HABERLER
Dini Haber

ALAYCI KUZGUN

Hazırlayan: A.Kara
A, mitoloji, Çeroki mitolojisi, Alaycı kuzgun, Kızılderili mitolojisi, Mitolojide kuzgun, Amerikan mitolojisi,

ÇEROKİ MİTOLOJİSİNDE ALAYCI KUZGUN

Ön Bilgi: Çerokiler, yurtları ABD'nin Güneydoğusu olan (Georgia, Güney Karolina vb.) ve sömürgeci-ırkçı beyazların baskıları ile platolara sürgün edilen Kızılderili halkıdır.

Çeroki mitolojisinde çok ilginç ve tehlikeli yaratıklar var. Bunlardan biri de alaycı kuzgundur. Bu avcı kuzgunun kayan bir yıldız gibi dünyaya düştüğü söylenir. Doğaüstü yönleriyle çok güçlülerdi. Cadılar, şeytanlar, peri ve cinler onlardan korkuyordu çünkü onlar buradan değillerdi.

Uçarken çıkardıkları çığlıklar nedeniyle alaycı kuzgun olarak adlandırılıyorlar ve dalışa geçerken kuzgunları taklit ediyorlar, ancak kayan bir yıldız gibi uçarken yıldızlara benziyorlardı.

Ölümsüz olan bu yaratıklar yataklarındaki insanları arıyorlardı. İnsanların kalplerini yiyerek yeryüzünde harcadıkları zamanı telafi ediyor, insanların yaşam gücünü alarak kendi zamanlarına katıyorlardı.

Ayrıca inanışa göre kendi çürük uzuvlarını değiştirmek için ölülerin vücutlarını da parçalıyorlardı. Aşırı yaşlı insanlara benziyorlardı, o kadar yaşlılardı ki cinsiyetlerini anlaması bile zordu. Fakat onlar delip geçen çığlıklara, uçma kabiliyeti ve keskin bıçakları andıran tırnaklara sahiptiler. İnanışa göre eğer alaycı kuzgunlar hayat çalarken veya beslenirken rahatsız edilirse saldırdıkları kişi lanetlenir ve sonunda onlar da birer kuzgun olurlardı.

Onları tespit etmek için kullanılan tılsımlar vardı. Bazı kemik tipleri ve baykuş tüyleri ve deri ipler ile yapılan bu tılsımlar kuzgunlar yakınlara geldiğinde titreyerek işaret verecek şekilde bağlanırdı. Yaprak dökmeyen dumanları onları uzaklaştırırdı. Ateş veya yıldırım çarpması sonucu keskinleşen dişbudak ağacına maruz kalmaları onları öldürürdü.

Bu saldırgan kuzgunların gerçekten korktuğu tek şey keşifti. Çürüyen etlerini yedi gün içinde beslemiyor veya değiştiremiyorlarsa aç kalır, çürür ve ölürlerdi. Bir alaycı kuzgunun kimliği keşfedilirse artık o bölgede avlayamayacaklarını bileceklerdi. Dolayısıyla keşfedildiklerinin farkındalarsa o kişinin konuşmasını engellemek için gerekli olan her türlü yolu kullanırlardı.

BENİM HİKAYEM

sizden gelenler, Nasıl deist oldum?, Deist oluş hikayeleri, Neden dinden çıktım?, Dinden neden çıktım,
Tarikatçı bir ailede dünyaya geldim. 19 yaşına kadar doğudaki o tarikatın müridi idim. O tarikattaki şeyhin aklımızdan geçenleri bildiğini sanırdım. 19 yaşımdayken üniversitede fikirleri zehir gibi olan hocaları dinlemeye başladım. Bu tarikatların resmen imPARAtorluk olduğunu gördüm. Durumum daha da kötü oldu çünkü bu defada tüm tarikatlara ve insanlığa düşman kesildim. Hiç kimse gerçek müslüman değildi benim gözümde, herkes kâfir ve dinden dönmüştü. Çokta detay vermek istemiyorum ama siz anlamışsınızdır.

1 yıl bu kafada gezdim 5 vakit namazlarımı kılıyordum oruçlarımı eksiksiz tutuyordum daha önce tutmadığım oruçları ve kılmadığım namazları kaza ediyordum. Daha sonra işe girdim özel bir hastanede. Ameliyathanede anestezi teknikeri olarak çalışmaya başladım. Yoğunluktan dolayı namazlarımı kılamıyordum. Bir iki kaçırdıktan sonra tamamen bıraktım. Ama vicdanım rahat değildi sürekli namaz borcu birikiyordu. Zamanla vicdan azabı kayboldu, çokta takmamaya başladım.

Şuanda 23 yaşındayım çalıştığım hastane iflas edip kapandı. Bol bol boş vaktim var ama hiç ibadet etmiyorum. Youtube'da kırmızı hap diye bir video gördüm. Daha önce gözüme ilişmiş dislike verip geçmişim hiç haberim yok. Videoyu izledikten sonra ya bize anlatılanlar yalansa dedim, tövbe tövbe deyip geçiştirdim. Ama aklıma tohum ekilmişti artık içim içimi yiyordu dinden çıkmaktan o kadar çok korkuyordum ki. Yavaş yavaş araştırmaya başladım. Dinden çıkmama sebep olanlar saymakla bitmez en etkili olanlar kadının dindeki yeri, peygamberin seks hayatı, peygamberin kendine göre yazdığı ayetler, pedofilinin ve tecavüzün açıkça yasaklanmaması vs. vs..

Mesela Hristiyan bir ülkede doğsam İslam'ı araştırmazdım. Derler ya yok araştıracaksın "ben araştırır islamı bulurdum", NAH bulurdun güzel kardeşim...

Öğrendikçe korktum, çok korktum. İçimdeki yok olma düşüncesi beni bitirecekti. Nasıl ölümden sonra hayat olamazdı, yaşamın hiçbir anlamı yoktu o zaman. Sonra evrenin oluşumu, astronomi gibi şeyleri araştırdım, dünyadaki vahşi yaşamı araştırdım ve vahşi yaşamın tam bir kaos olduğunu gördüm. Evrenin de sürekli bir kaos halinde olduğunu anlamam uzun sürmedi her şey kusursuz değilmiş demek ki:). Bigbang'ten öncesi keşfedilene kadar Deist olmaya karar verdim. Yok olma korkusu yüzünden Deist oldum sanırım :).

Beyninde ufacık bir akıl kırıntısı olan araştırır ve doğruları öğrenir. Size de çok teşekkür ederim, gerçekten çok güzel videolarınız var devamını dört gözle bekliyorum. Bilimle kalın saygılar, sevgiler. :)

SİZDEN GELENLER | Yazan: Unknown Muslim

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

MİTOLOJİK PEYGAMBER "İDRİS"

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, İdris, Hz İdris, Enoş, Enoch, yahudilik, islamiyet, İdris'in mitolojik kökeni,Mitoloji ve İdris, Hanok, din ve mitoloji, Mitoloji ve din, İdris'in miracı, Osiris ve İdris, Mitolojide İdris,

MİTOLOJİK PEYGAMBER: İDRİS


Din kaynaklarına göre; İdris’in, Âdem’den sonraki 7. Kuşaktan olduğu söylenilir. Şit peygamberin torunlarından Yeret’in oğlu İdris, Kuran ve Tevrat’tan başka öteki din kitaplarında da adı geçen peygamberlerdendir. Bazı kaynaklara göre peygamber değil ermiş bir kişidir. Babil ya da Mısır’da doğduğu söylenir. Kendisine otuz sayfalık kitap indirilmiş. Çeşitli hadislere göre; ölmeden tanrı katına çıkan kimine göre dört, kimine göre dokuz kişiden birisidir. Yetmiş iki dil ile konuşarak, her kavme kendi diliyle seslenip, dine davet etmiş.

İslam yazılı kaynaklarında İdris peygamberin adı Ahnut-Uhnut ya da Unnuh, batı dillerinde aslı İbranice olan Hanok’tur. Tevrat’ta da Hanok olarak anılır. Kuran’da iki yerde; Meryem ve Enbiya surelerinde adı İdris olarak geçer.

Eski Mısır tanrısı Osiris’in İdris olduğu ileri sürülür. Bununla birlikte Tevrat’ta İdris’e karşılık gelen Osiris’le ilişkilendirilir. Değişik inanç kitaplarında ve yazılı söylencelerde antik Mısır tanrısı Thot, Sümer ve Babil tanrısı Enlil ve antik Yunan tanrısı Hermes’in aslında İdris olduğu iddia edilir. Bu yazılı söylencelerde anlatılanlarla İdris’in yaşadığı olaylar birbirine çok benzer. Bu söylencelerin hepsinde ortak olay ve özellikleri görmemek için kör olmak gerek. Yani, İslam’ın içine; antik Yunan, antik Mısır ve Sümer’den alınmış olayların benzerliğine rastlantı denilebilir mi?

Tevrat’ın 5. Bölümünde Hanok şöyle anlatılır: “Yeret 162 yaşındayken oğlu Hanok doğdu. Hanok'un doğumundan sonra Yeret 800 yıl daha yaşadı. Başka oğulları, kızları oldu. Yeret toplam 962 yıl yaşadıktan sonra öldü. Hanok 65 yaşındayken oğlu Metuşelah doğdu. Metuşelah'ın doğumundan sonra Hanok 300 yıl Tanrı yolunda yürüdü. Başka oğulları, kızları oldu. Hanok toplam 365 yıl yaşadı. Tanrı yolunda yürüdü, sonra ortadan kayboldu; çünkü Tanrı onu yanına almıştı.”

