HABERLER
Dini Haber

PAMUK PRENSESİN ÖLÜMÜ

Yazan: Demon Product
DP,din, islamiyet, İslamda çocukla evlenme geleneği,Çocuk gelinler ve İslamiyet,Pamuk prensesin ölümü,Çocuk istismarı,Artan çocuk tecavüz haberleri, Talak suresi 4.ayet,Tecavüz sınavı
Yazıma Jeanne COLDELIER’ in harika kitabının adı ile başlamak istedim "Pamuk prensesin Ölümü". Bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Sebebi mi? Sebebi azda olsa yazımla alakalı da ondan.

Çocuk istismarı konusunda hit yapmaya başladık. Tabi bir grup ki ülkemizde çoğunluk olan bir grup hemen çıktı ve öne atıldı: "Hep İlluminati ve Masonların yapıyor. Yahudiler tezgâhlıyorlar bu işi. İngiliz ve Amerikan emperyalistlerinin planları bu. Amaçları bizi bölmek!..."

Diğer bir grup ki bunlar daha akılcı bir yaklaşım sergiliyorlar: "Eskiden de vardı ama bilinmiyordu, televizyon ve internet yoktu yayılmıyordu. Şimdi her şey yayılıyor tez zamanda!..."

Ağrımıza gitti, gururumuza dokundu, insanlığımıza sığdıramadık, mantığa oturtamadık. O küçücük bedenlere yapılanları bir türlü yakıştıramadık kendimize.

Bir KIZ ÇOCUĞU olmalı… Sokakta özgürce oynaması gereken, komşu Okan abisinden terleyince su isteyebilen, rahatça bakkal muhittin amcadan çikolata alabilen, Annesi ve Babası bir yere gittiğinde Melahat Teyze ve Mehmet Amcaya emanet edilebilen. Başı sıkıştığında mahallenin Semih abisine gidebilen, Merak ettiklerini rahatlıkla öğretmenine sorarak öğrenebilen, korkusuzca, güvenle, insanlıkla yaşayabilen…

Bilmiyorum çocuğunuz var mı? Benim var. Elinizden öper minik bir kızım var. Bana göre minik. Kendine göre genç kız. Hani tabiri caizse gözümden sakındığım.

Bir grup soracak şimdi : "Kendin gibi dinsiz, imansız mı yetiştiriyon la çocuğu?" diye. Yok, öyle değil. Öğrensin. İslamiyeti de öğrensin, diğer dinleri de öğrensin. İsterse inançla yaşasın, isterse inançsız yaşasın. Net bir cevap mı lazım: Evet Kur'an kursuna da gitti. Bilsin. Öğrensin. Kendisi sorgulasın. Ne hoca söylediği için dindar olsun ne de ben dedim diye dinsiz olsun.


İnancını veya inançsızlığını kendi seçsin. Eşini kendi seçsin. Hayatını kendi seçsin. İşini kendi seçsin. Okulunu kendi seçsin. Korkularını ve sevinçlerini kendi seçsin. Ne benim doğrularımla yaşasın ne de başkalarının doğrularıyla. Kendi doğrularını yaşasın.

Elbette ebeveynlerin görevi doğruyu ve yanlışı öğretmek. Peki, hangi doğruları veya hangi yanlışları?

Eğer Afganistan’da Taliban rejimi altında, Etiyopya’da, Yemen’de, Arabistan’da, İran’da, Malezya’da, Endonezya’da, Suriye’de bir baba olsaydım kızımı daha 9 yaşındayken benden dahi yaşlı bir adamla evlendirecektim. (Sakın yok diye iddia etmeyin, Ülkemiz yargı sistemi ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlıklarımız güneydoğu başta olmak üzere Suriyeli çocuk gelinlerin hukuki durumunu tartışıyor. Çünkü Suriye yasalarına göre 16 yaş yasal. Daha küçük yaşlarda hoca izni ile evlenilebiliyor. Bir sağlık görevlimiz Suriyeli çocuk annelerin dramını daha birkaç ay önce medyaya taşımıştı. Tabi tüm bunlar dış güçlerin oyunu. Yok aslında böyle şeyler.)

Devlet izin vermese de şeriat mahkemesi veya izni ile verecektim. Öyle bilecek, öyle öğrenecektim. Belki de cennetle müjdelenmek için kendi ellerimle teslim edecektim kızımı. Ağlayacaktım, üzülecektim ama içimi buruk bir sevinç kaplayacaktı. Cennetle müjdelenecektik. Sünnet’i tamamlıyorduk. Ayşe’de o yaşta evlenmemiş miydi? Kızını Peygambere veren Ebu Bekir edası ile mutlu olmayacak mıydım? O cennetlik sahabe gibi kızımı sanki Ayşe’ymişçesine vermeyecek miydim?

Ya ben? Belki de eşimle 9 yaşında evlendirilecektim. Daha aşkı hiç tanımadan, görmeden dünyayı, gençliği hiç yaşamadan… Ama hiç olur mu? Kız kızmısı başıboş bırakılır mı? Hemen evlendireceksin. O-ospu olur yoksa. Ya ben? Diyelim ki o yaşlarda evlenmek istemedim. “Gız mı olcen la sen? Çalışmıyor mu makine? Hehehe!” gibi soğuk, anlamsız, buram buram cahillik kokan kelimelere maruz kalacaktım.

