MARQUİS DE SADE VE DİN ANLAYIŞI
Marquis de Sade her zaman tartışılan bir kişilik olmuştur. Bunun nedeni ise apaçık ortadadır çünkü Sade’ın kitaplarında her zaman şiddet yoluyla cinsel haz alma hareketi vardır. Zaten sadizm yani şiddet ile cinsel zevk almak Sade isminden türetilmiştir. Fakat Sade’i sadece müstehcen yazılar yazan biri olarak düşünemeyiz, o aynı zamanda aydın bir filozoftur. Tanrı ve din hakkında çok çarpıcı görüşlere sahiptir. Sosyolog Ulus Baker, Sade için şöyle der;
“Sade’ın Tüm kitaplarında felsefenin altında yatan ekonomik sosyal ve dini derin anlamlar vardır”
Sade’ın Yatak Odasında Felsefe kitabında üç karakter farklı konularda görüşlerini paylaşmaktadır ama bunların hepsi aslında Sade’in görüşleridir. Şimdi kitaptan çok çarpıcı bir kesiti inceleyeceğiz.
EUGENIE: Ama değişik türde erdem var; örneğin, dindarlık konusunda ne düşünüyorsunuz?
DOLMANCE: Dine inanmayan biri için bu erdem ne ifade edebilir? Peki ya dine kim inanabilir? Haydi, sırasıyla akıl yürütelim Eugenie: İnsanı Yaratıcısına bağlayan ve var olduğu için bu yüce Yaratıcıya duyduğu minnetini ibadet yoluyla ona kanıtlamaya zorlayan anlaşmaya din diyorsunuz değil mi?
EUGENIE: Daha iyi tarif edilemezdi.
DOLMANCE: Pekâlâ! İnsanın, varlığını doğanın karşı konulmaz planlarına borçlu olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu yerküre üzerindeki varlığının yerküre kadar eski olduğu kanıtlanmışsa eğer, demek ki insan da, meşe gibi, aslan gibi, bu yerkürenin böğründe bulunan mineraller gibi, yerkürenin varlığının gerekli kıldığı ve kendi varlığını kimseye borçlu olmayan bir üründür; aptallara göre, gördüğümüz her şeyin biricik yaratıcısı ve imalatçısı olan bu Tanrının, insan aklının necplus ultrasından başka bir şey olmadığı, bu aklın kendi işlemlerine yardımcı olacak hiçbir şey bulamadığı anda yarattığı hortlak olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu Tanrı’nın varlığının imkânsız olduğu ve her zaman eylem halindeki, her zaman hareket halindeki doğanın, salakların karşılıksız olarak vermekten hoşlandıkları şeye kendiliğinden bağlı olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu hareketsiz varlığın var olduğunu varsaysak bile, tek bir gün bile işe yaramadığından ve milyonlarca yüzyıldan beri aşağılık bir atalet içinde bulunduğundan onun tüm varlıkların kesinlikle en gülüncü olacağı kesinse eğer; onun, dinlerin bize tarif ettiği gibi var olduğunu varsaysak bile varlıkların kesinlikle en iğrenci olurdu, çünkü yeryüzünde kötülüğü mümkün kılmıştır, oysaki o her şeye kadirliğiyle bu kötülüğü engelleyebilirdi… Demek istediğim, eğer tüm bunlar kanıtlansaydı, hem de tartışmasız gerçek olarak kanıtlansaydı Eugenie, bu durumda insanı bu aptal, yetersiz, acımasız ve acınası Yaratıcıya bağlayan dindarlığın pek gerekli bir erdem olduğuna inanabilir miydik?
Burada Sade tanrının varlığının kanıtlanamayacağını, kanıtlansa bile tanrının iyi niyetli olmadığını, bunun sonucunda da kötülüğü yaratıp sözde çok sevdiği insanlığın karşısına çıkardığını, bu yüzden kötü bir tanrıya yürekten tapmanın da saçmalığını dile getiriyor.
Kitaptan kesitlere devam edelim.