TDV İslam Ansiklopedisi, 21.cilt 478- 480 sayfaları arasında İdris hakkında verilen ayrıntılar hadis ve Kuran yorumcularına dayanmaktadır. Kısaltarak aldığımız bu bölümdeki bilgiler şöyle:

“Müslüman müellifler, Kuran’daki bilgilerden hareketle ve Kuran dışı kaynaklardan, özellikle de Kitâb-ı Mukaddes, apokrif eserler ve rabbânî literatürden faydalanarak İdris’i, Kitâb-ı Mukaddes’te yer alan ve semaya kaldırılmış olan şahsiyetlerden (Hanok [Hanokh, Enoch, Uhnûh], İlyâ [İlyâs] veya Hızır) biri olarak kabul etmişlerdir. Diğer taraftan İdris, Hermes’le de bir sayılmıştır. İbnü’l-Kıftî, İdris’le ilgili şu görüşleri nakleder: Bazıları onun Mısır’da doğduğunu ve adının Hermesü’l-Herâmise olduğunu söylemektedir. Yunancada adı Ermis olup Arapça’ya Hermes olarak geçtiğini söyleyenler de vardır. İbraniler ona Hanûh demektedir, bu isim Uhnûh olarak Arapçalaştırılmıştır. Allah kitabında onu İdris olarak adlandırmaktadır (Mustafavî, et-Taḥḳīḳ, “drs” md.; İbnü’l-Kıftî, s. 1-2). Bîrûnî, Hermes’e İdris de denildiğini, bazılarının Buda’yı Hermes olarak kabul ettiklerini nakleder (el-Âs̱ârü’l-bâḳıye, s. 206). Müslüman müelliflerin hepsi İdris’in, Kitâb-ı Mukaddes’teki rivayete göre ebedî hayata ermiş olan veya Kitâb-ı Mukaddes dışı Yahudi dinî literatürüne göre ölmeden cennete giren Hanok (Honoch) olduğunu kabul eder. Bu görüşü benimseyen ilk müellif Taberî’dir (Târîḫ, I, 170). Fahreddin er-Râzî (XXI, 233), Nesefî (III, 265), İbnü’l-Esîr (I, 62) ve diğer müfessirler de İbrânîler’in Uhnûh’u ile Müslümanların İdris’inin aynı kişi olduğunu söylemektedir… toplam 365 yıl yaşar. Nihayet gözden kaybolur, çünkü onu Allah almıştır (Tekvîn, 5/21-24); şu halde o ölmemiştir (İbraniler’e Mektup, 11/5). …Hakkında Kitâb-ı Mukaddes dışında Talmud ve Midraş ile apokrif literatürde de bilgiler bulunan Hanok’un bir peygamber mi yoksa kutsî bir şahsiyet mi olduğu konusu Yahudi âlimleri arasında tartışmalıdır. Aggadah’ta (Yahudilerin Talmud ve Midraş’ın kıssalar, efsaneler, alıntılar, darbımeseller, folklorik temalar içeren bölümlerine verdikleri isim) Hanok, ölüm acısını duymadan cennete giren dokuz sadık insandan biri olarak gösterilir.


Yahudi kaynaklarındaki bilgilere göre Hanok, gizli bir yerde sadık bir insan olarak yaşarken bir melek kendisine gelir ve bu inzivadan çıkıp Tanrı’nın yolunda gitmeleri için insanlara öğretmenlik yapmasını ister. Bunun üzerine Hanok 243 yıl öğretmenlik (peygamberlik) yapar ve bu dönemde dünya huzur ve barışla dolar; hatta bütün krallar ve prensler ona boyun eğer. İnsanoğluna yaptığı hizmetlere karşılık Tanrı onu gökte de meleklerin kralı yapmaya karar verir ve şimşek gibi savaş atlarının çektiği alev saçan bir arabayla kendisini semaya alır. Tanrı Hanok’a muhteşem bir elbise ve gözleri kamaştıran bir taç giydirir. Ona hikmetin bütün kapılarını açar ve kendisine “Metatron” (bütün semavat sakinlerinin prensi ve başı) adını verir, bedenini bir şuleye dönüştürür, onu fırtına, kasırga ve gök gürlemesiyle kuşatır (EJd., VI, 794).

Hanok, mistik Yahudi grupları içerisinde kendisine büyük önem verilen bir şahsiyettir. Bu gruplara göre bazı melekler özel bir mazhariyete erişmiş olup bunların en başında Metatron yer alır. Böylece o baş melektir ve diğerlerinin prensidir. Merkabah literatürüne göre Metatron, Hanok’un beşerilikten kurtulmuş ve melekleşmiş hali olup göğe alındıktan sonra orada insanların amellerinin kaydını tutmaktadır (ER, V, 118).

Kabbalistler’e göre de altı harfle yazılmış olan Metatron Hanok’tur, fakat o yeryüzündedir. Zohar kitabına göre Hanok, Âdem’in nesillerinden her birinin kitapları gibi bir kitap sahibidir. Onun kitabı “hikmetin sırrı”dır (EJd., XI, 1443-1446). Dünyanın sonuna doğru Hanok, Eliya (İlyâ, İlyâs) ile beraber “yol açıcı” ve “hazırlayıcı”, dolayısıyla mehdî rolünü oynayacaktır. Bunlara göre Hanok melekleşince Metatron adını almış ve nuranileşmiştir. Eliya da ölmemiş, göğe çekilmiştir, fakat hâlâ beşerî formunu korumaktadır. Ancak Hanok ile Eliya’nın aynı şahıslar olup değişik isimlerle ifade edildiğini ileri sürenler de vardır (a.g.e., VI, 793). Hanok’la ilgili kaynaklardan biri de apokrif kabul edilen “Hanok’un Kitabı”dır. Üç farklı nüshası bulunan eserin Etiyopya dilinde yazılmış olanında Hanok iyi insanlarla Tanrı arasında bir aracıdır. Semavî bir yolculuğa çıkar ve bu yolculukta bütün yaratılışın sırlarına, unsurlarına muttali olur (a.g.e., VI, 795-796). Slav dilinde kaleme alınmış olanda ise Hanok’un meleğin kanadında yedi feleği ziyareti anlatılır. O, yedinci kat semada Tanrı’yı arşa istivâ etmiş olarak müşahede eder, ayrıca mühürlü kitapları da görür. Tanrı melek Vreveil’e, Hanok’a semanın ve arzın işleyiş düzenini ve diğer konuları anlatmasını, Hanok’a da bu anlatılanları 360 kitap içerisinde kaydetmesini emreder (a.g.e., VI, 797-798)…

Hz. İdrîs’in terzi olduğu, her iğne saplayışında “sübhânellah” dediği, akşam olduğunda yeryüzünde ameli ondan daha üstün hiç kimsenin bulunmadığı da İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir (İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, V, 236). “Biz onu yüce bir mekâna yükselttik” meâlindeki âyet açıklanırken kendisine hem peygamberlik hem de otuz sahîfe verilmesi yanında kalemle yazı yazan, elbise diken, hesap ve yıldız ilmiyle meşgul olan ilk insanın İdrîs olduğu belirtilir (Fahreddin er-Râzî, XXI, 233). İdrîs bazan İlyâ (İlyâs) ile aynı kişi sayılmıştır. Nitekim Abdullah b. Mes‘ûd’dan nakledildiğine göre, “İlyâs da şüphe yok ki gönderilmiş peygamberlerdendi” (es-Sâffât 37/123) mealindeki ayetin tefsirinde İbn Mesud ile İbn Abbas, İlyâs ile İdris’in aynı kişi olduğunu söylemişlerdir)…  Hz. İdris’e ilâhi bilgileri ihtiva eden otuz sayfa indirilmiştir. O, Âdem’in ve Şît’in sahîfelerini de kalbinin üzerinde taşırdı. Remil ilmi, heyet, nucüm, hesap, tıp, nebatların sırları, garip sanatlar, yazı yazmak, dikiş dikmek, terazi kullanmak gibi meslek ve sanatları İdris icat etmiştir. Sahifelerinde semavî sırlar, ruhanilere hükmetmenin yöntemleri, varlıkların özellikleri gibi konulara dair bilgiler vardı. Çok sayıda talebesi olan İdrîs, yeryüzünde ilk defa demiri keşfedip ondan aletler yapmış, ziraatı geliştirmiş, deri ve kumaşlardan elbise dikmiştir (İbnü’l-Esîr, I, 54; Nişancızâde, I, 124-128). Yıldızlar ve hesap ilmiyle ilk meşgul olan kişi olduğu için Yunanlı hakîmler ona “Hermesü’l-hakîm” (Hermesü’l-Herâmise) demişlerdir (İbnü’l-Esîr, I, 54-55, 59-60; İbn Kesîr, el-Bidâye, I, 99-100).

İdris’in kimliği konusunda en çok ilgi çeken hususlardan biri de onun yarı efsanevî bir şahsiyet olan Hermes’le ilgisidir. İslâmî kaynaklarda üç Hermes’ten söz edilmekte olup her biri değişik özelliklere sahiptir. Bunlar Hermes (Hermesü’l-Herâmise), Bâbilli Hermes ve Mısırlı Hermes’tir. Birinci Hermes hakkındaki rivayetler İdris’e dair anlatılanlara benzemekte, bazılarınca bunun Uhnûh ve İdris’le aynı kişi olduğu kabul edilmektedir. Bu Hermes, gökler hakkında bilgiye sahip olan ve insanlara tıp konusunda bilgiler veren ilk insandır. Onun harflerin ve yazının mucidi olduğuna, insanlara giyinmeyi öğrettiğine de inanılır; ilk defa Allah’a ibadet etmek için evler bina etmiş, Nuh tufanını haber vermiştir (Seyyid Hüseyin Nasr, s. 151-152; Kılıç, s. 49)….” (Ömer Faruk Harman- TDV İslâm Ansiklopedisi 21. Cilt, sayfa:  478-480 arası- 2000)

İdris’in Miracı( Göğe Çekilmesi)
Hadis ve Kuran yorumcularının ışığında anlatılan İdris’in göğe çıkması olayı ilk miraç kabul edilmektedir.

İdris yeryüzünde insan bulunan toplulukları dine davet ettiyse de pek karşılık bulamayınca, kendisine vekiller atadıktan sonra Aşure gününde göğe çıkarıldı.

Deylemi, Firdevs, İbni İshak, İbni Hişam, Buhari, Ümmü Selem gibi pek çok hadisçiler bu konuyu şöyle anlatırlar:

“Dünyada yaşadığı ömrünün sonuna doğru ölüm meleği Azrail, İdris’i ziyarete geldi. İdris, Azrail’e: “Bir anlık benim ruhumu al.” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Azrail’e; “Onun ruhunu al!” diye vahiy etti. Azrail İdris’in ruhunu aldı. Allah Teâlâ, İdris’in ruhunu tekrar iade etti. İdris, Azrail’e; “Beni semalara götür. Cennet’i ve cehennem’i göreyim.” dedi. Allah Teâlâ, Azrail’e onu semaya götürmesini, cehennem’i ve cennet’i göstermesini vahiy etti. İdris’e cehennem gösterildi. Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, çıkmak istemedi. Kendisine; “Niçin çıkmıyorsun?” diye sorulunca; “Allah Teâlâ, «Her nefis ölümü tadacaktır.» buyurdu. Ben ise ölümü tattım. Yine Allah Teâlâ, «Herkes cehennem’e uğrayacaktır.» buyurdu. Ben oraya uğradım. Allah Teâlâ, «Onlar oradan (cennet’ten) çıkmayacaklardır.» buyurdu. İşte ben bunun için cennet’ten çıkmak istemem.” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Azrail’e vahiy edip, İdris’in cennet’te kalmasını bildirdi. İdris böylece Cennet’te kaldı.