(Bu arada o yaşlarda evlenerek hayata adım atanların bu dünyadaki sınavı bu mu? O yaşlarda zorla ve sapıkça bir şekilde cinsellik ile tanıştırılmak ne gibi bir sınav olabilir? Hani bu Dünya sınavdı ya? Şu an bu dünyada sınava tabi tutuluyorduk ya. O bakımdan. Düşünsenize, daha çocukken cinsellik ile beni sınava tabi tutan bir yaratıcım var.)

Bulunduğum ülke, yaşadığım toplum, inandığım din, kurallar bunu gerektiriyordu. O yaşlarda evlenmeliydim. Normali buydu. Cinsellik mi? O da ne? Zevk? Yok, be gardaş, biz normal ürüyoruz o kadar. Varsayalım öyle bir yaşa geldim ki artık cinselliğin zevkini aldım. Eşim? O hep aynı. Peki ya diğer kadınlar?

E param var, o halde "bakabilmek kaydı ile", "cariye olaraktan" alırım birkaç tane olur biter. Şimdi diyeceksiniz ki bakabilmek veya zengin olmak önemli değil. Hanımının rızası da önemli. Öyle ya tüm dünyada ikinci-üçüncü-dördüncü eşini almak isteyenler diğer hanımlarından helallik istiyor. Yersen. Bu arada kaç kadın kocasına ikinci-üçüncü-dördüncü eş için izin verir bu da ayrı bir merak konusu. Neyse diyelim ki aldım birkaç hatun. Hak geçmesin diye sıraya sokarım onları. Kimsenin hakkını çiğnemem. Hepsinin bir sırası olacak. Boşanmak? O var olabilir. Mehir hakkını veririm olur biter. Yalnız ben “One Night” istiyorsam ne olacak? Kolayı var. Basarsın bir Muta nikâhı olur biter. Yeter ki helalinden ve caiz olsun. Kadınlar helal olduktan sonra bizim tarlamızdı. Dilediğimizce sürebilirdik.

Sakın bana o dönemin şartları, yok savaş hali, yok erkek nüfusu azaldı diye komik komik savunmalar ile gelmeyin. Bunların safsata olduğu artık cümle âlem öğrendi. Örneğin o sırada cariye yapılan kadınlar sayesinde mi nüfus arttı? Eğer kadın yoksul ve kocasız kalmış ise illa yatağına mı alacaksın? Yatağa almadan bir kadına yardım edemiyor musun? Böyle bir kaide mi var? Kaide var tabi. Ayetlere bakınca cariye de yapıyorsun eş de yapıyorsun.

Konu çok dağıldı. Ayşe’den, pardon Hz. Ayşe’den bahsediyordum. 9 yaşında evlenmişti.

Pardon. Bu hurafe idi. Dine atılan bir iftiraydı. Ayşe 16 idi. Pardon 18. Yok 19. Aman efendim olur mu öyle şey o dönemin şartları, bilmem ne Hoca efendinin hesaplarına göre 23. Olmadı değil, şimdi o dönemin Arap kültürüne ve Arap coğrafyasında iken evlilik yaşı 17 idi, Yalancılar, Ayşe annemiz 20 yaşında evlendi.

Eeeeehhhh bir karar verin be!. Kabul edin. Kıvırmayın, bükmeyin.

(Bu konuda site yazarı Gregoire De Fronsac’ın "AİŞE MUHAMMED’LE EVLENDİĞİNDE KAÇ YAŞINDAYDI" adlı makalesine göz atabilirsiniz.)

Ayşe 9 yaşında evlendi sevgili Tatlısu Müslümanları. Bunu o vicdanınıza ve beyin kıvrımlarınıza iyice yerleştirin. İster kabul edin ister etmeyin. İsterseniz saçınızı başınızı yolun. Gerçek bu. Sadece sizin gibi Tatlısu Müslümanları inkâr ediyor. Diğer Müslümanlara ve İslam ülkelerine bakın neyi kabul ediyorlar.

Özür dilerim. Benim sapkınlığıma ve cahilliğime verin. Hiç esenlik ve barış üzerine olan dinimizde böyle şeyler olur mu? Uydurma hadisler üzerinden dinimize saldırma diyorsanız ki saldırmıyorum. Şu ayete bir göz atın. Bu ayeti ben uydurmadım. Hatta bu sitede yer alan makalelerde o kadar çok yer aldı ki sayısını unuttum:

Talak Suresi 4. Ayet:
"Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıyla sona erer. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir."

“… henüz adet görmeyenler…” cümlesinden ne anlıyorsunuz? Hatta bu surenin tamamını okuyun. Tüm eski İslam âlimlerinin tefsirlerine bir bakın. Kendi gözlerinizle görün. Kimler için henüz adet görmemiş tabiri kullanılır? Menopoz dönemindeki kadınlar için mi? Hamileler için mi? Zaten adetten kesilmek tabiri kullanılmış ayetin başında. Yani, hamile ve menopoz dönemi kadınları kapsamış Burada anlatılmak istenen başka bir şey var görün artık. Dedim ya bana da güvenmeyin. Eski tefsirlere göz atın. Tatlısu hocalarına kanmayın.


