapmaya teşvik ettiklerine dahi inanılır.

Diğer yandan tıpkı Aluş gibi insanlara şans getirebilir ve yıkılan binaları yeniden inşa edebilir, ormanda kaybolanlara yardım edebilir, araziyi kutsayıp daha verimli kılabilir, yaşlı balıkçıların kürek çekmelerine yardımcı olmak gibi iyi işler de yapabilirlerdi.

Kimi tarihçiler duende teriminin bazen aluş sözcüğünün yerine kullanılmasının ve Aluş efsanesinin ortaya çıkmasının 15.yy'da Mayaların İspanyollar ile olan etkileşiminden kaynaklandığını düşünür. Diğer yandan Mayalar benzer efsanevi varlıklara inanan Britanya Adaları korsanları ile temas kurup bu varlıklara dair inanışları onlardan alıp türetmiş de olabilir. Ancak kimi Maya insanları için Aluşlar diğer topluluklardan alınmış efsanevi varlıklar değildi. Onlara göre kökenleri çok daha eskiye dayanıyor, Aluşlara atalarının ve ülkelerinin ruhları olarak tapılıyordu.

Mayaların Aluş tasvirlerin okuduğumda aklımda oluşan fikri destekler şekilde bazı kriptozoologlar* Aluş efsanesinin o dönemde yaşamış cüce insanlardan kaynaklandığını öne sürerler. Çünkü cücelik o dönemde yaygın görülen bir tıbbi durum değildi. Haliyle cüce birine tanık olan Mayalar onlarla karşılaşmalarını sözlü ve yazılı olarak aktarırken karşılaştıkları cüceleri efsaneleştirerek iyi-kötü yönlere sahip cüce varlıklar inancını var etmiş olabilirler. Çünkü kayıtlar onlardan yaklaşık 1 metre boyunda varlıklar olarak bahseder, bu da cücelerin efsaneleştirildiği ihtimalini güçlendirir.

Hala Mayalar soyundan gelen insanlardan kimileri Aluş ruhlarına inanıyor. Özellikle çiftçiler 7 yıl boyunca topraklarını verimli kılması için onları davet eden törenler yapıyorlar. Bu sırada onlara kalacakları verip sunular sunuyorlar. Kimi çiftçiler bu varlıkların gerçekten var olduğuna inanmasa da gelenekleşmiş bir batıl inanç olarak bu uygulamayı devam ettiriyorlar.

Tabi bu varlıklara inanmayı devam ettirenler sadece çiftçiler değildi. Örneğin Aluşlarla ilişkilendirilen ve çok yakın tarihlerde yaşanmış olan bir olay vardır. Bu anlatıya göre 1990 yılında iki noktayı birbirine bağlamak için bir köprü inşaatı başlatılır. İnşaatta çalışan Maya yerlileri diğer işçileri Aluşlardan izin almadan yapıma başladıkları için diğer çalışanları uyarana kadar köprü inşaatı üç kez başarısız olmuştu. Bölgedeki bir çiftçi onlara bir tavsiye verir: Aluşlara bir ev inşa ederek onları ikna etmeli, saldırılarından korunmalılardır. Bu yüzden işçiler bir Maya şamanından yardım almaya gitmiş, akabinde onlara ufak bir ev yapmıştı. Sonrasında iş başına döndüklerinde işleri yolunda gitmiş ve köprü inşaatı başarısız olmamıştı.

Günümüzde bile birçok otel, dükkan ve restoranda Aluşların gönlünü almak, hoşnut etmek için yapılmış minik evler bulundurur. Bu evlerin geçerlilik süresi 7 yıl olduğundan 7 yıl dolduğunda eski evlerin mühürlenip yenilerinin yapılması gerekiyordu. Bu yüzden bazı mekanlarda çok fazla minik eve rastlanır. Batıl inançları geride bırakmak kolay olmadığından bu efsanenin izleri Maya kültürünün hakim olduğu topraklarda hala devam etmekte.

DİPNOT: Kriptozoolog halk efsanelerinde yer alan, kanıtlanmamış doğaüstü varlıkları araştıran kişilere verilen addır.

FİRAVUN "SAHURE"

Hazırlayan: A.Kara

BARIŞÇIL MISIR FİRAVUNU : SAHURE

Sahure, Eski Krallık döneminde yaşayan bir Mısır firavunuydu. 5. Hanedanlığın hükümdarıydı ve saltanatı boyunca barış ve refah hüküm sürmüştü. Bunların yanı sıra yabancı topraklarla ticaret yapmış, bir donanma geliştirmiş ve madenler açmıştı.

Sahure, özellikle kendisi için inşa ettirdiği Sahure Piramidi ile tanınır. Bu piramit Mısır'da Kahire yakınlarındaki Ebûsir'de (ابو صير) bulunur. Sahure'nin halefleri de o bölgede kendi piramitlerini inşa ederek onun izinden gitmişlerdir.