Nitekim Buhârî ve Müslim’de bildirilen hadisi şerifte, peygamberimiz Miraca çıktığı zaman, hazret-i İdris’i dördüncü kat semada gördüğünü bildirmiştir. İdris aleyhi selam diri olarak göğe çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadılar. Hatırlamak için resmini yaptılar. Daha sonra gelenler bu resmi tanrı sandılar, çeşitli heykeller yapıp tapıldı. Böylece putperestlik meydana çıktı.”

Yine bazı hadislere göre; İdris’in göğe çekilmesinden sonra şeytan gelip, İdris’e inanmış olanlara; İdris’in resmini, sonra da halkın sevdiği saydığı başkalarının resimlerini de yapmış. Daha sonra bu resimler yontulara dönüşerek, toplantı yerlerine dikilmiş. Önce bu yontulara tapınılmadıysa da, sonradan puta tapma inancı ortaya çıkmış.

Bazı Sorular:
Burada sorulması gereken aykırı birkaç sorudan sonra bu konuyu kapatmak istiyoruz.
  • Ölüm meleği Azrail’in görevi can almaksa, İdris’i ziyarete gelebilir mi?
  • İdris’in cehennem ve cenneti görüp; Allah’ın verdiği sözlere dayanarak, Allah’ı “tongaya düşürmesi” olasılığı olabilir mi?
  • Hadislere göre; bütün her şeyi Muhammed peygamber için yarattığını söyleyen tanrı, Muhammed peygamberi değil de; neden İdris’i, İsa’yı ve başkalarını yanına alıp ölümsüzleştirdi?
Kuran’a göre peygamber Muhammed’i miraca çıkaran Cebrail. Oysa hadislere göre; İdris’i semaya çıkaran Azrail. Her iki kitaba göre; Cebrail ve Azrail’in böyle bir görevleri yok.

Soruları çoğaltabiliriz. Ne kadar soru sorulsa da, birileri çıkıp; “hikmetinden sual olunmaz” deyip geçiştireceklerdir.

HIRSIZIN ELİNİN KESİLMESİ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Hırsızın elinin kesilmesi, Maide 38, Kur'an'da hırsızın cezası, Merhametli Allah, Maide suresi, Işid'in uygulamaları, İşid'in uygulamaları, Kuran'da cezalandırma, HIRSIZIN ELİNİN KESİLMESİ

Mâide Suresi 38. Ayet: "Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir."
Mâide Suresi 38. Ayet: "Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesiniz. Allah azîz ve hakimdir "(mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.)

Bu ayeti yumuşatmaya çalışan bazı İlâhiyatçıların iki farklı tefsiri var.

Bunlardan birincisi şu şekilde: Elin kesilmesinden maksat, hırsızlık yapanın elinin üzerine bir çizik atılması ki, hırsız dolaştığı yerlerde elinin üzerindeki çizik görülsün ve insanlar tedbirini alsınlar diye.

Bunlardan ikincisi şu şekilde: Hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, fiziksel olarak kesilmesi değil, mecazi anlamda kesilmesidir yani  “hırsızlık yapan kadın ve erkeğin ellerini bu işlerden kesmesi için yani bu işleri bırakmaları için gerekeni yapmamız emredilir” şeklindedir.

Birinci iddiada elin üzerine çizik atılmasının çok da bir manası yok çünkü soğuk bir ülkede yaşayan ve çarşıya çıkan bir adamın eline takacağı eldiven, elindeki çiziği rahatlıkla  kapatır. Aslında eldivene gerek bile yok, elin üzerindeki bir çiziği kapatmanın bir sürü yolu var, hele ki günümüzde bu yöntemler saymakla bitmez.  İkinci iddiaya gelecek olursak, ayetlerde geçen cümleleri herkes kafasına göre mecazi  bir şekilde anlayıp yorumlayamaz. Bu ayetteki el kesme fiilini mecazi bir şekilde anlamamıza neden olacak her hangi bir durum olmadığı gibi el kesme cezasının ayetin birindeki tercümeye göre “caydırıcı bir müeyyide”, diğerine göre ise “insanlara ibret verici bir ukubet” olarak  verildiği  belirtiliyor.  Bunun anlamı açıktır ve elin tamamen fiili olarak kesilmesinden bahsettiği ortadadır,  ayeti  eğip bükmeye gerek yok.

Bir şeriat ülkesinde yaşadığınızı ve yasaların, kanunların,  Kur’an hükümlerine göre şekillendirilmiş olduğunu hayal edin.
  • Hırsızlıkla alakası olmayan ve başkalarının komplosuna kurban giden bir adamın kesilen kolunun hesabı kimden sorulacak? Bu kişinin bir zaman sonra hırsızlık yapmadığı tespit edildiğinde kesilmiş olan eli, nasıl tekrar yerine gelecek?
  • Hırsızlığın niteliğine dair Kur’an’da hiçbir tarif yoktur. Aldığı maaşın çok büyük bir kısmını  hasta çocuğunun ilaçlarına yatıran  aile babası, karısının ve çocuğunun aç karnını doyurmak için hırsızlık yaptığında elinin kesilmesinden kurtulacak mı? Çünkü bu tür gerekli sebeplere yönelik Kur’an ayetlerinde hiçbir şey anlatılmamış. Mesela bir erkeğin kaç kadınla evlenebileceği ya da boşanırken karısına vereceği paradan tutun da  Hz Muhammed’e hangi kadınların ya da akraba kızlarının helal olacağına kadar ayrıntı veren Kur’an-ı Kerim’de hırsızlığın hangi boyutunda el kesileceği ile ilgili hiçbir ayrıntı yok.  Mesela 18 yaşına gelmiş ve hayatında ilk defa çok heves edip parası yetmediği için çaldığı lüks bir eşyayı evine götürdükten bir süre sonra pişman olan ama kameralara yakalanarak  suçu tespit edilen  bir gencin pişmanlığı, elinin kesilmesine engel olacak mı?
  • İşin en can alıcı noktası ise şudur: Şeriat ile yönetilen bir ülkede, küçük hırsızlık yapanlar bir kenarda dursun, o ülkenin başında bulunup da halkın parasını cebine aktaran siyasilerin ellerinin kesildiği  görülmüş müdür?

İSLÂM’IN GENEL YORUMU: İslâm’da, Kur’an ayetleri öylesine yorumlanır ki, bu yorumları tefsirleri okuyan insanlar, apaçık ve kesin bir dille yazılmış olan ve kesin hükmü olan ayetin değerlendirilmesine girdiklerinde  her türlü olasılık, her türlü iyi niyet, bir sürü Alimin bir birinden farklı ya da benzer açıklamalarıyla gözlerinin önünde o ayetten bambaşka bir şekilde anlam çıkartmak durumunda kalırlar. Mesela hırsızlıkla ilgili bu ayetin yorumlanmasını istediğinizde, her hangi bir fıkıh kitabından  veya internet sitesinden arama yaptığınız zaman, el kesme cezasının Allah tarafından gönderildiği dönemlerde gerekli olduğu çünkü o dönemde yapılan hırsızlıkların, kişinin  mal ve can güvenliği açısından çok tehlikeli ve önemli olduğu fakat günümüzde bu kadar önemli olmadığı, bazı hırsızlıkların açlık söz konusu olduğunda yapılıp bazı hırsızlıkların ise açlık nedeni ile değil keyfi nedenlerle yapıldığı ve keyfi nedenle  yapılan hırsızlıkların cezasının da ağır olması gerektiği, hangi halife döneminde hırsızlığın nasıl değerlendirildiği, fıkıh kitaplarında hangi hırsızlık suçlarının el kesme cezasının içine girebileceği ve hatta ayetin sonundaki  “Allah hüküm ve hikmet sahibidir”  cümlesindeki  “hikmet”  kelimesinin bile “düzen-denge” anlamlarına gelip bu ayetin hükmünü  belirli bir düzen ve denge dahilinde  uygulamak gerektiği gibi  dolaylı yollardan anlamlar  çıkartılarak  tefsirler yazılmıştır. Fıkıh kitaplarında zaten her türlü ayet ile ilgili geniş geniş  yorumlar  yazar fakat işin  gerçeği  şudur ki:


Bu yazılan izahatlar ve geniş geniş yapılan açıklamalar, sadece yorumdur. Bunu vurgulamak istiyorum, “SADECE YORUM”. Kişiye göre, yönetime göre, algıya göre değişen yorumlardır sadece. Daha açık bir ifade ile belirtmek gerekirse bu yumuşatılmış açıklamalar Kur’an’ın açık bir hükmü ya da Kur’an’ın  ilgili ayeti ile ilgili açık ve anlaşılması gereken bir anlamı ASLA  değildir. Sadece şeriat yöneticilerinin, ilgili bir Kur’an ayetinin hükmünü uygulama esnasındaki  seçimlerine yani kişisel tercihlerine, vicdanlarına, mesheplerine  yönelik kararlardır.  Her hangi bir  ayetin hükmünün uygulanmasını görev edinmiş kişilerde vicdan var ise hırsızlık suçunu araştırır ve makul bir sebebe ulaştıklarında  cezayı hafifletirler  fakat vicdandan ve merhametten mahrum ise bu kişiler söz konusu hırsızlık ne olursa olsun yukarıdaki ceza aynen uygulanır.