Amacım dinciler çocuklara tecavüz ediyor. Dinsizler sütten çıkmış ak kaşık imajı yaratmak değil. Sapkınlığın dini inancı olmaz. Ateist sapık ta olabilir. Bu yazıda sapıklardan ya da tecavüzcülerden bahsetmedim/bahsetmiyorum.

Sadece şunu sormak istiyorum, yeğeninizi, kızınızı, kardeşinizi, ne bileyim küçük bir kız çocuğunu gözünüzün önüne getirin. 9-12 yaş civarı. Onu evlendirmek, yaşlıca birinin koynuna sokmak vicdanınıza ve insanlığınıza sığıyor mu? Sanmıyorum. İnançlı, hatta şu an bana küfür eden inançlı okurlarımızın dahi vicdanına sığmıyor biliyorum. Hadi beni ve size göre sapkın fikirlerimi boş verin. Kendi hocalarınızın – ama eski sağlam tefsircilerin ve âlimlerin- bilgilerine ve yazdıklarına göz atın. Cevaplar pek hoşunuza gitmeyecek.

Hele ki kadınlar hakkında ki ayetlere bir bakın. O "SAĞLAM" hadislere bir göz atın. Tabi göz atmaya ve araştırmaya cesaretiniz varsa. Bakın bakalım kadınlar hangi statüde. Sizin savunmanızı size karşı kullanacağım: "Kurandan cımbızladığınız ayetlerle kalkıp kendi fikrinizi savunmayın!". Bakın bakalım Kuran’ın ve sahih hadislerin geneline; kadın hakları ne durumda. Tabi "The Last Ayet Bükücü" hocalarınız buna zaten cevap geliştiriyorlar.

Çocuk gelinler alenen bir istismardır. Kusura bakmayın ama eğer bir inanç minicik bir kızın bedenini bir erkeğin yatağına uygun görüyorsa o inancı reddediyorum.
Sizin mideniz kaldırıyorsa size de eyvallah.

Bu arada geçenlerde Minik Eylül Ankara/Polatlı’da uğradığı istismarın ardından hunharca öldürüldü. Aklıma Site Baş Yazarı ve Yöneticisi A.KARA dostumun birkaç yıl önce bir makalesinde sorduğu soru geldi: Bu güleç yüzlü güzel Kız’ın bu dünyada ki sınavı bu muydu? Artık sınavını tamamladığı için cennete mi gitti? Yüce yaradan O’ na bu sınavı mı reva gördü? Ya da bu istismarcının mı sınavıydı? Madem istismarcının sınavıydı, küçük Eylül sadece bir sınav sorusu muydu? O’ nun var olma sebebi bir sınav sorusu olmak mıydı?

Gelin Pamuk Prensesleri Öldürmeyelim.

Yazımın başlığını Jeanne CORDELIER’ in kitabının başlığından almıştım. Bu kitap gerçi sadece çocuk istismarını ele almıyordu. Aile içi istismar söz konusuydu. Neyse detaya girmeyeyim. Şimdi o kitabın arka kapağındaki yazıyı size aktarmak istiyorum:

"Masanın üstünde anne. Yemek yediğimiz masanın üstünde. Bütün pislikler masada çıkıyordu anne, sen alışverişini yaparken, 'Arala bacaklarını,' derdi babam, ' Rahibeler duadan başka ne öğrettiler?. Ve sen çarşıda gün geçtikçe daha çok zaman harcadığından, bir pazar, mutfak masasının üzerinde en büyük aralamayı yaptım. Yürüyüşümün değiştiğini fark etmemiştin bile. Bana bakmıyordun artık. Gerçekte, bütün gerçeği sana bugün söylesem neye yarardı? Bir çocuğun dilinden anlamasını bilmediğine göre. Körsün. Bana vurduğunda gözlerinin içinde bunu görebiliyordum. Bunun için bakışlarımı indirmemi istiyordun.
... Babam neden bunu yapıyor? Annem neden izin veriyor? Sanki tahtaya şunları yazsam ne olur? Babam oramı elliyor. Sınıfta kaç kişinin oraları artık kendilerine ait değil?"

HİNDUİZM'DE PUTA TAPINMANIN TARİHİ

Yazan: Anu
A, hinduizm, Hinduizm ve Putperestlik, Hinduizm'de putlara tapınmak, putperestlik, Putlara ibadet tarihi, Put ibadetinin Vedik geleneği, Puta tapınmanın evrimi,
TANRI VE TANRIÇA İBADETİNİN VEDİK GELENEĞİ
Vedik insanlar imgeye veya putlara tapmadılar. Dualar, tezahüratlar, şarkılar, ayinler ve kurban törenleriyle tanrılara tapıyorlardı. Onları, yeryüzüne Doğa'nın kuvvetleri olarak tezahür eden ilahi varlıklar olarak tasavvur ettiler. Ancak, aynı zamanda onları, insan gibi davrandıkları ve aynı güçlü ve zayıf yönlere sahip olan belirli isimler ve formlarla tasarladıkları da doğrudur. Onlar muazzam güç ve otoriteye sahipken, aynı zamanda beslenmek için insanlara da bağımlıydı.