EUGENIE, Madam de Saint-Ange’a: "Gerçekten de, sevgili dostum, Tanrı’nın varlığı bir kuruntudan ibaret kalmaz mı?" der.
MADAM DE SAINT-ANGE: "Hem de en sefil kuruntulardan biri, kuşkusuz." diye yanıtlar.
DOLMANCE: Tanrı’ya inanmak için insanın aklını yitirmesi gerekir. Kimilerinin korkularının, kimilerinin zayıflığının meyvesi olan bu iğrenç hortlak, Eugenie, yeryüzünün sisteminde bir işe yaramaz: bu sisteme zarar verir, çünkü onun adil olması gereken istençleri doğa yasalarındaki temel adaletsizliklerle asla bir arada olamaz; onun sürekli olarak iyiliği istemesi gerekir, doğa ise kendi yasalarına hizmet eden kötülüğün karşılığı olarak iyiliği arzulamaktadır; onun sürekli hareket halinde olması gerekir, oysa bu daimi eylemi yasalarından biri kılan doğa onunla ancak daimi karşıtlık ve rekabet halinde olabilir. Ama, buna karşılık, Tanrı ile doğa aynı şeydir denebilir. Bu bir saçmalık değil midir? Yaratılmış olan şey yaratan varlığa eşit olamaz: Saat, saatçi olabilir mi? O halde, diye devam edilir söze, doğa hiçtir. Tanrı her şeydir. Bu da bir başka aptallık! Evrende zorunlu olarak iki şey vardır: yaratıcı fail ve yaratılan birey. İmdi, yaratıcı fail kimdir? İşte çözülmesi gereken tek güçlük budur, cevaplandırılması gereken tek soru budur.
Kısaca açıklamak gerekirse bunu tanrının çok bahsettiği merhameti doğa yasalarıyla çakışır. Örneğin sıradan ve inançlı bir insanın ormanda usulca uyurken bir ayı saldırısına uğrayıp yaşamını yitirmesi gibi. Bu durumda doğa tanrının merhametine ters düşmüş oluyor. Yani tabiat ve Tanrı birbirinin karşıtı iki güç olmuş oluyor ama hiçbir tanrı kendi yarattığı şeye denk olamaz. ikisinden birini inkar etmek gerekirse de kendine rakip olgular yaratan tanrı saçmalığının reddedilmesi daha olası olandır.
Sade’ın Yatak Odasında Felsefe kitabında üç karakter farklı konularda görüşlerini paylaşmaktadır ama bunların hepsi aslında Sade’in görüşleridir. Şimdi kitaptan çok çarpıcı bir kesiti inceleyeceğiz.
EUGENIE: Ama değişik türde erdem var; örneğin, dindarlık konusunda ne düşünüyorsunuz?
DOLMANCE: Dine inanmayan biri için bu erdem ne ifade edebilir? Peki ya dine kim inanabilir? Haydi, sırasıyla akıl yürütelim Eugenie: İnsanı Yaratıcısına bağlayan ve var olduğu için bu yüce Yaratıcıya duyduğu minnetini ibadet yoluyla ona kanıtlamaya zorlayan anlaşmaya din diyorsunuz değil mi?
EUGENIE: Daha iyi tarif edilemezdi.