Burada önemli olan bir diğer husus ise aslında el kesme cezasının  günümüzde  hangi İslâm ülkelerinde ya da kaç şeriat ülkesinde uygulanıp uygulanmaması değil  bu ayetin Allah katından, yani Kâinatın yaratıcısının katından inmesi ve Kıyamet denilen yani ne zaman olacağı belli olmayan uzunca bir süre boyunca bütün insanlara ya da Müslümanlara geçerli olacağıdır. Kur’an hükümlerini uygulayan bazı kişiler, vicdan sahibi olup aklı başında bir değerlendirme yaparak hırsızlık ve el kesme durumunu mantıklı bir şekilde irdeledikten sonra hırsızın elinin kesilip kesilmeyeceğine karar verebilecek olgunluğa sahipken merhameti,  bağışlaması bol olan Allah,  gönderdiği bu içler acısı  el kesme hükmü ile merhametten ve bağışlayıcılıktan uzak görünüyor. Eğer bir çok ilahiyatçının görüşüne göre “Allah, her şeyi detayıyla yazıp gönderecek miydi? Tabi ki de bazı ayetlerin hükmünün değerlendirmesini  biz insanlara bırakmıştır” diyenleri doğru cevap olarak kabul edersek eğer sonsuz merhamete ve sonsuz bağışlayıcılığa sahip olan Yüce Allah, hırsızlık yapanın elinin kaderini ne yazık ki insanoğlunun insafına bırakmış.

Bazı kimseler bu tür ayetleri değerlendirirken sık sık şu mantıkla hareket ederler:
“Tamam, geçmiş zamanın gereklerine uygun olabilecek bir hüküm gönderilmiş ama siz de yani bu ayeti günümüze hangi sebeple uyarlıyorsunuz? El kesme cezası mı kalmış, nerede uygulanıyor?  Allah da biliyordu herhalde bu hükmün bir dönem sonrasında uygulanmayacağını...” diyerek devam eder…

Durumun daha iyi anlaşılması açısından bir örnek vereyim.

Bir anne, kendisine ilginç gelen hayat hikâyesini kitap haline getirmek için bir yayın evi ile anlaşır. Bu ilginç hayat hikâyesinin içerisinde çocuklarını nasıl terbiye ettiği de bulunmaktadır. Çocuklarını terbiye etmek için kullandığı bir çok etkili yöntemin içinde bir de kafasının tası attığında ayağındaki terliğin tersini çocuklarına gösterdiği hatta fırlattığı  an vardır. Yayın evinin editörü, anne ile bu bölümü konuşurken ona tavsiyelerde bulunur. Kendilerinin, ülke genelinde saygın bir yayınevi olduğunu ve kendileri tarafından basılacak olan  bu kitapta, çocuk eğitimi için annelere örnek olabilecek faydalı yöntemler bulunduğunu fakat işin terlik kısmının çirkin olduğunu ve kitabı okuyacak kişiler tarafından gereksiz, yanlış ve belki de örnek alınabileceğinden bahseder ve bu bölümün, kitaptan çıkartılması gerektiğini söyler. Sadece terlik bölümü değil, başka bölümler de değerlendirmeye alınır. Kitap, editör tarafından öyle bir değerlendirmeye tabi tutulur ki, okuyan insanların, olaylardan nasıl etkileneceği, kitabın gelecek nesillere ve her kesimden insana  hitap edip etmeyeceğine kadar bir sürü not alınır  ve anne tarafından tekrar düzenlenir. Bu verdiğim örnek, sadece günümüz insanının yazdığı kitabı değerlendirme  aşamasında nasıl dikkatli ve titiz olduğunu gösterten  minik bir kesit.

Kur’an ayetlerine baktığınız zaman ne görüyorsunuz? Yüceler yücesi Yaratıcı ya da Müslümanların deyimi ile Yüce Allah, ayetleri  ve  bu ayetlerdeki  hükümleri gönderirken sonraki yıllarda nasıl değerlendirileceğini, nasıl yankı bulacağını sınırsız zekâsı ile hesap edebilmiş mi?

Ben ve benim gibi milyonlarca insan, her konuda ayet yazabilir. Ben de hırsızlık ile ilgili olarak bir ayet yazayım, siz de benim yazdığım ayeti,  Allah katından indiğine inanılan Kur’an ayeti ile karşılaştırın. Eminim benim yazdığım ayet, 1400 yıl öncesindeki insanlara da hitap ederdi ve yine eminim ki hırsıza el kesme cezası vermek gerekseydi o dönemin Arapları aşağıdaki benim yazdığım ayeti okuduktan sonra gerektiğinde kendileri el kesme cezasını rahatlıkla verebilirlerdi ve dinen de caiz olurdu.

Kendi Ayetim: Hırsızlık fena bir davranıştır ve kul hakkını çiğnemektir. Eğer kişi, açlık, sağlık, ölüm kalım ve benzeri önemli ve gerekli bir durum  için hırsızlık etmişse o kimsenin bu gerekli nedenlerle hırsızlık ettiğinden emin olduktan sonra  durumu  iyi niyetle çözüme kavuşturunuz ve zorunlu sebeplerden hırsızlık eden kişinin ve malı çalınan kişinin  mağduriyetini de gideriniz. Şayet kişi,  önemli bir mazeretten değil de tamamen tembellik ve keyfiyet için hırsızlık etmiş  ise  o kişinin cezasını,  içinde bulunduğunuz  toplumun  yapısına ve kurallarına uygun olarak tespit edip veriniz  fakat vereceğiniz bu ceza, hırsızlık yapan  kişinin bakmakla yükümlü olduğu aile bireylerini zor durumda bırakmasın.

Mâide  Suresi 38. Ayet: "Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir."

HANGİMİZ  DAHA ZEKÎ VE DAHA  MERHAMETLİYİZ?

YALAN YEMİN

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Yalan yemin, Yemin, Yalan yere yemin, Maide 89, Kader, Kader çelişkisi, Kefaret, 10 fakiri doyurma, YALAN YEMİN

Maide 89: "Allah, bilmeyerek yaptığınız boş yeminlerinizden sizi sorumlu tutmaz. Ancak bile bile kendinizi bağladığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bunun da keffareti çoluk-çocuğunuza yedirdiğinizin orta derecesinden on fakiri doyurmak yahut giydirmek veya bir köle azad etmektir. Bunlara gücü yetmeyen üç gün oruç tutar. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti bu! Bununla  beraber, yeminlerinizi gözetin. Allah size hükümlerini böylece açıklıyor ki, şükredesiniz."

Demek ki neymiş? Bilmeyerek yaptığınız  boş  yeminlerden sorumlu olmadığınız gibi bile bile yaptığınız yeminlerin kefaretini ödeyip hayatınıza kaldığınız yerde devam edebiliyormuşsunuz.  Dikkat ettiyseniz  bir çok ayetin sonunda belirtilen “Allah merhamet sahibidir, çok bağışlayandır” gibi ifadeler bile yok. Yani yalan yere yemin ettiğiniz zaman öyle çok bi bağışlanacak durum bile çıkmıyor ortaya. Durumunuza uygun olan kefaret ne ise onu icra edip sıyrılıyorsunuz işin içinden. Çok abarttığımı düşünenler olacaktır. Hadi şimdi konunun biraz derinine atlayalım.

Bir insanın bile bile yemin etmesinin sonuçları ne olabilir? Bir insan neden bile bile yalan yemine başvurur? Boş yere bile bile yalan yemin eden herkesin niyeti iyi midir? Belki kişinin yalan yemini  bir insanın hayatının mahfolmasına veya  birisinin yaralanmasına, ölmesine ya da bir birini seven iki kişinin ayrılmasına neden olacak.  Yeminin bu kadar önemsenip kabul edildiği bir toplumda yalan yere yemin eden bir insanın yemininin sonucunda bir çok insanın hayatını olumsuz etkileyen şeyler yaşandığı zaman  yalan yemin eden kişinin kişisel kefareti,  yalan yeminin oluşturduğu olumsuz etmenleri bir anda düzeltecek mi? Konunun iyi anlaşılabilmesi için  bir  örnek vereyim.

Tarık bey bir gün evinin kapısına gelen arkadaşını içeriye alır. Arkadaşı kendisine, sevdiği  kızı kaçırdığını, kızın ailesinin evlenmelerine izin vermediği için saklanmaları gerektiğini ve uygun bir yer aradığını söyler. Tarık bey, arkadaşının kaçırdığı kızı görmemiştir ve  anlattıklarına önce  inanmaz çünkü arkadaşı hem çapkın hem de başını sık sık derde sokan biridir. Arkadaşı yemin üstüne yemin eder. Bunun üzerine Tarık bey, bir köy tarif ederek o köyde terk edilmiş bir ev olduğunu ve kimsenin o eve gidip gelmediğini ve o evde saklanabileceklerini söyleyerek evin adresini verir ve arkadaşını gönderir. Aradan bir iki saat geçtikten sonra Tarık beyin kapısı  tekrar çalınır. Bu kez karşısındaki kişiler kaçırılan kızın anne ve babasıdır ve Tarık bey bu anne babayı tanımaktadır. Polis bir taraftan kaçırılan kızı ararken diğer taraftan da anne ve baba, çaresizlik içinde kızlarını kaçırdıklarını düşündükleri adamın bütün yakınlarını ve arkadaşlarını dolaşıp yardım istemektedirler. Tarık  bey,  kapısına gelen ve eski komşuları olan karı kocaya, arkadaşını uzun süredir görmediğini ve nerede olduğunu bilmediğini söyler. Kızın annesi “Oğlum Tarık, yerlerini biliyorsan söyle kurban olduğum” der. Tarık bey bilmediğini ve olaydan haberdar olmadığını söyler. Bunun üzerine kızın annesi, Tarık beyden yemin etmesini ister. Tarık bey, “Yemin ederim ki bilmiyorum Hacer teyze” der. Tarık beyin yeminine inanan kızın anne ve babası ikna olup evden ayrıldıktan sonra Tarık bey, arkadaşını telefonla arar fakat telefonun öte ucundaki arkadaşı, kaçırdığı kız ile birbirilerini çok sevdiklerini ve kızın anne ve babasının kızı başkasına vermek istediklerini söyleyerek Tarık beyi ikna eder. Aradan bir hafta zaman geçer. Yapılan aramalar sonucunda, polis köydeki eve ulaşır ve köydeki evin içinde,  rızası dışında kaçırıldığı anlaşılan  kızın elleri arkadan bağlanmış bir şekilde cesedini bulurlar. Kızcağız iki gün önce,  bulunduğu evde yarı çıplak bir şekilde  boğazı sıkılarak öldürülmüştür. Kendisi ile birlikte olmayı reddeden kızı yanlışlıkla bir anlık öfkeye kapılarak öldürdüğünü itiraf eden katil, polise teslim olmuştur. Tarık bey, yaşanan olaylar  karşısında çok üzülmüştür fakat yapacak bir şey yoktur, olan olmuştur. Tarık bey, bir süre kendisini suçlayıp, vicdan azabı çekse de sonuç olarak bu durumu kadere bağlamış ve “herkesin ölüm vakti alnında yazılı değil mi? O kız orada öldürülmemiş olsa muhtemelen bir kaza geçirecek ya da ciddi bir hastalığa yakalanıp nasıl olsa ölecekti. Böyle ölmesi çok canice oldu, ben Salak da onu kaçıran hayvana inandım bir de o hayvanla yıllarca arkadaşlık ettim, yaşadıklarım da kulağıma küpe olsun, bir daha ki sefere kimlerle  arkadaşlık ettiğime  dikkat edeyim ve kimsenin yeminine inanmayıp böyle pis işlere de çanak tutmayayım ama önce şu ölen kızın annesine bile bile ettiğim yalan yeminin kefaretini ödeyim de öte alemde bir de bu yeminden dolayı hesaba çekilmeyim, bir daha da bile bile yalan yemin etmeyeyim” der ve bir gencin  ölümüne neden olan meseleyi, kefaretini ödeyerek  kapatır. Zaten Kur’an’da ölüme sebebiyet vermek ile ilgili hiçbir suç tanımlanmadığı gibi böyle bir suça yönelik hiçbir hüküm de bulunmamaktadır.