Puranalar (antik hindu metinleri), Tanrıların ve insanların birbirlerini desteklediklerini ve sıklıkla savaşlarda birlikte savaştıklarını ileri sürüyor. Tanrılar, onları düşmanlarına karşı zafer kazanmaya itip tapanlara yardım ederken (görüldüğü üzere bu inanç tüm dinlerde aynı), krallar genellikle cennete yükseldiler ve tanrıların iblislere karşı göksel savaşlar kazanmasına yardım ettiler. Tanrılar, ölümlü kadın ve erkeklere karşı şehvetliydiler.

Bu durum çoğunlukla lanetler, çatışmalar, mucizeler ve hatta hem tanrıların hem de insanların niteliklerine sahip olan ilahi çocukların doğumuyla sonuçlandı. Ayin olarak tanrılara ibadet etmenin yanı sıra, Vedik insanlar bazı belli kutsal semboller ve geometrik kalıplar ürettiler ve ayinlerde kullandılar. Böylece, tanrıların imgelerine ibadet etmemiş olmalarına rağmen, put ibadetinin tohumlarını geleneklerine gizliden ekmiş oldular.

PUTLARA İBADET TARİHİ
Tanrılar ve tanrıçaların imgelerine veya putlarına ibadet etme pratiği, kabile uygulamaları büyük ihtimalle Shaivizm, Vaishnavizm ve Shaktizm gibi Vedik gelenekleri olmayan eski Vedik dininin bir parçası haline gelmiştir. Hintli alt kıtada yaşayan eski insanlar ve ilk yerleşimciler monolitleri (tek parçalık anıtlar) kurdular ve büyülü güçlerine inandılar. Ölülerini gömdüler ve muhtemelen bir tür öbür dünyaya inanmışlardı. Atalarına ya da yaşça büyük ruhlarına tapmış olabilirlerdi.

İndus Vadisi halkı, tapınma ibadetiyle, imgelerde görgülerini onurlandırma geleneğine sahip gibiydi. Muhtemelen insanlara benzeyen hayvanlara, efsanevi yaratıklara, bitkilere, krallara ve tanrılara tapıyorlardı. Tarihçilere göre, doğurganlık tanrılarına ve tanrıçalarına ibadet etme pratiği, yıkanma ritüeli ve ibadetlerde taş sembollerin, ikonların ve imgelerin kullanılması muhtemelen İndus Vadisi kentsel topluluklarında yaygındı.

Vedik insanlar, tanrılarına ev sahipliği yapacak herhangi bir tapınak inşa etmediler. Onlar için tanrının ikamet yeri gökyüzünün kendisiydi. Ancak, Güney'deki birkaç topluluğun, krallarıyla (Koor) eşitlendikleri ve Koil veya Tanrı'nın tapınağı olarak adlandırdıkları tanrılarının şerefine tapınaklar inşa ettiğine dair bazı işaretler vardır. Tapınaklar orijinal ahşaptan yapılmıştır.

Tapınaklarda taş kullanmanın pratiği çok geç geldi. En erken tapınaklar muhtemelen, daha sonra Shiva veya Vişnu ile kendi yönleri veya tezahürleri olarak tanımlanan yerel tanrıların onuruna inşa edilmişti. Tanrılar için tapınaklar inşa etme geleneği muhtemelen Hindistan'ın çeşitli bölgelerinde bulunan antik mağara tapınaklarından ortaya çıkmıştır.

Puja töreni, ya da içsel ibadetler gibi görülen ve çiçek, tütsü, meyve, su, sandal macunu vb. ile ibadet edildiği iç ibadet töreniyle ilgili ritüeller ise geleneklerin Güney'deki kökeni gibi görünüyor. Pu, çiçek anlamına gelen Dravidian kelimesidir. Puja, ayinde yiyeceklerin sunulduğu orijinal bir Vedik kurban töreni olan Homa gibi çiçeklerin sunulmasıyla adanmış bir ibadettir.

Hindistan'ın uzak bölgelerindeki kırsal kesimler geleneksel olarak uzun zamandır putlara, heykellere, sembollere ya da köy tanrılarına (grama devatas), yılanlara, nehirlere, dağlara ve ağaçlara, onları rahatlatmak ve felaketlere karşı korunma aramak, hastalıklardan arınmak, iyi bir hasat ve nimetlerini aramak için ibadet ettiler. Tanrılar çoğunlukla barınaksız olarak açık bırakıldı ve belirli durumlarda tapıyorlardı. Bazen imgeler yerine, antik dönemin kalıntıları olan taş ya da tepelere tapınırlardı. Hindistan tanrılarının, yılanlarının ve ağaçlarının ibadeti hala birçok köyde devam ediyor.

Batı Hindistan'ın bazı bölgelerinde, dağlık bölgelerin yakınındaki insanlar olan Yunanlılar, Persler ya da Orta Asya Şaman geleneklerinden imaj ibadetlerini ele geçirmiş olabilirler.