Sahure Piramidi, daha önce inşa edilmiş olan Giza'daki üç ana piramitten çok daha küçüktür. Bunu piramit yapımında bir düşüş olarak yorumlamak mümkündür. Öte yandan bu piramit kompleksi, yapımında kullanılan taşların kalitesi ve ölüm tapınağının zengin kabartma süslemeleri ile dikkat çekicidir. Dolayısıyla söz konusu eski Mısır piramitlerinin kalitesi olduğunda boyut tek kriter olmamalıdır.

Adı “Re'ye yakın olan” anlamına gelen Sahure, MÖ 3. binyılın ortalarında doğmuştur. Genellikle babasının 5. Hanedanlığın kurucusu Userkaf olduğu düşünülmektedir. Çünkü Userkaf'ın saltanatı sırasında antik Mısır'ın güneş tanrısı Ra ve Ra kültü önem kazanmıştır. Oğlunun adı olan “Sahure”, Userkaf'ın güneş tanrısı Ra'ya yaptığı atıfın bir yansımasıdır.

Babası bellidir ama annesinin kimliği biraz muammalıdır. Userkaf'ın 4. Hanedanlığın üçüncü firavunu olan Redjedef'in soyundan geldiğine inanılır. Zaman geçtikçe hanedanlık mücadelelerine neden olan rakip dallar ortaya çıkmıştır. Pozisyonunu güçlendirmek isteyen Userkaf, kraliyet ailesinin ana kolunun soyundan gelen Khentkaues ile evlenir. Bu, hanedan mücadelelerini sona erdirerek Userkaf'ın yeni bir hanedan kurmasına olanak sağlar. Bu nedenle geleneksel olarak Sahure'nin annesinin Khentkaues olduğu varsayılmıştır. 

I. Khentkaus, Giza'daki mezarında 'iki kralın annesi' olarak anılır ve muhtemelen bunlardan biri Sahure'dir. [7] Khentkaus, mezarında kraliyet kobrası (uraeus) ve sakal ile tasvir edilmiştir, bu da Sahure'nin vekili olarak hizmet etmiş olabileceğini düşündürmektedir. Ancak annesi olduğu anlamına gelmez. Sahure piramidinin geçidinde yapılan kazılarda, firavunun annesinin Userkaf'ın diğer eşlerinden II. Neferhetepes olduğunu gösteren kabartmalar bulunmuştur. [4][5][6]

Sahure MÖ 2.487 civarında firavun olmuştur. Turin Kral Listesi'nde yazanlara göre toplam 12 yıl hüküm sürmüştür. Antik Mısır'ın Eski Krallık döneminden kalma Kraliyet Yıllıkları olarak bilinen bir dikili taşın geniş bir parçası olan Palermo Taşına göre ise Mısır'ı yönettiği toplam süre 13 yıldır.

Fakat Firavunlar, tıpkı diğer onca Sami halkları gibi işgalci, yağmacı, yayılımcı bir politika izlerken Sahure'nin hükümdarlığında bunlar pek yaşanmamıştır. Onun saltanatı sırasında krallığında barış ve refah hakim olmuş, bu durum komşu halklara kadar yayılmıştır. Bunun sonucunda Mısır ile komşuları arasında her iki tarafa da fayda sağlayan ticaretler yapılır olmuştur. Yani diğer firavunların yaptığı gibi saldırıp işgal ederek mallara el koymak yerine ticarete yönelmiştir.

Cenaze tapınağını süsleyen rölyeflerde ticaret faaliyetlerini anlatan sahneler-çizimler yer almaktadır. Örneğin bir sahnede Mısır gemileri, günümüzde Lübnan'da bulunan bir kıyı kasabası olan Biblos'tan evlerine dönerken gösterilirler. Tasvirlerde ayrıca Lübnan'ın ünlü sedir ağaçlarıyla doldurulan gemiler yer alır. Diğer gemilerde köle ya da tüccar olan ve Sahure'yi selamlayan yetişkin ve çocuklardan oluşan "Asyalılar" ile yüklü olarak temsil edilmiştir. [2][3][8][9]

Sahure'ye şöyle demektedirler:
Selam sana ey Sahure! Yaşayanların Tanrısı, güzelliğini görüyoruz!. [10]

Aynı kabartma, yabancı topraklar arasında ticareti kolaylaştırmak için gemilerde tercüme yapmakla görevli tercümanların bulunduğunu kuvvetle göstermektedir. Mısır sanatına özgü kabartmalarda muhtemelen Doğu Akdeniz kıyılarından açık deniz gemileriyle getirilen birkaç Suriye boz ayısını tasvir eder. Bu ayılar, Suriye ortaya çıkan 12 adet kırmızı boyalı, tek kulplu kavanozlar ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bazı Mısırbilimciler, birlikte ele alındığında, ayılar ve kavanozların muhtemelen bir haraç olduğunu öne sürmüşlerdir. [11][12]

Yağma, saldırma yerine izlediği işbirlikçi politikanın kanıtları Lübnan'da ortaya çıkan eserlerde görülmektedir. Bunlar arasında Sahure'nin mührü ile damgalanmış taş kaplar ve ince bir altın parçası üzerinde damgasının bulunduğu sandalye yer alır.