Peki Tarık ismindeki bu adam, kızcağızın annesine yalan yere yemin etmese idi yani mesela kızın annesi kendisinden yemin etmesini istediğinde susmuş olsa  idi veya “kusura bakmayın, arkadaşımın kızınızla ilgisi yok diye yalan yere yemin edemem” dese idi,  işler nereye varırdı ve o kızcağızın hayatı kurtulur muydu?

Bir soru daha soralım: Tarık ismindeki bu adam, işlediği günahın kefaretini ödemek için ilgili ayetin fakirleri doyurmak kısmını yerine getirerek günahtan kurtulmuş oldu. Yani 10 tane fakiri doyurdu, işi bitirdi. Bu 10 fakirin karnının doyması, yitip giden kızcağızı tekrar hayata döndürecek mi? Kâinatın en yüksek zekâsının günah affı ile ilgili bu adaletini düşünürken eğer  Tarık ismindeki kişi için“bu dünyada 10 fakiri doyurarak kurtuldu ama öbür dünyada bedelini öder” diyorsanız  bizim şu an için gözümüzle görmediğimiz ama ispatlayamasak bile bir çok insanın var olduğuna inandığı… Tekrar vurgulamak istiyorum, var olduğundan emin olmadığınız ama sadece olduğuna inandığınız ya da inandırıldığınız öte alemdeki cennet cehennem durumunda her günahkârın  adil bir şekilde yargılanacağına inanıyor ve bu dünyada hesabı kesilmemiş,  Allah’ın da bazı günahların bedelini bu dünyada değil de öte dünyada keseceğine inanıyorsanız ve bu doğrultuda İslâm’ın her hangi bir hususunu tartışırken cevabını bulamadığınız her konuyu ya da hesabı, hiç görmediğiniz öte aleme gönderdiğinizin farkında mısınız? Yani aslında bir odanın süpürülmesi işini yarım yapan(başka bir değişle aslında hiç yapmayan) bir kimsenin, ortalıktaki çöpleri halının altına süpürüp halıyı kapatması gibi , adaletsizce bulduğunuz her dini konuyu sümenaltı  yapar gibi öte alem altı yaptığınızın farkında mısınız?


İNSANLARIN yazdığı kanunlar bile didik didik edilip eksiklikler, zamanın ve toplumun gelişen şartlarına göre güncelleştirilip gerektiğinde değiştiriliyor. Buna rağmen gelişmiş ülkelerdeki yasalar, eleştirilecek kadar başı boş ve sonucu hesap edilmemiş  şekilde savsaklanarak yazılmamıştır. Yasalardaki, kanunlardaki bir tek kelimenin bile ne anlama geldiği, nelere sebep olabileceği ve olabilecek her türlü sonucu hesap edilir  ve o yüzden titizlikle hazırlanır ve yine titizlikle kontrol edilir.

KUR’AN! Tanrı kelâmı. Müslümanlar Türkçe olan “Tanrı” kelimesini bile sevmiyor ya! “Allah” diyelim.

KUR’AN! ALLAH KELÂMI… KÂİNATIN EN BÜYÜK ZEKÂSININ VE DEHASININ KELÂMI…

Işık hızı ile giden araçlar bile henüz  icat edilmedi. Işınlama yöntemi ile maddeler bir yerden bir yere henüz  nakledilemiyor. Bu hayaller çok uzakta değil. Osmanlı döneminde yaşayan birisine akıllı cep telefonunuzdan basit bir video seyrettirseniz korkar kaçardı herhalde. Teknoloji büyük bir hızla ilerliyor. Çok daha ileriki yıllarda devasa icatlarla ve yeniliklerle tanışılacak. ŞU GERÇEĞİ AKLIMIZIN BİR KENARINA YAZALIM. İÇİNDE ALLAH İNANCI OLAN BİR KİMSE İÇİN İNSANLIK NE KADAR İLERLERSE İLERLESİN, İNSANOĞLUNUN EN İLERLEMİŞ HALİ YİNE DE  ALLAH OLARAK İNANILAN KÂİNATIN YARATICISINDAN DEVASA ORANDA DÜŞÜKTÜR. HİÇ BİR İNSAN YARATICININ ZEKÂSINA ULAŞAMAZ.

Yukarıdaki bilgiyi  hatırladıktan sonra, zekânın ve aklın en büyük ve tek sahibinin yani YARATICININ insanlığa gönderdiği iddia edilen ayetleri (Yaratıcı gönderdiğine göre eleştirilemeyecek kadar mükemmel olmalı ve böyle ayetlerin her türlü sonucu ve etkisi mükemmel ötesinde hesap edilmiş olmalı ki, ben böyle bir hesap edilmişlik ve titizlik göremiyorum), 21’inci yüzyıl insanlarının eleştirebilecek kadar mantık hatası ve özellikle ADALETSİZLİK ve gözden kaçırılmış olan TEDBİRSİZLİKLER  barındırması sizce nasıl değerlendirilmeli? Bizler bu yüzyılda, Kur’an ayetlerindeki yüzlerce garipliği, adaletsizliği ve mantıksızlığı bulup irdelerken uzayda yolculuklar yapabilecek düzeye gelecek olan insanların bu ayetleri nasıl değerlendireceğini bir düşünün.

Kâinatta toz zerresi kadar bile olmayan bedenimizle ve yine Yaratıcı ile karşılaştırıldığında Kâinattaki  toz zerresi kadar bile olmayan zekâmızla  henüz 21’inci yüzyılda yaşayan insanların da inanması gereken ayetlerdeki hükümleri  bu kadar başı boş ve sonucu hesap edilmeden yazdıran, Yaratıcı mı? Yoksa kendisini Peygamber olarak ilan eden kişinin bizzat kendisi mi?

Peygamberle özel görüşme talebinde bulunan insanların, bu özel görüşme öncesinde  sadaka vermesini ve söz konusu sadakayı bulamayan insanları Allah’ın affedeceği Mücadele Suresinde yazarken,  bile bile yalan yemin eden Müslüman’ın,  yalan yemini için ödeyeceği kefarete rağmen Allah’ın affediciliğinden, merhametinden bahsedilmemiş bile. Bazıları diyecek ki:

“Bağışlayıcılıktan ve merhametten bahsedilmemiş çünkü kefaret var. Kefaret olmasaydı, Allah’ın bağışlayıcılığı devreye girerdi.”

Peki, bu ödenecek olan kefaret yani yukarıdaki örneğe dönecek olursak, Tarık beyin ödeyeceği kefaret, yalan yeminin sebep olduğu ölüme hayat verecek mi? Ölen kızı yeniden canlandıracak mı?

Sonuçlarının neler olabileceği ya da nelere maal olabileceği  hesap edilmemiş  bu  ayetin, sınırsız ve sonsuz dehadaki bir zekâ (Yaratıcı) tarafından gönderilmiş olması mümkün değil fakat her şeye rağmen, “Doğrusunu RABBİMİZ bilir. Tarık denen o adama da Allah öte alemde gereken cezayı verecektir.” Diyenler çıkacaktır elbet. Zaten İslâm dininde cevabı bulunamayan soruların sonuna “Hikmetini ancak ALLAH bilir, biz bilemeyiz”  veya “Öte alemde hesabı kesilecektir” gibi tamamen muallak ve geleneksel cümleleri  ekleyince sorunlar ya da sorular kökten halloluyor. Aslında hallolmuyor da “halloluyor” inancına sarılmak ihtiyacı hissediyor Müslüman.


Kazandığınız parayı kuruşu kuruşuna hesap edip sorgulayan siz Müslümanlar, paradan daha önemli olan dininizi, acaba parayı sorguladığınız kadar ince ve detaylı olarak sorgulayabiliyor musunuz?

Sorgulama sürecini yaşayan herkese objektif ve tarafsız değerlendirmeler diliyorum. Sağlıcakla kalın.

TENGRİCİLİK VE ORHUN YAZITLARI

Düzenleyen & Çeviren: A.Kara
A, din, Orhun Yazıtları, İslamiyet öncesi Türkler, Orta Asya dinleri, Tengri, Tengri inancı, Tengricilik, Tengriizm, Göçebe Türkler, Türklerin eski dini, Göçebe yaşam, İslamiyet öncesi Türkler,

TÜRKLERİN ESKİ DİNİ "TENGRİCİLİK"
Türk halkları, kuzey, doğu, orta ve batı Asya, kuzeybatı Çin ve doğu Avrupa'nın bazı bölgelerinde yaşayan çeşitli etnik grupları içerir. İlk dönem Türk halkı, çevrelerine ve göç araçlarına (kağnı, at-öküz arabası vb.) bağımlı olan göçebe kabilelerdi bunlar da benzersiz mitolojilerini ve dini inançlarını süslüyordu. İçlerinde yaşadıkları, kurtların, ağaçların, atlar, mavi gökyüzü ve yalnız ağaçların bulunduğu manzara manevi dünyalarını da besliyordu.