Nedeni ne olursa olsun, Budizm popüler hale geldiğinde ve Mauryan İmparatorluğu sağlam bir şekilde kurulmuşken, Hint tarikatında put ibadeti evrensel bir pratikti. Chandragupta Maurya mahkemesinin Yunanistan Büyükelçisi Megasthanese, yaptığı çalışmalarında, Indica'da alay halinde imgeler taşıyan insanlardan söz etti. Hem Hinduizm hem de Budizm'de Tantra'nın ortaya çıkışı ve Shaivism ve Vaishnavism'deki Bhakti'nin popülaritesi, Vedik topluluklar arasında put ibadetinin artan kabulüne de katkıda bulunmuş olmalıdır.

HİNDUİZM'DE PUTA TAPINMANIN EVRİMİ
Put ibadeti Hinduizm için merkez oldu ve kraliyet himayesinde büyük ölçekli tapınak inşası geleneği Mauryan sonrası dönemde başladı ve Gupta Dönemi'nde yükselişe geçti. Sadece Hint Yarımadası'nda değil, aynı zamanda Malezya ve Tayland'a kadar yurt dışında da büyük tapınakların yapılması en az 1000 yıl boyunca devam etti.

Yüksek kalelerden sadece birkaç kişi Vedik törenlere ev sahipliği yapabilecekken, put ibadeti uygun, ucuz ve kolay bir alternatif sunuyordu. Ayrıca, doğrudan, pahalı rahip müdahalesine ihtiyaç duymadan, sıradan insanların tanrılarına doğrudan ibadet etmelerine yardımcı oluyordu. Bugün, put ibadeti Hinduizm'de en seçkin ibadettir. Hindular bunu dünyanın çeşitli yerlerine taşıdılar. Hindistan'ın çeşitli yerlerinde büyük tapınak ve tanrıça ve tanrıça heykelleri yayıldı. Onlara göre bu uygulama, tanrılarıyla bağlarını tahsis etmelerine ve onları yüksek saygınlık içinde tutmalarına yardımcı olur. İnsanlar, zihinlerinde ya da kalplerinde sadece zihinsel ya da ruhsal olarak değil, araçlarında, cüzdanlarında, çantalarında, kilit ve zincirlerinde, dövmelerinde ya da cep telefonlarında, bilgisayarlarında ve dizüstü bilgisayarlarında dijital olarak tanrılarının imgelerini taşımaya devam ediyorlar (Hinduizm'e ek olarak, bunu herhangi bir dine inanan insanların çoğu, neredeyse hepsi yapıyorlar).

15 YIL TANRI VE ATEİZM | 10

Yazan: Zübeyde Savaş
15 yıl tanrı ve ateizm 10, din, Farklı tanrılar, Gerçek hayat hikayesi, Küçük çocuklara tanrı masalları, Tanrılar nasıl oluştu?, Zübeyde SAVAŞ,

15 YIL TANRI VE ATEİZM | 10

Küçük kardeşimizi de alarak çalışıyorduk öğlenleri buğday ekmeği ve zeytin veriyordu en azından karnımız azda olsa doyar artanı eve götürürdük. Köyün içinde yürürken başımız yerde olurdu belki yolun kenarında bir ekmek ve atık bir yiyecek buluruz diye, bizimle dalga geçerlerdi fitre ve zekatlarını bile köylü bize vermezdi, köyde bulunanların her işini  bir ekmek parasına biz yapardık. Kardeşimin de hastalığı aylar içinde kötüye gitmeye başladı, askerde komutanım aç kaldığınızda birçok hayvanın yenilebileceğini söylediği aklıma geldi, abimle köylüler görmeden ormandan bulduğunuz hayvanları kardeşime yedirmeye başladık, üç ay geçmeden kardeşim de iyileşme fark ettik, abimle solucan, yılan, kurbağa, sülük ve ne bulursak toplamaya yakalamaya başladık bir yıl geçmeden kardeşim çok daha iyi oldu, köylüler bunu fark etti ve bizi dinsiz ilan ettiler köyde iş bile vermiyorlardı, abim ve ben anlatıyorduk  kardeşimiz için yaptık desek de kimse inanmıyor sanki köyde değil yabancı dil konuşulan köye gelmiştik. Abim her gece içten içe kendini yiyordu bunları kaldıramıyordu, bir sabah abim evi temizlerken dedemin resminin arkasında bir mektup bulmuş mektubu dedem göndermiş, abim okuma yazma bilmediğinden bana okutturdu:

- Sevgili oğlum ve can torunlarım, ben şu an iyiyim sana para gönderiyorum torunlarıma iyi bak, fakirlikten aile olarak kurtulsak diye dua ediyorum, en azından rahat ekmek alabiliriz, burada olanlar savaş bittiğinde bize  bolca toprak vereceklermiş bir an önce savaş bitmesi için siz de dua edin, belki bu bizim kurtuluşumuz olur, sizleri yalnız bıraktığım için beni affedin, buraya gelmem ailemin geleceği için.