Firavunun, Lübnan dışındaki Punt ülkesine bir ticaret heyeti gönderdiği de kayıtlar arasındadır. Bu, Punt'a yapılan ilk belgelenmiş Mısır seferidir. Mısırlılar bu efsanevi topraklardan kendi topraklarında bulunmayan çeşitli mallar almışlardır. Bunların en değerlisi ise 80.000'lik ölçü ile alınıp Mısır'a getirilen mür'dür. Mür, ilaç yapımında ve parfümlerde kullanılan, kokulu, yapışkan bir reçine türüdür. [13][3] [15]

Alınan mallar arasında ayrıca 23.030 tahta ve doğal bir altın ve gümüş alaşımı olan 6.000 ölçülük elektrum bulunur. Punt'a yaptığı seferin ticaret açısından önemine ek olarak, bu olay aynı zamanda onun Mısır donanmasını kuruşu olarak kabul edilir.

Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı ticari sefer, sonraki firavunlar için bir emsal teşkil ettiği için uzun vadeli bir etkiye de sahipti. Örneğin Orta Krallık döneminde, kendinden sonraki çeşitli firavunlar tarafından da Punt ülkesine ticaret amaçlı seferler düzenlenmiştir. [14]

Tabi o zamana kadar seferlerin ölçeği muazzam bir şekilde artmıştı. Örneğin MÖ 1985'te gerçekleştirilen ticari amaçlı bir keşif gezisinde 3.000 erkeğin bu olaya dahil olduğu iddia edilir. 50 yıl sonra gerçekleştirilen bir başka seferde ise 3.700 erkeğin katıldığı yazılmış ve bununla övünülmüştür.

Ancak Punt'a yapılan en ünlü sefer, Yeni Krallık firavunu Hatşepsut'un düzenlediği seferdir. Bu, bilinen ve en iyi şekilde belgelenmiş en büyük keşif gezisiydi. Şüphesiz tüm bu keşif gezileri Sahure'den ilham alınmıştı ve düzenleyen firavunun saltanatının refahını sağlamaya hizmet edecekti.

Fakat ne kadar barışçıl politika izlersen izle, eğer bir firavun ya da kralsan mutlaka atalarının sana öğrettiği, metinlerin övgüyle kaydettiği şeyi yapacaksındır; Savaşmayı.

Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı seferi ticaret amaçlı ve barışçıl olmasına rağmen, onun denizaşırı ülkelerde askeri seferler yürütmüş olabileceği anlaşılmaktadır. Çünkü Mısırlıların, komşuları olan Libyalılara yaptığı baskını tasvir eden kabartma sahneleri bulunmaktadır. Bir sahnede firavun, korku içinde önünde çömelmiş olan Libyalı esirleri cezalandırmak üzere iken tasvir edilmiştir. Bu baskından başarı elde eden Mısırlılar, düşmanlarının yanı sıra onların hayvanlarını da ülkelerine getirmişlerdir.

Sahure'nin Libyalılara karşı düzenlediği askeri harekatın tasviri olduğu düşünülen ve dolayısıyla firavunun saltanatının o kadar da barışçıl olmadığını gösteren kabartmanın gerçek bir olayı tasvir etmeyebileceği, sadece bir tür "ayini" anlattığı da ileri sürülmüştür.

Alternatif bir görüş, Sahure'nin seleflerinden birinin başarısını kopyaladığı şeklindedir. Firavunun düşmanlarını cezalandırmak üzere olduğu aynı sahnenin, 6. Hanedan firavunu II. Pepi'nin cenaze tapınağında ve 25. Hanedan firavunu ve Kuş Kralı Taharka'nın Sudan'ın Kava ilindeki Tapınağı'ndaki bir kabartmada da yer alabileceğine dikkat çekilmiştir. Bu nedenle eğer bu firavunlar söz konusu sahneyi Sahure'den kopyalamışlarsa, Sahure'nin de bu sahneyi seleflerinden birinden kopyalamış olması mümkündür. Yani Sahure belki de hiç savaşmamış, yağma yapmamış, sadece hanedanlığı için önemli olan olayları anlatan kabartmalara yer vermiştir.

Sahure'nin en bilinen yönlerinden biri madenler açtırmasıdır. Örneğin Sina yarımadasında turkuaz madenleri açtırmıştır. Bu madenlerin Mısır'daki "Mağara Vadisi" (وادي مغارة) ve "Harita Vadisi"nde (وادي الخريط) bulunduğu tahmin edilmektedir. [1]

Güneydeki Nübye'de diyorit yani yeşiltaş madenleri açtırmıştır. Bu madenlerden çıkan taşlar genellikle anıtsal binaların yapımında kullanılmıştır ve Sahure'nin gerçekten de birkaç anıt inşa ettiği bilinmektedir.

Firavunun inşa ettiği anıtlardan biri de bir güneş tapınağıdır. Güneş tanrısı Re yani Ra'nın kültü 5. Hanedanlık döneminde baskın hale geldiğinden firavunlarının bu tanrıya adanmış tapınaklar inşa etmesi gayet doğaldır. Bu tapınağa 'Re'nin Tarlası' anlamına gelen Sekhet-Re denildiği bilinmektedir. Ne yazık ki tapınağın yeri tarihe karışmıştır ve belki de asla tespit edilemeyecek.

