16 ve 19. yüzyıllar arasında gerçekleşen Afrika köle ticareti trajedisi
hakkında büyük kınamalar yapılır. Bu süreçte gerek Avrupa gerek İslam ülkeleri
Afrikalıları köle olarak satmış, harem, hizmetli ve cinsel haz gibi türlü
konularda kullanmıştır. Fakat aynı zamanda, Akdeniz'de eşit derecede Berberi
köle ticareti yapılıyordu. 1,25 milyon kadar Avrupalının Berberi korsanlar
tarafından köleleştirildiği ve hayatlarının aynı kaderi paylaştıkları Afrikalı
köleler kadar acınası olduğu tahmin edilir. Öyle ki bir dönem Berberlerin
beyaz köleleri olarak biliniyorlardı.
Kölelik insanoğlunun bildiği en eski ticaretlerden biridir. Bunun kayıtları
ilk olarak MÖ 18. yüzyıl Babil'inde, Hammurabi Kanunlarında görülür. Geçmişte
neredeyse her kültürden, medeniyetten ve dinden topluluk, diğer insanları
kendi kölelerini yapmış veya satmıştır. Bununla birlikte şu anda Fas, Cezayir,
Tunus olarak bilinen yerde dönem Avrupalılarının Berberi kıyısı olarak
adlandırdığı kıyı boyunca korsanlar tarafından Berberi köle ticareti
yapılıyordu fakat nispeten az ilgi görüyordu. MS 1600'lerden itibaren
Akdeniz'de seyahat eden herkesin korsanlar tarafından yakalanma, Berberi Sahil
kentlerine götürülme ve köle olarak satılma tehlikesiyle karşı karşıya
kaldığını unutmamak gerek.
Gemilere ve denizcilere saldırmakla yetinmeyen korsanlar bazen İtalya, Fransa,
İspanya, Portekiz, İngiltere, İrlanda hatta Hollanda ve İzlanda kadar uzaktaki
kıyı yerleşimlerine baskın düzenlerdi. Kurbanlarını yakalamak için karanlıkta
sürünerek köylere, korunmasız kıyılara inerlerdi. İrlanda'nın Baltimore
köyünün hemen hemen tüm sakinleri 1631'de bu şekilde ele geçirildi. Bu tehdit
sonucunda halk korktu, kendini ve ailesini korumak istedi. Böylece
Akdeniz'deki çok sayıda kıyı kenti 19. yüzyıla kadar sakinleri tarafından
neredeyse tamamen terk edildi.
İrlanda’nın güneybatı kıyısındaki Baltimore sahil köyüne yapılan baskın,
Berberi korsanları tarafından gerçekleştirilen en korkunç eylemlerden biridir.
20 Haziran 1631 günü saat 02:00'de tüfekler, demir çubuklar ve yanan odun
sopalarıyla silahlanmış 200'den fazla korsan sessizce Baltimore kıyısına
dağılır, ana köydeki kulübelerin ön kapılarında ve içerideki evlerde bekler.
Sinyal verilince eş zamanlı olarak evlere hücum eder, uyuyanları yataklarında
yakalayarak çekip çıkarırlar. Toplam 107 erkek, kadın ve çocuk gemilere
sürüklenir ve Cezayir'e geri dönüş yolculuğu başlar.
Cezayir'e varınca yakalanan Baltimore halkı zincirlenmiş ve neredeyse tamamen
çıplak şekilde potansiyel alıcılarına sergilenmeden önce köle bölmelerine
götürülür. Yaygın olarak erkekler işçi, kadınlar cariye olarak kullanılırken,
çocuklar genellikle Müslüman olarak yetiştirilir ve sonunda Osmanlı ordusu
içindeki köle birliklerinin bir parçasını oluştururdu.
Şimdi lütfen bunu duyunca yine "Sen Osmanlı düşmanısın" diye çığırtkanlık
yapmayın. Gereği yok. Çoğu padişahın hareminde siyahi cariyeler vardı,
herhalde bunlar bahçede yetişmedi değil mi?
Osmanlı hepimizin geçmişidir fakat ben onları ilahlaştırmak yerine hataları ne
ise anlatıyorum. Hiçbir imparatorluğa tanrısal kimlik yüklenmemesi gerektiğini
biliyorum, bazılarınız bu mantıktan çok uzak.
Konumuza devam edelim. 13 ve 14. yüzyıllarda denizlere hakim olan ve Berber
köle tüccarları için tehdit oluşturanlar başta Katalonya ve Sicilyalı
Hristiyan korsanlardı. Fakat ironik olan şu ki Hristiyan korsanlar da köle
ticareti yapıyorlardı.
Avrupalı korsanlar MS 1600 civarında gelişmiş yelken ve gemi inşa tekniklerini
Berber kıyılarına getirince Berber korsanların faaliyetlerini Atlantik
Okyanusu'na doğru genişletmelerine olanak tanımış oldular. Böylece Berberlerin
köle toplama amaçlı baskınları 17. yüzyılın başlarından ortalarına kadar
zirveye ulaştı.
Berberi köle tacirleri genellikle beyaz Hristiyanları yakalayan Müslüman
korsanlar olarak tasvir edilse de bu her zaman doğru değildir. Çünkü
istisnalar dışında korsanlar yakaladıkları kişilerin ırkı veya dini
yönelimleri ile ilgilenmiyorlardı. Bu yüzden Berberlerin sattığı köleler
siyahi veya beyaz, Katolik, Protestan, Ortodoks, Yahudi veya Müslüman da
bulunabilir. Zaten sadece Müslümanlar korsan değildi. İngiliz korsanlar ve
Hollandalı kaptanlar dostların bir kalem darbesiyle düşman olabileceği bir
çağda yaşıyorlardı ve bağlılıklarını istismar ediyorlardı.
"Hıristiyan Köleler, Müslüman Sahipler: Akdeniz'de, Berber Kıyısı ve İtalya'da
Beyaz Köleliği" kitabının yazarı, tarihçi Robert Davis şöyle der:
"Hem halkın hem de birçok akademisyenin kabul etme eğiliminde olduğu
şeylerden biri köleliğin doğası gereği her zaman ırksal olduğudur. Ancak bu
doğru değildir."
Davis ayrıca beyaz köle ticaretinin en aza indirildiğini veya göz ardı
edildiğini çünkü akademisyenlerin Avrupalıları kurban olarak değil de kötü
sömürgeciler olarak görmeyi tercih ettiğini söyler.
Peki Berberi korsanlar tarafından ele geçirilen kölelere ne oluyordu? Korkunç
bir gelecekle karşı karşıya kalıyorlardı. Birçoğu Kuzey Afrika'ya
gerçekleştirilen uzun yolculuklar sırasında hastalık ya da yiyecek ve su
eksikliği nedeniyle ölüyordu. Hayatta kalanlar saatlerce ayakta bekleyecekleri
köle pazarlarına götürülürken, alıcılar onları müzayedede satılmadan önce
kontrolden geçirirdi. Geceleri ise genellikle sıcak ve aşırı kalabalık olan
bagnios adı verilen hapishanelere konurlardı.
Bununla birlikte bir Berberi kölesi için en kötü kader muhtemelen gemi
kürekleri görevine verilmesiydi. Kürekçiler oturdukları yerde zincirlenir ve
asla ayrılmalarına izin verilmezdi. Yani oracıkta uyur, yemek yer,
tuvaletlerini yaparlardı. Gözetmenler ise yeterince sıkı çalışmadıkları
düşünülen kölelerin çıplak sırtlarını kırbaçlarlardı. Yani filmlerde
gördüğümüz bu sahneler aslında gerçek tarihin ta kendisidir.
Gelişmiş Berberi gemilerinden daha güçlü Avrupalı donanmalar bu korsanlar
üzerinde baskı kurdukça 17. yüzyılın ikinci yarısında korsanlık faaliyetleri
azalmaya başladı. Bununla birlikte 19. yüzyılın ilk yıllarına kadar Amerika
Birleşik Devletleri ve bazı Avrupa ülkeleri Berberi korsanlarına karşı daha
hararetli bir şekilde savaşmaya başladı.
Cezayir 19. yüzyılın başlarında Fransızlar, İspanyollar ve Amerikalılar
tarafından sık sık bombalandı. Sonunda 1816'da Cezayir'e yapılan bir
Anglo-Hollandalı baskının ardından korsanlar Avrupalı olmayanların köle
ticaretinin devam etmesine izin verilen fakat Hristiyanların
köleleştirilmesini hariç tutan şartları kabul etmek zorunda kaldılar. Yani
bu anlaşma ile Berber korsanlara "Hristiyanları köleleştirmeyin de ne
yaparsanız yapın" dediler.
1824'te Cezayir'e başka bir İngiliz saldırısı gerçekleşene ve 1830'da
Cezayir'i sömürge yönetimi altına alan Fransız işgaline kadar ara-ara benzer
olaylar yaşanmaya devam etti. Benzer şekilde Tunus 1881'de Fransa tarafından
işgal edildi. İlerleyen süreçte Avrupa hükümetleri köle ticaretini
yasaklayınca Berberi kıyılarındaki bu durum nihayet son bulmuş oldu.
KAYNAKLAR
Carroll, R. March 11, 2004. “New book reopens old arguments about slave
raids on Europe” in The Guardian.
Davis, R. February 17, 2011. “British Slaves on the Barbary Coast” in
BBC
Eden, J. August 21, 2013. “Slavery and White Guilt” in Western Spring
History Ireland. 2021. “From Baltimore to Barbary: the 1631 sack of
Baltimore” in History Ireland
“Thomas Jefferson Papers, 1606 to 1827” in Library of Congress
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
Jan Dark, Yüzyıl Savaşları süresince İngiltere’ye karşı ülkesi Fransa’ya
memleketi Lorraine’deki cephelerden başlayarak ruhani manada büyük destek olan
ve sonradan ünü Fransa’nın dört bir yanına yayılmış bir Fransız Katolik azizesidir. Jeanne D’arc , Joan of Arc veya Jan Dark da denir.
Fransa’nın
yüzyıllar boyunca sembolü olmuştur. Hatta bir rivayette, ülkeyi kurtarmak için
Tanrı tarafından görevlendirilmiş güzel çoban Jeanne d’Arc efsanesinin, geçmişte
İngilizler karşısında zor durumda bulunan Fransız sarayı tarafından uydurulmuş
bir “psikolojik silah“ olduğu ileri sürülür. Zira günümüzde bile bu hikaye
efsaneleşmiştir , döneminde de bakire ve bir kurtarıcı olarak ütopik bir figürdür.