- Sabahları saldırıya geçiyoruz tanrı sesleriyle ne gariptir ki düşman da saldırırken bizim söylediğimiz tanrı sesleriyle saldırıyor, aynı bizim ettiğimiz duaları duyuyorum düşman askerinden çok şaşırıyorum, bazen arkadaşlarla bizim ettiğimiz duanın daha gerçekçi olduğunu düşman askerleri de bildiği için onlar da bu duaları söylüyor diye şakalaşırdık. İlk zamanlar savaştığımız düşmanın Müslüman olduğunu bilmiyordum. İlk kez geçen ramazan bayramında ateş kez oldu bulunduğumuz düşman topraklarında bir camide bayram namazını kıldık çok ilginç düşman askerleride camide olması aynı tanrı adına ibadet ettik dua ettik ve bayramlaştık, iki gün önce birbirimizi öldürmek, kan akıtmak için mermi yağdırıyoruk, anlamıyorum, düşmanla omuz omuza ibadet ediyorum korkmadan, din görevlisi namaz da ilginç bir tanrı sözünü anlatıyor, savaşta ölen şehitlik makamına yükselir , cennetin ikinci sırası şehitler için ayrılmıştır diye devam ediyor sözlerine ayetlerle. “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayin. Aksine onlar diri olup Rableri katinda riziklandirilmaktadirlar. Allah’in lütfundan kendilerine vermiş olduklarıyla sevinç içindedirler ve arkalarindan henüz onlara kavuşmamis olanlari, kendilerine bir korku olmayacagi ve üzülmeyecekleri üzere müjdelerler.” (Ali İmran, 3/169-170)“ Şüphesiz hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda kendilerine eziyet edilenlerin, çarpışanların ve öldürülenlerin kötülüklerini örtecek ve kendilerini altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu Allah katından bir karşılıktır. Karşılığın en güzel olanı Allah katındadır.” (Ali İmran, 3/195)”Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Aksine onlar diridirler ancak siz fark edemiyorsunuz.” (Bakara, 2/154)” Savaşa geldiğimizden bu yana bunları ezberlettiler zaten, komutanlar devamlı şehitlikle ilgili tanrı sözlerini ezberletiyor, İslami kitabımızdan doğru söylüyor fakat hangimiz cennete gidecek düşmanlar mı yoksa bizler mi aynı dinden olsak da galiba iki tarafta cennete gidecek, düşmanlarla bayram süresince oturduk sohbet ettik cennet ve şehitlik kelimeleri açıldığında kavga çıkıyordu bizler de bunları konuşmuyor ama düşünmeden de geçemiyoruz, iki din kardeşi savaş yapıyor tanrı nasıl buna izin verir diye soruyorum kendime tanrı bizleri sınav yapıyor olsa her gün insanlar ölüyor kiminin bacağı, kolu bedeninden, sevdiklerini bir daha göremeyecektir, bazen geceler gündüz gibi olur yağmur tanesi yerine mermi yağardı, uyku uyumak neydi unuttum, her yanım çamur kaplamış bazen uyumak için sipere girdiğimde burası güvenlimi diye sorardım kendime, bir saatlik uyku bile mutluluk verirdi, gece ve gündüz iç içe olurdu çoğu zaman mermi sesleri ninni gibi gelirdi bomba sesleri hırs ve öfkeyle saldırmamıza neden olurdu, bir gün güneş yerini karanlığa bırakmıştı, ne mermi ne de top sesi duyulur olmuştu, gece ilerledikçe içimizi korku kapladı, ne oluyordu kimse bilmiyor herkes eli tetikte kalmış, telsizimiz bozulmuş, korku her yanda kol gezerken hücum diye bağırdı komutan, iki saat kadar koştuk güneş doğmaya başladığın da bayram olduğundan ateş kez olduğunu öğrendik, korkumuz yerini sevinç aldı, biz nasıl bir insana dönmüştük, kan görmek bizi rahatlatıyor muydu.? Bilmiyorum belki, tanrı neden bizleri bunu yaşatır diye, bu sınav olamaz, bizler sormaya başladık savaşı neden ?  tanrı ? kan ? ölüm ney kimse cevap veremiyor, üç arkadaş yanımızda olan arkadaşlara ve esir düşen askerlere sormaya başladık bir yıl boyunca dini bayramlarda ateş kez olduğunda düşman askerlerine sorduk sen nerede yaşıyor ne iş yaparsın ? işte bu soruları ne kadar askere sorduğumuzu bilmiyoruz yüz binlerce olmalı bir çoğu toprakla bütünleşti, yeşermek için yağmuru bekleyen bitkiler kanla.... acı ne çocuklarını, anne, baba, arkadaş, dostu, sevgilisi ve eşi bir daha yanlarında olamayacaklardı onlar konuşup gülemeyecek, beraber bir zamanları olmayacak, gelecek zamanlarla ilgili plan ve düşünceleri bir daha olmayacak, ne sıcak bir yatak ne güzel sözler duyamayacaklar. Konuştuğumuz her askerin düşman askeri de içinde ortak olansa iki şey vardı, tanrı ve yaşamlarımız, aslında burada savaşan askerler, köylü, ayakkabı boyacısı, pazarcı, inşaat işçisi, bir ekmek almak için hayatın içinde kaybolan insanlar, yani yoksullardan oluşan insan topluluğuydu, savaşı başlatanların ne oğulları ne de yakın bir akrabalarının savaşta olduğunu bizimle savaştığını duymadık. Bu çelişkili bir olay değil mi, insanların savaşması istenirken savaşı başlatanların ne kendisi nede kan bağı olan kimse yok, kandırıldığımızı düşünmeye başladık, savaşmaya ilk geldiğimizde kalbimizde cennet ve tanrı vardı. Gözümüz ve kollarımız düşman askerinin kanını arardı bir makine gibi, sadece öldürmek, isterdik. Ölsek de cennet bize verilen bir ödüldü bu sebeple ölmenin bir anlamı yoktu, bu düşünce oluşturulmuştu. Bir şehri ele geçirdik bir ay süren çetin bir kuşatmayla, zengin birini yakaladık  üzerinde altın ve değerli eşyalarla, neden bu kadar değerli eşyalar var üzerinde dedim oda bana kaçmak için hazırlık yaptığını diğer arkadaşları onu bıraktığını söyledi, neden savaşmak istemediğini sorduğumda ise bu kadar servetim varken neden savaşayım, biz konuşurken bu kadar altın ve para hızlıca duyulmuş olmalı komutan gelerek adamı aldı yanımızdan, adam giderken yanıma gelerek kulağıma yavaşca; etrafına bak yerde yatan ve ayakta olanlar neden burada, sen neden buradasın ben ve benim gibiler olmasa sizlerde burada olmazdınız, ya da şu şekilde düşün tanrı bunu istediği için. Adam gözümün içine bakarak gülümsedi, biz kanlarımızı kimin için kaybediyoruz bu saçmalık bunu anlamak mümkün değil biri bana anlatsın bu nasıl olur milyonlarca hayat, nedenini kimsenin bilmediği, hiç uğruna yok olan sayamadığım arkadaşlarım bilmiyorum. Ölülerin sürüklendiği nehirler, kanla oluşan göller. Yanlış olan bir şey var, bunu düşünecek zamanım yok, zamanım olsaydı bu neden nasıl olduğunu anlardım ne kadar düşünsem de bir anlam bulmak zordu. Hayat da aynı bir savaş gibi bizim düşünmemiz engelleniyor sen ne kadar düşünmeyi istesen de buna izin verilmiyor, insan düşünmediğinde senden istenileni yaparsın.

