HABERLER
Dini Haber

IRKÇI BİR TANRI: YHVH

Yazan: Serdar Kaangil

IRKÇI BİR TANRI : YHVH

Allah-Tanrı farkı Musevilik, Hristiyanlık ve İslâm semitik ve ilahi kökenli olarak kabul edilen dinlerdir ki bu dinlerin en kadim olanı Museviliktir. Diğer bütün dinlerde olduğu gibi semitik kökenli dinlerin de temel unsurunu tanrı inancı oluşturur. Yine İslam ve Hristiyanlığın temelini de oluşturan Musevilik ve Tevrat’tır. Bu üç dinin ise İbrahim’e kadar dayandığı öne sürülür. Bu dinlerde ortak unsur tanrı olmasına rağmen bu tanrıya hitap ederken kullanılan İsimlerin tamamı olmasa bile, en başta gelenleri farklıdır. Bu İsimler, Yahudiler için YHVH, Hristiyanlar için Baba Tanrı, Müslümanlar için ise Allah’tır.

Her ne kadar Hristiyanlar, YHVH ismini Yehova olarak telaffuz etmiş olsalar da, YHVH’nın Yehova olduğu iddiasının kanıtı yoktur. Yehova ismi Yahudiler tarafından kabul görmez. Çünkü kendileri de YHVH’nın telaffuzunu bilmemektedir ve çok uzun zamandan beri bu adı ağızlarına almamakta olduklarından ve telaffuzu da bir yerde kayıtlı olmadığından Yehova telaffuzu doğrulanmamaktadır.

Yehova ismine ilk kez 1270 yılında kaleme alınan Raymond Martin’in "Pugio Fidei" adlı eserinde rastlanır. Söz konusu okunuşun, Papa Leo X’un itirafçısı olan Peter Galatin’in icadı olduğu ve aynı okumayı Fagius’un da (1550) ileri sürdüğü genel olarak kabul edilir. Büyük olasılıkla Peter Galatin, bu ismi Raymond Martin’in kitabından duymuştur. Yahudi inanışına göre Adem ile Havva ve iki oğlu Habil ve Kabil, tanrıyı YHVH ismiyle bilmekte ve Adem’in büyük oğlu Enoş’un zamanında tanrıya bu İsimle dua edilmekteydi.
Çünkü Musa, “Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve Yakup’un Tanrısı gönderdi” demiştir. Yani, YHVH atalarının tanrısıyla özdeşleşmiştir. Musa şöyle karşılık verdi: “İsrailliler`e gidip, `Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi` desem, `Adı nedir?` diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?”
Tanrı "Ben Ben'im" dedi, "İsrailliler`e de ki, "Beni size 'Ben Ben'im' diyen gönderdi". [Çıkış 3:13-14]
″İsraillilere de ki, “Beni atalarınızın Tanrısı, İbrahim`in Tanrısı, İshak`ın Tanrısı ve Yakup`un Tanrısı Rab gönderdi. Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım." [Çıkış 3:15]

İbranicede sesli harf olmadığından, bütün kelimeler sessiz harflerle yazıldığından, kelime telaffuzları sessiz harflerin arası seslilerle doldurularak sağlanırdı. Ancak kayıtlardaki YHVH'nin yasaklı oluşundan dolayı halk arasında konuşulmadığından dilden dile geçememiş ve zamanla nasıl telaffuz edildiği bilinemez olmuştu. Artık YHVH denmiyor, onun yerine “İsim” deniyordu.
Yahudi kaynaklarında, "İsim" Tanrı’nın telaffuz edilemez ve hususi ismi olan YHVH’nin yerine kullanılır ve büyük harfle yazılır. [1]

Peki YHVH neden yasaktı ya da yasak olarak algılanmıştı?

YHVH şeklindeki 4 sessiz harfin tam olarak telaffuz edilmesinin ne zaman sınırlanmaya başladığı hususunda farklı görüşler vardır. Talmud, İsim’in mâbedin tahribinden kırk yıl önce baş haham adil Simon’un ölümünden sonra hahamların İsim’in telaffuzuna son verdiklerini söyler.

Bu tarihten sonra İsim’in telaffuzu yasaklandı ve onu telaffuz edenin gelecek dünyada bir payının olmayacağı ifade edilmeye başlandı. Hatta, Hanannah ben Teradion, talebelerine İsim’in telaffuzunu öğrettiği için cezalandırıldığı nakledilir. Bu cezalandırılmanın nedeni, İsim’in ehil olmayan insanlara öğretmek olduğu söylenir. Çünkü, dört sessiz harfin kamuya açık yerlerde seslendirilmesine son verilmiş olmasına rağmen, hem birinci mabet hem de ikinci mabet boyunca bu seslendirilmenin bütünüyle ortadan kalkmadığını yalnızca kullanımının gittikçe daraldığını gösteren deliller vardır.
Dört sessiz harf mabette, haham kutsamasında tekrarlanmaktaydı:

“YHVH, Musa’ya şöyle dedi: Harun’la oğullarına de ki, ‘İsrail halkını şöyle kutsayacaksınız. Onlara diyeceksiniz ki, YHVH sizi kutsasın ve korusun; YHVH aydın yüzünü size göstersin ve size lütfetsin; YHVH yüzünü size çevirsin ve size esenlik versin. Böylece, kahinler İsrail halkını adımı anarak kutsayacaklar. Ben de onları kutsayacağım.” (Sayılar 6/ 22-27)

Zaman içinde sinagoglarda da kullanım çekincesi doğmuş olmalıdır ki, YHVH telaffuzu tamamen ortadan kalkmıştır.
YHVH’nın telaffuz edilmeme tarihini tespit etmek mümkün gözükmemektedir. Ancak bunun birdenbire değil, tarihsel bir süreç içinde ve tedricen olduğu söylenebilir. Gündelik hayattaki kullanımının terk edilmesi, hahamlara has kılınmasının yanı sıra Kitab-ı Mukaddesin son kitaplarında da gittikçe daha az görünmeye başlar. Örneğin, YHVH yerine Kyrios kullanılır. Yine Kyrios gibi Rab anlamına gelen Adonai (Adonay) kullanılmıştır. Adonai bile zamanla telaffuz edilmekten kaçınılmaya başlandı ve onun yerine İsim anlamına gelen İbranice ha-Shem’i (ya da Aramca Shema’yı) söylemek adet haline geldi.

Dört sessiz harfin telaffuz edilmeme sebeplerinden biri, Levililer’de (24/16) yer alan metindir:

“Rabbe söven kesinlikle öldürülecektir. Bütün topluluk onu taşlayacak.
İster yerli isterse yabancı olsun, Rabbe söven herkes öldürülecektir”.

Sövgünün rabbin adıyla yapılmış olması olarak algılanan ve uygulanan bu ayetin YHVH isminin telaffuzunu engelleyen temel yasa olduğu düşünülmektedir.
Telaffuz edilmeme uygulamasının kendisinden kaynaklandığı düşünülen bir diğer ayet de Çıkış 3/15’de yer alır:

“İsrailliler’e de ki, beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve
Yakub’un Tanrısı Rab gönderdi. Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım”. 

Burada “sonsuza kadar” anlamına gelen le-olam ifadesi le-allem şeklinde okunduğunda “bu benim gizlenecek ismimdir” anlamına gelmektedir.

Bir başka sebep ise;
“Senin Tanrın Rab’bin adını boş yere ağzına almayacaksın” şeklindeki Çıkış 20/7 ve Tesniye 5/11’de yer alan ve On Emir’den birini teşkil eden ifadedir.

10 Emir’de “Tanrının adını boş yere ağzına almayacaksın” demesine rağmen Musevilikle Müslümanlık arasındaki en önemli farklardan biridir bu.
Yahudiler tanrının adını hiç ağızlarına almazken, Müslümanlar ağızlarından düşürmezler.
Vallahi, billahi, tillahi, “Allah Allah”, “Hay Allah!” “Ya Allah”, “Of Allahım of”, “Öff. Allaaahh!”i “Allahısmarladık, “Allaha emanet ol”, ”Allah mesut etsin”, “Allah rahmet eylesin” vs. gibi, her sözde ve yeminde Allah’ı kullanırlar.

Gelelim YHVH’nın anlamına. YHVH’nin anlamının ne olduğuna dair bir çok açıklama ileri sürülmüştür. Temel hareket noktaları, Çıkış 3/14’de yer alan ‘ben benim’ ya da “ben ben olanım” şeklindeki anlamlandırmadır.

Burada kullanılan kelime, “vhv” kökündendir ve “olmak” anlamına gelir.
Sahası olmasından dolayı, Albright bir çok çalışmasında YHVH meselesini ele almış ve onu anlamlandırma çabasında, kelimenin kullanılış tarihini, Yahudilerin tarihini ve dinsel-kültürel olarak ilişkili oldukları kültürlerdeki uygulamaları bir alt yapı olarak kullanmıştır.
Ona göre, Söz konusu İsim, yalnızca “düşmek, olmak, var olmak” anlamlarına gelen şifahi kök HWH'den türetilebilir.

Abright’in YHVH’nin anlamının ne olduğuna dair yaklaşımı onun, kelimenin mevcut haliyle, daha uzun olan bir ismin kısaltılmış şekli olduğu teorisine dayanır.
Bu konuda ciddi bir örnek ise MÖ. 15. yüzyıl Kenan dilinde bulunmaktadır.

Burada Kenan fırtına tanrısı olan ve sürekli olarak Al’iyan olarak zikredilen Baal, aslında “savaş meydanlarında karşılaştığım şampiyonlara galip geleceğim” şeklindeki bir ismin kısaltılmış halidir ve “ben kesinlikle galip geleceğim” anlamına gelmektedir.

İbranice Kitab-ı Mukaddes Çıkış 3/14’de yer alan “ben ben olanım” cümlesi ettirgen, Yahveh, üçüncü şahıs olarak takdim edildiğinde Yahweh asher yihweh (daha sonra yihyeh), “var olanının olmasına sebep olan” anlamına gelir.
Orijinal haliyle tek başına düşünüldüğünde bu formülün doğruluğu hususunda şüphe etmek mümkün olabilir ancak söz konusu kullanıma MÖ. ikinci bin yıl Mısır metinlerinde fazlasıyla rastlanılmaktadır.

MÖ. 15. yüzyıldan kalma olan ve Amun’a yöneltilen bir ilahide şöyle denilir:
"Ey, var olanın olmasına sebep olan (yaratan) tanrı."