Jan Dark’ı 10 yılı aşkın süredir araştıran ve “L’affaire
Jeanne d’Arc” (Jan Dark Davası) adlı eserin yazarları gazeteci Marcel Gay ve
Roger Senzig, Fransız kahramanın isminin dahi bir “sapkınlık” olduğunu
belirterek, Jeanne d’Arc’ın asıl isminin Jeanne d’Orleans olduğunu öne
sürdüler.
YAŞAMI
Jeanne d’Arc,1412 yılında, Fransa’nın doğusundaki Maaş (Meuse) Irmağı
üzerinde bulunan Domremy köyünde dünyaya geldi. Babası, köyün en önde gelen
çiftlik sahiplerinden biriydi. Jeanne, okuma yazma bilmezdi; ama çok dindar
bir kızdı ve küçük yaşlardan beri yaşadığı bölgedeki yoksulluk ve bitmişliği
görmüştü.
12-13 yaşındayken St. Catherine, St. Margaret ve St.
Micheal’in ruhları ile önsezi yoluyla iletişime geçmeye başladığı söylenir.
Hristiyan teolojisine göre çok büyük olan bu azizlerin biri ile iletişime
geçmesine nadir rastlanır. İletişime geçilen kişi ise özeldir. Jeanne Tanrı’nın
onunla konuştuğunu, saraya giderek veliaht Prens Charles’ın Fransa kralı
olarak taç giymesine yardımcı olmasını istediklerini, kutsal bir kaderi
olacağını söylemeye başlamıştı. Yaşı arttıkça duyduğu gelecekten gelen sesler
görümler ve vizyonlar da çoğaldı.
Birçok şeyin sonunda ise ülkesini
İngiliz belasından kurtarma görevinin ona emanet edildiği ve ülkenin gerçek
yöneticisine Rheims Katedrali’nde taç giydirilmesi gerektiği yolundaki inancı
gittikçe kuvvetlendi. Bu, ona Tanrı tarafından verilen kutsal bir görevdi, en
azından o böyle inanıyordu.
İçinde bulunduğu topluluk ve ailesi
Jeanne’nin bu fikirlerini oldukça çılgınca buluyorlardı. Çünkü henüz dediğimiz
gibi azizlerle konuştuğunu, gaipten sesler duyduğunu iddia ediyordu. Basit bir
köylü olan babası onu bu amaçtan döndürmeyi denediyse de başarılı olamadı ve
Jeanne on altı yaşına geldiğinde, bölgelerini yöneten Robert de Baudricourt’un
şatosuna giderek kendisine Chinon’a kadar eşlik edecek birinin verilmesini
istedi. Robert, basit bir askerdi, böyle kutsal hikayelere ve bir takım aziz
ve azizelerin ülkeyi kurtarma görevini küçük bir köylü kızına
verebileceklerine inanacak biri değildi. Alay eder şekilde böyle uçarı ve
saçma şeyler üzerine kafa yormamasını söyleyerek Jeanne’yi köyüne geri
gönderdi. Fakat Jeanne ilhamının gerçekliğine yürekten inanıyordu ve dileğini
kabul ettirmek için inatla çalıştı. En sonunda ise Robert Jeanne’ın
ısrarlarına dayanamayarak istediği muhafızları ona verdi.
Zorlu bir
yolculuktan sonra Jeanne kafilesi ile beraber saraya vardı. Jeanne
, başlangıçta kendisini saraya alıp almayacağından emin olmayan Charles'ın
kalesine gitti. Kralın danışmanları ona çelişkili tavsiyeler verdi ama iki
gün sonra ona bir şans verdiler. Bir test olarak Charles kendisini saray
mensuplarının arasına sakladı ama Joan onu çabucak fark etti ve İngilizlere
karşı savaşmak istediğini söyleyerek, onu Reims şehri ile taçlandıracağını vaat
etti.
Charles’ın emri üzerine kilise yetkilileri tarafından, gözlemcilerin
huzurunda sorguya çekildi. Charles'ın bir akrabası, ona
iyi niyetli olduğunu gösterdi. Daha sonra üç hafta boyunca Poitiers'e
götürüldü ve burada kralın davasına gönül vermiş olan seçkin ilahiyatçılar
tarafından daha fazla sorgulandı. Kaydı günümüze ulaşamayan bu incelemeler,
Batı Bölünmesinin sona ermesinin ardından her zaman var olan sapkınlık
korkusuyla ortaya çıktı.
Joan, kilise görevlilerine Poitiers'de değil,
Orléans'ta kendini kanıtlayacağını söyledi ve hemen 22 Mart'ta İngilizlere
meydan okuyan mektuplar yazdırdı. Raporlarında kilise mensupları, aylardır
İngiliz kuşatması altında olan Orléans'ın çaresiz durumu göz önüne
alındığında, kralın Jeanne’dan yararlanmasının iyi olacağını karar verdiler.
Jeanne Chinon'a döndü. Atları hazırlattı, Nisan ayında
erkeklerden oluşan bir birlik edindi. Jean d'Aulon, Jeanne d’arcın yaveri oldu
ve kardeşleri Jean ve Pierre, Jeanne’a katıldı. Flamasını apocalypsete İsa
simgesi ile boyattı ve İsa'nın adını taşıyan bir pankart yaptı. Kılıç sorusu
gündeme geldiğinde, onun Sainte-Catherine-de-Fierbois kilisesinde bulunacağını
açıkladı ve bir tanesi orada keşfedildi.
ORLEANS KUŞATMASI
27 Nisan 1429 tarihinde, Jeanne ve askerleri Orléans'ın için yola çıktı.
12 Ekim 1428'den beri kuşatılan şehir, neredeyse tamamen bir İngiliz kalesi
halkasıyla çevriliydi. Jeanne ve Fransız komutanlardan biri olan La Hire, 29
Nisan'da malzemelerle geldiklerinde, daha fazla takviye getirilene kadar
eylemin ertelenmesi gerektiği söylediler.
4 Mayıs akşamı, Jeanne
dinlenirken azizlerden biri aniden ortaya çıktı, görünüşe göre ona ilham verdi
ve gidip İngilizlere saldırması gerektiğini duyurdu. Kendini silahlandırarak
aceleyle şehrin doğusundaki bir İngiliz kalesine gitti ve burada bir nişan
yapıldığını keşfetti. Onun gelişi Fransızları uyandırdı ve kaleyi aldılar.
Ertesi gün Jeanne, İngilizlere karşı koyduğu bir başka mektubuna daha yolladı.
6 Mayıs sabahı nehrin güney kıyısına geçti ve başka bir kaleye doğru ilerledi;
İngilizler, yakınlardaki daha güçlü bir konumu savunmak için derhal tahliye
edildi.
Ancak Jeanne ve La Hire de boş durmadı ve İngilizlere
saldırdı .O sırada iki tarafta kötü hava şartlarından dolayı fırtınaya
yakalandı. 7 Mayıs'ın erken saatlerinde Fransızlar, Les Tourelles kalesine
karşı ilerledi. Jeanne yaralandı ama çabucak savaşa döndü. Ertesi gün
İngilizler geri çekilirken görüldü, ancak Jeanne Pazar günü olduğu için
herhangi bir takibe izin vermeyi reddetti.
Jeanne 9 Mayıs'ta
Orléans'tan ayrıldı ve veliaht Charles ile Tours'da buluştu. taç giymesi için
acele etmesini istedi. Daha ihtiyatlı danışmanlarından bazıları ona
Normandiya'yı fethetmesini tavsiye ettiği için tereddüt etse de , Jeanne’ın
ilk hedefi İngilizleri Loire Nehri kıyısındaki diğer kasabalardan temizlemekti
. Jeanne Fransız ordularının korgenerali olan arkadaşı Duc d'Alençon ile
tanıştı ve birlikte bir kasaba ve önemli bir köprüyü ele geçirdiler.
Daha
sonra Beaugency'ye saldırdılar ve bunun üzerine İngilizler kaleye çekildi.
Sonra Charles ve Jeanne ,Fransız mahkemesinde şüpheli olan Constable de
Richemont . Jeanne’a sadakat yemini ettikten sonra yardımını kabul etti ve
kısa bir süre sonra Beaugency kalesi teslim oldu.
Fransız ve
İngiliz orduları karşı karşıya geldi 18 Haziran 1429'da Patay. Jeanne,
Charles'a o gün şimdiye kadar kazandığı zaferden daha büyük bir zafer
kazanacağını söyleyerek Fransızlara başarı sözü verdi. Zafer gerçekten de
tamamlanmıştı; İngiliz ordusu bozguna uğradı ve nihayet bununla birlikte
yenilmezlik şanı arttı.
Jeanne ve Fransız komutanlar, Paris'e cesur
bir saldırıda bulundular Sully-sur-Loire'da La Trémoille ile birlikte kalanlar
Charles’a yeniden katılmak için geri döndüler. Jeanne yine, Charles'a taç
giyme töreni için hızlıca Reims'e gitmesi gerektiğini söyledi. Bununla
birlikte, Loire boyunca kasabalarda dolanırken, Jeanne ona eşlik etti ve
tereddüdünü yenmeyi ve taarruzda yavaşlamayı tavsiye eden danışmanlara karşı
çıktı. Jeanne tehlikelerin ve zorlukların farkındaydı, ancak bunlardan
çekinilmemesi gerektiğini söyledi ve sonunda Charles ile Jeanne aynı düşüncede
bir oldular
Ordunun toplanmaya başladığı Gien'den dauphin,
geleneksel çağrı mektuplarını taç giyme törenine gönderdi. Jeanne iki mektup
yazdı: Biri her zaman Charles'a sadık olan Tournai halkına bir öğüt, diğeri ise Burgundy Dükü Philip the Good için bir meydan okumaydı.