- Her gün bir dost bulurken, bir gün olmadan kaybetmek, artık beynim ve bedenim yoruldu, geldiğim heyecan kalmadı, her gece rüyalarımda mermilerden kaçmak bomba üzerinde uçmaktan yoruldum, koyun yününden olan yatağımı özledim, parmaklarım nasır oldu tetik çekmekten, yeni tüfekler ve bombalar geliyor daha fazla insan öldürmek için, bizler kendi türümüzü yok etmek için uğraşıyoruz, bizlerin yaşamasına izin verenler sadece bu günler olacağını bildiklerinden bir kenarda hayatta bırakıyorlar. Cephe de askerlerin gözlerinin görülmesini çok isterim, insanların acıma duygusu kalmamış sevgiden çok uzak, kin ve öfke sarmış bakışları. Bazen askerlerin elinde bombayla düşman siperlerine koşuyorlar onların bedenine isabet eden mermi bile durduramadığını gördüm defalarca, bazen ben bile koşacak durumda oluyorum, akıl ve beynini kullanan varlıklar olduğumuzu neden hangi amaçla unutuyoruz, düşman askeriyle oturup konuşuyoruz, anlaşıyoruz ekmeğimizi ve suyumuzu paylaşıyoruz iki düşman askeri olarak anlaşırken bu savaşı başlatanlar neden anlaşamıyor, neden savaşta bizimle savaşmıyorlar, savaşsalar aslında bir daha savaş başlatmazlar, insanlar oturarak anlaşabilirler savaşmak niye hangi nedenle, savaşmayı bu kadar isteyenler aslında savaşın içinde olmayanlar olduğunu biliyorum.

- Aynı güneşin altın da ısınıyoruz bizlere güneş ışığı gelmese bile kalbimiz de yarattığımız sevgi ısıtır, her zaman kalbimdesiniz.