Sahure'nin inşa ettirmiş olduğu bilinen bir diğer anıt ise "Uetjes Neferu Sahure" adı verilen ve 'Sahure'nin Görkemi Cennete Yükseliyor' anlamına gelen saraydır. Bu ismin Sahure'nin haleflerinden biri olan Neferefre'nin cenaze tapınağında yakın zamanda ortaya çıkarılan yağ kaplarında da yazılı olduğu görülmüştür. Güneş tapınağı gibi, sarayın da yeri bilinmiyor ancak Abusir'de olabileceği tahmin edilmekte. [16]

Neyse ki Sahure'nin anıtsal yapı projelerinden biri bugüne kadar ayakta kalmış; Abusir'deki piramit kompleksi. Bu isim, Grekçedeki Busiris'in Arap versiyonudur ve eski Mısır'da "Osiris'in Evi" anlamına gelen "Pr-vsir" kelimesinden türetilmiştir. Bu isim söz konusu alanın Osiris'e adanmış bir tapınakla ilişkili olduğunu gösterir.

Abusir, kuzeyde Giza ve güneyde Sakkara olmaz üzere iki kabristan (nekropol) arasında yer alır. Sahure bu bölgede bir piramit kompleksi inşa eden ilk firavundur.

Giza ve Sakkara'nın zaten piramit ve mezarlarla dolu olması nedeniyle Abusir'de yeni bir mezarlık (nekropol) kurulduğu düşünülüyor. Buna ek olarak söz konusu alan Abusir Gölü üzerinden Nil Nehri'ne bağlanmış, bu da yapı malzemelerinin yeni mezarlığa tekneyle taşınmasını kolaylaştırmıştır.

Sahure, Abusir'de piramit kompleksi inşa eden ilk firavun olmasına rağmen orada bir anıt inşa eden ilk kişi değildir. Bu başarı onun selefi Userkaf'a aittir.

Abusir'de bir firavun tarafından inşa edilen ilk anıt eski Mısırlılar tarafından "Re'nin Kalesi" anlamına gelen Nekhen-Re olarak bilinen Userkaf'ın Güneş Tapınağı'ydı. Bu, Abusir'deki bilinen ilk güneş tapınağıdır. Ancak Sahure'nin Sekhet-Re'sinden farklı olarak Userkaf'ın güneş tapınağının yeri arkeologlar tarafından tespit edilebilmiştir. [17]

Sahure'nin yerine geçen 5. Hanedan firavunları Abusir'de piramitler inşa etmeye devam ettiler ve burayı bu hanedanlığın ana kraliyet nekropolü haline getirdiler. Bir zamanlar Abusir'de 14 kadar piramit olduğuna inanılır. Ancak bugün sadece Sahure, Neferirkare, Niuserre ve Neferefre'nin piramitleri tanımlanabilmekte.

Buna ek olarak, 5. Hanedan firavunları Abusir'de başka güneş tapınakları inşa ettiler ve bunların sonuncusu, hanedanlığın yedinci hükümdarı Menkauhor döneminde inşa edildi. İlginç bir şekilde Userkaf gibi Menkauhor da piramidini Abusir'in dışında Dahšūr'un (دهشور) yakınında inşa ettirmiştir. Menkauhor'un saltanatından sonra Abusir, firavunlar tarafından terk edilmiş olsa da eski Mısır soyluları arasındaki popülerliğini korumuştur.

KELT YARATILIŞ EFSANESİ

Hazırlayan: A.Kara

KELT YARATILIŞ EFSANESİ

Günümüzde bilimin sayesinde doğal fenomenleri anlamak kolay. Geçmişte böyle olmadığından eski insanların doğada gerçekleşen her olayı ve hayata dair olguları ilahi bir güç ile ilişkilendirmişlerdi. Dolayısıyla bu efsaneler onları okuyan, dinleyen bizler için basit görünse de eskiler için oldukça gerçektiler. Eski uygarlıklarda doğal olan ile doğaüstü arasında bir ayrım yoktu. Bu yüzden doğadaki birçok şeyin dini anlamı vardı. Kelt halkı için de durum aynıydı.

Yüzü boyalı savaşçıları ve gizemli rahipleri (druid) ile bilinen bu halkın kökenleri MÖ. 2000'lere kadar gitmektedir. İstila ettikleri topraklarda dil ve geleneğin yanı sıra mitoloji konusunda da önemli etkileri olmuştur. Zaten tarihte genellikle gördüğümüz şudur: Bir topluluk fethedildiğinde zorla ya da isteyerek fethedenlerin inançlarını benimserler. Bazen bunun sonucunda ortaya çıkan yeni dini yapının istila edilenin mitoloji ve inançlarının etkisi ile şekillenmiş olduğu görülür. Buna örnek olarak Romalıların Mısır tanrıçası Isis'i tanrıları arasına dahil etmesini verebiliriz. 