Albright, YHVH’nin anlamına yönelik bu teklifinin yanlışlığının ortaya konması halinde, bunun İsrail’lilerin kendi tanrılarının her şeyin yaratıcısı olduğunu kabul ettikleri gerçeğinin değiştirmeyeceğini, çünkü Kitab-ı Mukaddes’de buna dair oldukça yoğun metinlerin bulunduğunu söyler. [2][3][4]

YHVH’NİN IRKÇILIĞI / VAAD EDİLMİŞ TOPRAKLAR

Yaratılış 15:18-21: O gün RAB Avram`la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: “Mısır Irmağı`ndan büyük Fırat Irmağı`na kadar uzanan bu toprakları -Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını senin soyuna vereceğim.”

Tesniye 11:23: RAB bu ulusların tümünü önünüzden kovacak. Sizden daha büyük, daha güçlü ulusların topraklarını mülk edineceksiniz.
Tesniye 11:24: Ayak basacağınız her yer sizin olacak. Sınırlarınız çölden Lübnan`a, Fırat Irmağı`ndan Akdeniz`e kadar uzanacak.
Tesniye 11:25: Hiç kimse size karşı koyamayacak. Tanrınız RAB, size verdiği söz uyarınca, ayak basacağınız her yere dehşetinizi, korkunuzu saçacaktır.

Yeşu 1: 3. Musa`ya söylediğim gibi, ayak basacağınız her yeri size veriyorum.
Yeşu 1: 4. Sınırlarınız çölden Lübnan'a, büyük Fırat Irmağı`ndan bütün Hitit ülkesi dahil batıdaki Akdeniz`e kadar uzanacak.

Konuya dair görüşü savunan birkaç kişinin açıklamasına bakalım:

Theodor Herzl (1887) diyor ki:
“Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na. Sloganımız, David ve Solomon’un Filistin’i olacaktır.” 

Bu da David Ben Gurion'un (1948) açıklaması:
“Filistin’in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmesi gereken Nil’den Fırat’a kadar bir iş daha vardır.” 

Yani Yeşu'daki bu metinlere olan inanış eskiden beri vardır.

Tevrat'a bakmaya devam edelim.

Yasa’nın Tekrarı 26:19: “Tanrınız RAB sizi övgüde, ünde, onurda yarattığı bütün uluslardan üstün kılacağını, verdiği söz uyarınca kendisi için kutsal bir halk olacağınızı açıkladı.”

Yeremya 30:11: Çünkü ben seninleyim, seni kurtaracağım diyor Rab. `Seni aralarına dağıttığım bütün ulusları tümüyle yok etsem de, seni büsbütün yok etmeyecek, adaletle yola getirecek, hiç cezasız bırakmayacağım.

Yeşaya 61/ 5-6: Yabancılar sürülerinizi güdecek, Irgatınız, bağcınız olacaklar. Sizlerse RAB`bin kâhinleri, Tanrımız`ın görevlileri diye çağrılacaksınız. Ulusların servetiyle beslenecek, Zenginlikleriyle övüneceksiniz.

Tesniye 20/16-18: “Rabbin sana miras olarak vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın. Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin.” 

Yeremya 48:10: “Rabbin işini gevşeklikle yapan lanetli olsun ve kılıcını kandan alıkoyan lanetli olsun.”

Yeremya 46:10: "Çünkü o gün her şeye egemen YHVH’nın günüdür. Düşmanlarından öç alması için öç günüdür. Kılıç doyana dek yiyecek, kanlarını kana kana içecek. Çünkü Rab, her şeye egemen YHVH kuzeyde, Fırat kıyısında kurban hazırlıyor."

Tesniye:7/1-3: “Onları tamamen yok edeceksin, onlarla ahdetmeyeceksin, onlara acımayacaksın.”

Muhammed hazretleri Yahudilerin ırkçı tanrısını ve onların ırkçı peygamberlerini almış, Arapların putperest adet ve ibadetleriyle harmanlayarak İslam’ı kurmuştur.
O’na göre YHVH Allah’tır.

Nitekim Bakara-47’de YHVH'yı tasdik eder:
"Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın."

Meallere parantez içinde “vaktiyle” ya da “bir zamanlar” eklenerek, bu ırkçı kayırmanın artık sona erdiği yansıtılmak istenmiştir ama Arapçasında bu sözcükler yoktur. Başlangıçta Yahudilerin seçilmiş bir ırk olduğunu kabul eden Muhammed'in Medine’deki Yahudilere peygamberliğini kabul ettirememesinden ve onların bir kısmını katledip bir kısmını yurtlarından sürmesinden sonra Yahudi karşıtı ayetlere yer verdiğini görüyoruz:

Maide-82: İnsanlar içinde inananlara düşmanlık bakımından en azılısı olarak Yahudilerle Allah’a ortak koşanları bulacaksın. (…)
Ahzab-27: Allah, sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız topraklara varis kıldı. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.

Yani, ırkçılık bu defa tersine dönmüş, Yahudi düşmanlığı haline gelmiştir.
Yahudi Beni Kureyza kabilesinin tüyü bitmiş tüm erkeklerin kafalarının kesilerek katledilmesi bu düşmanlığın neticesidir. İslam'daki Yahudi düşmanlığı o zamandan beri devam etmektedir.

Yahudiler dinlerinde kısmen  de olsa reforma gitmişlerdir ama fanatik Yahudilerin köktendinci İslamcılardan hiçbir farkı yoktur. Onların kafasında hala Tevrat’taki YHVH’nin emir ve vaatlerine inançtan kaynaklanan ırkçı, emperyalist emeller mevcuttur. Gözleri Nil’den Fırat’a ve Batı Akdeniz’e kadar olan topraklardadır, yani Anadolu’dadır.

KAYNAKLAR
  1. Ephraim E. Urbach, The Sages Their Concepts and Beliefs, trs. Israel Abrahams, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts and London 2001, s. 124-134
  2. Albright, From Stone Age to Christianity, s. 261.
  3. Bir Sessizliğin ya da Yhvh’nin Tarihi
  4. YHVH’nin Telaffuz Edilmeme Olgusu Üzerine Bir Araştırma-Fuat Aydın
  5. Çıkış 3:13-15; 3:14; 20:7; 5:11
  6. Sayılar 6:22-27
  7. Levililer 24:16
  8. Yaratılış 15:18-21
  9. Tesniye 11:23-25; 20/16-18; 7:1-3
  10. Yeşu 1: 3-4
  11. Yasa’nın Tekrarı 26:19
  12. Yeremya 30:11; 48:10; 46:10
  13. Yeşaya 61:5-6
  14. Bakara 47
  15. Maide 82
  16. Ahzab 27

AZTEKLERİN İNSAN KURBANLARI

Yazan: A.Kara


AZTEKLERİN ŞİDDET TUTKUSUNU VE İNSAN KURBANLARINI ANLAMAK

Aztek uygarlığının tarihi çeşitli nedenlerden dolayı en büyüleyici konulardan biridir. Hala büyük ölçüde gizemle örtülü olan bu renkli, karmaşık kültür, tüm Mezoamerikan uygarlıklarının önemli aşamalarından biriydi ve yeni bilgilerin kaynağı olmaya devam ediyor.

Ne yazık ki Avrupa uluslarının genişlemesi Azteklere ani ve beklenmedik bir son getirdi. Sadece birkaç yıl içinde Mezoamerikanlar tamamen İspanyol İmparatorluğu'nun egemenliğine girmek zorunda kaldı. Yine de Avrupalı fatihler bu medeniyetin bilinmeyen pek çok yönünü gün ışığına çıkardı ve insan kurban etme de bunlardan biriydi. İspanyol fatihler, Azteklerin uyguladığı şiddet ve toplu insan kurbanlarının boyutu karşısında dehşete düşerken bunlar Mezoamerikan kültürlerinin çoğu için sıradan bir olaydı, bir gereklilikti. 

Mezoamerika kabaca günümüz Orta Meksika'sından Belize, El Salvador, Guatemala, Nikaragua, Honduras ve Kosta Rika'ya kadar uzanan bölgedir. İspanyolların gelişinden önce bu bölge bin yıldan fazla süredir birçok gelişmiş kültüre ev sahipliği yapmıştı.

Aslında en eski kültürlerden bazıları, avcı-toplayıcı yaşam tarzından yerleşik tarıma MÖ 7000 gibi çok erken bir tarihte geçmişti. Meksika Vadisi muhtemelen Mezoamerika bölgesinin merkezi noktasıydı ve Azteklerin eviydi.

Azteklerin kurban ayinlerine odaklanacak olsak da bu uygulamanın onlara özel olmadığını unutmamak gerekir. Çünkü insan kurban etme ayinleri hepsi değilse de Kolomb öncesi Mezoamerikan kültürlerinin çoğunda mevcuttu. Arkeolojik kanıtlar bu iddiayı güçlü bir şekilde destekliyor ve MÖ 1200'deki Olmek Medeniyeti'ne (Olmekler) ve hatta bunun ötesine uzanıyor. Azteklerin kültürel ve ruhani selefleri Toltekler, Mayalar ve Taraskalar da insan kurban ediyorlardı.

İspanyollar geldiğinde Aztekler kültürel aşamalarını çoktan tamamlamışlardı. İnsan kurban etme ayinleri tamamen benimsenmiş, düzenli hale getirilmiş ve büyük ölçekte gerçekleşir olmuştu. Rahipler, kaşifler ve yetkililer tarafından yazılan en eski İspanyol metinleri bile acımasızca uygulanan insan kurban etme ayinlerinden ve Aztek toplumunda yaygın görülen şiddet içeren olaylardan bahseder. Böyle bahsedilmesinin nedeni ise bu uygulamaların pek çok Avrupalının görmeye alışık olmadığı şeyler olmasıydı. Gerçi Avrupalılar insan kurban ederek olmasa bile farklı şekillerde çokça kan akıtmışlardı ama kimse kendi gözündeki çapağa bakmıyor tabi..

Azteklerdeki kurban geleneğini ve ilgili efsaneleri incelerken karşılaşılan tanrı adlarının veya kimi terimlerin telaffuzunun ve akılda kalıcılığının zor olmasından dolayı onları Türkçe karşılıkları ile kullanacağım. Böylece hem akılda kalıcılığı, hem de kültürel yapıyı anlaması daha kolay olacaktır diye umut ediyorum.

İlk olarak vurgulamam gereken şey şudur ki Aztekler için insan kurban etmek kelimenin tam anlamıyla hayati bir uygulamaydı. Birçok yönden günlük faaliyetlerini, dini inançlarını ve halkın refahını kurban verme uygulamasının etrafında toplayıp bununla ilişkilendirmişlerdi.