DOLMANCE: Pekâlâ! İnsanın, varlığını doğanın karşı konulmaz planlarına borçlu olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu yerküre üzerindeki varlığının yerküre kadar eski olduğu kanıtlanmışsa eğer, demek ki insan da, meşe gibi, aslan gibi, bu yerkürenin böğründe bulunan mineraller gibi, yerkürenin varlığının gerekli kıldığı ve kendi varlığını kimseye borçlu olmayan bir üründür; aptallara göre, gördüğümüz her şeyin biricik yaratıcısı ve imalatçısı olan bu Tanrının, insan aklının necplus ultrasından başka bir şey olmadığı, bu aklın kendi işlemlerine yardımcı olacak hiçbir şey bulamadığı anda yarattığı hortlak olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu Tanrı’nın varlığının imkânsız olduğu ve her zaman eylem halindeki, her zaman hareket halindeki doğanın, salakların karşılıksız olarak vermekten hoşlandıkları şeye kendiliğinden bağlı olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu hareketsiz varlığın var olduğunu varsaysak bile, tek bir gün bile işe yaramadığından ve milyonlarca yüzyıldan beri aşağılık bir atalet içinde bulunduğundan onun tüm varlıkların kesinlikle en gülüncü olacağı kesinse eğer; onun, dinlerin bize tarif ettiği gibi var olduğunu varsaysak bile varlıkların kesinlikle en iğrenci olurdu, çünkü yeryüzünde kötülüğü mümkün kılmıştır, oysaki o her şeye kadirliğiyle bu kötülüğü engelleyebilirdi… Demek istediğim, eğer tüm bunlar kanıtlansaydı, hem de tartışmasız gerçek olarak kanıtlansaydı Eugenie, bu durumda insanı bu aptal, yetersiz, acımasız ve acınası Yaratıcıya bağlayan dindarlığın pek gerekli bir erdem olduğuna inanabilir miydik?
Burada Sade tanrının varlığının kanıtlanamayacağını, kanıtlansa bile tanrının iyi niyetli olmadığını, bunun sonucunda da kötülüğü yaratıp sözde çok sevdiği insanlığın karşısına çıkardığını, bu yüzden kötü bir tanrıya yürekten tapmanın da saçmalığını dile getiriyor.
Kitaptan kesitlere devam edelim.
EUGENIE, Madam de Saint-Ange’a: "Gerçekten de, sevgili dostum, Tanrı’nın varlığı bir kuruntudan ibaret kalmaz mı?" der.
MADAM DE SAINT-ANGE: "Hem de en sefil kuruntulardan biri, kuşkusuz." diye yanıtlar.
DOLMANCE: Tanrı’ya inanmak için insanın aklını yitirmesi gerekir. Kimilerinin korkularının, kimilerinin zayıflığının meyvesi olan bu iğrenç hortlak, Eugenie, yeryüzünün sisteminde bir işe yaramaz: bu sisteme zarar verir, çünkü onun adil olması gereken istençleri doğa yasalarındaki temel adaletsizliklerle asla bir arada olamaz; onun sürekli olarak iyiliği istemesi gerekir, doğa ise kendi yasalarına hizmet eden kötülüğün karşılığı olarak iyiliği arzulamaktadır; onun sürekli hareket halinde olması gerekir, oysa bu daimi eylemi yasalarından biri kılan doğa onunla ancak daimi karşıtlık ve rekabet halinde olabilir. Ama, buna karşılık, Tanrı ile doğa aynı şeydir denebilir. Bu bir saçmalık değil midir? Yaratılmış olan şey yaratan varlığa eşit olamaz: Saat, saatçi olabilir mi? O halde, diye devam edilir söze, doğa hiçtir. Tanrı her şeydir. Bu da bir başka aptallık! Evrende zorunlu olarak iki şey vardır: yaratıcı fail ve yaratılan birey. İmdi, yaratıcı fail kimdir? İşte çözülmesi gereken tek güçlük budur, cevaplandırılması gereken tek soru budur.
Kısaca açıklamak gerekirse bunu tanrının çok bahsettiği merhameti doğa yasalarıyla çakışır. Örneğin sıradan ve inançlı bir insanın ormanda usulca uyurken bir ayı saldırısına uğrayıp yaşamını yitirmesi gibi. Bu durumda doğa tanrının merhametine ters düşmüş oluyor. Yani tabiat ve Tanrı birbirinin karşıtı iki güç olmuş oluyor ama hiçbir tanrı kendi yarattığı şeye denk olamaz. ikisinden birini inkar etmek gerekirse de kendine rakip olgular yaratan tanrı saçmalığının reddedilmesi daha olası olandır.
Devam edelim.
Eğer madde bizim bilemediğimiz bileşimlerle davranıyor ve hareket ediyorsa, eğer hareket maddeye içkinse, sonuçta, uzayın engin düzlüklerinde göz alabildiğine uzanan ve tek biçimli, değişmez işleyişi bizde hayranlık ve saygı uyandıran tüm gök kürelerini enerjisi nedeniyle yalnızca o yaratabiliyor, üretebiliyor, koruyabiliyor, sürdürebiliyor ve dengeleyebiliyorsa, bu aktif yeti esas olarak eylem halindeki maddeden başka bir şey olmayan doğanın kendisinde bulunduğuna göre, bu durumda, tüm bunlara yabancı bir fail arama ihtiyacı nereden doğmaktadır? Sizin Tanrı’ya ilişkin kuruntunuz herhangi bir şeyi aydınlatabiliyor mu? Bunu bana kanıtlayamayacağınıza bahse girerim. Maddenin iç yetileri hakkında yanıldığımı varsayalım, önümde en azından bir güçlük vardır. Siz Tanrı’nızı bana sunarak ne yapıyorsunuz? Önüme bir güçlük daha çıkarmış oluyorsunuz. Anlamadığım bir şey yüzünden, daha az anlayacağım bir şeyi kabul etmemi benden nasıl isteyebilirsiniz? Sizin korkutucu Tanrı’nızı Hristiyan dininin dogmaları aracılığıyla mı inceleyeceğim… Kendime böyle mi tarif edeceğim? Bu dogmalar Tanrıyı bana tarif ediyor, bir bakalım…
Doğanın yaratma, üretme, koruma ve sürdürme özelliklerine değiniyor ve bunun dışında evrenin bir failinin, bir yaratıcısının aranmasını gereksiz buluyor. Şimdi ise Hristiyan dininin kendisine göre yanlışlarına bakalım.
Marquis de Sade şu sözlerle devam ediyor:
Eğer madde bizim bilemediğimiz bileşimlerle davranıyor ve hareket ediyorsa, eğer hareket maddeye içkinse, sonuçta, uzayın engin düzlüklerinde göz alabildiğine uzanan ve tek biçimli, değişmez işleyişi bizde hayranlık ve saygı uyandıran tüm gök kürelerini enerjisi nedeniyle yalnızca o yaratabiliyor, üretebiliyor, koruyabiliyor, sürdürebiliyor ve dengeleyebiliyorsa, bu aktif yeti esas olarak eylem halindeki maddeden başka bir şey olmayan doğanın kendisinde bulunduğuna göre, bu durumda, tüm bunlara yabancı bir fail arama ihtiyacı nereden doğmaktadır? Sizin Tanrı’ya ilişkin kuruntunuz herhangi bir şeyi aydınlatabiliyor mu? Bunu bana kanıtlayamayacağınıza bahse girerim. Maddenin iç yetileri hakkında yanıldığımı varsayalım, önümde en azından bir güçlük vardır. Siz Tanrı’nızı bana sunarak ne yapıyorsunuz? Önüme bir güçlük daha çıkarmış oluyorsunuz. Anlamadığım bir şey yüzünden, daha az anlayacağım bir şeyi kabul etmemi benden nasıl isteyebilirsiniz? Sizin korkutucu Tanrı’nızı Hristiyan dininin dogmaları aracılığıyla mı inceleyeceğim… Kendime böyle mi tarif edeceğim? Bu dogmalar Tanrıyı bana tarif ediyor, bir bakalım…
Doğanın yaratma, üretme, koruma ve sürdürme özelliklerine değiniyor ve bunun dışında evrenin bir failinin, bir yaratıcısının aranmasını gereksiz buluyor. Şimdi ise Hristiyan dininin kendisine göre yanlışlarına bakalım.
Marquis de Sade şu sözlerle devam ediyor:
Bu aşağılık ibadetin Tanrı’sına baktığımda, bir gün bir dünya yaratan, ertesi gün inşa ettiği şeyden pişman olan, tutarsız ve barbar bir varlıktan başka ne görmekteyim ki?
Marquis, Tevrat’ın tanrısının kıskanma, sinirlenme, sevinme gibi insani duyguları olmasına değiniyor. Musa Sina dağındayken kavmi bir altın buzağı yapıp ona tapınmaya başlamıştı. Tanrı bunu görünce onlara nefret kusmuş ve lanetlemişti.
Marquis'un yazdıklarından devam edelim:
İnsanın dilediği alışkanlığa sahip olmasına asla izin vermeyen zayıf bir varlıktan başka nedir ki o? Bu yaratık, kaynağını insandan alsa da ona hâkim olur; ona saldırabilir ve böylelikle ezeli işkenceleri hak edebilir! Ne zayıf bir varlıktır bu Tanrı! Nasıl oluyor da gördüğümüz her şeyi o yaratabilmişken keyfince bir insan yaratamamıştır? Ama diyeceksiniz bana, böyle yaratılmış olsaydı insanın hiç değeri olur muydu? Bu ne bayağılık, bu ne yaltakçılık! Ve insanın kendi Tanrı’sını hak etme gerekliliği nereden gelir? İnsanı tamamen iyi yaratsaydı asla kötülük yapamazdı ve yalnızca bu durumda eser bir Tanrı’ya layık olurdu. Bu, insana bir tercih bırakmak yerine onu kışkırtmaktır. Oysa Tanrı, sonsuz önsezisiyle, ortaya çıkacak sonucu gayet iyi biliyordu. Böyle olunca da, bizzat kendisinin oluşturduğu yaratığı zevk için kaybediyor. Ne korkunç bir Tanrı bu! Ne canavar! Bizim kinimize ve dinmek bilmez intikamımıza ondan daha layık bir vicdansız, bir hergele olamaz! Bununla birlikte, bu kadar yüce bir uğraştan pek az memnun kalarak, inancını değiştirsin diye insanı boğar; onu ateşe atar, lanetler. Bu yaptıkları insanı asla değiştirmez.
Tanrının insana kötülük yapma yetisini verip üstüne cezalandırması ve bunları zevki uğruna yaptığını, zira iyi insanlar yaratmak isteseydi kusursuz insan yaratma yetisine de sahip olduğunu belirterek tanrının kötülüğünü vurguluyor.
Sade, şöyle devam ediyor:
Bu aşağılık Tanrı’dan daha güçlü bir varlık olan Şeytan, kendi hükümranlığını daima koruyarak yaratıcısına her zaman meydan okuyabilir. Ezeli Varlık’ın kendine ayırdığı sürüyü baştan çıkararak sefahate sürüklemeyi daima başarır. Bu iblisin bizim üzerimizdeki gücünü kimse alt edemez. Bu durumda, öğretisini yaydığınız korkunç Tanrı sizce ne düşünmektedir? Onun bir oğlu vardır, tek oğul, hangi ilişki sonucu edindiğini bilmiyorum; çünkü insanın düzüşmesi gibi. Tanrı’sının da düzüşmüs olmasını istemiştir o; kendisinin bu önemli parçasını gökyüzünden koparıp almıştır. Bu yüce yaratığın, göksel ışınların üzerinde, melekler kortejinin ortasında, tüm evrenin gözü önünde belireceği belki hayal edilmektedir… Tek sözcük yok; Yeryüzünü kurtarmaya gelmiş Tanrı’nın, Yahudi bir fahişenin bağrında, bir domuz ahırının ortasında dünyaya geldiği duyurulur! İşte ona atfedilen saygın soy sop! Ama onun bu şerefli görevi bizim zararımızı telafi edecek midir? Bir an için peşinden gidelim onun. Ne demektedir? Ne yapmaktadır? Bize hangi yüce görevi iletmektedir? Hangi esrarı açığa çıkaracaktır? Bize hangi dogmayı buyuracaktır? Onun büyüklüğü hangi edimler içinde kendini gösterecektir?
Sade, şeytanın yaptıkları yada etkisi sebebiyle tanrıdan üstün olduğuna parmak basıyor. Diğer dediği, İsa'nın bir ahırda doğduğu gerçektir. Fakat 'Yahudi fahişe' tabiri ile Meryem'i fahişelikle suçluyor. Öyle miydi bilemeyiz fakat Kur'an'da geçen bir olayda Zekeriya Meryem'i tapınağın önünde bulur, burada ne yaparsın ey Meryem? diye sorar. Bu tartışılır olsa da Marquis'in görüşünü destekleyen bir argüman olabilir.
Marquis, İseviliğin ve teslis inancının İsa'nın uydurması olduğunu, aynı zamanda dinini zorla benimsetmeye çalıştığını anlatarak devam eder:
Gördüğüm ilk şey meçhul bir çocukluktur, bu sokak çocuğunun Kudüs tapınağındaki çapkın rahiplere verdiği hizmetler; sonra, on beş yıllık bir yok oluş, bu sırada bu hinoğluhin, Mısır okulunun tüm hayalleriyle zehirlenecek ve bunları Juda’ya taşıyacaktır. Orada yeniden ortaya çıktığında deliliği baş gösterir ve Tanrı’nın oğlu olduğunu, onun eşiti olduğunu ona söyler; Kutsal Ruh adını verdiği bir diğer hortlağı da bu ittifaka katar ve bu üç kişinin bir olduğunu ileri sürer! Bu gülünç esrarla akılları karıştıran, ciğeri beş para etmez bu herif, bu görüşleri benimsemenin pek matah bir şey olduğunu… Yok saymanın ise tehlikeye yol açacağını ileri sürer.
Bu salak, Tanrı olmasına rağmen, bizleri kurtarmak için bir insan evladının bağrında vücut bulduğunu söyler; gerçekleştireceği parlak mucizelerle bir süre sonra evreni ikna edecektir! Gerçekten de, sarhoşlar arasındaki bir yemekte söylenenlere bakılırsa, bu dalavereci suyu şaraba döndürür; bir çölde, çömezlerinin gizlice hazırladıkları nafakalarla anasının gözü birkaç kişiyi besler; arkadaşlarından biri ölü numarası yapar, bizim sahtekâr da onu diriltir; kendini bir dağa taşıtır ve orada, yalnızca iki ya da üç arkadaşının önünde öyle bir hokkabazlık gösterisi düzenler ki günümüzün en kötü hokkabazının bile yüzü kızarırdı. Kendisine inanmayan herkesi coşkuyla lanetleyen bu kerata, sözünü dinleyecek olan herkese de cenneti vaat eder. Cahil olduğundan hiçbir şey yazmaz; aptal olduğundan pek az konuşur; zayıflığı nedeniyle de pek az şey yapar; ve sonunda, pek ender olsa da kışkırtıcı söylevleri karşısında sabrı tükenen yüksek görevlilerin canını sıkan şarlatan kendini çarmıha gerdirtir, ama kendisini izleyecek it kopuğu garantilemiştir, onu ne zaman çağırsalar kendini yedirmek için onlara doğru inecektir. İşkence yapılır, sesini çıkarmaz. Babası olan mösyö, bu yüce Tanrı, ki onun oğlu olduğunu söylemeye cesaret etmektedir, ona en ufak yardım eli uzatmaz ve bu namussuz, haytaların başı olmaya bu kadar layıkken zavallı muamelesi görür. Yardakçılar bir araya gelip, “Mahvolduk, tüm umutlarımız çöktü. Ani bir şimşek kurtarabilir bizi ancak. İsa’nın etrafındaki muhafızları sarhoş edelim; cesedini aşıralım, dirildiğini yayalım ortalığa; emin bir yol; bu düzenbazlığa inandırabilirsek milleti yeni dinimiz yayılır, genişler; tüm dünyayı ayartır… Uğraşalım!” derler. İşe girişilir, başarılır. Utanmazca gözü pekliği kendine övünç kaynağı yapmamış kaç düzenbaz vardır! Ceset kaldırılır; salaklar, kadınlar, çocuklar, ellerinden geldiğince. Mucize! Diye ağlaşırlar ve bu arada, bunca büyük mucizenin gerçekleşmiş olduğu bu şehirde, bir Tanrı’nın kanına bulanmış bu şehirde kimse bu Tanrı’ya inanmak istemez; tek bir kişi bile inancını değiştirmez. Dahası var; Olay aktarılmayı o kadar az hak eder ki hiçbir tarihçi bundan söz etmez. Bu düzenbazın müritleri çevirdikleri dolaptan yararlanmayı ummaktadırlar ama o an için değil. Bu düşünce hâlâ çok önemlidir, düzenbazlıklarının aşikâr örneklerinden yararlanmadan önce yılların geçmesi gerekti; nihayet, tiksindirici doktrinlerinin eğreti yapısını da bunun üzerinde kurdular. Her değişim insanların hoşuna gider. İmparatorların zorbalığından sıkıldıklarında devrim gerekli oluyordu. Bu dalaverecilerin peşinden gidenler de hızla yayılırlar: Tüm hataların tarihi böyledir. Bir süre sonra Venüs ile Mars’ın sunaklarının yerine İsa’nın ve Meryem’inkiler geçmiştir; o düzenbazın yaşamını yayımlarlar; bu yavan, bayağı romana inanacak bir yığın bön bulunur; asla düşünmemiş olduğu yüzlerce şeyi söyletirler ona; gülünç sözlerinden bazıları bir süre sonra onun ahlâkının temeli haline gelir ve bu yeni din yoksullara vaaz edildiğinden, merhamet ilk erdem haline gelir. Tuhaf ibadetler kutsama işlemleri adı altında kurumlaşır, bunların en aşağılık ve en iğrenci, suça bulanmış bir rahibin, büyülü birkaç sözcük yardımıyla Tanrı’yı bir ekmeğin içinde geri getirtme gücüne sahip olmasıdır. Kuşkunuz olmasın; hak ettiği aşağılayıcı silahlar kullanılsaydı bu iğrenç ibadet daha doğar doğmaz yok edilirdi; ama ona işkence etmek düşünüldüğünden durmadan çoğaldı; oysa kaçınılmaz biçimde yok edilebilirdi. Bugün bile onu gülünç hale sokarsanız yok olur. Becerikli Voltaire asla başka silah kullanmadı ve o tüm yazarlar içinde kendi inancına en fazla taraftar toplamış olmakla övünebilir. İşte Eugenie, Tanrı’nın ve dinin tarihi budur; bu masalların hak ettikleri değere bakın ve kendiniz karar verin.
Bu uzun paragrafı açıklamak gerekirse Sade İsa’nın tüm mucizelerine mantıklı bir sebep buluyor, suyu şaraba dönüştürmesini sarhoşları kandırmak, bitmeyen ekmek hikayesini gizli bir yere zulalanmış bir yığın, Lazarus'u diriltmesinde ise ölü numarası yaptığını ileri sürer.
Çarmıha gerilip tanrı babasının onu kurtarmamasını ise kendisini insanlık için bir kurban olarak göstermesine bağlar.
Sade’ın inancına göre başkalaşım yani göğe yükselme ise İsa’nın havarilerinin bir oyunudur. Havariler insanlara bunu yayar ve tam da İsa’nın istediği gibi geniş kitleleri peşinden sürükler. 2 asır kadar sessiz kalıp işkence görmesine rağmen inancı Milano fermanı ve Konstantin’in kabulü ile nüfuz kazanır.
Rahipler yüzyıllar boyunca saçma ayinler düzenlemiş ve İsa'nın ruhunu geri getirmeye çalışmışlardır. Araftan insan kurtarma, komünyon gibi ayinleri ve Tanrıyı reddetmekte sınır tanımayan yazar, kilise karşıtı Voltaire’e de saygısını dile getirmeyi esirgemez.
Marquis de Sade iyi veya kötü olarak yorumlanabilen felsefesi ve bir o kadarda marjinal görüşleriyle adını duyurmuştur. Dile getirdiklerinin bir çoğunda da keskin kalemini çalıştırmıştır. Bize düşen ise onu ön yargısız bir şekilde okuyup değerlendirmektir.