Kendi dini inançlarını kısmen koruyan, diğer yandan Kelp tanrı ve inanışlarından kimilerini benimseyen Avrupa halkı da kolektif bir din yaratmıştı. Keltler tıpkı bizler gibi mitolojilerine dair fazla yazılı kayıt tutmadıklarından haklarında bilinenlerin çoğu arkeolojik eserlerden toplananlardır. Öte yandan Yunanistan ve Roma'da yazılmış bazı yazılar Keltler hakkında bilgi veriyor olsa da bunların ne derece doğru olduğu, önyargı barındırıp barındırmadığı şüphelidir.

 Kelt inanışları tıpkı eski Türk inanışları gibi daha çok sözlü gelenek ile ilerliyor, insanlar birbirine anlatması sayesinde hayatta kalıyor ve biliniyordu. Bu yüzden Keltlere en büyük zararı Roma vermişti. Çünkü Roma, Kelt sözlü geleneğini ve dinini yaşatma konusunda ön plana çıkan druidleri yani kelt rahiplerini katletmişti. Bunun sonucunda Roma ile benzer tanrılara sahip olan Kelt halkı zamanla Romalılaşarak asimile oldu. [4]

Oyun dünyasından da bildiğiniz druidler Kelt toplumu içinde çeşitli rollere sahipti. Kelt rahipleri öğretmen, şifacı hatta yargıç olarak görev yapan bilgin sınıfıydı. Dinlerinin sözlü geleneğini bilen ve gelecek nesillere aktaracak olanlar da onlardı. Mitoslarını yazıya geçirmedikleri için inançları ve kelt rahipleri hakkındaki yazılı kaynağı ancak Sezar döneminde, onlardan bahsetmesi ile görebiliyoruz.

Kelt rahipleri erken Kelt edebiyatında kahin, peygamber ve büyücü benzeri insanlar olarak tasvir ediliyorlardı. Büyük ihtimalle onların dua ve dini sözleri kutsal kabul edildiğinden onları yazmak yasaktı. Eğer yazıya dökülürlerse kutsallıkları kaybolurdu. [4]

YARATILIŞ

Bilinen efsanelerden biri Donn ve Danu adlı iki tanrıdan bahseden yaratılış anlatısıdır. Bu efsane tabiatla iç içe yaşayan halkların ağaçlara atfettiği kutsiyeti, doğayı ne şekilde anlamlandırdığı, kimi doğa olaylarını nasıl mecazi tariflerle anlattığının en güzel örneklerindendir. Tabiatla iç içe yaşayan ve saygı duyan bir halk oldukları için efsanedeki kimi motifler doğaya saygı duyarak iç içe yaşamış olan Türklerin ve Slavların mitosları ile de benzerlik gösterir.

Efsaneye göre dünyalar bir araya gelmeden çok çok uzun zaman önce yalnızca boşluk vardı. Sonsuzluğun içindeki boşluk özlem duydu. Onun özlem hissi etrafındaki kaosun boşluğu düşünmesine neden oldu. Boşluk birliğin vermiş olduğu yoğun yalnızlık ve özlem ile derin bir uykuya daldı. Uykusu sırasında boşluğa bir rüya gösterildi. Bu rüyada ona olması gerekenler, her şeyin nasıl olacağı gösterildi. Bunun üzerine neşelenen boşluk büyük bir savaş narası ile uyandı. Savaş çığlığı sonrası etrafındaki karanlık kaosa doğru dokuz dalga halinde uzanıp yayıldı.

Büyük boşluk gördüklerine karşı öylesine büyük bir sevgi duydu ki, bölündü, içinden Danu ve Donn adında iki çocuk ortaya çıktı, hiçlikten doğmuşlardı. Danu yaşam tanrıçası, Donn ise ölüm tanrısıydı. [1][2][3] Hiçlikten bir anda var olan ikili etrafa bakındıktan sonra çıktıkları merkeze geri dönerek parıldayan boşlukta birbirlerini izlediler. Öyle büyük bir aşka tutuştular ki merkezin kutsal alevini kalplerinde hissedip hiç yerlerinden kımıldamamak ve ayrılmamak üzere birbirlerine sarılıp kenetlendiler.

"Donn" karanlık olan demektir. Kucaklaştığı eşi Danu onun zıttı olan beyazdır. [1][2] Yani efsanede aydınlık ile karanlığın, zıt kutupların kucaklaşması, bir dualizm anlatısı vardır.

Kucaklaşmalarından bir süre sonra tanrıça Danu doğum yaptı. Doğanlar arasında Briain, Iuchar ve Iucharba adında 3 dev erkek çocuk vardı. Birbirine kenetlenmiş şekilde duran anne ve babasının arasında sıkışıp kalan çocuklar yaşayabilecekleri bir alan bulamamışlardı. Çocuklardan biri olan Briaian etrafına bakındıktan sonra eğer anne ve babaları ayrılmazsa kendisi de dahil olmak üzere tüm çocukların öleceğini söyledi. Kendi aralarında ne yapmaları gerektiği üzerine tartıştılar. Annelerinin sevgisi çocuklar üzerinde ağır basınca Briain çıkış yolu olarak babasını öldürmeye karar verdi.