Doğa ile iç içe olmak ve sürekli hareket etmek yalnızca hayatta kalma ve gelişebilme yeteneklerini değil aynı zamanda zengin bir kültürel inanç dokusunu ve eşsiz bir dünya görüşü yaratmalarını da sağladı. Eski Türk kabileleri arasında dini bir fikir birliği olmadığı görülüyor ancak bu gruplarla ilgili inanç sistemlerinin en popüler olanı Tengricilik'ti. Bazı bilginler, göçebe yaşam tarzlarının bir etkisi olarak yaşadıkları kültürel temaslar nedeniyle eski Türk inançlarının ayrıca Zerdüştlük, Maniheizm ve Budizm'den de parçacıklar bulundurduğunu iddia ediyorlar. Bunlar dünyanın ve insanlığın içindeki yerinin bir tür perspektifini oluşturmak için bir araya gelen çeşitli ideolojilerdi.

TENGRİCİLİK VE ORHUN YAZITLARI
Tengriciliğin kökenlerine eski Türk ve Moğol kabileleri arasında popüler olduğu Orta Asya bozkırlarına kadar rastlanmaktadır. Bu, şamanizm, totemizm, animizm ve atalara ibadet-saygı unsurlarını içeren ve dogmatik olmayan bir inanç sistemidir. Kök Tengri ('kök' hem “gökyüzü” hem de “zafer” anlamına gelir) eski Türk halkının yaratıcısı, sonsuz ve bilinmeyen tanrıları olan gök tanrısıydı (Gökyüzü tanrısı). Tengricilik inancında yerin, suyun, toprağın ve yeraltı dünyasının yarı tanrıları veya ruhları olduğu gibi ayrıca onlara rehber olarak hizmet eden atalarının ruhları vardır. Ruhların gökyüzüne (cennet), yeryüzünde, nehirlerde ve yeraltında yaşadığı düşünülmektedir. Tengricilik, ahlaklı ve çevreye duyarlı hayat süren insanların Tengri ve bazı iyi ruhlar tarafından korunacağı inancını içerir ve bu yönüyle doğaya uyumun önemini vurgular. Gökyüzü, toprak, su, ağaçlar ve dağlar gizemli bir öneme sahipti ve aynı zamanda onlara saygı duyulurdu.

Zengin bir tarımsal hasata sahip olma yönündeki yerleşik odaklamanın aksine göçebe Türk kabileleri, avcılıkta ve hayvancılıkta başarı sağlama girişimleri olarak dini uygulamaları sıklıkla kullandılar. Şamanlar toplumun özel üyeleriydi; bunlar hem insan hem de ruh dünyası ile etkileşime girebildiğine inanılan insanlardı. Bir şamandan şifa, kehanet, ata ruhlarıyla konuşma, çevreyi şartlarını değiştirme ve kayıp ruhları varış yerlerine götürmesi istenirdi. Bu güçlere rağmen bazı alimler şamanların eski Türk dini yaşamının veya toplumun liderleri olmadığını iddia ediyorlar. Dua da bireysel bir uygulama olduğuna inanılıyordu yani bir şamana ya da başkalarına bağlı bir şey değildi.

Şaman ayinleri, şamanın güç gösterilerini, davullarını, danslarını, ilahilerini ve detaylı kostümlerini içerir. Şamanlık yeteneğinin kalıtsal olduğu kabul edilirdi ve erkek yada kadınlar şaman olabilirlerdi.

Tengriciliğin en eski örneği Eski Türkçe bir yazı olan Orhun Yazıtları'nda görülür. Bu yazıtlardan birkaç örnek geçen zamana rağmen hayatta kalırken çoğu okunamaz hale geldi ancak sözlü gelenek eski dini inançların birçok yönünü canlı tuttu.

Orhun Abideleri'nden bir bölüm (Bilge Kağan Yazıtı'nın doğu yüzü):
Türk Tanrısı ve kutsal yer, su şöyle yapmışlar şüphesiz ki: Türk halkı yok olmasın diye, halk olsun diye, babam İlteriş Hakanı, annem İlbilge Hatun'u göğün tepesinde tutup yukarı kaldırdılar şüphesiz. Babam 17 erle baş kaldırmış. 'baş kaldırıyor' diye haber alıp şehirdekiler dağa çıkmış, dağdakiler şehre inmiş, derlenip toplanıp 70 kişi olmuşlar. Tanrı güç verdiği için babamın askerleri kurt gibi imiş, düşmanları koyun gibi imiş. Doğuya ve batıya sefer edip derlemiş toplanmış. Hepsi 700 kişi olmuşlar.

Türk dininin ve mitolojisinin ilk yazılı örnekleri söz konusu olduğunda Irk Bitig adlı 10. yüzyıl el yazması gözden kaçırılamaz. Uygurlara ait bu metin 1907 yılında Çin'in Dunhuang şehrinde bulundu. İngilizceye "Book of Omens" olarak çevrilen Irk Bitig, Orhun alfabesiyle yazıldığı gibi nesir ve şiir karışımı bir kitaptır.

TENGRİCİLİK VE TEMEL İLKELERİ

Düzenleyen & Çeviren: A.Kara
A, Tengricilik, Tengriizm, Orta Asya dinleri, Türklerin eski dini, Tengri inancı, İslamiyet öncesi Türkler, Tengri, Gök tanrı, Toprak ana, Eje, Türk mitolojisinde ilk kadın, Doğa ile uyum, din, TENGRİCİLİK

Eski zamanlarda Orta Asya'daki Türkler evren ve doğa ile uyum içinde yaşamaya odaklanan Tengricilik olarak bilinen bir dine sahipler. Eski zamanlarda oluşmuş olan bu din en yaygın şekilde uygulanıyordu ve bugün hala Tengricilik inancını benimseyen gruplar var.

Tengricilik (bazen Tengriizm, Tengerizm, Tengrianism veya Tengrianizm olarak da adlandırılır) güneş tanrısı Tengri'nin etrafında dönen ve doğa ile dengeli olmaya odaklanan bir dindir. Tengriciliğin gerçek kuruluş tarihi bilinmemektedir ancak MÖ 3.300-1.200 aralığından geçen Bronz Çağı'nda başlamış olduğuna inanılıyor. Bu yüzden en eski dinlerden biri olarak kabul edilir ve bünyesinde şamanizm, animizm, totemizm, çok tanrıcılık, tek tanrıcılık ve atalara ibadetin özelliklerini içerir. Tengriciliğe inananlar varoluşlarının ebedi mavi Gökyüzü (Tengri), bereketli Toprak Ana (Eje (Türk ve Altay mitolojisinde yeryüzündeki ilk kadın)) ve gökyüzünün kutsal ruhu tarafından sürdürüldüğü inancına sahiptir.

Tengricilik'te evrenin kökenleri Tengri ve onun kendisi yarattığı arkadaşı Kishi ile başladı. İkili, bir gün boyunca birlikte ilkel derinliğin üzerinde uçtular ve Kishi, Tengri'den daha yükseğe uçmak istediğine karar verdi. Bu kibri yüzünden Kishi uçma yeteneğini kaybederek denize düştü ve onu kurtarması için Tengri'ye çağrıda bulundu. Tengri denizden kayaları ve yeryüzünü ortaya çıkardı ve üzerinde durulması için ilkel bir höyük yarattı. Bu höyükte bir Kozmik Ağaç büyüdü (hayat ağacı) ve bu ağacın dallarından insanlar ve daha küçük tanrılar (yani ana tanrılardan güç olarak daha düşük) ortaya çıktı. Köpek ve yılanlarla kötülüklere karşı korundu. Tengri yeryüzü ruhuyla (Yer) uyum içinde yaşadı. Bazı araştırmacılar Tengri ile Yer'in evli olduklarını ve bunun da insanın yaratılmasında rol oynadığını söylüyor. Yer insana fiziksel bedenini verdi. Tengri, insana doğumda ruhunu verdi ve ölümünde onu geri aldı.

Zaman içinde Tengricilik dinine inanan birçok kişi arasında bazı farklılıklar oluştuğu görülmektedir. Mesela Tengrici Moğollar 99 tanrıya inanıyorken Türk Tengriciler sadece 17 tanrıya inanıyordu. En sık görülen tanrıların Tengri ve diğer alt tanrılardı. Bunlar; Yer, Umay, Erlik, Su, Ateş, Güneş, Ay, Yıldız, Hava, Bulutlar, Rüzgar, Fırtına, Gök Gürültüsü ve Yıldırım, Yağmur ve Gökkuşağı. Tanrılara duyulan saygının refah ve iyiliğe yol açacağına inanılıyordu.


TENGRİCİLİĞİN TEMEL İLKELERİ
  • Tengri en yüce tanrıdır. O her şeyi bilir, insanların iyi ve kötü eylemlerinin yargıcıdır ve onun ne yapacağı önceden tahmin edilemez.
  • Tengri, tüm doğanın arkasındaki güçtür ve tüm doğa onun tarafından kontrol edilir.
  • İyi ve kötü tabiata sahip çok çeşitli ruhlar vardır. Göklerde, yeraltı dünyasında veya toprağın ruhları olarak toprakta bulunabilir ve insanlara zarar verebilirler.
  • Dünyanın tek gerçek dini yoktur. Bir insan herhangi bir dine sahip olabilir ve Tengri hala onu adilce yargılayabilir.
  • Tüm insanlar zayıftır, bu yüzden eksikliklere tolerans gösterilmelidir. Farklı din ve inançlara da tolerans gösterilmelidir.
  • Kimse mükemmel değildir.

Tengricilik (Tengriizm) Gök-Türk İmparatorluğu ve Büyük Moğol İmparatorluğu'nda büyük rol oynadı. Cengiz Kağan ve takipçilerinin çoğu Tengri'ye inanıyordu. Aynı zamanda diğer dinlere karşı hoşgörüye teşvik ettiği biliniyordu ve birçok dinin aksine Tengriciliğin dünyadaki dini manzaraya hakim olma yönünde hiçbir zaman bir baskısı olmadı. Büyük Moğol İmparatorluğu'ndan Mengü Han (Möngke Han) şöyle diyor:

“Onun tarafından yaşatıldığımız ve onun tarafından öldürülğümüz ve onun için dik bir kalbe sahip olduğumuz tek bir Tanrı olduğuna inanıyoruz. Ancak Tanrı bize elin farklı parmaklarını verdiğinden, insanlara O'na yaklaşmaları konusunda çeşitli yollar sunar.”
[W. Rubruck tarafından 31 Mayıs 1254 tarihinde belgelenmiştir.]

Günümüzde Tengricilik, Kırgızistan, Kazakistan, Sakha, Buryatia, Tuva, Moğolistan ve Türkiye'de Tibet Budizmi ve Burkhanizme paralel olarak uygulanmaktadır. 1990'larda Orta Asya'da bir Tengriizm hareketi başladı ve bugün yayılmaya devam ediyor. Bu durum, bu eski dinin dayanıklılığını, zamana karşı direnişini ve günümüz insanlarının binlerce yıl önce atalarının yaptığı gibi onların inandığı şeye inanma isteklerinin varlığını göstermektedir.

İNANMADIĞIN ALLAH'I KANDIRMAK

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Bakara suresi çelişki, Allah'ı kandırmak, İnanmadığın Allah'ı kandırmak, Kurandaki çelişkiler,

İNANMADIĞIN ALLAH'I KANDIRMAK


Bakara 8: "İnsanlardan bazıları da vardır ki inanmadıkları halde "Allah’a ve âhiret gününe inandık" derler."
Bakara 9: "Akıllarınca Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya kalkışıyorlar; halbuki onlar farkında olmadan yalnızca kendilerini aldatmış oluyorlar."
Bu iki ayetin kısa özeti şudur:
İnsanlardan bazıları Allah’a ve ahıret gününe inanmıyorlar fakat bu inançsızlıklarını örterek etraflarındaki kimselere inanıyormuş gibi rol yapıyorlar. Yani ne yapıyorlar? Müslüman olduklarını söylüyorlar, oruç tutuyormuş gibi yapıyorlar, Müslümanların yanında namaz kılıyormuş gibi yapıyorlar vs.

Akıllarınca bu insanlar Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya çalışıyorlar. Bu iki ayette tarif edilen kişiler “münafık” denilen kişilerdir. Yani kendisini, çevresindeki kimselere Müslüman’mış gibi yutturmaya çalışan kimseler. Bu açıdan bakıldığında Müslüman olmayanların, çevrelerindeki kimselere Müslüman rolü yapmaları bu ayetle tabi ki de uyuşur fakat “Akıllarınca Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya kalkışıyorlar” dendiği zaman akla şöyle bir mantıksızlık takılıyor:

Kişi, inanmadığı Allah’ı nasıl kandırmaya çalışır?
Kur’an’ın tercümesini her okumaya başladığımda Bakara suresi, ilk sayfalarda olduğu için bu ayetlerde takılır kalır ve mantıklı cevabını hiçbir yerde bulamazdım. Hadi bir örnek verelim:

Suat ismindeki delikanlı, inanç olarak bir Tanrının var olabileceğine hiç inanmamıştır. Yani Suat, Allah’a ve ahiret gününe inanmıyor fakat dindar bir çevrede yaşadığı için dinsizliğini dile getirmenin tehlikeli olabileceğini ve hatta çevresindekiler tarafından dışlanacağını bildiği için Müslüman’mış gibi davranıyor. Cuma günleri camiye gidip Cuma namazı kılıyor. İçtenlikle kılmıyor fakat kılıyormuş gibi yapıyor. Ramazan ayı geldiğinde evde yiyip içiyor fakat toplum içine çıktığında sanki oruç tutuyormuş gibi yapıp akşam ezanına kadar dışarıda hiçbir şey yiyip içmiyor. Yani Bakara suresi 9’uncu ayete göre bu kişi çevresindeki kişileri Müslüman olduğuna inandırıyor, inanıyormuş  ve ibadet ediyormuş gibi yapıyor.

Gelelim Allah’ı aldatma kısmına. Bu genç yani Suat, evine çekilip perdesini çektiği zaman ne diyor kendi kendine? “Ben Allah’a inanmıyorum ama belki beni görüyordur, o yüzden evimde de namazımı kılayım” mı diyor? Eğer Allah’ın kendisini az da olsa minik bir ihtimal bile olsa gördüğünü düşünüyorsa ki bu durumda Allah’ın var olduğuna inanıyor demektir. Bu durumda  Bakara Suresi 8’inci ayette bu kimseler için “…inanmadıkları halde…” deyiminin kullanılmaması gerekir. İnanmanın azı çoğu olmaz ya inanırsın ya da inanmazsın. Eğer Suat, Allah’a ve ahiret gününe inanıyor fakat  ibadetlerini yapmıyor veya yapıyormuş gibi çevresindekilere görünüyor ise Suat bu durumda inançsız değil, günahkârdır.


Yaşlı bir komşu kadın, bazı hastalıklar sonucu akıl sağlığını bozmuş ve ölmüş olan bazı tanıdıklarının halen yaşamakta olduğunu düşünüyor ve sana gelip diyor ki: “Hanife’yi çağır da gelsin, benim evde oturur sohbet ederiz.” Fakat sen Hanife’nin dört sene önce öldüğünü söylemeye çalışıyorsun ama yaşlı kadın, dediğinde ısrar edip sıkı sıkı tembih edip “Ben gidiyorum, sen Hanife’yi çağır” deyip evine gidiyor. Sen evde tek başına kala kalıyorsun. Karşı komşun Hanife, dört sene önce hayatını kaybetmiş. Ne yapacaksın? Öldüğünü bile bile Hanife hanımın penceresine doğru eğilip “Hanife ablaaaaa…” diye bağıracak mısın? Bağıramazsın, çağıramazsın çünkü Hanife hanım diye birisi yok artık, ölmüş. HANİFE YOK! Sen de bunu biliyorsun.

Allah’a inanmadığın halde  inanmadığın Allah’ı nasıl kandırmaya çalışırsın? Bu nasıl bir mantık hatası? Allah’ı kandırman mümkün değil çünkü sana göre bir Allah zaten yok. Olmadığını, yaşamadığını düşündüğün bir varlığı hangi mantıkla kandırmaya çalışırsın. Eğer gösteriş olsun diye namaz kılıyormuş ya da oruç tutuyormuş gibi yapıyorsan senin bu durumunu sadece Müslümanlar görüyor ve senin içsel dünyanda neler olduğunu bilmiyorlar fakat Allah, insanın içinde ve dışında olanı bilen değil midir? Sen Allah’ın var olmadığını bildiğin için dolayısıyla var olmayan bir varlık seni göremeyeceği gibi içinde olanı da bilemeyecektir otomatikman. Bu yüzden inanmadıkları halde “inandık” diyenlerin çevredeki Müslümanları kandırması mantıklı iken inanmadığı Allah’ı kandırmaya çalışması zekâ  ve dikkat eksikliğinden başka bir şey değildir. Ayette belirtilen İnanmadıkları halde Allah’ı ve Müminleri kandırmaya çalışanlar akıl fukaraları mı?

Bakara 8: "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde «Allah’a ve ahiret gününe inandık» derler."
Bakara 9: "Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir."
Bakara 8: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki kendileri îman etmiş olmadıkları halde, «Allaha ve âhiret gününe inandık» derler. Halbuki onlar inanıcı (insan) lar değildir."
Bakara 9: "Allâhı da, îmân edenleri de (gûyâ) aldatırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatmazlar da yine farkına varmazlar."

Bazı çevirilerde “inanmak” kelimesi “iman etmek” olarak tercüme edilmiş olsa dahi inanmak ile iman etmek aslında aynı anlama gelir.

Ben Arapça bilmiyorum. Seneler boyunca bu ayetlerin bulabildiğim bütün tercümelerini okudum. Şaibeli olabilecek bir çok ayet farklı tercüme edilebilirken bu ayetin tercümesinde hiçbir değişiklik yok. Geçmişten günümüze kadar aynen gelmiş. Eğer tercümede hata olduğunu düşünüyorsanız ve Arapçanıza güveniyor iseniz lütfen yorum kısmına yazınız.

AKADLI SARGON

Hazırlayan: A.Kara
A, tarih, Sargon, Akadlı Sargon, Sarru-kinnu, Büyük Sargon, Antik tarih, Akadlar, Ebla kasabası, Sargon tabletleri, Agade, Babil, Mezopotamya, Eski hükümdarlar, Kral Sargon,

SARGON; BİLİNMEZLİKTEN ÇIKAN BÜYÜK LİDER
Gerçek adı Sarru-kinnu, 'gerçek kral' anlamına gelse de tahta yükselirken Sargon adını aldı. Bunu neden yaptığı bilinmiyor fakat bazı araştırmacılar bunun tam olarak bir tercih olmadığını İncil'e ait bir çeviri olduğunu söylüyor.

Bu isim araştırmacılara Büyük Sargon'un bir kendi dilini konuşan bir Sami olduğu fikrini verdi. Asıl sorun Sargon adının orjjinal Sargon'a uygulanan gerçek tarihsel kayıtların uygulandığı tarihte sıkça kullanılmasıydı.

NEHİRDE YÜZERKEN BULUNUŞ
Efsaneye göre bir bahçıvan Sargon'u küçük bir sepet içinde nehirde yüzen bulmuş. Bu efsane İncil'deki Musa'nın hikâyesini yansıtır ve bazı bilginlere İncilli yazarların Sargon’un doğumunu kopyalanıp Musa’ya daha insani ve mütevazi bir başlangıç verdiğini iddia etmelerini sağlamıştır.

Sargon’un ailesi hakkında çok az şey bilinmektedir. Annesinin Fırat'ın ortasındaki bilinmeyen bir kasabada rahibe olduğu düşünülüyor. Babası tam olarak bilinmiyor. Akrabalarının kim oldukları net olmasada Sargon, Kiş'in hakimi olarak yükseldi ve bu durum onu bir orduya liderlik etmeye kadar götürdü.

Sargon, adını Büyük Sargon olarak belirleyerek güçlü imparatorluğunu büyütmeye, fethetmeye ve geliştirmeye devam etti.

SARGON DÖNEMİNE DAİR TABLET VE TARİHİ KAYITLAR
Sargon hakkında bilgi bulmak oldukça zor. Aynı adı kullanan ve peşinden gelen birçok erkek var. Ancak Akad metinlerinin çoğunluğu Asur ve Babil metinlerinden gelmesine rağmen kraliyet yazıtları ona (Asıl Sargon'a) işaret etmektedir.