- Abime mektubu okuduğumda saatlerce sarılarak ağladık, ben dedemi tanımıyordum. Abim bu yoksulluk değil açlık bizimkisi diyerek tanrıya göz yaşlarıyla dua ediyordu ve artık oyunun bittiğini söylemeye başlamışken bir hafta olmadan abim kendini astı, nasıl canına kıydı yaşayan birinin bunu yapması bu kararı alması zordur, açlığa bir kurban daha vermiştik artık sonbaharda dökülen yapraklar gibi tek tek düşüyorduk, dayanamıyordum evdeki açlık ve  köylünün lafları zor geliyordu, ne yapacağımı bilmiyordum, yaz yaklaşırken köylüler beni aralarına almadan çalışmaya gittiler ben de başka bir yere giderek iş bulmalıydım, kardeşimi de nasıl tek bırakacaktım, yoksa kışın ne yapardık, bir gece dağa giderek büyük bir hayvan öldürmek istedim ne olursa, önemli olan ben gelene kadar etin kardeşime yetmesi iyileşmesine yardımcı olmaktı. Beklemeye başladım bir yandan da tanrıya bir hayvan öldürmem için yalvarıyordum bir süre sonra üç tane ceylen yaklaştı ay ışığında çok güzellerdi en büyüğünü öldürdüm, ceylanın yenecek yerlerini aldım geri kalanını toprağa gömdüm, eti kavurma yaptım. Kardeşime her gün az az yemesini söyledim, kardeşim de beni merak etme sen git çalışmaya diyordu, fakat içinden kal dercesine bakardı oda farkındaydı elimden başka hiç bir şey gelmiyordu, bir gece geç saatlerde köylünün uymasını bekleyerek din adamından yardım etmesini istiyecektim,  evine usulca kimse görünmeden gittim, kapıyı çaldım durumumu anlattım, işe gitmem gerektiğini ve kardeşime ara sıra bakmasını istedim yalvardım, din adamı tanrı yardımcın olsun tabi bakarım dedi, ağlayarak eve geldim kardeşim bana sıkı sıkı sarılarak sen git ben iyiyim dedi, dua ederek evden çıktım, iş buldum iki ay çalıştım güneşin doğuşuyla iş başı yapar, batışıyla bırakırdım, çok iyi para verdi tarla sahibi, hakkım olandan  fazlasını vermişti. Sevinçle köye geldim fakat kardeşim çoktan ölmüştü, ne dünyam ne de hayallerim kalmıştı, evin için de yoksul da olsak ses vardı,  kavurma bile bıraktığım yerde bir kaç lokma almıştı can kardeşim, ölüsünü evden koku geldiği için açmışlar kapıyı zavallı köylüler, kimileri on beş veya yirmi gün olmuştu ölüsünü bulduğumuz da diyorlardı, ailem denen bir şey yoktu, artık bütün ümitlerim yok olduğunu anlamıştım, bu nasıl bir hayat diye ağladım, herkes açlık için de ölmüş çaresizliğin bir anlamı da kalmamıştı açtık fakat bir birimizle şakalaşır  hiç kimsenin servetini düşünmez kimseye kötülük bilmezdik, benim de acı sonumun  yakın olduğunu düşündüm, aileme katılmam gerektiğini bu gün olmazsa yarın olacaktı, anlamını yitirdiği yaşamın ne bir ümidim ne de hayellerim kalmıştı, o gece evde tek başıma bir ses olur diye sabaha kadar uyumadım olan ses sadece benim ağlamamdı, artık ailemden geri kalan bendim, ben ne kadar dayanabilirdim hiç bilmiyordum, sabah olurken dedem geldi aklıma, dedem de ailesi için savaşa gitmişti. Belki ailesini yaşatmak içindi hayalleri vardı, torunlarını sevecek onun da torunları olmasını ailesinin ne kadar büyük ve sağlam olduğunu görmek istiyordu, hiç birimiz bunu başaramamıştık, çünkü açlığa yenilmiştik, gündüzler bile karanlıktı güneşin ne olduğunu bilmiyorduk sadece tanrımız vardı bildiğim, dört gece hiç uyumadım evden de dışarı çıkmadım, köyden hiç biri  kapımı çalmamıştı üzüntümü az da olsa paylaşmak için, dördüncü gecenin sabahın da dedemin  mektubunu tekrar tekrar okudum, o anda anladım ki tanrı bizi açları, yoksulları kontrol altına alan bir şeydi, nasıl çocuklar uymadığın da korkuturuz, yoksullara  verilen şekerli hayalden başka bir şey olmadığını artık çok iyi anlamıştım, eğer tanrı olsaydı bu kadar acıyı bir aileye vermezdi, ya da yarattığı insanların acı çekmesini çok seven bir tanrı vardı, yoksulları sevmeyen, zenginleri çok seven saygı duyan tanrıydı bu. Nasıl olur da yaratan baba oğluna zulüm eder ve çamur için de boğulmasını izlerdi diğer oğullarına servet üstüne servet verirdi, düşündüm ağladım, sızladım yoksul aç kalanlarla kıyasladığımda tanrının sevdiği oğlu azdı ya biz neydik? Kimdik? Neden yaratılmıştık? Oyun olsun arka bahçeyi temizlemek için mi? Kimse görmeden çöpleri mi alacaktık, biz çöpleri alırken sessizce huzur içinde uyuyan kardeşlerimizi de rahatsız etmeyecektik, bu olmazdı bu yanlış, bir hata vardı. Niçinler kafamın içinde fırtına oluşmuştu, dedemin mektubun da bahsettiği aslında buydu savaşan aynı din, aynı tanrıya inananlar, şehitler ve cennet, tanrı benim ailemin çektiklerini izlemekle yetindi sadece. Bu tanrı zenginlere hizmet ediyor, ya da zenginler tanrıyı istediği gibi kullanıyordu, zenginler bize cenneti satıyorlardı. Tanrı hikayesini anladığında huzurla uyudum kaç gün uyuduğumu hatırlamıyorum, uyandığımda öğle yeni oluyordu fakat çok mutluydum neden olduğunu biliyorum. İlk kez evde tanrı sözleri yoktu artık olmayacaktı. Dedemin mektubunu ve kavurmayı aldım, başımı dimdik kaldırdım, artık yiyecek artığı aramıyordum, kavurmayı yiyerek köyden ayrıldım.

- Tanrı sadece zengin ve yoksul arasına konulmuş köprüydü. Köprüyü yapanlar zengin olduğundan yoksullar sadece köprünün karşısın da bulunan evlerin ışık gösterisini izlemekle yetinir ve hayaller kurarlardı.

Diğer sayfalar:
◄ [9] , [11] ►