Kasaba
halkı Anglo-Burgundia rejimine sadık kalmaya karar verdi. Charles’ın konseyi,
Joan'ın şehre bir saldırı düzenlemesi gerektiğine karar verdi ve vatandaşlar
hemen ertesi sabahki saldırıya boyun eğdi. Kraliyet ordusu daha sonra
Châlons'a yürüdü ve burada daha önce direnme kararına rağmen piskopos
kasabanın anahtarlarını Charles'a verdi. 16 Temmuz'da kraliyet ordusu
kapılarını açan Reims'e ulaştı. Taç giyme töreni 17 Temmuz 1429'da
gerçekleşti. Jeanne, sunaktan çok uzak olmayan bir yerde bayrağıyla ayakta
duruyordu. Törenden sonra Charles'ın önünde diz çökerek onu ilk kez kral
olarak adlandırdı. Jeanne, Paris’e yapılacak cesur bir saldırıyı da içeren
yeni bir askeri harekatı üstlendi. Ne var ki Orleans’ı kurtarmada gösterdiği
başarıyı Compiegne seferinde tekrarlayamayacak ve 24 Mayıs 1430’da Paris’in 80
km. kadar kuzeyinde Burgonya Dükü’ne esir düşecektir
JEANNE'IN SONU
Jeanne’ın yakalanma haberi 25 Mayıs 1430'da Paris'e ulaşmıştı. Jeanne
d’Arc dük tarafından on bin frank karşılığında İngilizlere teslim edilir ve
engizisyon mahkemesinde Beauves piskoposu Pierre Cauchon ve engizitör JeGeç
Ortaçağ Avrupası’nda yaşanan cadı avı çılgınlığının hemen öncesinde engizisyon
mahkemesi tarafından görülen bu dava içerdiği politik unsurlar nedeniyle
klasik büyücü/cadı davalarından ayrılmakla birlikte, suç istinadı (kilisenin
kutsal varlığına ve Katolik inancına karşı suç işlemek), sorgulama (fiziki
işkence dışında, kanıtlanamayan suçlamalar, yalancı tanıklıklar, sorularla
tehdit ve psikolojik işkence), yargılama ve infaz sürecinin bütünlüğü davanın
tipik bir engizisyon davası olduğunu göstermektedir.a
Engizisyon
mahkemesi, sorgulanması sonrasında Jeanne d’Arc’ı on iki maddede sıralanan
eylemlerden ötürü dolayı suçlu bulur. lk dört maddede duyduğu seslere ilişkin
suçlamalar yer alır: Katolik kilisesinin kutsal varlığını hiçe sayarak Aziz
Mikail, Azize Katharina ve Azize Margareta’nın sözde buyruklarıyla kralın ve
ülkenin geleceğine ilişkin kehanette bulunmak (falcılık/medyumluk).
Diğer maddeler ise ;
Erkek giysileriyle dolaşarak Tanrı’nın yarattığı bedende başka bir
cinsiyeti aramak,
Ailesinin itirazına karşın evini terk ederek ailesinin onurunu zedelemek,
Burgonya Dükü’ne esir düştüğünde tutulduğu kuleden kaçma, yani intihar
girişiminde bulunarak, Tanrı’nın verdiği ve zamanı gelince yine sadece
Tanrı’nın alabileceği yaşama bilerek ve isteyerek son verme girişiminde
bulunmak,
Azize Katharina ve Azize Margareta’mn Burgonyalıları artık sevmedikleri,
İngilizlerin tarafını tutmadıkları için İngilizce değil, Fransızca
konuştukları iddiasında bulunmak,
Tanrının varlığını yadsıyan bir tavır içinde nereden ve kimden geldiği
belli olmayan seslere ibadet etmek,
Azize Katharina ve Azize Margareta’nın, bakireliğini korursa kendisini
cennete göndereceklerine dair söz verdikleri iddiasında bulunmak,
Putperestlik,
Düştüğü kötülüklerde inatla ısrar ederek kâfirlik yapmak.
Jeanne d’Arc 1431 yılının 24 Mayıs günü cellatları tarafından Rouen
mezarlığına getirilir. Uzun ve yorucu sorgulama günlerinin sonunda bitap
düşmüş durumdadır. Uğruna savaştığı ve hayatını ortaya koyduğu kralı VII.
Charles’ın onu kâfir olarak tanımladığı kendisine söylenince, Jeanne d’Arc,
“Kralım aleyhinde değil, benim hakkımda konuşun; o iyi bir Hıristiyan” diye
yanıt verir.
1431 yılının 30 Mayıs günü Rouen kenti Saint-Sauveur
Kilisesi’nin civarında eski pazar meydanında (Vieux Marche) yapılacak infaz
için üç platform kurulmuştur. Bunlardan birinde İngiltere kardinali, kraliyet
ve başpiskoposluk üyeleri, diğerinde bu korkunç dramın mimarları olan, davanın
hâkimi, rahipler ve askerler yerlerini almışlardır. Son platformda sanık
Jeanne d’Arc bulunmaktadır. Platformdan alınarak, meydanın ortasında kendisi
için hazırlanmış odun yığınının üzerine dikilmiş direğe bağlanan Jeanne
d’Arc’a, engizisyon mahkemesinin kararı okunur: bir kâfir olması nedeniyle
yakılarak öldürülecektir. Cellatları ayakları altındaki odunları tutuşturmaya
başladığında henüz 19 yaşındadır. Alevler yükselirken Jeanne d’Arc’ın ağzından
defalarca aynı sözcük yükselir: "İsa…"
Elinde ise yakılmadan önce bir askerden
istediği iki tahta parçasından yaptığı haçı tutmaktadır.
Jeanne
D’Arc’ın yakılması çok ilgi uyandırmıştır. Avrupa tarihinin üzerinde en çok
tartışılan kimliklerinden birini yaratmıştır. Jeanne d’Arc’ın suçsuzluğu,
Katolik Kilisesi tarafından değer geç de olsa anlaşılmış, 1909 yılında itibarı
iade edilmiş, yakıldıktan tam 490 yıl sonra 1920’de azize ilan edilmiştir.
Jeanne
sinema filmlerine, oyunlara, baladlara bestelere ve nice sanat eserlerine
ilham kaynağı olmuş bir figürdür başta bahsettiğimiz gibi gerçekten yaşadı mı
yoksa Fransızların bir akıl oyunu muydu bilemeyiz fakat Jeanne hayatını İsa'ya
adamış son sözleri de İsa olan saygıdeğer tarihi bir kişiliktir.
Haşhaşiler 1090 yılınd Hasan bin Sabah yada popüler adı ile
Hasan Sabbah tarafından kurulmuştur , tarikatın resmiyete dökülmesi ile
Elemut (Alamut) kalesinin alınması ile olmuştur. Haşhaşi" kelimesinin kökeni
ve anlamı 19. yüzyıla kadar Batı dünyasında tartışma konusu olmuştur. 19 Mayıs
1809 tarihinde Silvestre de Sacy'nin Institut de France'da yayınladığı
bildiride kelimenin etimolojisine getirdiği açıklama kabul görmüştür. Sacy'e
göre Batı dillerinde "suikastçı, kiralık katil" gibi anlamlara gelen ve en
erken Haçlı Seferleri kayıtlarında rastlanan "assasini, assissini, heyssisini"
gibi kelimelerin kökeni Arapçadaki "haşhaş" kelimesidir. Bu kelimenin çoğulu
ise "haşhaşiyyun, haşhaşin" gibi kelimelerdir.
"Haşhaş" kelimesi
Arapçada "kuru ot" ve "hayvan yemi" anlamına gelir. Sonraları kelimenin anlamı
uyuşturucu etkisiyle bilinen hint keneviri ile özdeşleştirilmiştir. Silvestre
de Sacy, Haşhaşiler'e bu adın haşhaş kullanma alışkanlıklarının
fazlalığı ve kendilerini uyuşturmaları yüzünden verildiği kanısını
benimsememekle beraber bu adın, şeyhin fedailerine vadettiği cenneti
tattırabilmek için onlara gizlice haşhaş içirmesiyle ilgili olabileceğini
düşünmüştür. Zira birçok eski kaynakta da görebileceğimiz üzre gerçeklikten
kopmaya neden olan ve ne olduğundan emin olunamayan bir ottan bahsedilir.
Mevlana’nın Mesnevi'yi bunu kullanıp görüler görerek yazdığı ileri sürülür. Ve
de Sabbah’ın havarilerini zevk yolunda bir araçmışçasına haşhaşla uyuşturup
cenneti vaat etmesine örnek olarak Marco Polo'nun seyahatnâmelerinde geçen
cennet bahçeleri hikâyesiyle temellendirmiştir. 1273 yılında İran'dan geçmiş
olan Marco Polo'nun seyahatnâmesindeki hikâye özetle şöyledir:
Kendi dillerinde şeyhlerine "dinin büyüğü" anlamına gelen Alaeddin
diyorlardı. Şeyh iki dağ arasındaki vadiyi kapatmış ve burayı sütten, baldan
ve şaraptan akan sular, güzel huriler ve çeşitli meyve bahçeleriyle
donatmıştı.(Burada dikkat çekilen nokta süt ve bal akan vadinin ütopikliği
değildir zira Şeyh yani Hasan Sabbah'ın müritleri Alamut'u bir yuva, vadinin
ortasını da süt,bal,huri,bolluk bereket diyarı gibi görmeleridir.) Dağın şeyhi
müritlerinin gerçekten cennette olduklarını zannetmeleri için burayı
Muhammed'in cennet tasvirine benzetmişti. (Hadislerde cennetin çokça tasviri
bulunmaktadır örnek verilecek olursa en başta şehvet unsuru olup müminlerin
iştahını kabartan huriler yada iktidarsızlığın olmaması yada bolluk bereket
içinde döneme göre bir ütopya olarak nitelenmiştir.) Bizim yaşlı adam
dediğimiz bu efendi fedailerine iksirinden içirerek onları dörderli, altışarlı
gruplar halinde bahçeye taşıtıyordu. (İksirden kasıt büyük ihtimalle demin
bahsettiğimiz damıtılmış haşhaştan yapılan uyuşturucu veya ona benzer
esrikleştirici etkisi olan bir ottur) Gerçekten cennete gittiklerini zanneden
müritlerini bir göreve göndereceği zaman şeyh "Gidip şunu şunu öldüresin.
(Haşhaşilerin bu kadar gözü kara ve dillere destan katiller olmalarının
başlıca sebebi de budur zaten ) Meleklerim seni cennete götürecektir."
diyordu. Şeyh'in cennetine geri dönebilme arzusuyla fedailerin göze almayacağı
hiçbir tehlike yoktu. Kullanılan maddenin esrikleştirici etkisi bir yana Hasan
Sabbah’ın zihin yönlendirme konusunda fazlasıyla yetenekli olduğu da
aşikardır.