Öfkesi öyle büyüktür ki tek bir darbe vurmakla kalmayıp, babasını 9 parçaya ayırdı. Büyük aşkını kaybeden ve kıyımını gören tanrıça Danu dehşete kapılarak öylece hareketsiz kaldı. Kapıldığı dehşet hissi yerini korkuya, daha sonra kedere bıraktı. Acı içinde ağlamaya başlayınca gözyaşları öylesine aktı ki "Topraksız Prensler" denen üç oğlu ve doğan ilk çocuklarının tümü gözyaşlarının oluşturduğu akıntıya kapıldılar. Bu yüzden Danu'ya "Cennetin/Göğün Suları" dendi. Onun gözyaşlarının meydana getirdiği gelgitlerin içinde Fomorlar yaşıyordu. Onlar hem deniz ya da toprağın altında yaşadığına inanılan doğaüstü bir dev ırkı olmaları, hem de doğanın yıkıcı, karanlık yönlerini temsil ediyor olmalarıyla gökyüzünde yaşayan Tanrılar Soy'unun tamamen zıttıydılar. [11][12][13][14]

Sürüklenenler arasında aşkı Donn'un beden parçaları da vardı. Tıpkı İskandinav efsanelerindeki Ymir, Çin'deki Pangu, Babil'deki Tiamat gibi Donn'un parçalara ayrılmış bedeni yaratılışta büyük rol oynamıştı. Tacı gökyüzüne, beyni bulutlara, yüzü güneşe, aklı aya, nefesi rüzgara, gözyaşları ile karışan kanı denizlere, eti toprağa, kemikleri taşlara dönüşmüştü. Tohumlarından iki tane kalmıştı. Biri kırmızı, diğeri beyaz olan iki tohum Donn'un etinin oluşturduğu toprağa düşmüştü.

Uzaklardan bakan Danu yeryüzündeki iki tohumu gördü. Bunlardan biri Kızıl Meşe ağacı tohumuydu ve içinde parçalara ayrılan Donn'u barındırıyordu. Bunu gören Danu sevgilisine olanları hatırladı, aralarındaki mesafeden dolayı hüzünlendi. Diğer yandan onun tekrar hayata gelecek olması ile sevinçle dolmuştu, sevdiğine hayranlık duyuyordu. Tekrar ağlamaya başladı, gözyaşları yani özü ölü dünyanın üzerine damla damla düşüyordu.

Kavrulmuş topraklar onun sevgisiyle cennetten akan kutsal sularla ıslandı, tüm arazi boyunca tohumlardan hayat fışkırmaya başladı. Yeryüzünde var olan ilk canlılar Nemedyalılardı. Bunlar toprakların, kumların, çeşitli yerlerin insanlarıydı. İlahi suların sonraki çocukları ile akraba olsalar da onlardan farklılardı. Dünyanın kuzeyinde "Tapınma Ovası" adı verilen bir ovada yaşıyorlardı. Bu insanlar kutsal olduğundan onlara "Nemed" deniyordu. Daha sonra bu tek halktan iki halk ortaya çıkmıştı; Yeryüzünün halkı (Fir Bolg) ve gökyüzünde yaşamaya başlayan Tanrılar Soyu (Tuatha De Danann)

Tanrıçanın gözyaşları ile hayat bulan toprakta kırmızı meşe palamudu kök saldı ve Adair Arazisinin Meşe Ağacı (Bile** Magh Adhair) adı verilen muhteşem bir ağaca dönüştü. Cennetten gelen ilahi sular bu kutsal Meşe ağacını besledikçe besledi. Daha sonra bu Meşe ağacı insani bir form aldı, halkların kralı oldu ve Eochaid* adıyla bilindi.

* Bu adın İskoç İngilizcesine geçişi "Hektor" şeklinde olmuştur.
** İngilizcedeki "safra" değildir. Doğrudan kutsal ağacın adıdır ve anlamı tartışmalıdır. Kelt kültürü ele alındığında bunun büyük ihtimalle meşe ağacı olduğu düşünülür.

Hatırlarsanız parçalara ayrılan Donn'dan geriye iki tohum kaldı demiştim. İşte krala dönüşen kızıl tohumun dışındaki diğer tohum onun kardeşiydi ve kusurlu görülen, boğumlu Porsuk ağacından dönüşmüş olmasına rağmen  rahip olmuştu çünkü soyluydu. 

Eski uygarlıkların çoğunda ana tanrıçanın her şeyden üstün olduğunu, her şeyi var eden olduğunu görürüz. Öyle ki kocası olan tanrıyı bile o var eder, doğurur. Yani kocası aynı zamanda oğludur. Bunu gerçek bir insan ilişkisi gibi düşünmeyin. Doğanın kendisidir bu. Çünkü anne olarak görülen doğa her şeyi doğuran olarak görülmüştür. Bu yüzden onunla ilişkilendirilen tanrı bile ondan doğmuş olmalıdır.