Bir Aztek efsanesi tüm tanrıların sırf insanlar yaşayabilsin diye kendilerini kurban ettiğini belirtiyordu. Bu yüzden Aztekler kan içeren kurban ayinlerinin halkın iyiliği için olduğuna inanıyordu.

Ayrıca evrenin tanrıların kendini feda etmesi sayesinde varlığını devam ettirebildiği görüşüne sahiplerdi. Bu nedenle insan kurban etmek "tanrılara olan borcun iadesi" olarak kabul edilmiş ve "Borç Ödemesi"¹ olarak adlandırılmıştı. Kan ve et ile beslenen tanrılar denge ve refahı sağlayacaklardı. Haliyle kurban bir gereklilik olarak kabul edilmişti. Hatta Nahua dilinde kurban etmek (vemana) kelimesi "yayılmak" (mana) ve "sunu" (ventli) kelimelerinden türetilmişti. Yani "kurban etmek" anlamına gelen kelime "sunudan yayılan" anlamına geliyor, dolayısıyla kurbanların yiyecek ve yaşam döngüsüne yardımcı olduğuna dair inancı temsil ediyordu.

Tanrılara olan borçluluk inancı tüm uygarlığın en önemli yönlerinden biriydi. Bu yüzden farklı düzeyde adaklar sunulmuştu ve insan hayatının feda edilmesi verilmesi mümkün olan en değerli kurbandı. Halk değerli eşyalarını memnuniyetle sunardı. Bu yüzden Aztek tapınakları tanrılara adanmış altın ve değerli eşyalarla doluydu. Dahası sıradan vatandaş genellikle daha küçük ölçekte eylemlerle kendini feda ederdi. Örneğin bedenlerine Agave diğer adıyla Sabır otu bitkisinin dikenlerini batırır veya dillerini, kulaklarını hatta cinsel organlarını keserek vücutlarının çeşitli kısımlarından kan akıtırlardı. Aztek halkının cinsel organlarını kesmesi ve bedenlerinden kan akıtması alışılmadık bir durum değildi. Zaten Aztek halkı tanrıları Tüylü Yılan'ın da² insanlığa hayat vermek için kendi cinsel organından kan akıttığına inanırdı.

Aztek yaşamında sık sık ve düzenli olarak yapılan insan kurbanları neredeyse her zaman bir rehber eşliğindeki ayrıntılı ayinlerle yapılırdı.

Kalbin yerinden çıkarılması en yaygın fedakarlık yöntemiydi. Bunun nedeni Azteklerin insan kalbinin kişinin "oturağı" ve aynı zamanda güneşin ısısının bir parçası olduğuna inanmalarıydı. Ayrıca başka kıtada, kendilerinden yaklaşık 14.000km uzakta yaşayan Zerdüştlerin Kötücül Güç ile savaşan Ahura Mazda'yı desteklemek ve güçlendirmek için dua edip kurbanlar sunmalarına benzer şekilde Aztek inancına göre güneş-tanrısı Güney Sinek Kuşu³ karanlık ile sürekli savaşmaktaydı. Olur da karanlık kazanırsa dünyanın sonu gelecekti. Kalbin güneş ısısından bir parça taşıdığına inandıklarından Güneş'in karanlığa yenilmemesi için kurban verdikleri kalpler ve akıttıkları kanlar ile Güneş'i destekliyor, besleyerek güçlendiriyorlardı. Güneş'in gökyüzünde hareket etmesini sağlamanın yolu buydu. Yani insan kurban etmenin temel mantığı hayatta kalmaktı. Ayrıca Tüylü Yılan insanları Yeraltı Dünyası'ndan çaldığı kemikler ile yaratarak suç işlediği için insan kurban etmek tanrılardan özür dileme yollarından da biriydi.

Yine başka bir efsaneye göre Tüylü Yılan ve Tüttüren Ayna dünyayı yaratmak için bir araya geldiklerinde Tüttüren Ayna, İlkel Timsah'ın dikkatini çekmek için bir ayağını yem olarak kullanmıştı. Timsah onun ayağını yerken iki tanrı onu yakalayıp şeklini değiştirerek yeryüzünü yaratmışlardı. Sonrasında insanları yaratmışlardı. Bu inanıştan dolayı Tüttüren Ayna kimi zaman tek ayağı eksik olarak tasvir edilmişti ve insanlar yeryüzüne dönüştürülen ilahi timsahı teselli etmek için kurban veriyorlardı.

Geleneksel kurban ayinleri genellikle bir Aztek tapınağının tepesinde yapılırdı. Piramit biçiminde inşa edilen bu tapınakların uzun merdivenleri işaretlenir ve tepesinde bir platform bulunurdu. Burada ritüeli genellikle 5 rahip gerçekleştirirdi. 4 rahip kurbanı el ve ayaklarından tutarken 5. rahip ayinlerde kullanılmak için yapılmış çakmak taşı bıçağı ile göğsünü ve karnını yarar, elini kurbanın diyaframından içeri sokarak kalbini çıkarırdı.

Çoğu kez bu şekilde alınan kalbin hala rahibin elinde attığı söylenir. Daha sonra çıkarılan kalp, çok sayıda kalp koymak için delikleri bulunan, özenle oyulmuş sunak benzeri taş bir kap olan Çakmôl'e (Chacmool) yerleştirilirdi. Kimi zaman ise bir tanrı heykelinin tuttuğu kasenin içine konurdu. Ayinlerde kurbanın başı çoğu kez kopmuş olurdu ve vücutla birlikte devasa merdivenlerden aşağıda toplanmış olan kitlelere doğru fırlatılırdı.

Kurban töreni gerçekleşirken tapınak merdivenlerinin altındaki meydanda toplanan halk da eşlik eder, dinsel fedakarlıklarının bir işareti olarak kendilerini bıçakla, keser, deler, bu tür yollarla kan akıtırlardı. Kurban edilen kişiye saygı duyuluyor olsa da eğer kurban olarak seçilen kişi ölüm korkusuna kapılıp rolünü tamamlayamazsa ağır şekilde cezalandırılır, daha korkunç bir ölüme maruz kalır, diğer yandan "tanrılara hakaret" ettiği gerekçesiyle alay edilerek onuru kırılırdı. Bundan dolayı kurban olarak seçilenlerin çoğu feda edilmeye hevesli olmak zorundaydı. Hatta metinler gösteriyor ki serbest bırakılan bazı kurbanlar özgürlüğü reddedip tanrılara kurban edilmeyi talep etmişti.

Kişi kurban edilip merdivenlerden fırlatıldıktan sonra cesedi ziguratın altındaki "apetlatl" adlı özel bölüme indirilir, kimi zaman cesetlerden alınan iç organlar ile hayvanat bahçesindeki vahşi hayvanlar beslenirdi. Çünkü Aztekler dövüş etkinlikleri ve hayvan kurbanlarında kullanmak için vahşi hayvan yetiştiriciliği yapardı. Jaguar, kartal, köpek, geyik gibi hayvanların yetiştirildiği belgelenmiş bir gerçektir.

Öldürülen kurbanın başı kurbanların ve öldürülen düşmanların başlarının konduğu özel bir "Kafatası Rafı"nda (Tzompantli) sergileniyordu. Kurbanın etinin bir kısmı toplumun seçkin kişileri tarafından yenirdi. Bu uygulama yaygın bir eylem değildi. Sadece özel ayinlerde veya belirli tanrıları onurlandırmak için yapılırdı. Bedenin en iyi bölümleri kurban edilen kişiyi yakalayan yüce savaşçıya, dövüş müsabakasının galiplerine veya toplumun diğer önde gelen üyelerine verilirdi.

Kurban ayinleri her zaman aynı değildi. Tapınağın tepesinde kalbin çıkarılması en yaygın ayin olsa da belirli tanrılara kurban vermek için başvurulan farklı kurban varyantları da vardı. İnsana veya hayvana karşı gerçekleştirilen ring dövüşleri yoluyla kurbanın boğularak, yakılarak ya da diri diri derisi yüzülerek uygulanan ayinler de vardı.

Daha üzücü ve hayal etmesi bile berbat olanı yağmur tanrısı Tlaloc için yapılan kurbanlardı. Onu onurlandırmak için çocuklar kurban ediliyor ve çocukların gözyaşının yağmuru yatıştıracağına inanılıyordu.

Bununla birlikte Aztek toplumunda kurban etmenin en ilginç şekli Mezoamerikan top oyunuydu. Bu eşsiz spor birçok Mezoamerikan kültüründe mevcuttu ve Aztekler buna büyük önem vermişti. Mantık olarak futbol ve basketbol karışımı bir spordu. Farklı varyantları vardı. Topa el, kalça, sopa veya taş ile vurarak da oynanabiliyordu. Aslında sıradan bir spor olmaktan çok ritüel niteliği taşıyan bir oyundu. Çünkü maçı kazanan taraf dokunulmazlık kazanırken, kaybeden takım tanrılara kurban edilirdi. Haliyle oyuncular ve liderleri kazanmak için istekli olmak zorundaydı.

Tüttüren Ayna Aztek panteonunun ana figürlerinden biriydi. En güçlü tanrı olarak kabul ediliyordu. Kaderin, kuzeyin, büyücülüğün ve gecenin tanrısıydı. Savaşların kaynağı olduğu gibi tüm tanrılar için bir yiyecek ve içecek kaynağı olan da oydu.

En güçlü, her şeyi gören ve her şeyi bilen bir tanrı olarak son derece önemli bir rol oynuyordu. Ona kurban edilenler dehşet verici ve haksız bir ölümle karşılaşırdı. Bu tanrının doğasına uygun olarak düello çarpışmasını kaybeden kişi kurban edilirdi. Ancak imkanlar büyük ölçüde savaşan kurbana karşı olurdu. Çünkü yüzüne devasa bir taş bağlanır, eline tüylü, sivri uçlu bir sopa yani sahte bir silah verilirdi. Ona karşı savaşanları ise tamamen silahlı ve deneyimli 4 Aztek savaşçısı oluştururdu.

Kimi zaman kurbanların belirli bir tanrının vücut bulmuş halini simgeledikleri olurdu. En onurlu kurbanlar onlardı.

Aztekler iki takvim kullanıyorlardı. Biri 365 günden oluşan güneş takvimi iken diğeri 260 günden oluşan ritüel takvimiydi. 365 günden oluşan takvim 20 günden oluşan 18 ay ve uğursuz sayılan ilave 5 gün içeriyordu. Her yıl, aşağı yukarı 5-22 Mayıs'a karşılık gelen, 20 günden oluşan ve ismi "kuraklık" anlamına gelen 5. ayda Tüttüren Ayna'ya kurban verilirdi. Bu hayli ilginç bir süreçti.
Seçilen bir kurban Tüttüren Ayna'nın yeryüzündeki varlığı olarak sunulurdu. Bu yüzden kurban edilecek kişi tören tarihinden bir yıl önce tanrı kılığına büründürülür, rahipler tarafından eğitilir, saygı gösterilir, kadınlar, yiyecekler, çiçekler, danslar ve çeşitli hediyelerle memnun edilirdi. Tanrının yeryüzündeki görüntüsü olarak şehirde gezinerek halkı selamlar, ot tüttürür, zaman zaman kopal reçinesinden tütsü yakar ve flüt çalardı. Bu şekilde bir yıl boyunca kral muamelesi görürdü.
Yıl içinde birkaç kez Aztek hükümdarı ile bir araya gelir ve bizzat hükümdar tarafından süslenirdi. Kurban edileceği aydan bir ay önce dört Aztek tanrıçasını simgeleyen dört bakire ile törensel olarak evlendirilir ve yaklaşık 20 gün kadar onlarla birlikte yaşardı. Aztek yöneticisi kurban töreninden dört gün önce sarayında inzivaya çekilir, tanrı rolünü üstlenmiş olan adam ve beraberindeki dört karısı şehirde geçit töreni yapardı. 5. gün öleceği gündü. Kanoya bindirilip Dart Evi denen tapınağa getirilir, eşleri tarafından yalnız bırakıldıktan sonra piramit basamaklarından yukarı çıkar, bu sırada her basamakta bir flüt kırardı. Tepeye çıktığında kendisini bekleyen rahipler tarafından kurban edilirdi.

"Şipe Totek" (Xipe Totec) Aztekler için bir başka önemli tanrıydı. Adı "Derisi Yüzülmüş Efendimiz" anlamına geldiğinden derisi yüzülmüş bir adam olarak tasvir ediliyordu. Yeniden doğumun, yaşam döngüsünün, tarımın, bitkilerin, toprağın, mevsimlerin ve Doğu'nun tanrısıydı.

Ona verilen kurbanlar en korkunç acıyı yaşayanlardı. "İnsanların Yüzülmesi" anlamına gelen ay boyunca (22 Şubat'tan 13 Mart'a kadar), Derisi Yüzülmüş Efendiye özellikle ibadet edilirdi. Kurban olarak seçilen kişi 40 gün boyunca tanrıyı temsil eder, tanrı gibi giyinir ve yaşardı. Fakat kurban edilme günü geldiğinde acımasız kaderiyle karşılaşır, diri diri derisi yüzülürdü. Kurbanın yüzülen derisi şehri dolaşıp hediyeler toplayan ve vatandaşları kutsayan başka biri tarafından giyilirdi. Daha sonra klasik Aztek uygulamasına geçilir, derisi yüzülen kurbanın kalbi alınır, vücudu parçalanır ve vücut parçaları paylaştırılırdı. Başka birçok kurban verilirdi. Rahipler kalplerini çıkardıkları kurbanların derisini yüzer ve "altın elbise" dedikleri sarıya boyanmış derileri giydirirlerdi. Bağlanmış haldeki diğer kurbanlar oklanarak öldürülür ve damlayan kanlarının bereketli bahar yağmurlarını sağlayacağına inanılırdı.

İnsan kurban etme Aztekler arasında farklı bir amaca daha hizmet ediyordu: Gözdağı vermek. Savaş esirlerinin kurban verilmesi ve kesik başlarının sergilenmesi imparatorluğun egemenliğinin ve gücünün simgesi, hatırlatıcısıydı. Zigguratlar çevresindeki kazılarda elde edilen bulgular üzerinde yapılan dna testleri de farklı topluluklara mensup yüzlerce kişinin kurban edildiğini göstermişti.

İlginç olan şudur ki yakalanan Aztek düşmanlarının birçoğu zaten Aztek inançlarının bir kısmına veya tamamına sahipti. Bundan dolayı kurban edilmelerindeki rollerinin önemini anlıyorlardı. Dahası ayinde kurban edilecek olan kişiye tanrılara iletmesi için isteklerde bulunulurdu. Bunlar genel olarak tanrıların çocuklarını kutsaması, izleyicileri selamlaması, gözetmesi gibi dileklerdi.

Kurbanlık esirlerin bir kısmı "Çiçek Savaşları" adı verilen törensel savaşlardan geliyordu. Törensel savaşa katılan Aztek savaşçılarının temel amacı mümkün olduğu kadar çok düşman savaşçısını canlı halde yakalamaktı. Böylece evlerine esirlerle dönen savaşçılar hem sosyal statü kazanıyor hem de tanrılarına sunacak kurbanlar edinmiş oluyorlardı. En cesur veya yakışıklı esirler çok daha değerli kurbanlıklardı.

İspanyolların çoğu zaman kurban törenleri sırasında kurban edilenlerin sayısını olduğundan çok daha fazla gösterdiğini belirtmek isterim. Örneğin İspanyollar, Azteklerin bir kurban dönemi boyunca 84.000 kadar savaş esirini kurban ettiğini belirtmişlerdi. Bu abartılı sayılar Aztekleri daha şeytani göstermek ve bölgeyi ele geçirmelerine geçerli mazeretler bulmak için kullanılmıştı. Ancak yine de Azteklerin uyguladığı şiddetin ve kana susamışlığın derecesi çoğunlukla doğrudur ve burada okuduğunuz şeyler yüzyıllar boyunca yaşanmış olan olaylardır. Bıçağın diğer tarafında kalmayı başarabilenler kurban olmaktan kurtulmuştur.

Yine de İspanyolların ve Hristiyanlığı yüceltmek isteyen Avrupalıların Aztekler hakkında kanıt olarak sundukları ve yazdıklarına yüzde yüz inanmamak minik bile olsa bir abartma payı olduğunu varsaymak akıllıca bir tercih olacaktır.

NOTLAR
1. Nextlahualli
2. Kuetzalkoatl. Adı Mayalar'da Kukulkan'dır.
3. Huitzilopochtli. Diğer anlamı "Sol Elli Sinek Kuşu"dur.
4. Tezcatlipoca. Diğer adı "Tüttürme Aynasının Efendisi".
5. Adı Cipactli'dir ve timsah anlamına gelir. Timsah, balık ve kurbağa karışımı bir yaratıktır. Her zaman açtır.
6. İsmi "Yeryüzünün Altındaki Yol", "Topraktan Olan", Uzun Mağara" gibi anlamlara gelir. "Veren", "Yeşil Olan" gibi anlamlara gelip farklı isimlere de sahipti.
7. Ollamaliztli / Ulama. Diğer adı: Tlachtli. Anlamları kabaca "Top Oyunu".
8. Toxcatl ayı
9. Tlacaxipehualiztli ayı

HIZIR & İLYAS VE HIDIRELLEZ

Hazırlayan: A.Kara

HIZIR & İLYAS VE HIDIRELLEZ

Hızır (ٱلْخَضِر‎) "Yeşil" demektir. Kur'an'da geçmese de rivayetlerde yer alan ve türlü toplumlarda görünen mitolojik bir karakterdir. Kehf suresinin 65 ve 82.ayetleri arasında Musa ile birlikte yolculuk eden kişinin Hızır olduğu söylense de Kur'an'da böyle bir açıklama yoktur.

Hızır'ın ölümsüzlük suyundan içtiği için ölüp yeniden dirilebildiği ve yeşil giydiği düşünüldüğünde doğayı simgelediği açıktır. Hızır Ata'da denen bu karakterin havada dolaştığına, su üzerinde yürüdüğüne, kılıktan kılığa girebildiğine, doğadaki canlıları yönetebildiğine dair inanışlar vardır. 

Taberi Hızır ile İlyas'ın eşit olduğunu ve her yıl gerçekleşen mevsim kutlamalarında buluştuklarını, hatta Hızır'ın Pers, İlyas'ın Yahudi olduğunu söyler. [1]

İşte İlyas ve Hızır'ın buluştuğu gün Hıdırellez olarak bilinir. Hıdırellez Miladi takvime göre 6 Mayıs, Jülyen takvimine göre 23 Nisan'da kutlanır ve birçok antik toplumda olduğu gibi yılın ikiye bölündüğü görülür. 5 Mayıs gecesi artık kışın bittiği ve sıcaklıklarla birlikte bolluk ve bereketin artacağına inanılırdı. Bu yüzden 6 Mayıs ile 7 Kasım arası Hızır, yani yaz günleri iken 8 Kasım ile 5 Mayıs arası Kasım, yani kış günleridir. [2]

Hızır ve İlyas'ın buluşmaları anlatımı 2.Krallar, 2.Bab'da İlya'nın bir dulun içecek ve yiyeceklerini 3 yıl boyunca tükenmez kılması ve ölen oğlunu diriltmesi anlatımında da görülür. Bu anlatıda göğe yükselirken İlya'nın düşen cüppesini Elişa alır.
Elişa bu cüppe sayesinde kısırlığa neden olan bir su kaynağını iyileştirir, dulun yağının çoğalmasını sağlar. Şunemli bir kadının ölü oğlunu diriltir, misafirlerin tümünü elindeki somunu çoğaltarak doyurur.
İşte bu cüppe anlatıları da İslam kaynaklarındaki Hızır'ın cüppesi ile örtüşür. 

İslam'ın İran''da yayıldığı süre boyunca Hızır'ın yerini birçok figürün aldığı görülür. Bunlardan biri Anahita adlı kadın figürdür. Yezd şehrindeki en popüler tapınak Anahita'ya adanmıştır. Zerdüştler arasında, Yezd'e giden Zerdüşt hacılar için altı pirin en önemlisi "Yeşil Tapınak"tır. İsmi bu tapınağın etrafında büyüyen yeşil bitkilerden gelmektedir. [3] Burası hala ziyaret edilen ve İran'da yaşayan günümüz Zerdüştleri için en kutsal yerlerden olan bir tapınaktır. [4]

Her yıl 14–18 Haziran tarihleri ​​arasında İran, Hindistan ve diğer ülkelerden binlerce Zerdüşt bu tapınağa adanmış ve kutsal baharı içerdiğine inandıkları mağaraya ibadet etmek için Yezd'e hac yolculuğu yapıyor. İbadet edenler dölleyici yağmur ve doğanın yeşillenmesi, canlanması için dua ederler.

Hindistan'ın belirli bölgelerinde Hızır, kuyu ve akarsuların nehir ruhu olan Hızır Hoca olarak da bilinir. Büyük İskender'in maceralarının yazıldığı Sikandar-nama'da Hızır'dan ölümsüzlük kuyusuna başkanlık eden ve hem Hindular hem de Müslümanlar tarafından saygı gören aziz olarak bahsedilir. [5]

Bazı Aleviler Hızır bayramından (Hıdırellez) önceki gün kavrulmuş buğdaydan un yaparlar. Hızır'ın izlerini görebilmek için bunu mutfakta bir yerde saklarlar. Ertesi gün un üzerinde bazı işaretler görürlerse Hızır oraya bolluk ve bereket getirmek için geldiğini düşünürler. Daha sonra Kömbe veya Gömbe denilen bir çeşit kek pişirirler. [6][7]
Bu gelenek muhtemelen Osiris, Adonis, Dionysos, Melkart ve Mitra gibi ölmekte olan Antik Yakın Doğu tanrılarının mitoloji ve ritüellerinden doğmuştur. Tahılın una dönüştürülürken izlediği süreç ise tanrının yakılmasını, yani ölümünü simgelemektedir. [8]

YULE KIŞ GÜNDÖNÜMÜ ŞENLİKLERİ, CERMEN İNANIŞLARI ve NOEL

Hazırlayan: A.Kara

YULE KIŞ GÜNDÖNÜMÜ ŞENLİKLERİ

Yule kış gündönümünün kutlandığı bir Cermen bayramıdır. Kavimler Göçü ile Cermenler Avrupa'ya göç ederek yayılmışlardır. İskandinav halkları olan Danlar, Norveçliler, İzlandalı ve İsveçliler ayrıca Hollandalılar, Flamanlar, Almanlar, İngilizler, Avusturyalılar ve İsviçrelilerin bir kısmı (Almanca konuşanlar) Cermen halklarıdır.

Pagan kış festivali yılın en karanlık zamanında ya da yeni yılın başlangıcı sayılan bir dönemde kutlanırdı. Yaklaşık olarak 21 Aralığa denk gelen kış gündönümü, güneş ışınlarının oğlak dönencesine dik geldiği, Güney yarımkürede en uzun gündüz iken Kuzey yarımkürede en uzun gecenin yaşandığı ve akabinde gündüzlerin uzamaya başlayacağı gündür.
Cermen pagan halkları baharı müjdeleyen ve karanlık kışın bitişini bildiren uzun geceyi önemli gördüklerinden bunu Yul ya da Jul adını verdikleri bir kış festivaline dönüştürmüşlerdir. Gündüzlerin uzayacak olması ve kışın gidişi yeni bir dönemin başlangıcını, gelmekte olan bolluk ve bereketi, tabiatın canlanmasını simgeliyordu. İnsanlar yeni dönemin şans, barış getirmesini [Flateyar destanı, i. 318, 8] ve iyi bir hasat edebilmeyi diliyorlardı. [Heimskringla, p.3]

6. yüzyılın en önemli tarihçilerinden Bizanslı Prokopius İskandinavların "Thule (Yule)" adlı ziyafetini, yokluğunun ardından güneşin geri dönüşünü nasıl coşkuyla kutladıklarını anlatır.

Kimi araştırmacılar Yule festivalinin kökenlerinin Vahşi Av inancına, tanrı Odin'e ve pagan Anglo-Sakson'ların Mödranit inancına (Mōdraniht'e) dayandığını söyler.

Vahşi Av inancı başta İskandinav, Çerkes, Hint, Japon, Kızılderili ve Kelt mitolojileri olmak üzere Kuzey yarımküre'deki pek çok kültürde görülen bir inanıştır. Bu inanışa göre Vahşi Av başladığında koruyucu ruhlar ortaya çıkar ve hayalet atlılar, İskandinavlara göre Asgard'lılar gökyüzünde koşturmaya başlar. Bu ava her kültürde farklı bir tanrıçanın, dişi ruhun eşlik ettiği görülür. Örneğin İskandinavlarda bu Freya, Morrigan veya Odin'in karısı Frigg'dir.  Bu dişi ruhlara da onların eşleri olan erkek karakterler eşlik eder.

"Annelerin gecesi" yada "Anne'nin gecesi" denen Mödranit ise Anglosakson paganların yeni yıl şenlikleri arifesinde yaptıkları uygulamaları içerir. Bu durum ilk Anglosakson tarihçisi Bede tarafından da kaleme alınmıştır [14] ve Annelerin gecesi adlı bu ayinde insan kurban edildiğinden bahsedilir.

Bede'nin kitabında şöyle yazar:
...Rab'bin doğumunu kutladığımız 25 Aralık'ta başladı. Bizim kutsal kabul ettiğimiz o geceye, bütün gece yaptıkları törenler nedeniyle Mödranit, yani "Annenin Gecesi" derlerdi. [1][2]

Yani tüm bunlara bakıldığında her halükarda kutlanan şeyin bolluk ve bereketin geleceği inancı olduğu, kutsal annenin veya kutsal karı-kocanın birleşerek verimi getirip kışı ve uzun geceleri sonlandıracağı inancı olduğu açıktır.

Paganların Yule diye kutladıkları bu gün ve güne dair uygulamaların bir çoğu Hristiyan dünyası tarafından yeniden formüle edilerek Noel'e dönüştürülmüştür. Yani Noel aslında pagan kökenli bir gündür [3] Örneğin Yule şenliklerinde Yule kütüğü, Yule keçisi, Yule domuzu, Yule şarkıları gibi pagan gelenekleri vardır.

Yule kütüğü, gündönümü şenliklerinde, şenlik ateşi için yakılan kütüğe verilen isimdir. 12. gece olan 6 Ocağa kadar her akşam ağaçtan bir parça yakılır. Bu yakılan kütüklerden kalanlar daha sonra şans getirmesi ve ev halkını ateşten koruması için yatak altılarına yerleştirilir. Yule kütüğüne dair birçok inanış vardır. Yanan ağaçtan çıkan kıvılcımları sayarak yeni yılda sahip olacakları servetleri görmeye çalışmak bunlardan biridir. [4]

Kış gündönümü geleneklerinde yer alan Yule kütüğü yakmanın "ilahi ışığı" sembolize eden simgelerden biri olduğunu belirtenler de vardır. Buna benzer şekilde Yule kandilleri vardır ve Hristiyanlığa Noel mumları olarak geçmiştir. [4]

Cermenlerin kütük yakmalarının ve dev mumları her bir yana yerleştirip etrafı aydınlatmalarının temel nedenlerinden biri de etrafı aydınlatarak geceyi gündüze çevirmekti. Kütük yakmak muhtemelen gelmekte olan Güneş'i, onun ısısını ve uzayacak gündüzleri simgeliyordu. [5]

Yule keçisi de kış gündönümü kutlamalarındaki geleneklerden biridir. Genel olarak samandan yapılmış keçi figürleri ağaçlara, kayalara ve evlere asılırdı. [6] Eski Noel kartlarında Noel babanın tıpkı Yule geleneğinde olduğu gibi bir keçiye bindiği, veya keçiyi beslediği çizimler görülürdü. Daha sonra zamanla keçinin yerini geyikler aldı. Bunun da muhtemel nedeni keçinin Hristiyanlıkta günah ve kötülüğün simgesi olarak görülüyor olmasıydı.

Keçi, güneşin bereketinin ve hasat tanrısının onurlandırıldığı eski proto-Slav inançları ile de ilişkilidir. Onlarda Yule şenliğinin adı Koliada'dır. Bu festivalde Dazbog olarak da bilinen Devac adlı tanrı beyaz keçi ile temsil edilirdi. [8] Bu yüzden Koliada festivallerinde her zaman keçi gibi giyinmiş bir kişi bulunur, adak ve hediyeler talep ederdi. [9]

Yule keçisine dair popüler bir teoriye göre bu festivalde keçinin önemli rol oynamasının nedeni gökyüzünde arabası ile dolaşan tanrı Thor'un arabasını çeken Tanngrisnir ve Tanngnjóstr adlı iki keçidir. Hasatta toplanan son tahıl demetinin hasadın ruhu olarak büyülü özelliklere sahip olduğuna inanıldığından Yule kutlamaları ve keçisi için saklanırdı. [7]

İsveç geleneğinde mısır demetine de Yule keçisi denirdi. Eski İsveç'te insanlar Yule keçisini kış gündönümü kutlamalarından bir süre önce ortaya çıkıp kutlama hazırlıklarının doğru yapılıp yapılmadığını kontrol eden, görünmez bir ruh olarak görüyorlardı. [7] Hasırdan veya yontulmuş ağaçtan yapılmış nesneler Yule keçisi olarak adlandırılırdı. Eski İskandinav toplumunda yaygın bir Noel şakası vardı. Bu şakada komşusu fark etmeden onun evine Yule keçisi gizlenirdi. Şakalanan aile de aynı şakayı bir başkasına yaparak ondan kurtulmak zorundaydı.

19. yüzyılda Yule keçisinin tüm İskandinavya'daki rolü değişti. Ailedeki erkeklerden birinin Yule keçisi gibi giyinerek Noel hediyeleri dağıtan kişi olmasına doğru kaydı. [6]

Noel domuzu da özünde Yule domuzundan gelir. Kuzey Avrupa'da kış gündönümünde yenen bir yemektir. [10] Bu gelenek de Cermenlerin pagan ayinlerinden evrimleşmiştir. Yağmur, güneş ışığı, doğurganlık ve büyüme bahşeden, bereket ve barış için başvurulacak [Gylfaginning, bölüm 27.] tanrı olan Freyr için domuz kesiyor, ondan bir sunu olarak "Julgalti" adını verdikleri, ağzında elma olan pişmiş domuz yemeği yapıyorlardı. Domuz büyük ihtimalle toprağın döllenmesi ile bağlantılıydı. [Encyclopaedia Of Religion And Ethics, vol. 3, p. 609.]

Hasat şenliklerinde İskandinavların tanrı Freyr'e sunup kurban ettikleri yaban domuzu zamanla Noel'deki domuz yemeğine dönüşmüştür. [11][12][13] Bu geleneğin Hıristiyanlar tarafından benimsenmesine hız kazandıran olay ise Aziz Stefen Günü'dür.

Zaman içinde Julgalt adlı domuz sunusu kimi Cermen halklarında değişim geçirmiştir. Örneğin Danlar julgalt dedikleri bir hamurişi pişiriyor, kırıntılarını tohumlarla birlikte toprağa gömüyorlardı. Danların inanışına göre ölen çiftçinin hayaleti dedikleri "Julnisse" adlı varlık Yul gecesinde yulaf lapası ile beslenmezse hasadı bozacak ve sığırlara zarar verecektir. Bu yüzden ruhlar için sunu sofrası hazırlamak önemlidir. Bu geleğin yansıması olarak Danimarka'daki bir Noel ilahisinde meleklerin evde nezaketle karşılanması durumunda tarlada ekili durumdaki tohumlar ve gecelek tahıl ürünleri açısından verimli bir yıl geçirileceği söylenir.

Her ne kadar bu uygulamalar temelde verim ile ilgili olsa da söz konusu kış olunca Cermen Yul geleneklerinde farklı, karanlık bir yön belirir. İnanışa göre Yul, yılın en karanlık dönemi ve takvimin sonu olduğundan canlılar özellikle hava iblisleri tarafından tehdit edilirler. Tanrı Odin veya Frigga'nın,  Asgard tanrılarının ve ruhları avlayan Valkürlerin sesleri kuşların geçisinde, fırtınaların sesinde duyulurlar. Tanrı Odin'in kendisi bile "Yule'nin Efendisi" sıfatıyla anılır. Gündönümü kutlamalarının yapıldığı bu gecelerde yeraltı dünyasından çıkan canavarların ve kötü ruhların ortalıkta dolaşarak insanları yaraladığına, korkuttuğuna inanılır.

Kötü ruhların ortalıkta dolaşmasına ilişkin söylemler evin eski sakinlerinin hayaletlerinin eve musallat olacağı gibi bir dizi inancın ortaya çıkmasına neden olmuş; sonraları "mundus patet (Antik Roma'nın Cadılar Bayramı)" ismiyle Roma Katolik Kilisesi'ne bile geçmişti. "Tüm Ruhlar Günü" Kilise tarafından bu ölüler kültü için seçilen gündü. Fakat zamanla Roma Kilisesi tarafından devralınan bu inanış da değişmiş, daha iyimser hal almıştı. Artık kış festivali gecelerinde insanları tehdit eden kötü varlıklar yoktu; dost canlısı konukların iyi şekilde karşılanması yönünde evrilmişti. İnsanlar evi ve ahırları temizlemeli, keseceklerini kesmeli, mayalamayı, fırınlama ve yemek pişirmeyi, yıkama ve giyinmeyi, mumları yakmayı ve akşam yemeği servisi gibi tüm hazırlıklarını kiliseye gidecekleri Noel arifesine kadar tamamlamalıydılar. Bunların tek ve temel bir amacı vardı: Ev terk edildiğinde ölüler ziyarete gelecek, her şeyin yolunda olup olmadığını görmek için evde dolaşıp inceleyecek, hazırlanan sofradan yiyeceklerini alacak ve yemeklerin sadece önemsiz kısmını yiyip içeceklerdi.

Bu doğrultuda Kuzey İsveç'te köylüler gelecek varlık ötesi ziyaretçileri için özel bir sofra hazırlıyorlardı. Yeni yılın verimli olması ölülerin iyi karşılanmasına bağlıydı. Söz konusu inançları ve inanmanın insan zihnini nasıl etkileyebileceğini kanıtlar şekilde Almanya ve İskandinavya'da evde ya da ayinlerinin yapıldığı kilisenin önünde ölü gördüğünü söyleyen insanlar olmuştu. Söz konusu ziyaretçi ölüler kimi Cermen Hristiyan ilahilerinde bazen meleklere dönüştürülmüş ya da zaman zaman özellikleri meleklere atfedilmiştir.

İngiliz Noel gelenekleri bu animistik inançlardan ve Eski Roma'nın Saturnalia geleneklerinden etkilenmiştir, neşeli bir hava hakimdir. Noel arifesinde olağan ibadetler bittikten sonra büyük mumlar yakmak ve ocağın üzerine devasa bir Yul kütüğü atmak gelenekti. Zenginlerin evlerinde eğlenceleri denetlemesi için "Kötü Yönetimin Efendisi" adlı bir memur atanırdı. İskoçya'da "Akılsızlık Başrahibi" unvanı taşıyan benzer bir görevli vardı fakat 1555 yılında Parlamento tarafından kaldırılmıştı. Kötü Yönetimin Efendisinin saltanatı 2 Şubat'a yani İsa'nın Mabede Takdimi Bayramı'na [Luka 2:22-40.] kadar devam ederdi. Yani eğlencelinin hüküm sürdüğü bir ortam vardı. En sevilen eğlenceler arasında sihirbazlık, müzik, dans, su dolup kaptan ağızla fındık eya elma alma, başını birinin dizine yaslayıp sırtına kimin vurduğunu tahmin etme, körebe gibi oyunlar yer alırdı. Bu dönemde kahvaltı ve akşam yemeği için tercih edilen yemekler ağzında bir elma veya portakal olan pişmiş domuz kafası, erikli muhallebi ve kıymalı börekti. Evler ve kapılar yaprak dökmeyen bitkilerle, özellikle ökseotuyla süslenirdi. [Encyclopaedia Of Religion And Ethics, vol. 3, p. 609.]  

KALABALIKLARIN BİLGELİĞİ

Yazan: Kirpi

KALABALIKLARIN BİLGELİĞİ

Benim mensubu olduğum toplumda şöyle bir laf vardır: "bir kafa akıllıdır, iki-üç kafa ondan daha akıllıdır". Bu atasözü günümüz bazı teorisyenlerin ortaya attığı kalabalıkların bilgeliği tezinin basitleştirilmiş hali. Dürüst olmak gerekirse bu tezin çok doğru olduğunu düşünüyorum fakat günümüz dünyasında yaşayan toplumların bu tezi uygulayabilecek düzeyde olduğunu düşünmüyorum. Peki nedir kalabalıkların bilgeliği tezi?

Bu tez 2004 yılında James Surowiecki tarafından kaleme alınan “The Wisdom of Crowds” adlı kitaptan sonra popüler hale gelmiştir. James kitabında argümanını açıklamak için çok sayıda vaka çalışması ve anekdot sunuyor. Kitap geleneksel kitle psikolojisi yerine bağımsız olarak karar veren bireylerle ilgilidir. Ekonomi ve psikolojiyle ilgilenen arkadaşların okumasını tavsiye ederim. Fakat kitapta istatistiklerle ilgili çok az açık tartışma var.

Surowiecki bilge bir kalabalık oluşturmak için gereken beş unsuru şöyle açıklıyor:
1) Görüş çeşitliliği
2) Bağımsızlık
3) Merkeziyetsizleşdirme (toplum liderlerinin toplum adına karar vermesini önlemek)
4) Bilgi toplama
5) Güven

Felsefe ve uluslararası ilişkiler konusunda doktora uzmanlığı olan Henry Oinas-Kukkonen, Surowiecki'nin kitabına dayanarak bilge bir kalabalık oluşturulabilmesi için şu 3 esasın yapılmasının gerekli olduğunu savunuyor: Çeşitlilik, bağımsızlık ve adem-i merkeziyetçilik. [Adem-i merkeziyetçilik, devlet merkezinin gücünü azaltarak yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını savunan siyasi görüştür.]

Bu yazımda kalabalıkların bilgeliği teorisinin toplumun ve onu oluşturan bireylerin inançları üzerindeki etkisine de azda olsa değineceğim.

Teoriye göre, herhangi bir konuda farklı grupların toplu değerlendirmeleri bu konuda uzman olan kişilerin bireysel değerlendirmelerinden daha doğru olabilir. Konuyu daha iyi anlayabilmeniz için TRT Belgesel'in yaptığı bir deneye bakalım. Deneyde bir kavanozun içerisine 3.464 adet bon bon şekeri koyuyorlar ve sokağa çıkarak 120 kişiden kavanozdaki şekerlerin miktarı konusunda tahmin yapmalarını istiyorlar. Bu 120 kişinin yaptıkları tahminleri toplayarak 414.960 sayısına ulaşıyorlar. Sonra bu rakamı soruyu yanıtlayan kişi sayısına böldüklerinde (414960:120=3458) 3.458 rakamı ortaya çıkıyor. Bu rakam kavanozdaki şekerlerin miktarından sadece 6 adet şekerin eksik tahmin edildiğini gösteriyor. Deney bizlere toplumun herhangi bir konuda gerçeğe en yakın kararı verebileceğini gösteriyor.

Ben devlet yönetiminde de toplumun daha isabetli kararlar verebileceğine inanan birisiyim fakat bunun sadece eğitim konusunda başarı sağlayan devletlerde işe yarayacağı kanısındayım. Bir toplumun eğitimi kötüyse o toplum kendisi için doğru kararlar veremez.

Peki kalabalığın bilgeliği nasıl sağlanır? Bunun bir kaç yolu vardır. Onlardan bazılarına hep birlikte bakalım.

1) Bir kalabalığın bilgeliğini sağlamanın en kolay yolu o kalabalığın mümkün olduğu kadar birbirinden farklı düşünen bağımsız bireylerden oluşmasını sağlamaktır.

Günümüzde ezberler üzerine kurulan eğitim sistemlerinde bu ne kadar başarılı olur açıkçası düşünmek gerek. Sınavdan iyi not alabilmek için sadece kitapta yazılanları ezberleyen öğrenciler yetiştiren okullar olduğu sürece bu bilgeliğin sağlanacağını düşünmek için çok saf olmamız gerek.

2) Bireyler mümkün olduğunca farklı geçmişlere ve inançlara sahip olmalı ve görüşlerini şahsi kanaatlerine dayandırmalıdır.

Bir toplumda çoğunluğun inancına aykırı fikirler söyleyerek çoğunluğu eleştiren kişiler ölüm korkusuyla yüzlerini kapatarak saklanmak zorunda kalıyorsa o toplumda bilgelikten söz edemeyiz. Fakat üzücü olan şu ki bu gün azınlık olan inançlara sahip kişiler her ne kadar ifade özgürlüğü diye bağırsalarda yarın iktidara geldiklerinde kendisine yapılan baskıyı başkalarına yapmaya kalkışıyorlar. Komik olsa da bu böyle. Aslında buna anlayışla yaklaşmamız gerek zira mevcut otoriteyi korumak için bazen baskıcı eylemler yapmak zorunda kalabiliyoruz. Fakat bu baskı sözlü tartışmalardan çıkarak fiili şiddete dönüşüyorsa o zaman mevcut ana fikrin doğru yahut yanlış olmasının bir önemi kalmıyor.

3) Her bir üyenin görüşü etrafındaki insanlardan bağımsız olmalı ve hiç kimse tarafından manipüle edilmemelidir.

Aslında bu konunun Türkiye'de nasıl işlediğini az çok hepimiz biliyoruz. Okullarda dünya dinlerini öğretiyoruz diye derslik yazanlar kitabın ilk sayfasını besmeleyle başlatıyorsa o zaman konuyla ilgili fazla konuşmaya gerek yok. İnsanları inancından ve fikirlerinden dolayı otelde yakarak öldürenlere "insanları manipüle etmeyin kardeşim" diyemeyiz çünkü anlayacak değiller.

4) Her birey grubun adil olduğuna ve kalabalığın kararını ifade eden mekanizmanın hakkaniyetine güvenmelidir.

Böyle bir güven var mı sizde? İnsanların kendi çıkarları için her türlü yola başvurduğu bir toplumda hakkaniyet aramamız mantıklı olur mu? Bence olmaz ama yine de böyle toplumların oluşması için bilgili bireyler yetiştirme azmimizden vazgeçemeyiz. Eğer vazgeçersek toplum olarak adil ve eşit yaşam haklarına sahip olmamız imkansızlaşır.

Dinlerin geneline baktığımızda karar veren tek varlık Tanrı (Allah) olarak anlatılır. Bu nedenle inançlı insanlar her konuda kutsal kitaplarının en iyi kararı vereceğini savunurlar. Oysa binlerce sene önce yazılan kitapların günümüz dünyasında yaşayan toplumlar için doğru kararlar verebilmesi imkansıza yakın. Toplumun genel konularda karar verme yetkisini tek bir şahısta toplamasına “lider” gibi süslü isimler takılabiliyor. Fakat bunun ne kadar yanlış olduğunu ve bazı dönemlerde sonuçlarının ne kadar vahim olabildiğini yakın tarihten biliyoruz.
Ben toplumların liderler tarafından yönetilmesine her ne kadar karşı olsam da bilgisiz bireylerden oluşan baskıcı toplumların karar almasına da bir o kadar karşıyım. Bu nedenle toplumun karar veren kısmının, başka isimle anlatmak gerekirse oy kullanan kısmının belli bir kritere sahip olması gerek. Yani toplumda oy kullanma yetkisini yalnızca IQ (intelligence quotient) testi uygulanmış ve belli bir seviyenin üzerindeki kişilere verilmesi gerekir. Demokrasi açısından bu pek iyi gözükmese de toplumun çıkarları için en iyi yol budur. Çünkü toplumun düşünebilen, akıllı kısmının vereceği kararlar toplumun tamamını iyi yönden etkileyecektir. Toplum liderleri de toplumun zeka düzeyi yüksek bireyleriyle muhatap olacağını bildiği için kendini ona göre hazırlar. Böylece vatandaş bir sorununu dile getirdiğinde toplumun lideri vatandaşı çeşitli sözlerle yaftalamak yerine bahsedilen sorunu çözmek için çalışmak, uğraşmak zorunda kalır.
Dolayısıyla kalabalığın bilgeliği tezi çoğunun zannettiği gibi toplumun tamamının değil, yalnızca belli kriterlerin üzerinde olan bireylerin belli konularda belli kararların verilmesinde uzmanlardan daha etkili olduğunu savunur. Fakat öncelikle o bilge kalabalığı oluşturmamız gerek. Bunu hangi toplum ne oranda başarabilir onu zamanla göreceğiz. Ancak bizim bu yönde kat etmemiz daha çok yol var. Bu yoldaki ilk önceliğimizin ne olması gerektiğini geçmişteki bir dahi zaten bizlere söylemiş:

"Ben, manevî miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar." Mustafa Kemal Atatürk [1]

ESKİ MEDENİYETLERDE BÜYÜ VE BÜYÜCÜLÜK |1

BÜYÜ İNANIŞI, TÜRLERİ ve
ANTİK TOPLUMLARDA BÜYÜ |1

Büyü, doğal veya doğaüstü varlıkları, güçleri kontrol veya manipüle ettiği söylenen inançların, ayinlerin veya eylemlerin uygulanmasıdır. 
Büyüyle uğraşan kişilere ya büyücü ya da cadı denmiştir. Tarih boyunca zaman zaman büyü ve büyücülüğe dair çağrışımlar olumludan olumsuza değişse de, sihir günümüzde birçok kültürde önemli bir dini role sahiptir ve bazılarınca tıbbi çare arayışında bile büyüye başvurulmaktadır". [1][2][3][4]

Batı kültüründe sihir, ötekiler yani yabancılar  ve ilkellikle ilişkilendirilmiş ve bunun "kültürel farklılığın güçlü bir göstergesi" olduğu düşünülmüştür. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Batılı entelektüeller sihri ilkel bir zihniyetin işareti olarak görerek onu marjinal olmaya çalışan insan gruplarına atfettiler. [5][6][7][8]

Modern okültizm ve Neopagan dinlerinde büyü yaptığını iddia eden pek çok sihirbaz ve cadı düzenli olarak sihir yapmış [10] ve sihri kişinin iradesinin gücüyle fiziksel dünyada değişim yaratma tekniği olarak tanımlamıştır. Bu tanım etkili bir İngiliz okültist olan Aleister Crowley (1875-1947) tarafından popüler hale getirilmişti ve o andan itibaren Vika, LaVeyan Satanizmi ve Kaos büyüsü uygulayıcıları onun bu görüşünü benimsemişti.

Dünyadaki büyü inanışlarına bakıldığında 3 büyü türü önümüze çıkar: Kara, Ak ve Gri Büyü.
Kara büyü bencil, zararlı veya kötü amaçlar için, Ak büyü büyünün daha çok başkasına yardım amacıyla, iyi niyetle kullanılması olarak anlaşılmıştır. [11][4]
Sol elin geçmişten bu yana şeytanla, kötülükle, sapkınlıkla ilişkilendirildiğini biliyoruz. İşte büyü de de sol el kara büyünün, sağ el ise iyiliksever ak büyünün alanıdır.
Phil Hine şöyle der: "Okültizmin diğer birçok yönü gibi, 'kara büyü' olarak adlandırılan şey, büyük ölçüde tanımlamayı kimin yaptığına bağlıdır." [12] Aslında bu sözü çok doğrudur çünkü kara büyü yapan biri de bunu kendinin yada bir başkasının iyiliği için yaptığını düşünüp aslında yaptığının kötü bir büyü olmadığını düşünebilir.
Nötr büyü olarak da adlandırılan gri büyü ne özellikle yararlı nedenlerle ne de tamamen düşmanca uygulamalara odaklanmayan bir sihirdir. [13][14]

Tarihçiler ve antropologlar yüksek sihirle uğraşan uygulayıcılar ile düşük büyüyle uğraşanlar arasında ayrım yapmışlardır. Çünkü yüksek sihir, uzun ve ayrıntılı törenler ile sofistike ve bazen pahalı gereçler içeren daha karmaşık bir büyü türü olarak görülür. Düşük büyü ise köylülerle [16] ve daha kısa süren, sihirli olduğuna inanılan sözlerin söylendiği basit ayinlerle ilişkilendirilmiştir. [15]

Mezopotamya'da kötülüğe karşı koymak ve şifa bulmak amacıyla büyüye farklı biçimlerde başvurulmuştur. Mezopotamya'daki savunma amaçlı yapılan meşru büyüye Akad dilinde Aşiputu, Sümer'de ise Maşmaşutu denirdi. Bunlar belirli gerçeklikleri değiştirmeyi amaçlayan büyü ve ayinlerdi.
Eski Mezopotamyalılar sihrin iblislere, hayaletler ve kötü büyücülere karşı geçerli tek savunma aracı olduğuna inanıyorlardı. [17] Onlara zulmettiğine inandıkları ruhlara karşı kendilerini savunmak için bu kötü güçleri durdurması umuduyla kişinin mezarına kispu denilen sunular bırakılırdı. [18] Eğer verdikleri sunu bir işe yaramazsa bazen ölen kişinin bir heykelciğini yapıp onu toprağa gömer ve tanrılardan kötü ruhu yok etmelerini ya da kişiye musallat olmayı bırakmaya zorlamalarını talep ederlerdi. [19]

Sümer dininde büyü, muska, nazar, lanet gibi ögeler ön plandaydı. İnsanların korktuğu tanrıları ve onların lanetleri karşısında tanrıları sakinleştirmeyi, memnun etmeyi, insan üstü varlıklarla iletişime geçerek kehanet, sihir, büyü, şifa, fal, yazgı gibi konulara hakim olmaları nedeni ile rahiplere büyük saygı duyulurdu.
Kendilerini lanetleyebilecek kötü büyücülerden korunmak için sihre başvuruyorlardı. Antik Mezopotamya'da kara büyüye karşı kendini savunmak için karşıdaki kişi ile aynı tekniklerin kullanıldığı görülür. Fakat lanetlemeye yönelik kara büyüler gizlice uygulanıyorken kendini başka bir büyü yada büyücüye karşı savunma amacıyla yapılan büyüler açıkta, izleyici önünde yürütülüyordu.
İnanışlarında büyücüyü cezalandırmak için yapılan Maklû yada "Yakma" olarak bilinen dini törene başvurulurdu.
Bu uygulamada büyücülükten muzdarip olan kişi, büyücünün bir heykelciğini yapar ve geceleri onu yargılamaya başlar. Daha sonra eğer büyücünün suçlarının niteliği belirlenebilirse büyücünün heykelciği yakılır ve böylece büyücünün gücününün kırılacağına inanılırdı. [20]

Sümerlerde ise "bağı" adı verilen kara büyünün kasten yapılması büyük bir kötülük olarak görülür ve büyüye maruz kaldığını iddia eden kişi kendine yapılan büyüyü yalnızca rahiplerin kehanetleri ile öğrenebilirdi. Eğer kara büyü tespit edilirse bunu yok etmek için ak büyüye başvurulur, kara büyüyü bozma girişiminde kötü güçlere maruz kalmamak için evin belli noktalarına büyülü metinlerin yazılı olduğu tabletler konurdu. [46]

Mezopotamyalılar kendilerini bilmeden işlenen günahlardan arındırmak için de büyülü ayinler yapardı. [20] "Maklu" adını verdikleri dini törende büyücü, kişiyi tüm günahlarından arındırmak için onları bir hurma şeridi, soğan ve bir tutam yün gibi çeşitli nesnelere aktararak yakardı. [21] İnanışa göre böylece bilmeden işlemiş olabileceği tüm günahlardan arınacaklardı. Bu, Yahudilerin Yom-Kippur adlı kefaret gününde başları üzerinde tavuk çevirerek günahlarını ona aktardıklarına inandıkları Kaparot ayinine oldukça benzemektedir. Eski Mezopotamya toplumlarının din ve uygulamaları daha sonraları onları putperest olarak yaftalayan İbrahimi dinlerde farklı isim ve uygulamalar altında yaşamaya devam etmiştir.

Şurpu adı verilen yalatma yöntemi ile büyü bozmaya başvurulur, hastalıkları ortadan kaldırması için tanrılara kurban verilen ayinler düzenlenirdi. [36] Yani kurban, adak gibi uygulamalar ve kendisi için kan akıtılmasını isteyen ilahlar düşüncesi Sümer dininin ayrılmaz parçalarındandı.

Başvurdukları şeylerden biri de aşk büyüsüydü. Bu tür büyülerle bir kişinin başka bir kişiye aşık olması, bitmiş olan sevgiyi yeniden kazanması veya erkeğin ereksiyon problemine çözüm getirmesi hedeflenirdi. [22] Bir adamı koruyucu tanrısı ile veya bir kadını onu ihmal eden kocası ile uzlaştırmak için de büyüye başvurulurdu. [23]

Sümer rahibelerinin doğum yapan kadınları kötü varlıklardan koruduğuna inanılır ve bu rahibe sınıfı aynı zamanda büyücü olarak kabul edilirdi. 

Mezopotamya'dan rasyonel bilim ile büyü arasında hiçbir ayrım yoktu. [24] Biri hastalandığında doktorlar hem okunacak sihirli sözlere hem de tıbbi tedaviye başvururdu. Çoğu ayin, büyülü sanatlarda uzman olan, Aşipu (āšipu) adı verilen kişiler tarafından gerçekleştirilirdi. [30][31][32] Bu meslek genellikle nesilden nesile [25] aktarılır ve son derece yüksek saygı görürdü. Bu yüzden genellikle krallara ve büyük liderlere danışman olarak hizmet ederlerdi. Fakat Aşipular sadece birer sihirbaz değil aynı zamanda doktor, rahip, yazıcı ve bilgin olarak da hizmet ederdi. [26]

Tanrı Ea ile bağdaştırılan Sümer tanrısı Enki bile sihir ve büyülü sözlerle yakından ilişkiliydi. [27] Büyü uygulayıcısı olan Aşipu'ların koruyucu tanrısıydı ve tüm gizli bilginin nihai kaynağı olarak kabul edilirdi. [28][33][34] Mezopotamyalılar ayrıca talep edildiğinde bazı alamet ve kehanetlere ulaşabileceklerine inanıyor ve alametleri daima son derece ciddiyetle alıyorlardı. [29]

Mezopotamya'da kötülüğün nedenleri ve bunun nasıl önleneceği konusunda "büyü kasesi" veya "sihirli kase" adı verilen koruyucu yöntemlere başvurulduğu görülür. 6-8. yüzyıllar arasında oldukça popüler olan bu kaseler Orta Doğu'da, özellikle Yukarı Mezopotamya ve Suriye'de üretilirdi. [35] Yüzüstü gömülen bu kaselerle iblisleri yakalamak hedeflenirdi. Bunlar genellikle eşiğin altına, avlulara, yeni ölenlerin evlerinin köşelerine ve mezarlıklara yerleştirilirdi. [37] Büyü kaselerinin bir alt kategorisi, Yahudi ve Hristiyanların büyüde kullandıklarıdır. Aramice dilindeki büyülü kaseler Yahudilerin büyü uygulamaları hakkında önemli bir bilgi kaynağıdır. [38][39][40][41][42]

Hititlerde de büyü ayinleri oldukça yaygındı. Büyü içeren törenleri sadece tapınak ve kutsal alanlardaki ibadetlerle sınırlı değildi. Hitit metinleri şifa ve korunma amaçlı birçok büyü hakkında bilgiler verir. [51] Hititler de Tıpkı Sümer'de olduğu gibi kötü cinleri, hastalıkları kovmak için büyüye başvururdu fakat bu büyüleri ya kişinin evinde yada yerleşim alanlarının dışında, uzakta yaparlardı. Kişinin saflığını kaybetmesi, cinler, hayaletler, iftira, büyü, kirli nesnelere dokunma ve tanrıların öfkelenmesi gibi nedenlerden ötürü hastalandığına yada talihinin ters gittiğine inanılıyordu. Tanrıların öfkesini bastırmak için kan dökülmesi gerekse de dökülen kanın aynı zamanda evi kirlettiği ve törensel bir arınmaya ihtiyaç duyduğu düşünülürdü.
Ritüeller Sümer lologramlarının geleneksel çevirisini kullanan şifacılar tarafından idare edilirdi. Büyü törenlerinde "Yaşlı Kadın" adı verilen uzman kadınlar yada "kahin" ler olan erkekler önemli rol oynardı. [55]

Hititlerin büyü ayinlerinin genel öğretileri arasında sembolik eylemler bulunur. Tanrılar yardım için çağrılırken ayinin hedefindeki kişi genellikle saflığın simgesi olan su, yağ yada gümüş kullanılarak arındırılır. Kişinin hastalığı veya kirliliği figürlere yada doğrudan hayvanlara temas yoluyla aktarılarak onları taşıyıcı konumuna getirir. Daha sonra kötülüğü içinde taşıyan bu figür yada hayvanlar bulundukları bölgeden uzaklaştırılır.

Bir Hitit büyü ayininde kişiyi etkileyen kötülüğün bir fareye nakledildiği anlatılır. Kötülüğe maruz kalan kişinin sağ eline ve ayağına ip ve kalay iliştirildikten sonra kalay alınır ve tekrar iple fareye bağlanır. Ardından büyüyü yapan kişi fareyi kovalarken onu iki cine havale eder ve şöyle der:
“Kötülüğü onlardan aldım, onu bir fareye sarmaladım. Bu farenin onu dağlara, derin vadilere ve uzun yollara götürmesine izin ver! ... Zarniza, Tarpatašša onu sen al!” [56]

Antik Yunanda büyücüler, Perslerde ise Magi rahipleri denen sihirbazlar yalnızca sırların bilgeliğe sahip kişiler olarak değil, aynı zamanda matematik ve kimya gibi çeşitli alanların efendileri olarak görülüyorlardı. Büyücüler ölüm, kehanet ve kara büyü ile ilişkilendirildiğinden şüphesiz onlardan korkuluyordu ve genellikle toplumun daha uç noktalarında yaşıyor ve hayatlarını sadakalarla sürdürüyorlardı.

Yunan mitolojisinde büyü, Hermes, ay ve büyücülük tanrısı Hekate, Orfeus, büyülü bitkiler, iksirler konusunda uzman olan ve Odisseus'un Hades'in hayaletlerini çağırmasına yardım eden Helios'un büyücü kızı Kirke gibi figürlerle ilişkilendirilmiştir. Sihirli iksirler ve lanetlerle ilgili bol miktarda efsane bulunur. Örneğin, Nessos adlı sentor (yarı at-yarı insan) ölürken akan kanından Herkül'ün karısı Deianeira'ya verir ve sevgilisi ona ihanet ederse kullanmasını, bunun bir aşk iksiri olduğunu, eğer Herkül'ün giysisine bu kanı sürerse ona yeniden aşık olacağını söyler. Fakat bu kanın içine Hydranın zehirli salyası karışmıştır. Herkül yanında İole ile birlikte gelince kıskançlık krizine giren Deianeira kendine söylenenleri yaparak kana buladığı gömleği kocası Herkül'e verir ve Herkül onu giyer giymez yanmaya başlar ve korkunç bir şekilde can verir. [9]

Yönümüzü Mısır'a çevirirsek; Heka ile kişileştirilen Büyü eski Mısır din ve kültürünün ayrılmaz bir parçasıydı. Tüm bunları bizzat Mısırlılar tarafından yazılıp günümüze ulaşan metinlerden biliyoruz. [43]

Kıpti terimi olan "hik", dinsizlik ya da yasadışılık anlamına gelmeyen ve Eski Krallık'tan Roma dönemine kadar kullanılan, firavunlara ait "heka" teriminin torunudur. [44] Ahlaki açıdan tarafsız kabul edilen heka, hem yabancıların hem de Mısırlıların uygulama ve inançlarında yer edindi.
Merikare Talimatları heka'nın vakıaları savuşturacak silahlar olmak üzere yaratıcının insanlığa armağan ettiği bir iyilik olduğunu bildirir. [45]

Mısır'da sihir, hem okur-yazar rahip hiyerarşisi hem de okuma yazma bilmeyen çiftçiler ve çobanlar tarafından uygulanırdı ve heka ilkesi, hem tapınaklarda hem de özel ortamlarda tüm ayinlerin temelini oluşturuyordu. [47]

Heka'nın temel ilkesi kelimelerin bir şeyleri var etme gücüne odaklanır. [48] Karenga, yaratıcının dünyayı var etmek için kullandığı birincil araç olarak kelimelerin temel gücünü ve ontolojik rolünü açıklar. Çünkü antik Mısır insanı tanrılarla aynı ilahi doğayı ve onların görüntüsünü (snnw ntr) paylaştığına inandığından tıpkı tanrıların yaptığı gibi kelimeleri yaratıcı bir şekilde kullanma gücüne sahip olduklarını düşünmüşlerdir. [50]

Mısır'ın Beşinci Hanedanlığının son firavunu olan Unas piramidinin iç duvarları, dikey sütunlar halinde yerden tavana uzanan yüzlerce büyülü yazıtla kaplıdır. Bu yazıtlar Piramit Metinleri olarak bilinir ve Öbür Dünyada hayatta kalabilmek için firavunun ihtiyaç duyduğu büyüleri içerir. Fakat Piramit Metinleri kesinlikle yalnızca kraliyet soyu içindi ve büyüler, büyülü sözler sıradan kişilerden gizli tutulurdu. Birinci Ara Dönem'in kaosu ve huzursuzluğu sırasında mezar soyguncuları piramitlere girerek büyülü yazıtları gördüler. Böylece halk büyüleri öğrenmeye başlayınca Orta Krallık’ın başlangıcında halk kendi tabutunun kenarına benzer yazılar yazmaya başladı ve bunu yapmanın öbür dünyada onların hayatta kalmasını sağlayacağını umdular. Bu yazılar Tabut Metinleri olarak bilinir. [47] [48][49]

Mısırlıların "Meket"dediği muskalar (tılsım) hem yaşayanlar hem de ölüler arasında yaygındı. [52][48] Bunları kötülüklerden korunma ve "evrenin temel adaletini yeniden teyit etme" aracı olarak kullanıyorlardı. [53] Bulunan en eski muskalar hanedanlık öncesi Badâri Dönemi'ne aittir ve bu muskalar Roma dönemine kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. [54] Yani Arapların İslam'a entegre ederek boyunlarına asmaya başladığı ve toplumumuzun da uygulamaktan geri kalmadığı muskaların temeli aslında antik Mısır ve Sümer dinlerine dayanır.