Kuruluşu ve Yükselişi Tarikat 11.yy'da İsmaililik mezhebi esaslarına dayanan Fatımiler devleti
içindeki dinsel bir zıtlaşma sonucu ortaya çıktı. Bu zıtlaşma sonucunda ortaya
çıkan iki mezhep de diyebileceğimiz koldan biri olan Nizarilik kolunun
temsilcisi olan Haşhaşin Tarikatı ilk olarak İran daha sonra da Suriye'ye
doğru yayıldı. Kuşatılması ve ele geçirilmesi güç kaleler temelinde
örgütlenmiş olan Haşhaşin Tarikatı önemli kişilere yönelik suikastlere dayanan
etkili bir askeri strateji geliştirerek Orta Çağ İslam dünyasında çok önemli
ve farklı bir güç olarak ortaya çıktı. Haşhaşin Tarikatı ideolojik açıdan
dönemin Sünni siyasi ve dini çevrelerini düşman olarak gördü.Bu açıdan
Haşhaşilerin, İsmaililerin bir kolu olarak başlayıp kendi terör unsurları
üzerinden yeni bir mezhep kurduğunu da söyleyebiliriz. Özel olarak da Abbasi
Halifeliği ve onun koruyucusu olan Büyük Selçuklu Devleti esas düşmanları
oldu. Bu tarih kitaplarına da tarihin ilk terör örgütü denilerek girmiştir
zaten. Toplu, suikastleriyle tanınırken, yukarıda da değindiğimiz gibi şeyh
Sabbah müritlerini uyuşturdu ve onları savaşa yolladı. Topluluğun, Büyük
Selçuklu Devleti zamanında terör estirip, birçok üst düzey devlet adamını ve
Abbasi soyunu öldürdüğü de bilinir.
Nizamiye medreselerinin
kurucusu Selçuklu veziri Nizamül mülk, Melikşah zamanında, Alamut Kalesi’nin
hakimiyetini ele geçiren Hasan Sabbah’ın üstüne yürüdü ve kaleyi kuşattı.
Hasan Sabbah, Nizamülmülk’e bu işten vazgeçmezse öldürüleceğini haber saldı.
Ama Nizamülmülk kararından vazgeçmedi. Bir gün Hasan Sabbah’ın fedailerinden
Ebu Tahir, Nizamülmülk’ü bir suikast sonucu öldürdü.Bu çok önemli bir olayıdır
çünkü Selçuklu vezirinin sadece bir fedai tarafından öldürülmesi ciddiye dahi
alınamayacak kadar imkansızdı. Artık vezirleri ölen Selçuklu askerleri
kuşatmadan vazgeçmek zorunda kaldılar.
Hasan Sabahın artan şanı ile
birlikte yeni bir unvan ortaya çıktı: Şeyh-ül Cebel. ”Dağların kartalı”
anlamına gelen bu unvan Hasan Sabbah ve ondan sonra gelenlere verilen unvan
oldu. Hasan Sabbah 33 yıl hüküm sürdükten sonra, 1124’te ölünce o bölgedeki
insanlar büyük bir beladan kurtulmuş oldu çünkü oranın halkına hem bir derebey
zulmü yaşatmış hemde müritleri sayesinde korkulan bir insan olmuştu.
Hasan
Sabbah ekolünün başındaki isim Şeyh-ül Cebel Sinan, yok edilmesi için
fedailerini Selahaddin Eyyubi’nin üzerine gönderdi.Aynı dinden olan iki grubun
zıtlaşıp savaşmasıdır bu da İsmailiye Devleti’ni yok eden Eyyubi’den intikam
almak, Sinan’ın en büyük amacı olmuştu. Kudüs Muhasarası planlarını yapan
Eyyubi, kumandanlarından birisinin odasındayken, Haşhaşi fedailerinden biri
suikast girişiminde bulundu ama Selahaddin Eyyubi başındaki miğfer sayesinde
ölümden kurtuldu. En azından kaynaklarda böyle yazar, Kudüs’ün fethinden bir
ay sonra on bin kişilik ordu, Sinan’ın kalesi Masyaf’a doğru yola çıktılar.
Bütün bunlar olurken Baş Dai Tavus, Şeyh-ül Cebel Sinan’ı öldürür ve Tavus,
Eyyubi Ordusu ile çarpışır ama savaştan yenilgi ile ayrılırlar.
Fakat
bu olay Haşhaşilerin sonu olmadı. İsmaililik akımı, 1256 yılına kadar çeşitli
bölgelerde varlığını sürdürdü.Bu açıdan tapınak şövalyelerini ve Haşhaşileri
varlığını sürdürdüğü zamanlar açısından benzetebiliriz
İlhanlılar
Devleti hükümdarı Hülagu Han, 1256 yılında Haşhaşileri acımasız şekilde
kılıçtan geçirmiştir. Günümüzde bu akımın değişik bir kolu, yine aynı bölgede,
özellikle Lübnan’da Dürziler adıyla etnik bir grup anlayışına varlığını
sürdürmektedir.Birçok açıdan işin içine din ve tarikatlar girince hep bir
terör unsuru oluşturan şeyler çıkar Haşhaşiler'de öyleydi,zihinlerini haşhaşla
bulandırıp etrafa vandalca zarar vermekten daha derin amaçları vardı belkide
bunu bilemeyiz. Fakat Haşhaşiler Hasan Sabbah’ın müritleri tarihteki ilk terör
örgütü olmaları ile tabiri caizse dünyaya terörizmi tanıtmıştır.Modern
zamanların terör örgütleri, aynen Hasan Sabbah’ın yaptığı gibi, “kendini feda
etme”nin ardında yatan dehşet damarını keşfetmekte gecikmedi ve militanlarına
“feda savaşçılarını” örnek göstermeye başladı. Bu çılgınlığın bir kez
denenmesi yeterliydi ve hangi ülkede yapılırsa yapılsın tüm dünyaya yayılması
kaçınılmazdı.
Böyle de oldu; silahlı baskınlara, uçak kaçırmalara,
suikastlara, barikat savaşlarına, bombalamalara tanık olan 20. yüzyıl
insanlığı, her intihar saldırısında daha çok sarsıldı.Canlı bomba olayları
yada benzerleri eskiden kurtulamamış cihat adı altına yapılan terörizm vs. Tüm
dünyada 270 intihar saldırısında (bunun 18′i Türkiye’de gerçekleşti) binlerce
kişi can verdi. Sonunda, yolcu olarak dört uçağa binen cinnetin kollarındaki
“19 sessiz adam” hayal bile edilemeyeni gerçeğe döktüler. Kendileri ve masum
yolcularıyla uçakları birer füzeye dönüştürüp “hedef”leri ikiz kulelere dalış
yaptılar.
Napolyon Bonapart büyük bir komutan olmasının yanında çok sansasyon
yaratan bir liderdi.
Napolyon Bonapart, 1769 yılında Korsika’nın
Ajaccio şehrinde dünyaya geldi. Carlo Buanopart ve Marie Letizia Ramolino’nun
ikinci çocuğudur. Öğrenimini Brienne’de bir mektepte yaptı, sonra Paris’teki
Askeri Akademiye yazıldı. 1785’te Valence’daki topçu alayına katıldı. 1794’te
İtalya’daki topçu birliklerinin komutanlığına atandı. Paris’teyken Jakoben yani
Dominikçi çevrelerle ilişki kurmuş olduğu anlaşıldığından, La Vendee’ye
gönderilmek istendi, bunu kabul etmeyince görevinden alındı. Paris’e geri
döndükten sonra Konvansiyona karşı hareketi bastırmak için Paul François Barras
ile Lazare Carnot’un kuvvetlerine katıldı. Olaylar kısa zamanda gelişerek yeni
bir anayasanın ve Direktuvarlığın doğmasına yol açtı.
Napolyon aslen
az öncede değinildiği gibi Korsika'lıdır. Yani bir İtalyan babası Carlo
zamanında Fransız hükumetine dalkavukluk yaparak Korsika'da saygınlık kazandı ve
Bonapart soyadını aldı. Napolyon'un asıl ismi Napoleon di Buonaparte'dir.
Oldukça parlak bir genç olan Napolyon genç yaşında Fransız ordular generali
oldu. Bunun bir sebebi de devrimi saptırarak anarşiye sürükleyen
Robbespierre'nin ölümüdür.
General olduktan sonra Direktuvarlık
tarafından İngiltere’yi ele geçirmekle görevlendirildi. Direk İngiltere’ye
saldıracağına, İngiliz etki alanının en önemli noktasına saldırmayı uygun gören
Napolyon Mısır seferine çıktı. Akdeniz’deki İngiliz donanmasını mağlup etti,
Malta’yı ele geçirdi. 1798 Temmuz ayında da İskenderiye’ye giriş yaptı.
Piramitler Savaşı’nda Memlüklere karşı zafer kazandı. Ancak Horatio Nelson
yönetimindeki İngiliz donanması, Fransız donanmasına saldırarak gemilerini
batırdı. Nelson’un başarısı üzerine İngiltere, Osmanlı Devleti, Avusturya ve
Rusya, Fransa’ya karşı birleştiler. Bu dönemde yapılan savaşlara Napolyon
savaşları denildi. Birleşik ordu, Rus generali Alexander Suvorov’un komutasında
Napolyon’un aldığı toprakları geri aldı. Napolyon, 1799 yılında Suriye’ye
saldırdı fakat Akka’nın Cezzar Ahmed Paşa tarafından başarıyla savunulması ve
ordusunda beliren salgın hastalıklar yüzünden Mısır’a çekildi. Ordusunu burada
bırakarak gemi ile Fransa’ya döndü.
9 temmuz 1799 senesinde geri
çekilmek zorunda kalan Napolyon Fransa'da hükumet darbesi ile aktif
Direktuvarlığı devirince bunun sonucunda ülke üç konsülün eline kaldı.
Konsüllerden ilki olan Napolyon ülkenin mutlak hakimi oldu.
Bazı reformlar yapmayı denedi. Devletin dağıttığı kredileri belli bir düzene
soktu; 1802 senesinde Fransa Bankasını açtı, idari alanda bazı reformlar
uygulayarak valilerin ve belediye başkanlarının siviller arasından seçilmelerini
ve kendilerini seçen tek merkeze karşı sorumlu olmalarını sağladı, mahkemeleri
ve emniyet örgütünü yeniden düzenledi.