Bunu aklımızda bulundurarak devam edelim. Efsaneye göre yeryüzünde hayat bulmuş olan Meşe tohumu eskiden sevgilisi olan uzaklardaki, gökyüzündeki annesini tanıyıp tekrar onunla birlikte olmak için uğraşmış, yukarıya doğru uzanmıştı. Uzanırken onun yüzünü okşama, yapraklarıyla gözyaşlarını silme gayretiyle uzuvlarını yukarı doğru zorladı.

Sanatta mükemmel olan kral Meşe ağacı (Eochaid) zanaatkar, korkusuz, kurnaz bir savaşçı ve gizli sanatlar ustasıydı. Cennetin suları ile beslenen Meşe birçok tanecik yetiştirdi. Yere düşen taneciklerden bazıları parıldayan harika varlıklara dönüştü. Bunlar arasında Tanrılar Soyu [5] (Tuath De Dannan) için bir zevk ve sevinç kaynağı olan, kadınların kalbine ateş düşüren Aengus (Oengus Mac Og) adlı Üvez ağacı da vardı. Aengus gençlik ve aşk tanrısıydı. [6]

Donn tüm bu kusursuzluğun etrafındaki halkına baktı. Hepsi uyuşuktu, durgundu, yaşarken çürüyorlardı. O günlerde ölüm yoktu. Çevresindekiler aşırılığa kaçınca kuruyup kaldı. Böylece halkı soldu, hastalandı ancak ölmedi.

Donn çevresindeki ıssızlığı görünce rahip kardeşine neler yapılabileceğini danıştı. Finn'in verecek bir cevabı yoktu. Diğer toprakların nerede olduğunu, ne durumda olduklarını görmek isteyen Finn bir yolculuğa hazırlandı. Dalgaların ötesine seyahat eden Finn durumun her yerde aynı olduğunu gördü, dünya ölüydü. Bu yüzden geri derken "yenilenme olabilmesi için ölümün bir zamanı olması gerektiğini" ilan etti. Bu kadim sihir sayesinde Donn ölecek, bedeni dünyayı yenileyecekti. Ruhu denize gitmeli ve dinlenme zamanı gelip kalabileceği bir yer inşa etmeliydi.

Fakat Donn bunları kabul etmedi. Çünkü kardeşinin akraba cinayetiyle lekeleneceğini düşünüyor ve sevgilisinden ayrı kaldığı gibi kardeşinden de ayrı kalmak istemiyordu. Diğer yandan halk Finn'in fikrini destekliyor, ona baskı yapıyordu. Bunun üzerine iki kardeş ovada savaşmaya başladı. Gün boyunca dövüşen iki boğa gibi yorgun düşmüşlerdi. Yorgunluk sancısını ilk hisseden Finn'di. Akabinde kardeşinin bıçakları vücuduna saplanmış ve ölmüştü. Bunun üzerine Finn dokuz dalganın ötesini keşfe çıktı.

Kardeşinin ayakları dibinde öldüğünü gören Donn öfke ve acı hissetti diğer yandan zafer elde ettiği için neşelenip büyüklendi. O kadar çok acı duydu ve büyüklendi ki kalbi ve tüm varlığı paramparça oldu. Böylece Donn büyük ovadan denize düştü. Ruhu Deniz'deki evini inşa etmeye giderken parçalara ayrılan bedeni dünyayı yenilemek üzere dağıldı.

Onun ölümüyle Meşe'nin üç güçlü kökü toprağın derinliklerine indi, etrafı çevreleyip güçlendi ve her biri birer karanlık olacak şekilde büyüdüler. Böylece üçüncü alem yaratıldı ve ruhu orada yaşamak üzere, inşa ettiği, ölen insanların gideceği "Tech Duinn'e" gitti. Tech Duin "Donn'un Evi" ya da "Karanlık Olanın Evi" anlamlarına gelir. Burası ölenlerin toplandığı yerdir. [7][8]

Dünyevi olarak yaşamıyor olsa da Gaeller yani İskoç ve İrlandalılar için tam olarak yok olmamıştı. Donn bu harika Dünya Ağacı ile 3 alemde birden yaşıyordu. Bu bir Meşe ağacıydı. Verdiği kırmızı meşe palamutları insanlara besin ve koruma sağlıyor, Tanrılar Soyu'nu mutluluk veriyordu. Cennetin Beyaz İneği Danu ile öteki alemin Kara Boğası Donn arasındaki aşk devam ediyordu. Onların arasındaki aşk ve sevgi sayesinde kozmos var olmaya devam etmişti.

Ölüp dokuz dalganın, boşluğun ötesini keşfe çıkan kardeşi Finn ruhlar aleminde de kralına hizmet etmeye devam etti. Peki nasıl hizmet ediyordu? Daha önce öldüğünden bilinmeyen yerleri keşfetmişti. Yolları bilen ve ilk keşfeden olduğu için ülkeye giden geçitleri koruyor, yanındaki yardımcıları ve tazıları ile birlikte yeni ölmüş olanların ruhlarını toplamaya çıkıyorlardı. Keltlerin inancında buna Büyük Av denir. Bu Büyük Av gününde insanlar mezarlıklarda bir Porsuk ağacı buluyor ve beraberindeki kara köpekleri mezarlığa gömüyorlardı. Bran adlı tazı ölüleri getiriyor, efendisi Finn ölen ruhları arayıp buluyordu. Bulunan ruhlar arasından layık olanlar Finn'in tazılarının ulumaları ile ilan edilip "Karanlık Olanın Evi'nde" yaşamaları üzere yönlendiriliyordu. Ev'e gelen ruhlar Donn ve Tümseğin İnsanları (Daoine sìth [9]) tarafından yargılanıyordu. Tümseğin İnsanları adı verilenler muhtemelen önemli Kelt ataları ve doğa ruhlarıydı. Donn yargılama bittikten sonra "Toprağın Çocukları" dediği bu çocuklarını yani ruhları bulundukları zaman içinde ölümlüler dünyasının kapısına götürüp teslim ediyordu.

Layık olmayan ve tazıların ulumadığı ruhlar kederine terk edilir, kabuk bağlayıp pul pul olarak amaçsızca gezinirdi. [10]

ANALİZ & DETAYLAR

Bu yaratılış efsanesindeki bazı noktaların üzerinde durmak istiyorum.

Efsanede Anne ile Baba'dan var oluş, ölen babanın yeniden dirilerek oğul ve eş olarak dünyaya gelip sonrasında tekrar ölmesi motifi var. Birkaç kez "Tanrılar Soyu" terimini kullandım. Bunlar Yukarı Alem'in tanrılarıdır. Bu tanrıların ana tanrıçanın çocukları olması, aynı zamanda ölen babanın onun sayesinde tekrar dirilmesi ana tanrıçanın her şeyden üstün olduğunu gösterir.

Donn ve Danu'nun yaratılışına baktığımızda yaratılışın ilkel kaosun bölünmesi ile başladığını görüyoruz. Çocuklarının babalarını öldürdükten sonra yeryüzüne sürüldüğü anlatılıyor. Hatlarıyla tamamen aynı olmasalar da tanrıya karşı gelen, daha sonra ceza olarak yeryüzüne gönderilen varlıklara dair efsanelerle ortak yönlere sahip.

Efsane alışılmışın dışında bir yöne sahip. Mitoslarda genellikle toprak yani yeryüzü kadın olurken gökyüzü erkek olur. Böylece yağan yağmurlar ile erkeğin toprağı döllediği düşünülür. Kelt efsanesinde oldukça farklı bir bakış açısı var. Alışılmışın aksine gökyüzü tanrısı kadın, yeryüzü erkek. Üstelik hayatın başlaması ve doğanın canlanması erkeğin döllemesi ile değil annenin çektiği özlem, acı ve sevgiden kaynaklanan gözyaşı sayesinde oluyor. Daha sonra yeraltı tanrısına dönüşen Baba'nın (Meşe/Donn) ölenlerin yanına gideceği bir karaktere dönüştüğü görülüyor.

Keltler için ağaçların kutsallığını kolayca fark edebiliyoruz. Özellikle Meşe ağacı ağaçların kralıdır ve kutsaldır. Bu yüzden yaratılış anlatısındaki kral da meşe ağacı ile bağlantılıdır.

Kralın rahip kardeşi Finn, Gal irfanındaki şamanik bir karakterdir. Daha önceleri Pan-Kelt tanrısı olarak tapınılmış, kahin, bilge ve şair yönleriyle ortaya çıkmış bir tanrıdır. [Fingan, Fionn, Finnbennach, Findbharra gibi farklı adlarla tapınılmıştır.] Onun porsuk ağacı ile ilişkilendirilmesinin birçok nedeni vardır. Bunlardan en önemlisi geçmiş zamanlarda insanların mezarlıklara porsuk ağacı dikiyor olmasıydı. Yeni mezarlık alanına ilk kez biri gömüleceği zaman buraya aynı zamanda siyah bir köpek getiriliyordu. Bu Finn'in tazılarını, özellikle tazısı Bran'ı simgeliyordu. (Bazı efsanelerde Bran'dan beyaz bir tazı olarak bahsedildiği olmuştur.) Porsuk ağacı ile ilişkilendirilmesinin başka bir nedeni boğumlu ve çarpık olan bu ağacın meşe ağacına kıyasla kusurlu görünüyor olmasıydı.

Diğer yandan gençlik ve aşk tanrısı Aengus, Gal kültüründe büyülü, koruyucu, hayat veren ve iyileştirici özellikleri olduğuna inanılan Üvez ağacı ile ilişkilendirilmişti. Kırmızı meyveleri Tanrılar Soyu için neşe kaynağı olmuştu.

Bu noktada eski insanların doğayı ne kadar detaylı şekilde gözlemlediğini anlayabiliriz. Bunlar rastgele seçilmiş ağaçlar değillerdir. Yaşlanmayan Porsuk ağacının aksine meşe ve üvez ağaçları yıllık döngünün içinde yaşarlar. Meşe ve porsukağacı ile karşılaştırıldığında üvez ağacı çok daha pürüzsüz ve genç göründüğünden gençlik ve aşk ile ilişkilendirilen de oydu.