Ancak bunlar Sargon'a atıfta bulunan yazıtların bulunduğu tek yer değildi. Ebla kasabası gün ışığına çıkarıldığında önemi tam olarak anlaşılmadı. Ancak İtalyan arkeologlar biraz daha derine inmeye karar verdiler ve sonunda Ebla'nın altındaki çok eski bir şehre ulaştılar.

Bu eski kentin kalıntılarında Sargon dönemine ait 42 tablet bulundu. Kısa bir süre sonra 15.000 adet daha bulundu ve bu sayede farklı ülkelerle Sargon arasındaki iş ilişkilerini ve ticareti ayrıntılandırdılar. Bununla birlikte bu belgeler net olarak onun hükmetme tarihini belirlemez ve yaşamını çevreleyen olaylara tam açıklık getirmez.

Bu tabletler Sargon'un halkına dayattığı yasaları da açıkladı. Eğer bir erkek evlenmemiş, bakire bir kadınla cinsel ilişkide bulunursa para cezasına çarptırılıyordu ve kadının tecavüze uğrayıp uğramadığını anlamak için duruşmalar yapılıyordu. Ek olarak zamanın dini uygulamalarını gösteren dini tabletler de bulunmuştur.

İMPARATORLUĞUNU GENİŞLETİŞİ
Sargon askeri ve kişisel dehasını büyük bir imparatorluğunu büyütmek için kullanabildi. Sümer'i fethettikten sonra gözünü Suriye'ye, Elamitlerin Susa'sına, Güney Anadolu ve İran'ın batısına dikti.

Sargon için böylesine geniş bir imparatorluğun kontrolünü elinde tutmak zor değildi. İnsanların dini ve siyasi yollarla kontrol edilmesini sağlamak, tutsak şehirleri ve bölgeleri denetlemek için güvenilen adamlarını kullandı ve dini-politik işler için kızına yetki verdi.

Hiçbir imparatorun diğer ulusları yönetmesi kolay olmamıştır. Ulus halkı dış yönetimden hoşnutsuz kalmanın bir yolunu buluyor ve buna son vermek için yollar arıyorlardı. 56 yıl hüküm sürdükten sonra bile Sargon hâlâ isyancılara ve başka muhalefetlere sahipti.

Sargon'un, II.Sargon adında bir toruna sahip olduğu gerçeği, imparatorun ölümünden sonraki uzun süren saltanatlık döneminde yetenekli bir yönetim olduğunu gösteriyor. Onun etkisi de ölümünden sonra uzun yıllar sürdü.

SARGON'UN BÜYÜK MİRASI
Sargon büyük bir lider olmasına rağmen imparatorluğu çok uzun ömürlü olmadı. Güzel bir başkent inşa etti ve Agade adını verdi. Maalesef Guti dağı, Sargon’un başkentinin üzerine çökerek onu tahrip etti.

Ancak başkenti Sargon’un mirasının tek parçası değildi. Arkasında adı verilen iki Asur kralı vardı. Sargon ayrıca imparatorluğunu yönetmeye yardımcı olan yasa ve dini kuralları da geride bıraktı. Sonunda Agade kentinin adı 2000'lerde Mezopotamya tarihinin merkez noktası haline gelen Babil'e dönüştü.

Büyük Sargon karanlıktan çıktıktan sonra büyük bir lider haline geldi. Akkaran halkının mutlak liderliğini edinerek, aile ya da yaşamdaki statü eksikliğinden alıkonulmasına izin vermedi.

Bu muhtemelen başkalarına iktidardaki yükselişi ve genel başarıları incelediğinde “Büyük” unvanının verilmesinin sebeplerinden biriydi. Sargon, engellerin hedeflerine engel olmasına izin vermedi.

Sargon, Üma Lugalzagesi tarafından yürütülen genişleme çabalarına karşı direniş gösterdi. Genişlemeye kim başlamış olursa olsun bitiren Sargon'du. Onun etkisi Büyük İskender de dahil olmak üzere gelecekteki askeri liderlerin yön bulmasına yardımcı oldu.

ANTİK MEDENİYETLER METEORLARI NASIL YORUMLUYORDU?

Derleyen & Çeviren: A.Kara


ANTİK MEDENİYETLERDE METEOR

Kuyruklu yıldızlar ve göktaşları ilk kez gece gökyüzünde görüldüğünden beri insan ırkını büyüledi. Ancak bu kaya ve buz parçalarının ne olduğunu bilmeyen ve açıklama getirmek isteyen eski kültürler haklarında bilimsellikten uzak birçok için efsane ürettiler. Bunlardan birini Kur'an'da bile görürüz çünkü kayan yıldızlara "Allah şeytanları taşlıyor" şeklinde açıklama getirilmiştir.

Yunanlılar ve Romalılar, kuyruklu yıldızların, meteorların ve meteor yağmurlarının önemli olduğuna inanıyordu. Onlara göre iyi ya da kötü bir şeyin olduğu ya da gerçekleşmek üzere olduğuna dair işaretlerdi. Bir kuyruklu yıldızın gelişi İsa gibi büyük bir figürün doğuşunu da müjdeleyebilirdi.

MÖ 44 ilkbaharında ortaya çıkan bir kuyruklu yıldız Jül Sezar'ın öldürülmesinin bir işareti olarak yorumlandı. Sezar’ın evlatlık oğlu Octavianus (İmparator Augustus), Sezar’ın düzenlediği oyunlar sırasında gökyüzünde yanan kuyruklu yıldızlara neden oluyordu. Bu büyük olay çoğu zaman eski kaynaklarda kutlandı. Destan şiiri Aeneid Virgil, “gündüz bir yıldızın nasıl ortaya çıktığını ve Augustus'un insanları kendinin Sezar olduğuna inanmaya nasıl ikna ettiğini” anlatır.

Augustus kuyrukluyıldızın gelişini ve babasını onurlandırıp kutlamak için madeni para üzerine bunu bastırdı. Bu olay sayesinde Roma İmparatorluğu'nda kendini tanrının oğlu olarak kabul ettirmesi kolaylaşmıştı.

METEOR YAĞMURU
Roma tarihçisi Cassius Dio, 30 Ağustos'ta meydana gelen “kuyruklu yıldızlara” atıfta bulundu. Bunların Mısır kraliçesi Kleopatra'nın ölümünden sonraki kehanetlerle ilişkili olduğu belirtiliyor. Uzmanlar, Dio'nun “kuyruklu yıldız” terimini kullanmasının ne anlama geldiğinden tam olarak emin değiller ancak bazıları bu kaydedilen olayın meteor yağmuru (Perseid) ile ilişkili olduğunu belirttiler.

Her ne kadar eski bir Yunan adına sahip olsa da günümüz teknolojisi sayesinde her Ağustos ayında gördüğümüz Perseid meteor yağmurunun aslında Dünya’nın yörüngesi Swift-Tuttle kuyruklu yıldızındaki enkazdan geçtiğini biliyoruz.

Meteor yağmuru, antik Yunan kahramanı Perseus'un oğulları olan Perseidai (Περσείδαι) ile bağdaştırılıp adlandırılmıştır. Perseus iyi bir soyağacına sahip efsanevi bir figürdü. Zeus ve Argive prensesi Danae'nin efsanevi oğluydu (altın yağmurun çocuğu). Perseus'un Gorgon kız kardeşi Medusa'yı öldürüşünün resmedildiği kalıntılarda da görüldüğü üzere Akdeniz ve Yakın Doğu'daki efsanevi maceralarının ardından takımyıldızını kazandı.

Perseus’un ünlü eylemlerinden bir diğeri de Andromeda prensesinin kurtarılmasıydı. Ailesi tarafından bir deniz canavarını yatıştırmak için terk edilmiş olan prenses, Perseus tarafından okyanusdaki bir kaya üzerinde bulundu. Onunla evlendi, yedi oğlu ve iki kızı oldu. Gökyüzü gözlemcileri, gece gökyüzünde Andromeda'nın hemen yanında bulunan Perseus takımyıldızının her yaz görebilecekleri göktaşlarının kökeni olduğuna inanıyordu ve bu yüzden Perseid adı sıkışıp kaldı.

GÖZYAŞLARI VE DİĞER GELENEKLER
Hristiyan geleneğinde Perseid meteor yağmuru, uzun süredir Diyakoz Saint Lawrence'ın şehitliğine bağlandı. Laurentius, Roma’nın ilk kilisesinde, İmparator Valerian’ın zulmünde, MS 258 yılında şehit olan bir diyakozdu (diyakoz: yardımcı papaz). İnanışa göre şehitlik, meteor yağmurunun yüksek olduğu zaman olan 10 Ağustos'ta gerçekleşmişti ve bu yüzden göktaşları azizlerin gözyaşlarına eşitti.

Astronomik olayların ve gökyüzü izlemenin ayrıntılı kayıtları Uzak Doğu'daki tarihî metinlerde de bulunabilir. Çin'den, Kore'den ve Japonya'dan gelen eski ve ortaçağ kayıtlarının hepsinin meteor yağmurunun ayrıntılı hesaplarını içerdiği görülmüştür. Bazen bu farklı kaynaklar gökbilimciler tarafından birbirleri ile bağdaştırılır, örneğin Halley kuyruklu yıldızının hem doğu hem de batıdaki eski toplumlar üzerindeki etkisini izlemelerine olanak tanıyan bağıntılarla ilişkilendirilebilir. Bu kaynaklar ayrıca Perseid meteor yağmuru ile ilgili ilk kaydedilen gözlemi, spesifik bir olay olarak MS 36 da Çin'in Han hükümdarlığı kayıtlarında bulmak için kullanılmıştır.

Efsaneler ve hikayeler eski uygarlıkların meteorların, kuyruklu yıldızların ve asteroitlerin ne olabileceği konusunda çok az bilimsel anlayışa sahip olduğunu düşünmesine rağmen, bu gerçeklerden daha fazla olamaz. Yakın Doğu'nun ilk astronomları, Babil ve Mısır takvimlerini yaratanlar ve sahip oldukları astronomik veriler bugünkinden çok farklı değildi, oldukça ileri düzeydeydi. Eski çiviyazılı metinler üzerine yapılan son bir araştırma, Babil'in kuyruklu yıldızları, gezegensel hareketleri ve gökyüzü olaylarını izleyebildiğini, binyıl kadar öncesinde inanıldığından çok daha karmaşık bir geometri içerdiğini kanıtlamıştır.