Kısa zamanda Fransa'ya dinamik
bir düzen verdi. Fakat bu düzeni ve hamlesine devama vakit bulamadan yine
savaşlara sürüklendi. Savaş yapmaktan zevk alıyordu, zaten kendinden emin ve
başarılı bir komutandı. Fransa'nın komşuları ile yaptığı savaşların çoğundan
ülkesine toprak kazandırarak şan ve şerefle Paris'e döndü. Halk onu çılgınca
alkışlıyordu. Bu sevgiden de faydalanmayı başaran Bonapart, Millî Meclis kararı
ile 3 Mayıs 1804 tarihinde veraset sureti ile 1. Napolyon Unvanı İle imparator
ilân edildi.
Es geçilmemesi gereken bir nokta şudur ki; devrimden sonra Napolyon'un onca
zaferine rağmen kral taraftarları ve cumhuriyetçiler arasındaki gerilim
soluksuz devam etmekteydi. Bonapart Hristiyan âlemini kazanmak amacıyla -
istilâ ettiği İtalya'dan - Papayı Parise getirterek imparator olduğunu takdis
ettirdi. Bunu eski zamanlardaki İsrail kralları gibi yönetime bir kutsallık
katmak gibi düşünebiliriz. Eski İsrail kralları da kral olmadan mesh edilirdi.
Ayrıca Fransa'nın dünyadaki mevkisini şereflerle yükselttiği gibi
içerideki düzenlemelerinde de başarı kazanan Bonapart yeni kanunlar, yeni
kurumlar getirdi. Bugünkü medenî kanunun öncüsü oldu. Savaştaki başarıları ile
değil Fransa'ya getirdiği inkilaplarla iftihar eden Napolyon bu hizmetine
kazandığı 40 savaşın üstünde bir değer verdi. Kurduğu hukuk, kanun ve ekonomik
kurumları savunurken «Hükümet adamının kalbi daima başında olmak gerektir»
derdi.
NAPOLYON'UN DÜŞÜŞÜ
I. Aleksandr’la yapılan antlaşma, Rusya’ya İngiltere’ye karşı
askeri harekata kadar varacak yaptırımlar uygulama yükümlülüğünü getirmektedir
ama I. Aleksandr bu tür politikalardan uzak durmuştur. Bunun üzerine Napolyon
1812 senesinin ortasında 800 bin kişilik ordusuyla Rusya Seferi'ne
girişmiştir. Borodino Muharebesi’nde General Kutuzov yönetimindeki Rus
ordusunu yenilgiye uğratan Fransız ordusu Moskova’ya girmiştir. Ancak Rusların
bu mağlubiyetten sonra Rusya içlerine çekilmeleri, giderken de Moskova'yı
yakmaları ve kışın da bastırması sonucunda Napolyon, ordusunu barındıracağı
bir yer olmadığını anlamış ve Çar'ı antlaşma yapmaya davet etmiştir. Ancak I.
Aleksandr bu teklifi kabul etmez. Napolyon ise tek çareyi orduyu Fransa'ya
geri götürmekte bulur. Ama sert kış şartları geri dönüşü neredeyse imkânsız
hale getirir ve Fransız ordusunun yaklaşık olarak dörtte üçünün yok olmasına
sebep olur. Küçük bir bilgi vermek gerekirse Hitler yada Napolyon gibi tarihte
büyük etkisi olan adamların ikisi de Rusya'nın kışına dayanamamış ve bu durum
sonlarını hazırlamıştır.
Ordusunun büyük bir bölümünü Rusya Seferi
sırasında kaybeden Napolyon yeni bir ordu oluşturmanın zorluklarına katlanmaya
mecbur olmuştur. Üretimden çekilen iş gücü ve artırılan vergiler, halkı
Napolyon’a karşı bir tutuma itmiştir.
Napolyon bu dönemde kendisine
karşı düzenlenen hükûmet darbesini bastırdı ve yeni bir ordu kurdu. Ancak 1813
ve 1814'te baskılar arttı ve halkın desteği düştü.
1813 de Ekim
ayında Leipzig muharebesini de kaybetmesi onu iktidarın sonuna iyice
yaklaştırdı. 1814'te düşman orduları Paris kapılarına dayandı. Napolyon
imparatorluk tahtını bırakarak Elba Adası’na sürgüne gönderildi.
Napolyon
100 gün sonra Elba adasından kaçtı zira Napolyon'un sürülmesi de Fransa'nın
durumunu düzeltmemişti. 7 mart 1815 de Napoleon hiçbir zorluk görmeden Fransa
kıyılarına çıktı, hatta halk eski imparatoru coşku ve sevinç ile karşıladı.
Fakat Napolyon’un geri dönmesi mukadderatı değiştirmeyecekti.
1815'de geri dönen Bonapart'ı gören koalisyon güçleri, yani Prusya,
İngiltere ve Belçika, Fransa'ya savaş ilan eder çünkü Napolyon’un eski gücünü
toplamasını istemezler.
Belçika'daki Waterloo kasabası yakınlarında yapılan savaşta Wellington dükü
komutasındaki Koalisyon ordusu Fransız ordusunun içlerine doğru ilerliyordu.
Fransız ordusunun süvari birliklerinin hatası orduya büyük kayıplar veriyordu.
Koalisyon ordusu topçu atışları ile Fransız ordusuna kayıplar verdirmeye devam
etti.
Bu sırada bazı Fransız ordusu askerleri de geri çekiliyor bir
bölükte kaçmaya devam ediyordu. Geri çekilen Fransız ordusu savaşı kaybetti.
Ardından Fransız ordusu komutanı Napolyon İngiliz ordusuna teslim oldu.
İngiliz ordusu tarafından Aziz Helen adasına sürgüne gönderildi ve Napolyon
sürgüne gönderildiği bu adada hayatını kaybetti.
Waterloo savaşını
kısa geçmemize rağmen dünya tarihi açısından çok büyük bir öneme sahiptir. O
genç yaşlarında ülkeler fetheden Napolyon aynı sürat ile devam edecekken
Waterloo buna engel olan en büyük etkendir.
Napolyon Fransız
İmparatoru olmasına rağmen hiçbir zaman kökenini unutmamış ve Korsika'lı
kimliğini muhafaza etmiştir. Genç yaşındayken Korsika'nın Fransa boyunduruğu
altında olmasına daima karşı çıkmış ve ondan kurtulmayı dahi ummuştur. Yine
genç yaşta Fransa'ya yerleşmesine karşın Korsika aksanından hiçbir zaman
vazgeçmemiştir
Napolyon edebiyata sanata çok büyük bir ilgi
duyuyordu. Karısı Josephine ile tanışmadan önce bir aşk romanı yazmıştı.
Ayrıca büyük komutan "din özgürlüğünü" savunuyordu. Hatta Mısır seferinde
insanlara isminin Ali Bonapart olduğunu ve bir Müslüman olduğunu söyleyerek
sempati kazanmıştır. Onun şu sözü durumu açıklar aslında "Ben hiç kimseyim.
Mısır'da Müslüman, burada ise Katoliğim."
Napolyon o kadar etkili
ve büyük bir lidermiş ki İngiliz kralı George’a yazdığı mektupta İngiltere'de
tutsaklık sürecini tamamlamayı talep etmiş fakat bu isteği gerçekleştirilmemiş
zira İngiliz halkını da etkisi altına alıp halkı isyana sürükleyeceğinden
korkulmuştur.
Konservenin keşfine sebep olan da Bonapart'dır.
Mucitlerinden savaş sırasında beslenmenin etkili bir yöntemini bulmalarını
ister ve onun vasıtasıyla konserve keşfedilir.
"John Meriman, 7. Ders:Napolyon, Türkiye Bilimler Akademisi Ulusal Açık Ders
Malzemeleri: HIST 202: Avrupa Uygarlığı, 1648-1945"
"Margaret Rodenberg , Bonaparte or Buonaparte? Mrodenberg.com 13.09.2012"
"İbrahim Refik, Napolyon'un Akka Kabusu, Sızıntı dergisi Şubat 1992"
"Koraltay Nitas, Fransa Yönetim Sistemi, Dünyada Kamu Yönetimi Araştırma
Projesi, İçişleri Bakanlığı Araştırma ve Etütler Merkezi Yayınları"
Roberts, Andrew. Napoleon: A Life. Penguin Group, 2014, Introduction.
Charles Messenger, ed. (2001). Reader's Guide to Military History.
Routledge. pp. 391–427. ISBN 978-1-135-95970-8
David Nicholls (1999). Napoleon: A Biographical Companion. ABC-CLIO. p. 131.
ISBN 978-0874369571
McLynn, Frank (1998). Napoleon. Pimlico. ISBN 978-0-7126-6247-5. ASIN
0712662472
Connelly 2006, p. 57
Roberts 2001, p. xx
Cox, Dale (2015). Nicolls' outpost : a War of 1812 fort at Chattahoochee,
Florida. Old Kitchen Books. p. 87. ISBN 978-0692379363
I, Napoleon; Marchand, Louis Joseph (29 October 2017). Chronicles of
Caesar's Wars: The First-Ever Translation
9 kişilik gruptan oluşan Tapınak Şövalyeleri Fransız Hugues de Paynes liderliğinde Godfrey de Saint-Omer, André de Montbard, Payen de Montdidier,
Archambaud de Saint-Aignan, Geoffroy Bisol, Hughes Rigaud, Rossal ve Gondemare tarafından 1118 yılında Fransa’da oluşturulur. İlk Büyük Üstat, Hugues de
Paynes’tir.
Tapınakçıların en baştaki amacı Kudüs’ü ziyaret eden
hacıları koruyup kollamaktı ama bundan daha büyük ve her ne kadar hem rahip
hem şövalye olsalar da daha tatmin edici amaçlara sahiplerdi.
Tapınak
şövalyelerinin varlığı resmi olarak haçlı seferlerinin bitişi ile
sonlanmıştır. Beyaz üzerine kırmızı haç motifli giyimleriyle zamanının hem
nüfuz hemde savaşçılık olarak korkulan birliklerindendir
TAPINAKÇILARIN YÜKSELİŞİ
1118 yılında Fransız Hugues de Payens ve arkadaşı Godfrey de Saint-Omer
hacıları korumak amacı ile kuracakları tarikata destek sağlamak için Kudüs
Kralı II. Baudouin'e başvurdular Kral onlara Müslümanlarca Zeytin Dağı olarak
adlandırılan Tapınak Tepesi’nde bir yer verdi. Süleyman Mabedi’nin
kalıntılarının burada bulunması sebebi ile de Süleyman Tapınağının Şövalyeleri
(Templars,Templiers) adını aldı.
Tapınak Şövalyelerinin bilinen ilk ambleminde aynı ata binmiş olan Hugues de
Payens ve Godfrey de Saint Omar resmedilmiş bu hem Tapınak Şövalyeleri’nin
kardeşliğini hemde kuruluşunun ilk yıllarında sadece bağışlarla varlığını
sürdürmesini ve sadeliğini simgeliyor.
Fakat tarikatın bu yoksulluğu
fazla sürmedi. Bernard de Clairvaux (Aziz Bernard) kurucu şövalyelerden birinin
yeğeniydi, Troyes kentinde toplanan konseyde tarikatı Papa'ya anlattı ve Papa
tarafından resmî olarak onaylandılar. Bundan sonra Papa II. İnnocentius
tarafından yayınlanan özel bir fermanla tarikat mensupları bütün ülke
sınırlarından serbestçe geçme, vergi ödememe ve Papa dışında hiçbir otoriteye
karşı hesap vermeme gibi geniş haklara sahip oldu. Papa'dan gördükleri bu destek
sonrasında Avrupa genelinde soylulardan para, arazi ve askerî destek
gördüler.
En güçlü dönemlerinde askerî varlıkları 20 bini bulan
Tapınakçılar¸ sahip oldukları silahlı gücün ötesinde¸ ülkelerin ve
imparatorlukların geleceğini belirleyecek ölçüde caydırıcı bir güce
erişmişlerdir. Öylesine zenginleşip güçlendiler ki¸ Avrupalı kralları¸ borç para
bulmak umuduyla kendilerinin kapısını çalmak¸ yüksek faizlerle büyük borçlar
altına girmek zorunda bırakmışlardır. Sonuçta bu da kendilerine¸ krallar
üzerinde söz sahibi olma ve onları yönlendirme imkânı sundu.
Tapınak
Şövalyeleri aynı zamanda o dönemde Müslüman dünyasına karşı gerçekleştirilen
Haçlı seferlerine de katıldı. Yapılan bu seferler barış içinde yaşayan
Müslümanlara karşı barbar bir saldırıydı. Bu olay binlerce masum sivilin
yaşamını yitirmesine yol açtı Bu yüzden¸ Selahaddin Eyyûbî 1187'deki Hıttin
Zaferi'nden sonra¸ Hristiyanların büyük bir bölümünü bağışlamasına rağmen¸
Tapınakçıları affetmemiş; işledikleri katliamlardan ötürü onları idamla
cezalandırmıştır. Hıttin'den sonra Kudüs'teki merkezlerini kaybetmelerine ve pek
çok kayıp vermelerine rağmen Tapınakçılar yine de varlıklarını korudular.
Hristiyanlar
1229 yılında Kudüs'ü geri aldılarsa da 1244 yılında şehri bu kez Memlükler aldı.
Akka'ya taşıdıkları karargâhlarını da 1291 yılında kaybeden tarikat, merkezini
Kıbrıs'taki Limasol'a taşımak zorunda kaldılar.Bu hezimetlerden sonra
Tapınakçılar güçlerini kaybetmiş olsalar da vatanları Fransa'ya çekilip
Hospitalier Şövalyelerinin ve Töton Şövalyelerinin yaptığı gibi devlet içinde
devlet mantığı ile varlıklarını sürdürme çabaları sonlarını hazırladı.
TAPINAKÇILARIN DÜŞÜŞÜ
Haçlı Seferleri'nin hezimetle sonuçlanması üzerine misyonları bitmesi
gerekirken¸ onlar siyasi güçlerini¸ servet ve üyelerini artırmaya devam
ettirmişlerdir. Bir müddet sonra Papalık ve Fransa Kralı 4. Filip (IV. Philippe)¸
Tapınakçıların¸ giriştikleri politik oyunlar ve karanlık amaçlarla kontrol
edilemez bir kuvvete erişmelerinden tedirginlik duymuş ve güçlerinin azaltılması
gerektiğine karar vermiştir.
1307'de ise Papa V. Clemens'in emriyle
bazı şövalyeler geri çağrılmıştır. Dinden sapma¸ eşcinsellik¸ şeytana tapma ve
büyücülükle suçlanarak işkence edilmek ve yakılmak suretiyle öldürülmüşlerdir.
1314'de Tapınak Şövalyeleri'nin büyük üstadı Jacques de Molay ve 34 üyesi¸
Paris'te kazığa çakılarak yakılmıştır.
TAPINAKÇILARIN İSA HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Tarih boyunca süregelen rivayetlere göre Tapınakçıların İsa hakkındaki
görüşleri Hristiyanlıktan çok daha farklıdır. Yaygın olan bir rivayete göre
Tapınakçı şövalyeler Johannit mezhebe mensupturlar. Bilindiği gibi,
Hristiyanlık tarihine baktığımızda İsa’nın gelişinden önce Vaftizci Yahya’nın
kişiliğinin öne çıktığını görürüz. Ancak Yahya , kabul edilen İncillerde
İsa’nın geleceğini müjdeleyip onun vaftiz olmasını sağlayan bir kişidir sadece
. Hatta Matta İncilinde Yahya şöyle der : «Gerçi ben sizi tövbe için suyla
vaftiz ediyorum, ama benden sonra gelen benden daha güçlüdür. Ben O’nun
çarıklarını çıkarmaya bile layık değilim. O sizi Kutsal Ruh ve ateşle vaftiz
edecek.» Ancak zaman içinde bazı topluluklar Yahya’yı İsa’dan daha önemli
tutmuşlar hatta bu düşüncelerini çağlar boyu, İsa betimlemelerinde aslında
Yahya’yı resmederek sürdürmüşlerdir. Aslında Tapınakçıların Johannit
olduklarına dair çok da somut deliller yoktur , ancak kendilerine yöneltilen
birtakım suçlamalarda Johannit mezhebe yöneltilen suçlamalara benzer
suçlamalar vardır. Son yıllarda yapılan araştırmalar ise , biraz zorlamalı da
olsa, bazı Tapınakçı sembollerinde Johannit mezhebine ait izler
bulmaktadırlar. Tapınakçılara atfedilen başka bir inanışa göre ise
Tapınakçılar Mecdelli Meryem’in İsa’nın karısı olduğuna ve Mecdelliden bir
çocuğu olduğuna inanırlar.
Anlattığım
gibi Tapınakçılar seks ayinleri,kadın veya küçük çocuk kurban etme,keçi kurban
etme,haça ve Hristiyanların kutsal saydıkları ikonalara işeme, eşcinsel
ilişki,kaba at öpme gibi pis şeylerle suçlanarak kağıt üzerinde ortadan
kaldırılmıştır ama daha sonraki yüzyıllarda farklı örgütler adı altında¸
yer altına indiler Avrupa'da (Sadece Fransa'da 9 bin temsilcilikleri vardı ve
çeşitli ülkelere yayılmış binlerce şato ve merkezleri bulunuyordu.)
varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bunların en önemlisi "Rose Croix" (Gül Haç)
örgütüdür.
Tapınakçılığın¸ İllüminati ve masonluk gibi örgütler
aracılığıyla sürdürüldüğü ve hatta masonluğun etkisiyle gelişen Fransız
Devrimi ve Amerika'nın bağımsızlığı gibi topyekûn Batı'nın siyasi geleceğini
belirleyen pek çok mühim hadisenin bunun bir sonucu olduğu kimi tarihçiler ve
yazarlar tarafından savunulmaktadır.
Tapınak şövalyeleri tanrı
adına kurulmuş bir tarikattı kilisenin söylediği suçları işlemişler mi kesin
kanıt olmadığı için tam olarak bilmiyoruz fakat farklı bir bilgiye göre
tapınakçıların büyük üstadı Jacques de Molay idam edilirken itiraz etmemiş
hatta kılı bile kıpırdamamış. Bundan kimileri tarikatın yer altındaki nüfuzuna
ve ebedi olacağına güvendiği için tepki göstermediği yorumunu yapar.
“OSMANLI’DA OĞLANCILIK” Kitabının yazarı Rıza Zelyut’a 2018 yılında dava açılmış ve kitaplarının toplatılması istenmişti. Fakat Ankara 11. İdare Mahkemesi, kitaptaki bilgilerin Osmanlı dönemine ait belgelere dayanmasını gerekçe göstererek kitabın satılmasında bir sorun olmadığında karar kıldı.
Her toplum kendinden önceki neslini yani atalarını hoş yönleriyle anlatmaya çalışır. Hatta bazıları bu yolda tarihi çarpıtmaktan bile kaçınmaz. Osmanlı'nın Türkiye sınırları içerisinde yaşayan insanların atası olduğu tartışılır fakat büyük çoğunluğun bunu böyle kabul etmesi sebebiyle bende bu yazımda Osmanlı'yı Türklerin ataları olarak ele alıp ve eleştireceğim. "Osmanlı şeriatla yönetildi her şey güllük gülistanlıktı" diye naralar atan insanlara sorsanız çoğu Osmanlının kaç senesinde kurulduğunu dahi bilmez. Gerçi onların da bir suçu yok. Tarih öğretildiği kadar bilinir derler. Bu yazımda tarihçilerin Osmanlı'yı anlatırken değinmekten kaçındıkları bir konuyu, eşcinselliği, diğer adıyla oğlancılığı ele alacağım.
Osmanlıda oğlancılığın erken dönemde yani Orhan Gazi zamanında başladığı sanılmaktadır. [1] Osmanlıya esir düşen Bizans İmparatorluğunun Selanik Baş Psikoposu Gregory Palamas Osmanlı'da eşcinselliğin çok yaygın olduğunu özellikle de esir alınan Hristiyan çocuklara karşı tecavüzlerin fazla olduğunu anlatıyor. [2] Osmanlı'da askerlik yaşı gelen eşcinsellerden cinsel yönelimine dair gerekçe ispatlaması istenmiyor, askerlik yapmaları için eşcinsellik bir engel olarak görülmüyordu. [3] Orduda eşcinseller Yeniçerilere hizmet eden "civelek"ler olarak tanımlanmış, savaşlarda ihtiyacı karşılamak üzere civelekler taburu oluşturulmuş, Civelek taburunda yer alan askerlerin her birini bir yeniçeri sahiplenmiştir. [4] Osmanlı'da kadınlardan hoşlanmadığını devamlı tekrarlamış, eserlerinde hep konusunu işlemiş eşcinsel şairlerden biri Enderûnlu Fâzıl olmuştur. Hatta LGBT temalı "Güzel Oğlanlar Kitabı" vardır.
Ünlü Osmanlı tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Ali 1541'de Gelibolu'da doğdu. Küçük yaşta eğitime başlayıp 20 yasında medreseden mezun oldu. Mihr-ü Mah isimli eserini şehzade İkinci Selim'e takdim ederek divan katipliği vazifesine atandı. Daha sonra Şam beylerbeyi Lala Mustafa Paşa'nın divan katibi olarak atandı ve onunla beraber Mısır'a gitti.
Sonrasında Bosna beylerbeyi Ferhat Paşa'nın divan katipliğini yaptı. Sultan Üçüncü Murad Han döneminde Gürcistan beylerbeyi oldu. Sultan Üçüncü Mehmet dönemindeyse mir-i miran rütbesiyle Şam valiliğine tayin edildi. Son olarak Cidde valiliği görevine atandıktan sonra ise 1600 senesinde orada vefat etti.
İyi bir şair olmasının yanı sıra şerh edebiyatında da iyi bir yer edinmiş. Sultan üçüncü Murad'ın şiirlerinin şerhini yapmış ve Nefi gibi bazı şairlere mahlas vermiştir. ‘Kunh-ül-Ahbar, Heft Meclis, Nadir-ül-Maharıb, Menâkib-İ Hünerverân, Âdab, Hulâsâtu’l-Ahvâ der-Letâfet gibi eserleri vardır.
Osmanlı ve Padişahlar üzerine derin tecrübe sahibi olan Mustafa Ali ‘’Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları’’ isimli 2 ciltlik bir kitap yayınladı. Kitabın sekizinci bölüm başlığı aynen şu şekildedir: "Bıyığı terlememiş ve sakalı çıkmamış olanlar takımını anlatır"
Bu bölümde dönemin oğlancılık kavramını tüm çıplaklığıyla anlatmıştır. Kitabın 59 ve 60. sayfalarında şunları anlatıyor:
“Çünkü sevilen kadın bölüğünün namahremleri avan korkusundan gizli tutulur. Şimdi ise civanlarla arkadaşlık onlarla düşüp kalkma yolunda bir kapıdır ki bu kapı gizli, aşikâr hep açıktır. Tüysüzler soyundan namert lokması olanların çoğu Arabistan piçleri ve Anadolu Türklerinin veled -i zinalarıdır, onların sürdüğü güzellik ve cazibe süresini hiçbir diyarın tüysüzleri sürmez. Niceleri otuz yaşına varıncaya kadar güzel yüzünde gönlünde üzüntü olacak kıl görmez. Türk çocukları Arabistan’daki ele avuca sığmaz civelek çocuklar güzellik yönünden hepsinden kısa ömürlü olurlar. 20 yaşlarına vardıkları gibi rağbetten düşerler ve aşıkların işinden kalırlar. Ama İçel civarları Edirne, Bursa ve İstanbul'un ince bellileri her yönden kusursuzlukta ve güzellikte onlardan ileridir. Güzelliği ve cazibesi eksik olanların ise çeke çevire tazelikleri ve tatlı kılan naz ve cilve ile sevimli gösterir. Ama Kürt tüysüzleri, anadan doğma evbaş olanların tecrübesine göre sağlıklı, yumuşak ve uysal imişler ve her ne teklif olunsa dinleyip yapmaları çok olurmuş. Hele bellerinden aşağısını kına ile boyatır, dizlerine ininceye kadar boyanarak kendilerini süslerlermiş. Özellikle Çoğu ince belli ve uzun boylu olurlar. Kendilerini teslim ettikleri sırada her uzvuyla birlikte yumuşaklık gösterirlermiş. Sözün kısası görünüşte yumuşak davranmakta, aslında karşı durmakta İçel güzellerinin çoğu inat ederlermiş. Buna göre bunların vuslat nimeti bu- yükler için vardır. Yanlarında gezen aşıklarını bahtsız ettikleri ve parasız pulsuz bıraktıkları meydandadır, derler. Ve iki gencin fırsat vaktinde birbirinden yararlanması, yahut birisi ötekini sarhoş edip üstüne çıkması, değmede mümkün olmayacak bir iştir, diye anlatıp söylerler. Sözün kısası, ün almış güzel yüzlülere rağbet edip karşısında gümüş servi endamlı, uzun boylu, salınarak yürüyenleri kullanmak isteyenler Rumeli köçeklerinden şaşmasınlar. Kul cinsinin de Yusuf çehreli Çerkeslerinden ve Hırvat asıllıların nefesleri mis kokanlarından sakın usanıp bezmesinler. Gerçi İçel mahbuplarında da nazeninler olur lakin çoğu vefasız insanı üzmek isteyen cefacı güzellerdir. Onlara sahip olanların huzuru ve rahatı az bulunur. Ama Arnavut cinsi de gerçi âşıkların gönüllerini alırlar, bu kadar var ki gayet inatçı olurlar. Ama Gürcü, Rus ve Görel cinsi, öteki esnafın gübresi gibidir. Onlara bakarak Macar soyundan olanlar, başka tayfaların tabiata uygun ve makbul olanlarıdır. Gel gelelim, çoğu efendisine, hıyanet eder; düşüp kalkmalarından, davranışlarından her kişi onların çirkin yönlerini görür. Şaşılacak olan budur ki Mısır evbaşları Habeşlilere düşkündür. Araya soğukluk girer, her biri insanın samurudur, derler. Aslında yatak hizmetinde usta olurlarmış, yani esbap buhurlamayı, yatak ve yastık döşemeyi candan isterlermiş. Erkeğinde, dişisinde adamlık belli imiş: her ne semte görülürse uysal ve güzel davranarak yumuşaklık göstermeleri kolaymış.”
Mustafa Ali'nin ağzından Osmanlı'da oğlancılığın ne boyutta olduğunu hatta çoğu zaman kadınlardan fazla erkeklerin tercih edildiğini öğrenmiş oluyoruz.
Muhteşem Yüzyıldaki aşk sahnelerine tepki gösteren İslamcılar Osmanlı'nın resmi tarihçilerinden olan Mustafa Ali'nin yazdıklarına nasıl tepki verecekler doğrusu merak ediyorum.
Gazeteci yazar Rıza Zelyut'un yeni araştırma kitabı "Osmanlı'da Oğlancılık"ta şunları aktarıyor:
Bu işin temelinin Yıldırım Bayezid zamanında atıldığı söylenmektedir. Vezir Çandarlı Ali Paşa'nın mahbub oğlanları, içoğlanı biçiminde saraya soktuğu, bu işe padişahı da alıştırdığı suçlaması hemen hemen bütün Osmanlı vakayinamelerinde yer alır. Manzum Tevârıh-i Âl-i Osman'daki şu anlatım, devletin dönüştürülmesine ilişkin ilginç ipuçları vermektedir:
"Heman ki (ne zaman ki) Kara Halil oğlu Ali Paşa vezir oldu, fısk ü fücur (eğlence ve zina) ziyade oldu. Mahbub oğlanları yanına aldı, adını içoğlanı kodu. (…) İç oğlanına itten beter rağbet ederlerdi. İçoğlanına rağbet etmek Ali Paşa'dan kaldı. Heman Ali Paşa vezir oldu, onun zamanında danişmentler (din âlimleri) çoğaldı, begler kapısına geldiler. Her biri bir begin yanına geldiler. Her biri onlara yarayalım deyü tabiatlarına münasip cevap verdiler. Allah buyruğun peygamber kavlin terk ettiler."
Sorunu, 1387-1406 yılları arasında baş vezirlik (veziriazam) yapan Ali Paşa'yla sınırlamak yanıltıcıdır çünkü bu süreçte içoğlanı sisteminin padişahlar tarafından kuvvetle benimsendiğini görüyoruz. Bu dönem ayrıca sarayın haremlik ve selamlık diye ikiye ayrıldığı, kadınların harem kısmına sürgün edilerek oğlanların kadın saltanatına ortak edildiği bir dönemdir.
Oğlancılık 15 yüzyılda Osmanlı'da fazlasıyla yaygın bir hale gelmişti. Devlet bunu engellememiş aksine Kâbusnâme olarak devlet protokolüne sokmuştur. “Kâbusnâme adlı protokol kitabı, Ziyaroğulları’ndan Keykavus tarafından oğlu Giylanşah’a öğüt kitabı olarak yazılmıştır. Bu kitap, 15.yüzyılın ilk yarısında Sultan ll. Murad’ın isteği üzerine Mercimek Ahmet tarafından Farsçadan Türkçeye çevrilmiştir. Kitabın “Cimada Faidelisi ve Ziyanlısı Kangısıdır (Hangisidir) Anı (Onu) Beyan Eder” başlıklı bölümünde oğlan ve kadın kullanmak şöyle anlatılmaktadır:
“Yaz olacak avretlere meyket ve kışın oğlanlara; ta ki tendürüst (sağlıklı) olasın. Zira ki oğlan teni ıssıdır (sıcaktır); yazın iki ıssı bir yere gelse teni azıdur ve avrat teni soğuktur; kışın iki sığuk bir yere gelse teni kurudur, vesselam.” [5]
Ünlü Osmanlı tarihçilerinden Halil İnalcık Ayş u Tarab adlı eserinin 275 sayfasında Gelibolulu Mustafa Ali'den şunları aktarıyor. [6] Ekabirin (devlet ileri gelenleri, makamca büyük kimseler.) evlerinde güzel cariye ve içoğlanları cinsel ilişki için tutulmaktadır. Onlar efendilerinden başkasının yüzüne bakmamalıdır. Padişahın nedimelerinden biri bu kuralı gözetmediği için gözden düşmüştür. İçoğlanı şerbet ve kahve sunarken, “diz çöküp domalıp” başka anlamlara gelecek durumlara kalkışmamalı.
Ünlü tarihçi, kitabın devamında Meyhaneler bölümünde şunları aktarıyor:
Âli’ye göre, meyhanelere gidenler iki zümredir. Birincisi: “nev-civânlar, zenpâre ve mahbub-dost”lardır; ikincisi, “gece ve gündüz şürb-i hamr” ile ömrünü meyhanede geçiren takımdır. Bunların
kanunları: Cuma gecelerini kadınla, Sebt (Cumartesi) gününü cüvânân ile Cuma akşamını gılman (oğlanlar) ve sade-rûyân (sakalı çıkmamış gençler) ile geçirmektir. Bu gibiler, Cuma günü namazdan hemen sonra meyhaneye giderler. Aynı biçimde çarşıda sanat sahipleri (esnaf) eve gitmeden dışarıda “seyr ü sülûk yollarında serseri” olduktan sonra hanelerine gelirler. Halktan olan ayyaşlar, haftada bir tenkiye ve şarapla kalplerini tasfiye ederler. [İnalcık, a.g.e, s. 266-267.]
OĞLANCILIK YAPAN PADİŞAHLAR[7]
FATİH SULTAN MEHMET
Avni mahlasıyla şiirler yazan Fatih Sultan Mehmet'in güzel erkek çocuklara şiirler yazdığı bilinen bir durumdur. Örnek vermek gerekirse.
"Karalar geymiş meh-i taban gibi ol serv-i nâz Mülk-i Efrengün meğer kim hüsn içinde şâhıdur" (Rahibeler gibi karalar giyinmiş bir dolunay gibi nazlı nazlı salınan o selvi boylu sevgili, tıpkı Frenk ülkesinin güzellikler içindeki padişahı gibidir).
"Ukde-i Zünnarına her kimse kim dil bağlamaz Ehl-i iman olmaz ol âşıkların gümrahıdur" (O Hristiyan güzelinin belindeki zünnarın düğümüne gönlünü bağlamayanlar, iman ehli olamazlar. O kişiler âşıkların yoldan çıkmış olanlarıdır).
"Gamzesi öldürdüğine lebleri cânlarvirür Var ise olrûh-bahşun din-i İsa râhıdur" (Onun hışımlı yan bakışının öldürdüğüne, dudakları can vermektedir. O ruh veren güzelin dini Hz. İsa'nın yoludur).
"Avniya kılma gümân kim sana râm ola nigâr Sen Sitanbulşâhısun ol da Kalataşâhıdur" (Ey Avni, gönül verdiğin o Hristiyan güzelin sana râm olacağını umma! Zira sen, nihayetinde İstanbul'un şâhısın; o ise, Galata'nın padişahıdır) [Prof. Dr. Muhammed N. Doğan, Fatih Divanı ve Şerhi, s. 171-174, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul-2104; Millet Genel Kütüphanesi, A. E. Manzum, 305, varak 5b]
Yukarıdaki şiirde anlatılan sevgili, Galata'da yaşayan Hristiyan bir oğlandır. Fatih, o oğlan için dininden bile vazgeçmeye hazır olduğunu yazabilmiştir. Bu dinden geçmeyi bir mecaz olarak yorumlasak bile, anlatılanın kara giysili bir erkek olduğu açıktır. Çünkü Osmanlı ülkesindeki gayrimüslimler sokakta kim oldukları anlaşılsın diye genelde siyah elbiseyle dolaşmak zorundaydılar.
II. BAYEZİD
Fatih Sultan Mehmet'ten sonra tahta geçen oğlu II. Bayezid daha şehzadelik dönemindeyken ayyaş ve ahlaksız olmakla suçlanmıştır. Onun içoğlanı, güzel Sırp çocuğu "Mustafa" tarihimizde "Koca Mustafa Paşa" olarak bilinmektedir.
YAVUZ SULTAN SELİM
II. Bayezid'in oğlu Selim (Yavuz), oğlancı şairleri korumuştur. En sert oğlancılık kitabının yazarı, şair Gazalî, Yavuz döneminde işini sürdürmeye devam etmiştir. Daha da önemlisi Yavuz Sultan Selim dönemin şeyhülislamı Kemalpaşazade'ye (İbn-i Kemal, 1468-1536), Rücûu'ş-Şeyh ilâ Sibâhü fi'l Kuvvet-i Ale'l-Bah adlı meşhur cinsellik kitabını (Bahnameyi) yazdırtmıştır.
Bu kitapta oğlancılık ilişkileri de anlatılmaktadır. Sonraki yüzyıllarda bu kitabın farklı adlarda yapılan baskılarının başka padişahlara da sunulması Yavuz Sultan Selim'in sarayda oğlancı ilişkileri devam ettirdiğini göstermektedir.
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Oğlan satıcılığının (oğlan pezevenkliğinin) devlet memurları tarafından bile yapılır hale geldiği görülmektedir. Padişah Kanuni de şiirlerinde oğlancı bir ruh hali içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Onun binlerce şiiri içinden seçilerek kendi hattıyla (yazısıyla) yazılmış "Muhibbi Divanı"nda bunun ipuçlarını görmekteyiz.
"İy Muhibbi içüben mest-i harabat olub
Topdolu eyleyelim nara ile afakı"
(Ey gönül öyle içelim ki meyhane sarhoşuna dönelim ve attığımız naralarla dört yanı çınlatalım.)
Böyle sarhoş olduğu ortamdaki güzel, mahbub diye anılan bir oğlandır. Bunu şu beyitleri açıkça göstermektedir:
"Ol Hıta mahbubı gör kim turresin çîn gösterir
Nokta-i hali ile gül üzre pür çîn gösterir
Deyr içinde zülfini zünnar edip ol muğbeçe
Bana sundukda kadeh üstünde haçın gösterir"
(O Hıta dilberleri kadar güzel olan hub [oğlan], güle benzeyen yanağındaki beniyle daha da çekicileşip alnına dökülen kıvırcık saçlarını [kâkülünü] bize gösterir. O meyhane oğlanı [saki] manastır keşişleri gibi saçını beline kuşak ederek bana kadeh sunduğunda sanki haçını göstermiş gibi olur.)
Birçok imgeyi ve sembolü iç içe geçiren Şair Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman), burada meyhaneci çırağı diye anlattığı bir Hristiyan oğlana tutulduğunu dile getirmektedir. Bu oğlan aslında Padişah'a sakilik yapan içoğlanından başkası değildir.
IV. MURAT
O dönemde yaşayan ve Enderun'da yetiştirilmiş olan Ali Ufki de şu bilgiyi aktarmakta:
"IV. Murat, Büyükoda'da içoğlanı olan Ermeni Musa'ya böyle âşık oldu ve ona öylesine tutuldu ki kimi zaman çıldıracak hale geliyordu. Ayrıca genç bir silahtar paşaya da (halk içine çıktığında padişahın kılıcını ve silahlarını taşıyan ve baş hadımağaların ardından sarayda neredeyse en üst mevkide bulunan içoğlanına) âşık oldu. Bu içoğlanı güzelliği uğruna Galatasaray kışlasından alınmış, önce Padişah'ın lütfuyla Hasoda'ya kabul edilmiş, çok kısa bir sürede de silahdar paşa olmuştu."
Ali Ufki Bey, kendi döneminin padişahı olan IV. Mehmet'in de Ermeni kökenli bir oğlana olan tutkusunu şu ifadelerle dile getirmiştir:
"Şu anda hüküm süren Padişah, Güloğlu adında İstanbullu genç bir oğlana âşıktır. Padişah'ın musiki içoğlanı olan bu kişi şimdi onun gözdesidir ve kendisine imparatorluğun en önde gelen mevkilerinden, neredeyse divan reisliğine denk kubbe veziri rütbesi verilmiştir."
Sonuç olarak eşcinselliğin Osmanlı'nın bir yaşam tarzı olduğunu söyleyebiliriz. "Laiklik insanları bozuyor, eşcinsellik artıyor" diye iftira atanlar şeriatla yönetilen Osmanlı'da eşcinselliğin bu denli yaygın olmasının sebebini bizlere açıklamak zorundadır.
Şeriatla yönetilen, dünyaya adalet dağıtan Osmanlı dizilerini izleyenlerin madalyonun diğer yüzünden haberleri dahi yok. Haberleri olanlar da bilinçli bir şekilde bunu saklamaya çalışıyor.
Ayşe Hür (10 Kasım 2013). "Osmanlı'da eşcinsellik". Vatan. 22 Mayıs 2014 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 17 Mayıs 2020
Ayşe Hür (10 Kasım 2013). "Osmanlı'da eşcinsellik: Elinde tesbih, evinde oğlan, dudağında dua". Radikal. 10 Ekim 2015 tarihinde kaynağından Arşivlendi. Erişim tarihi: 17 Mayıs 2020
Esra Coşkun (4 Ocak 2010). "Osmanli Hareminde Cinsellik". Derki. 27 Mayıs 2015 tarihinde kaynağından Arşivlendi. Erişim tarihi: 17 Mayıs 2020
Gürkan Hacır (22 Ocak 2012). "Osmanlı'dan Cumhuriyet'e civelekler!". Akşam. 27 Mayıs 2015 tarihinde kaynağından Arşivlendi. Erişim tarihi: 17 Mayıs 2020
Keykavus, Kâbusnâme, çev. Mercimek Ahmet, der. Orhan Şaik Gökyay, 3.basım, Devlet Kitapları, İstanbul, 1974, s.113
Âlî, M. (Gelibolulu), Gâmi'ul-buhûr der Mecâlis-i Sûr, yay. haz. A. öztekin, Ankara, 1996. ‘Âlî, M. (Gelibolulu), Kitâbü't-Târîh-i Künhü’l-Ahbâr, c. 1, yay. haz. A. Uğur, A. Gül, M. Çuhadar ve İ.H. Çuhadar, Kayseri, 1997. ‘Âlî, M. (Gelibolulu), Künhü'l-Ahbâr’m Tezkire Ktsmt, yay. haz. Mustafa tsen, Ankara,1994. ‘Âlî, M. (Gelibolulu), Menâkib-i Hüner ver ân, yay. haz. M. Kemal Bey, İstanbul, 1926. ‘Âlî, M. (Gelibolulu), Mevâ'idü'n-Nefâ'is fî-Kavâ'idi'l-Mecâlis, yay. haz. Cavid Baysun, İstanbul, 1956. ‘Âlî, M. (Gelibolulu), Mevâ'idü'n-Nefa'is fî-Kava'idi’l-Mecâlis, bir Giriş’le yay. haz. M.Şeker, Ankara, 1997.
R.Ekrem Koçu/ Osmanlı Padişahları; J.Hammer /Osmanlı Tarihi C.2; E.Behnan Şapolyo/Osmanlı Sultanları Tarihi; Yılmaz Öztuna/B.Türkiye Tarihi C:5; Zinkeisen/Osm.İmp.Tariihi.C:4
Prof. Dr. Muhammed N. Doğan, Fatih Divanı ve Şerhi, s. 171-174, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul-2104; Millet Genel Kütüphanesi, A. E. Manzum, 305, varak 5b
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL