HABERLER
Dini Haber

KUR-AN'IN BİLİMLE ÇELİŞKİLERİ

Yazan: Kirpi
din, islamiyet, K, Kuran'daki bilimsel çelişkiler, Kur-an'a göre sperm, İslamda soru sormak yasak, Kıble çelişkisi, Kıble yoktur, Kıble uzay boşluğu, Kur-an'da denizlerin karışmaması,

Eğer Allah tarafından insanlara bir kitap gönderilmişse onun bilimle çelişmemesi gerekir. Çünkü dincilere göre bilim kendisi de Allah'ın ayetlerinden biridir. Onun için Kuran yoluyla inen ayetlerin bilim yoluyla bilinen ayetlerle çelişkili olması Allah kavramını şüphe altına sokar. Bu yazımda Kurandaki bazı ayetlerin bilimle taban tabana zıtlığından bahsedeceğim. Bu yazının geleneksel dinciler üzerinde bir etkisi olacağını sanmıyorum ama en azından onların evlerinin bir köşesinde sus eşyası olarak sakladıkları Kur-an'ı açıp söylediğim ayetlere bakacağını umuyorum. Zira günümüz Müslümanların % 90 bir kısmı hayatları boyunca bir kere olsun Kur-an'ı sonuna kadar okumamıştır. İslam hakkında bildikleri tüm bilgiler din tüccarlarının onlara anlattıkları kadardır. Bu yazıda çok ilginç detaylara dokunacağım onun için ön yargılarınızı bir kenara bırakarak okursanız belki bir şeyler anlarsınız.

ALLAH İNSAN VÜCUDUNU BİLMİYOR MU?
Kuranın Tarık süresi 7 ayetine bir göz atalım önce.

يَخْرُجُ مِن بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَائِبِ Yahrucu min beynis sulbi vet terâib
Diyanet İşleri: "Bu su, bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar."

Ayette bir sudan bahsediyor ve o suyun insanın beli ile kaburga kemikleri arasından çıktığını söylüyor. Burada hangi sudan bahsedildiğini anlamak için önceki ayetlere bakmamız gerek.

Tarık süresi "(5)Artık insan neden yaratıldığına baksın. (6)Kuvvetle atılan bir sıvıdan yaratıldı.
(7)(O sıvı), omurga ile göğüs kafesi arasından çıkar."


İnsanın yaratılmasında yardımcı olan ve kuvvetle atılan sıvının erkek menisi (spermi) olduğu herkesçe bilinir. Ayette tamda bundan bahsediliyor ve bu sıvının (spermin) bel ile kaburga kemikleri arasında oluştuğunu söylüyor Kuran. Bu bilime aykırı bir şeydir. Çünkü okul seviyesinde olan bir öğrenci bile spermin erkek testislerinde oluştuğunu biliyor. Bu konuyu bir çok dinciyle tartıştım. Onlar ayete farklı yorumlar yaparak Kur-an'ı kurtarmak istediler fakat her defasında ya tartışmayı sonlandırmadan kaçtılar yada küfür etmeyi seçtiler. İlk argümanları buydu.

Testisler Mesonephrosdan gelişirler. Mesonephros’lar anne karnındayken bebeğin sağ ve sol
tarafında bel kemiği ile kaburga kemikleri arasında yer alırlar. Bebek doğmadan önce Mesonephroslar testislere dönüşürler ve inguinal kanal denen kanaldan testis torbasına inerler.

Bunu söylerken Tarık süresi 7. ayette testislerden değil net bir şekilde testislerde oluşan ve kuvvetle atılan sıvıdan bahsedildiğini unutuyorlar. Eğer o sıvının oluştuğu organ bel kemiğiyle kaburga kemiği arasında oluşuyor denseydi belki durum biraz kurtarılmış olurdu ama ayette net bir şekilde kuvvetle atılan sıvı diyor. Bir erkek ve kadının sevişmesi zamanı erkek testislerini kuvvetli bir şekilde atmadığı için burada bahsi geçen konunun testislerle alakası olmadığı açıkça belli oluyor.
İkinci argümanları 7. ayetin evvelinde ve sonundaki ayetlerde insana atıf yapıldığı için bu ayette de oluşan o şeyin insan olduğunu söylemeleridir. Buda tıbbi yönden bir tutarlılığı olmayan argümandır. Çünkü embriyon anne vücudunda bel kemiğiyle kaburga kemiği arasında oluşmuyor. Döllenmiş yumurta halinden çocuk haline gelene kadar anne vücudunda rahimde yerleşiyor. Rahim, mesane ile (sidik torbası) rektumun arasında ve dolyolunun (vajina) üstünde yer alan şekil olarak ters çevrilmiş armuda benzeyen bir yapıdadır.

din, islamiyet, K, Kuran'daki bilimsel çelişkiler, Kur-an'a göre sperm, İslamda soru sormak yasak, Kıble çelişkisi, Kıble yoktur, Kıble uzay boşluğu, Kur-an'da denizlerin karışmaması,
Fotoğrafta da göründüğü gibi bebeğin dokuz aylık gelişme süresince asla göğüs kemiğine kadar ulaşmaz. Tüm bunlardan ilave din hocaları tarafından ilim insanları olarak tanınan en iyi tefsirciler bile bu ayeti sıvı olarak yorumlamışlar. Onlardan birini örnek verelim:

Ebül Ala Mevdudi'nin Tefhimül Kur’an eseri.
Eserde Tarık süresi 7 ayeti tefsir ederken şöyle diyor. "(7) (Bu su,) Bel kemiği ile kaburgalar arasında (ki organlar)dan çıkar."

Ünlü tefsircilerden biri olan Elmalı da ayeti yorumlarken şöyle diyor:
"(7) O su, erkeğin sülbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar."
Gördüğünüz gibi insanları yarattığını iddia eden Allah erkeklerde spermin nerede oluştuğunu bilmiyor. Bu ya Allah'ın yada Muhammedin anatomi konusundaki bilgisizliğini haber veriyor.

SORGULAMA İMAN ET
Bilim asla bir teoriyi sorgulamadan eleştirmeden kabul etmeyi doğru saymıyor. Bilim hiç bir zaman insanlara bu kesindir bunu sorgusuz sualsiz kabul edeceksin demez. Diyemez de zaten çünkü bilim sürekli olarak yeni şeyler buluyor yeni sorular ve yeni çözümler ürettiği için sabit değildir.

Örneğin Isaak Nyutonun ilmi inkılabın öncülerindendir ve teorileri yüz yıllarca doğru diye kabul edilmiştir. Ama Albert Einstein onun teorilerinden daya iyisini ortaya attı ve ispatladı. Dolayısıyla bilim sürekli olarak kendini düzelterek gelişiyor. (Celal Şengör) Lakin din böyle değildir. Din insanlara eleştirmeden kabul edeceksin diyor. Önüne cevabını veremediği bir sorun çıkarsa «en doğrusunu Allah bilir» diyerek her şeyi varlığı belirsiz olan bir kavramın üzerine yüklüyor. En doğrusunu Allah biliyor demek bilmiyorum demekle aynı anlama geliyor. Çünkü o sorunun çözümünü Allah'a sorup öğrenmek gibi bir imkanımız yok.

Maide-101: "Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın."
Maide-102: "Sizden önceki bir millet o tür şeyleri sordu da sonra o yüzden kafir oldu."


Nasıl oluyor da her şeyi bildiğini iddia eden Allah soru sormayı insanlara yasaklıyor. Bu cevabı bilmeyen birinin durumu kurtarmasına benziyor. Tıpkı bir insana bir soru sorarsın o cevabı bilmez ama bilmediğini de söyleyip mahcup olmamak için söylerdim ama söylediklerimi anlamazsın demesine benziyor. Bu ayeti geleneksel dincilere Allah'ın sorgulamayı engellediğine delil olarak sunduğumuz zaman saçma sapan cevapların yanı sıra bizlere Kuranda düşünmeye teşvik eden bazı ayetler gösteriyorlar. Bunu unutuyorlar ki biz Allah'ın her hangi bir yarattığını değil kendisini sorguluyoruz. Neden Musa peygamberle konuştuğu gibi bizlerle konuşup kendini belli etmemesini sorguluyoruz.

3/ALİ İMRAN 193: “Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittik,
hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber
al.”

Şimdi Allah'ın varlığına iman etmeye çağrıldığımız zaman iman etmeyerek kafir olursak ne olur?

33/AHZAB SÜRESİ 64: “Gerçekten Allah, kafirleri lanetlemiş ve onlar için ‘çılgın bir ateş’
hazırlamıştır."

Kendisine iman etmeyen insanların kuşkularını gidermek yerine onları çılgın bir ateşe atan Allah ne kadar adil olabilir ki? Bilim insanların kuşku duydukları şeyleri açıklaya bilmek ve insanları inandıra bilmek için çaba sarf ettiği halde her şeye gücü yeten Allah'ın insanları inandırmak yerine ateşe atması hiç mantıklı ve adaletli bir şey değildir.

YÜZÜNÜZÜ KIBLEYE DÖNÜN
2/BAKARA-144: "Bundan sonra yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve siz nerede olursanız
(namazda) yüzlerinizi o yöne çevirin."
Müslümanlar bu ayetin söylediği gibi ibadet yaparken yüzlerini mutlaka kıbleye dönerler (Mekke istikametine) Ancak bilimle çelişmez denilen Kuran burada dünyamızın yuvarlak olduğunu hesaba katmamış.

din, islamiyet, K, Kuran'daki bilimsel çelişkiler, Kur-an'a göre sperm, İslamda soru sormak yasak, Kıble çelişkisi, Kıble yoktur, Kıble uzay boşluğu, Kur-an'da denizlerin karışmaması,
Misal Güney Amerika'da yaşayan bir Müslüman namaz kılarken yüzünü kıbleye döndüğünü zannediyor. Ancak Güney Amerika'da yaşayan bir insanın Mekke'ye bakması için Dünyanın düz olması gerek. Küre şekilli bir dünyada bu mümkün değildir. Tabi Muhammed dünyanın küre olduğu bilgisine sahip olmadığı ve o dönemin insanları dünyayı düz olarak bildikleri için bu ayeti doğru olarak kabul etmişler. Türkiye'de olan camilerin kıblesi bile Mekke'ye değil uzay boşluğuna bakıyor. Çünkü Dünya kavisi bize baktığımız hedefin her 1.6 km de 20 cm düşeceğini söyler.

Küçük bir matematik hesap yapalım. Yuvarlak rakamlar alırsak eğer her 2 km de 20 cm gibi bir düşüş söz konusu Türkiye'den Mekke'ye olan mesafe 2555 km bu mesafeyi her 2 km de 20 cm düşüşle hesaplarsak eğer 25 km gibi bir rakam çıkıyor karşımıza. Yani Türkiye'de Mekke'ye baktığını zanneden insan aslında Mekke'nin üzerinde 25 km yükseklikte ki bir yere bakmış oluyor.
Nasıl oluyor'da evrenin yaratıcısı bu hesabı bilmiyor?

ŞİRİN SULU DENİZ
25/FURKÂN-53: Diyanet İşleri: O, birinin suyu lezzetli ve tatlı, diğerininki tuzlu ve acı olan iki
denizi salıverip aralarına da görünmez bir perde ve karışmalarını önleyici bir engel koyandır.

Ayette iki denizden bahsediliyor ve onların suyunun karışmadığını anlatıyor. Ünlü deniz bilimcisi Fransız Kaptan Jacques Cousteau denizlerin karışmaması hakkındaki görüşlerini şöyle anlatmaktadır:

“Bazı araştırmacıların farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair ileri
sürdükleri görüşleri inceliyorduk. Çalışmalar sonucunda gördük ki, Akdeniz’in kendine has
tuzluluğu ve yoğunluğu var. Aynı zamanda kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas
Okyanusu’ndaki şu kütlesini inceledik ve Akdeniz’den tamamen farklı olduğunu gördük. Halbuki
Cebeli Tarık Boğazı’nda birleşen bu iki denizin tuzluluk, yoğunluk ve sahip olduğu hayatiyet açısından eşit veya eşite yakın olması gerekiyordu. Oysaki bu iki deniz, birbirine yakın kısımlarda
bile ayrı yapılara sahiptiler. Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi şaşkına
çeviren bir durumla karşılaştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına birleşme noktasında bulunan
harika bir su perdesi engel oluyordu. Aynı türden bir su engeli 1962 yılında Alman bilim adamları
tarafından Aden Körfezi ile Kızıl deniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda da bulunmuştu. Daha
sonraki incelemelerimizde farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı engelin bulunduğuna tanıklık ettik.”

din, islamiyet, K, Kuran'daki bilimsel çelişkiler, Kur-an'a göre sperm, İslamda soru sormak yasak, Kıble çelişkisi, Kıble yoktur, Kıble uzay boşluğu, Kur-an'da denizlerin karışmaması,
Şimdi bu ayet bilim dünyasının buluşları ile uyarlama yapılarak «Bak işte Kuran 1400 yıl önce söylemiş» diyerek bir mucize olgusu yaratmak istiyorlar. Oysa bu olay bilinen bir şeydi. Denizlerin birleşmemesi Kur-an'da üç yerde geçiyor ve onların tümünü göz önünde bulundurarak Muhammed'in bu olayı gözlemleyerek ve ya duyarak Kur-an'a ilave ettiğinin şahidi oluyoruz. Çünkü diğer ayetlere baktığımızda bu yerin bilindiğinin açıkça şahidi oluyoruz.

35/FÂTIR-12: "Diyanet İşleri: İki deniz aynı olmaz. Şu tatlıdır, susuzluğu giderir, içimi kolaydır. Şu
işe tuzludur, acıdır. Bununla beraber her birinden taze et yersiniz ve takınacağınız süs eşyalarını
çıkarırsınız. Allah’ın lütfundan istemeniz ve şükretmeniz için gemilerin orada suyu yara yara
gittiğini görürsün."

Ayette «taze et yersiniz ve süs eşyası çıkarırsanız» diyor, buda Muhammed'in yanında olan insanların o denizden haberdar olduklarını veya birilerinden duyduklarını bize anlatıyor. Çünkü bu insanlar o denizlerden yiyecek besin ve su eşyaları ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Demek ki bu denizlerin karışmaması olayını kendileri de gözleriyle görüyorlar. Yani dincilerin anlattığı gibi Muhammedin bilmediği halde Allah bunu Kurana yazmış gibi bir şey söz konusu değildir. Şimdi denizlerin karışmaması olayının bilinen bir şey olduğunu öğrendiğimize göre geçelim ayetin bilimle çelişen tarafını anlatmaya.

İlk önce yukarıda gösterdiğimiz ayetlerin her ikisinde tatlı suyu olan deniz sözü işlenmiştir. Önce bu ayeti mucize olarak bizlere söyleyen Müslümanların tatlı ve içilmesi mümkün olan suyu olan denizi bizlere göstermesi gerek. Bunu istediğimiz zaman Müslümanlar farklı teoriler üretmeye başlıyor. Onlardan birine bakalım. İlk teorileri ayette denizden değil iki sudan bahsedildiği yönünde.


Ayette el bahrâni yani deniz kelimesi geçiyor. بحر Bahr kelimesi Arapçada deniz anlamına geliyor. Osmanlı döneminde de bu söz (yazılısı – ebhâr olarak) deniz anlamında kullanmıştır. Arapçada bu söz sulu bölge için kullanıldığı yerlerde anca deniz anlamına geliyor. Ama ayetin çelişkileri bununla da bitmiyor. Bir diğer ayete bakalım.

Rahman Süresi 19, 22: "İki denizi salmıştır, neredeyse karışacaklar.Aralarında bir engel vardır,
birbirine geçip karışmıyorlar.O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? O denizlerin
her ikisinden de inci ve mercan çıkar."

Bu ayette iki denizin birleşmediğinden bahseder ve sonunda her iki denizden yani tatlı ve tuzlu suyu olan her iki denizden inci ve mercan çıktığını anlatır. Bu bilimsel bir hatadır. Çünkü tatlı suda inci ve mercan oluşmaz. Bunlar tuzlu su ürünleridir.

Gördüğümüz gibi ayetin bilimsel açıdan hiç bir tutarlılığı yoktur. Zira her şeyin yaratıcısı olan Allah'ın böyle bir hata yapması mümkün değildir. Kur-an'ı farklı yorumlarla bilime uyarlama çabası gösterenler son zamanlarda bu ayetler için yeni bir teori oluşturdu. Teori şundan ibaret.

Antartika'da Ross isimli bir tuzlu sulu deniz var. Bunun üzerinde aynı isimle adlandırılmış yüz ölçümüyle Fransa'dan biraz küçük olan Ross buzulları var. Dinciler bunu bizlere misal getirerek «bakın tuzlu suyun üzerinde tatlı su yüzüyor ve karışmıyor» diyorlar. Oysa unuttukları iki şey var. Birincisi ayetlerde denizlerden bahsedilir, buzlara değil direk gönderme yapma ima bile yoktur. İkinci
kanıtı görmek için ayete yeniden bakmamız gerek.

35/FÂTIR-12: "Diyanet İşleri: İki deniz aynı olmaz. Şu tatlıdır, susuzluğu giderir, içimi kolaydır. Şu
işe tuzludur, acıdır. Bununla beraber her birinden taze et yersiniz ve takınacağınız sus eşyası
çıkarırsınız. Allah’ın lütfundan istemeniz ve şükretmeniz için gemilerin orada suyu yara yara
gittiğini görürsün."

Ayetin sonunu dikkatle okuyun. Gemilerin orada (yani o denizlerde) suyu yara yara gittiğini görürsünüz diyor. Şimdi Ross Buzulları hakkında bir az bilgi edinelim.

din, islamiyet, K, Kuran'daki bilimsel çelişkiler, Kur-an'a göre sperm, İslamda soru sormak yasak, Kıble çelişkisi, Kıble yoktur, Kıble uzay boşluğu, Kur-an'da denizlerin karışmaması,
Bu buzulları 28 Ocak 1841 yılında İngiliz denizci  James Clark Ross tarafından bulunmuştur ve
onun ismiyle adlandırılmıştır. Bu buzulun kalınlığı bir kaç yüz metredir. Kara tarafındaki tabanında, buz selfleri 800 den 1500 metreye kadar bir yüksekliğe sahipken ön kısımlarda sadece 100 ile 200 metre kalınlıktadır. Ross Buz Selfi'nin dikey cephesi (Kırılma kenarı) 800 kilometreden daha büyük bir uzunluğa sahiptir ve deniz üzerinde 15 ile 50 m arasında yükselir.

Yani serbest olarak deniz üstünde yüzen buzun, yaklaşık %90'i deniz seviyesinin altındadır.
Şimdi soru şu. Eğer dincilerin dediği gibi Ross denizi ve Ross Büzülü ayrı ayrılıkta deniz olarak kabul edilmekteyse o zaman gemilerin bunların her birinde yüzmesi gerek. Onun için değerli dinci kardeşlerim 50m buz tabakasını yarıp yüzebilen bir tane gemi ismi söyleyin bizlere. Bildiğimiz kadarıyla buz kıran gemiler buzullara direk bir güç uygulamaz. Bu gemiler motorların yardımıyla kendilerini buzulun üzerine itip ağırlıkları sayesinde maksimum 3-5 m kalınlığında buzulları
kıracak şekilde tasarlanmıştır.

din, islamiyet, K, Kuran'daki bilimsel çelişkiler, Kur-an'a göre sperm, İslamda soru sormak yasak, Kıble çelişkisi, Kıble yoktur, Kıble uzay boşluğu, Kur-an'da denizlerin karışmaması,
Bu gemilerde ek etki sistemleri vardır ki onlar kırılan buzları yanlara doğru iter ve geminin önüne toplanarak ilerlemesini engellemesine mani olur. Yani anlayacağınız bu gemiler bile kalınlığı yüzlerce metreyi bulan buzulları kıramaz. Böylelikle Ross buzullarını ayrıca tatlı sulu deniz olarak kabul edersek eyer gemilerin o denizde yüzmesi gerek buda günümüz teknolojisiyle mümkün değildir.

Değerli okuyucular gördüğünüz gibi dincilerin Kur-an'ı evirip çevirerek bilimle uyumlu yapma çabalarının hiç bir tutarlı esası yoktur. Bunları söyleyerek yalnızca camilerde sakal bırakmanın sevabını tartışan insanları kandıra bilirler. Bizler yani gördüğü ve duyduğu her şeye akıl ve mantık yoluyla eleştiri yapan insanlar olarak tüm bu yalanları görerek bir kez daha bu din tüccarlarına inanmamakta ne kadar haklı olduğumuzun şahidi oluyoruz. Lütfen sizde aklınızı kullanın ve söylenilen yalanların farkına varın. Düşünmekten eleştirmekten korkmayın. Zira bunu size
Kur-an'da emrediyor:
10/YÛNUS-100: "Allah, azabı akıllarını kullanmayanlara verir."

Son olarak bir kaç ünlü düşünürün aklı kullanma ile ilgili sözlerine gös atalım.
  • "İnsan, aklın sınırlarını zorlamadıkça, hiçbir şeye ulaşamaz." Albert Einstein
  • "Yeryüzünün iki gücü vardır: Akıl ve kılıç, çoğu zaman akıl kılıcı yenmiştir." Eflatun
  • "Aklın ve bilginin üç büyük düşmanı vardır: Kötülük, bilgisizlik ve tembellik." Haeckel
  • "İnsanlara yapılacak en büyük iyilik, onlara akıllarını kullanmayı öğretmektir." Jean B. Moliere
Yazan: Kirpi

HRİSTİYANLIK VE DİNLERİN BALTALANMAYA BAŞLANMASI

A, din, hristiyanlık, ateizm, Charles Darwin'in keşifleri, Thomas Hobbes, Musa'ya incilde atfedilenler, Eichhorn, Hegel, Hristiyanlığın çöküşü, Hristiyanlığın kan kaybı, Nietzsche,
19. yüzyılın ikinci yarısında Charles Darwin'in ileri sürdüğü evrim teorisi ve diğer bilimsel keşifler, dünyanın doğasını ve varlığını açıklamanın bir yolu olarak dinlerin değerini azaltmıştır.

İlahiyat ve İncil bursu
18. ve 19. yüzyıl boyunca, akademik araştırmalar dinin gerçek hakikatlerini zayıflatmaya başlayınca Tanrı'nın doğaüstü bir varlık olup olmadığı konusunda şüpheler başladı.

1651 yılında filozof Thomas Hobbes, Musa'nın İncil'de kendisine atfedilen tüm kitapları gerçekten yazamayacağını belirtmişti .

1779 yılında JG Eichhorn, Yaratılış Kitabı'ndaki öykünün gerçek tarih olmadığını, Yunan ve Roma mitolojisinin hikayeleri gibi sadece efsane olduğunu ileri sürerken, bu hikayelerin artık gerçekten Tanrı'nın sözüymüş gibi okunmaması gerektiğini söyledi.

Diğer teologlar Hegel'in fikirlerini, dini hikayeleri ve inançları insanlığın manevi hayatıyla ilgili gerçekleri göstermek için sembolik yollar olarak tasvir etmeye başlamışlardı.

Metnin edebi analizi İncil'in kendisi için güvenilir bir tarihsel belge olarak büyük şüphe uyandırmaya başladı.

Alman, DF Strauss, 1835'te Mesih hakkındaki Yeni Ahit hikayelerinin tam anlamıyla doğru olarak yorumlanmaması gerektiğini, Yahudi bir öğretmenin hayatını giyen ve dini sembolize eden bir elbise olarak görülmesi gerektiğini belirtti.

Tanrı bir insan icadıdır.
1841'de Ludwig Feuerbach, Tanrı'nın insani bir buluş olduğunu, korkularımızla ve isteklerimizle baş etmemize yardımcı olacak manevi bir araç olduğunu savundu.

Bu inançlılar için kötü bir haberdi, çünkü insanlar, tüm iyi niteliklerini Allah'a yansıttılar ve kendilerini şefkatli, akıllı, sevecen olarak görürken, birden kendilerini değersiz hissettiler. Bu yüzden insanlık kendisini gerçek kişiliğinden uzaklaştı.


Antropoloji
Antropologlar da önceki kesinlikler konusunda şüphe uyandırıyorlardı.

Karşılaştırmalı din araştırması, pek çok dinin ritüelleri ve hikayeleri arasında büyük benzerlik olduğunu ortaya koydu; hatta kabile dinlerinin Hristiyanlıkla ortak unsurlara sahip olduğu görülüyordu.

Bu, Hristiyanlığın (ya da başka herhangi bir dinin) tek gerçek din ve herhangi bir dinin Tanrı'nın vahyinin benzersiz sonucu olduğu görüşünde çalkantılar oluşturdu, zira bütün dinler çok fazla benzerliğe sahipti.

Nietzsche
19. yüzyılın sonunda filozof Friedrich Nietzsche (1844-1900) Tanrı'nın öldüğünü ve insanlığın onu öldürdüğünü ilan etti.

Nietzsche, artık Hristiyan Tanrı'sına inanmanın mümkün olmadığını söyledi. Modern insanların artık Allah'a inanmadığını düşündü ve bu inanmazlık Tanrı'yı ​​öldürmüştü.

Bunun ciddi ahlaki sonuçları vardı. Batılı toplumun bütün ahlak yasası Yahudilik ve Hristiyan ahlakına dayanıyordu ve er ya da geç insanlar, artık Tanrı'ya inanmazlarsa, Tanrı'ya dayanan bir ahlaki kural gereği yaşayamayacağını anlamış olurlardı.

Nietzsche sadece Tanrı'nın ölümünü ilan etmekle kalmadı, daha da radikal bir şey yaparak insanlık için bir anlam ve amaç kaynağı olabilecek herhangi bir dış dünya yani ahiret olmadığını söyledi.

Nietzsche yaşadığı bölge ve toplum nedeniyle özellikle Hristiyanlığı eleştiriyordu. Bu dinin sadece sahte değil, çarpıtılmış, bozulmuş ve "çelişkili" olduğunu düşünüyordu.

Yani bilim ve felsefenin ilerleyişi ile birlikte Darwin, Thomas Hobbes, Eichhorn, Ludwing, Nietzsche gibi isimlerin önderliği ile dinler, özellikle de Hristiyanlık kan kaybetmeye başlamıştı. Bu kan kaybı ise ateizm, deizm, agnostisizim ve nihilizm gibi felsefi akımların ortaya çıkışına zemin hazırlamış oldu.

Yazan & Çeviren: A.Kara

ALLAH'IN ŞEYTANI BİLEREK YARATMASI

A, din, islamiyet, Allah'ın şeytanı bilerek yaratması, Allah şeytanı neden yarattı, Allah merhametli mi?, Allah ve şeytan, İnsan ve günah, Günah kimin suçu? hristiyanlık, musevilik,
Öncelikle belirtmeliyim ki bu yazıyı tüm ibrahimi dinleri kümenin içine alarak yazıyorum. Yani Allah diyerek yazacak olsam da aynı zamanda İsa (Tanrı), ve Rab (Yehowa)'yı kapsadığını bilmenizi isterim.

İbrahimi dinlere göre Allah insandan önce melekleri ve cinleri yaratıyor. Tabi dinlerde bu melek ve cin kavramlarının arasında ciddi çelişkiler yatıyor fakat bu yazıda değineceğim şey bu değil.

Bu dinlere göre Allah'ın her şeyi bildiği ve bizim anlayamayacağımız ilahi planları olduğuna inanılır, fakat "anlayamayacağımız" bu planlarından dolayı piyon durumuna düşen bizizdir. Bu durumda, buradaki mantığa göre "anlayamayacağımız" işlerin dönmesi bile başlı başına adaletsizliktir.

Dinlerin ortak görüşüne göre Allah her şeyi biliyor, yani yaratırken yarattığı şeyin doğuracağı sonuçları, saniye saniye ne yaptığını ve ileride ne yapacağını, tümünü biliyor. Fakat, insanı yaratmasını geçtim, tüm olacakları bilmesine rağmen yine de melekleri ve cinleri yaratıyor. Melekleri ve cinleri diyorum çünkü inanışları göre onlar da bir birey gibiler, yani sayılabilirler, isimleri hatta aileleri var.

Burada "Allah merhametlidir" sözüne oldukça ters düşen şey, Allah'ın olacak her şeyi bildiği halde yine de baş kaldıracak ve insanlığa musallat olacak o meleği-cini yaratmasıdır. Melek veya cin diyorum çünkü bazı ibrahimi dinlerde şeytan eskiden melekken bazılarında cindir, o yüzden yazının devamında sürekli olarak "melek veya cin" diye yazmayıp "düşmüş melek" diye bilinen tabirden dolayı şeytandan bahsederken melek olarak yazacağım.

Allah yarattığı binlerce melek içinden başkaldıracak olan o meleği daha yaratmadan önce onun sebep olacağı şeyleri, güya sözü ona çok sevdiği yarattıkları olan insanoğluna acı çektirip onların hayatlarını burnundan getireceğini çok iyi biliyordu, bilmiyor ise zaten bu dinlerdeki Allah kavramı ile çelişirdi. Fakat tüm olacakları bildiği halde yine de Şeytan olacak meleği yarattı, bu da yetmezmiş gibi ona izin ve süre verdi.

Burada aklıma şu sorular geliyor:
Allah şeytanı yaratmadan da insanı sınava tabi tutamaz mıydı ?
İnsan yaptığı hataları kendi mi yapıyor yoksa şeytan mı bunu yaptırıyor?


Çünkü eğer Allah insanı şeytan, cin vb. başka hiçbir varlık müdahale edemeyecek bir şekilde, tamamen insanın kendi vicdan ve iradesi üzerine sınava tutsaydı daha adaletli olurdu. Gerçi istemediği halde, sırf "bilinmek istiyorum" diyerek yarattığı canlıları zorla sınava tabi tutmak ve bu sınavda bir oyun gibi önüne engeller ve kazançlar koymak yarattığı ile eğlenmekten farksız değildir.

Eğer insan hataları ve iyilikleri tamamen kendi iradesi ile yaparak cennet-cehennem oyununa maruz kalsa, kısmen daha iyi olurdu ama tüm dinlerce bilinir ki şeytan insanı hataya sürükleyen bir etken, aslında bir kılıftır.

Eğer şeytan günahları etkiliyor, yani günahlar şeytana uyularak yapılıyor ise:
  • Adolf Hitler milyonlarca insanı öldürdüğünde,
  • Binlerce çocuk tecavüzcüsü bu eylemi gerçekleştirdiğinde,
  • Babalar kızlarını mahzenlere kapatıp ırzlarına geçtiğinde,
  • İnsanlar hırsızlık yaptığında,
  • Din adamları para aşırdığında,
  • Kadın kocasını aldattığında,
  • Bir adam boşanmak isteyen karısını 28 kere bıçakladığında,
  • Mini etek giydiği için kız tecavüze uğradığında,
  • Camiye ve kiliseye giden çocuklar taciz edildiğinde,
  • Köylerdeki hayvanlar seks işçisi gibi kullanıldığında,
Sayılamayacak bu ve benzeri milyonlarca eylemde, bunlar işleyenlerin değil, şeytanın, dolayısı ile olacak her şeyi bildiği halde şeytanı yaratan Allah'ın suçudur. Suçu işleyen kadar azlettiren de suçludur. Kaldı ki Allah, ondan izinsiz yaprağın bile kımıldamayacağını söylüyor, yani aslında bu olanlara sırf şu "SINAV" yüzünden o da göz yumuyor.

Allah şeytanı ve kötülükleri yaratmış da bize neden musallat etmiş? Kötülüğü yaratmak kötü, şerri yaratmak da şer değil mi? sorusuna birçok Müslümanın uydurduğu kılıf şudur:
"Şerrin yaratılması şer değildir, şerri işlemek şerdir."
Bunu da süslü cümleler ile insanlara yutturuyor ve bu şeytan-kötülük-Allah üçgeninin üzerine örtüyorlar. Böyle saçma bir mantık olamaz. Yani bu mantığa göre ben bir çocuğun eline bir pompalı tüfek veriyorum, yani şer yaratıyorum, eğer bu çocuk o silahı kullanır da kendini veya etraftakileri öldürür, zarar verir ise şer işlemiş oluyor. İyi de çocuğa bu silahı kim verdi? Ben verdim. Onun eline pompalı tüfeği tutuşturmasaydım kimseye bu silahla zarar veremeyecek, yani bu eylem hiç gerçekleşmeyecekti değil mi?

Eğer ben 4 çocuk sahibi isem ve bir şekilde doğacak 5. çocuğumun inanılmaz psikolojik sorunları olan bir sadist olacağını bildiğim halde onu dünyaya getiriyor, bu da yetmezmiş gibi onu diğer insanlarla uğraşıp zarar verebilecek şekilde donatıp eline silahı veriyor ve bunu diğer milyonlarca insanın bir sınavı olarak nitelendiriyor isem, bu olay, çocuğumun ruhsal bozukluğundan çok benim ruhsal bozukluğum ve şiddetten zevk alıyor oluşum ile ilgilidir.

Bu sorunla ilgili olarak ortaya atılan bir Müslüman görüşü de şu yöndedir:
Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır.

Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır. İşte böyle bir varlığın hangi özellikleri taşıdığının anlaşılması için şeytan yaratılmıştır.

Bu kadar komik bir durum olabilir mi? Üstelik bu görüşü sunanlar İslam alimleri ve büyük İslami siteler. İnsana "hani Allah olacak her şeyi biliyordu?" Allah insanların nasıl varlıklar olduğunu, nasıl özellikler taşıdığını şeytanı onlara musallat etmeden ve şer yaratmadan bilemiyor mu? Hani önceden biliyordu? Eğer önceden değilde gerçekleştiğinde biliyor ise buna bilmek değil "görmek" veya "öğrenmek" denir, ki bu özelliğe biz insanlar da sahibiz. O halde Allah'ı Allah yapan gaybı bilme özelliği nerede? Onu hangi rafa kaldırdınız?

Bu mantığa göre Allah şeytanı yaratıp insanların üzerine bir virüs gibi salıyor ve insanların nasıl sapkınlıklar yapacağını yada bazılarının bu virüse karşı nasıl direneceğini bekliyor. Sonra da insanların davranışlarını görünce onların taşıdığı özelliklerden haberdar oluyor.

Söz konusu yaratıcı olduğunda, nedense insanlar bu çelişkili olayı savunmak için binlerce söz ve inanç üretiyorlar. Eğer bir yaratıcı varsa ve bu yaratıcı canı sıkılıp bilinmek isteyerek beni yaratmış ve istemediğim halde beni cennet-cehennem oyununa dahil etmiş ise, bu da yetmezmiş gibi bu yolda planladığı bir sınavda beni test etmek için 3 yaşındaki kızımın tecavüze uğrayıp ölmesini bir malzeme gibi kullanıyor ise, bu yaratıcının beni alacağı cenneti de istemem. Şiddet ile gelen yolun sonunda gerçek bir "SEVGİ" asla yoktur.
Sizi sevmeyen bir kadını dağa kaldırıp günlerce döverek sizi sevmesini beklemek kadar mantıksızdır bu. Beni yarattığını söyleyen Allah'tan daha vicdanlıyım ve bu da başlı başına en büyük çelişkidir...

Yazan: A.Kara

MAHABHARATA BİR DESTAN MI, YOKSA NÜKLEER SAVAŞ MI ?

GF, mitoloji, Hint mitolojisi, Mahabharata, Hint destanı, Eski çağlarda nükleer savaş, Eski çağda yüksek teknoloji, Krishna ve Salva, Hint destanında nükleer savaş, Ufolar, Hint destanında Ufo,
Mahabharata (Sanskrit dilinde “Bharata Hanedanı’nın Büyük Destanı”), Hindistan’ın iki büyük destanından birisidir. Dinsel içeriğinin yanı sıra yüksek edebi niteliğiyle de önem taşır. Kaurava ve Pandava aileleri arasındaki egemenlik mücadelesini anlatan bir kahramanlık öyküsüne, bu öykü çevresinde gelişen bir dizi efsaneye ve didaktik anlatıya yer verir. Hindistan’ın öteki büyük destanı Ramayana’yla (Rama’nın Aşk Öyküsü) birlikte, M.Ö. yaklaşık 400- M.Ö. yaklaşık 200 arasında gelişen Hinduizmle ilgili önemli bir bilgi kaynağıdır. Hindu dininin en önemli kutsal metni sayılan Bhagavadgita (Tanrı’nın Şarkısı), Mahabharata’nın altıncı kitabının bir bölümüdür.

Yaklaşık 100 bin beyitten oluşan şiir İlyada ve Odysseia’nın toplamının yedi katı kadar uzunluğundadır. Toplam 18 bölüme (parvan) ayrılır. Bu bölümlerin sonunda da Tanrı Hari’yle (Krişna) ilgili Harivamşa (Tanrı Hari’nin Soyağacı) başlıklı bir ek yer alır. Şiirin yazarı olduğuna inanılan bilge Vyasa daha güçlü bir olasılıkla var olan malzemeyi derleyen kişidir. Destanda ana olay olarak yer alan savaşın tarihi de M.Ö. 1302 olarak geçmekle birlikte çoğu tarihçiye göre bundan çok daha geç bir döneme aittir. Şiir M.Ö. yaklaşık 400’de bugünkü biçimini almıştır.

Destan, iki prensten büyüğü olan Dhrtarashtra’nın kör olması nedeniyle, babası öldüğünde krallığın kardeşi Pandu’ya geçmesiyle başlar. Pandu daha sonra çileci keşiş olmak için krallıktan vazgeçince taht Dhrtarashtra’ya kalır. Pandu’nun oğulları olan Pandava kardeşler (Yudhishthira, Bhima, Arcuna, Nakula ve Sahadeva) kuzenleri Kauravalarla birlikte sarayda büyürler, ama Kauravalarla aralarında doğan düşmanlık ve kıskançlık yüzünden babaları ölünce krallıktan ayrılmak zorunda kalırlar. Sürgündeyken beş kardeş Draupadi ile ortaklaşa evlenir ve hep dost kalacakları kuzenleri Krişna’yla karşılaşırlar. Daha sonra geri dönerek bölünmüş krallıkta refah içinde birkaç yıl geçirirler, ama büyük kardeş Yudhishthira’nın Kauravaların en büyüğü Duryodhana’ya bir zar oyununda yenilmesi üzerine 12 yıl daha ormanda yaşamak zorunda kalırlar. İki aile arasındaki kavga Kunıkshetra (bugün Haryana eyaleti içinde, Delhi’nin kuzeyinde) bölgesindeki bir dizi savaşla sürer. Bütün Kauravalar yok edilir; galip gelen Pandavaların tarafında ise yalnızca beş kardeşle Krişna hayatta kalır. Bir avcının Krişna’yı geyik sanarak yanlışlıkla vurmasından sonra beş kardeş. Draupadi ve kendilerine katılan bir köpekle (kılık değiştirmiş Adalet Tannsı Dharma) birlikte İndra’nın Cenneti’ne doğru yola çıkarlar. Yolda birer birer ölürler, yalnızca Yudhishthira Cennet’in kapışma varır. İnançlarının ve bağlılığının sınandığı bir olaydan sonra Yudhishthira ebedi mutluluğu yaşamak üzere kardeşleri ve Draupadi’yle bir araya gelir.

Bu destan , aslında bir şiirdir ama çok büyük ve karmaşık bir şiir külliyatı olarak düşünülebilir. Sözcük sayısı “Mesnevi”den çok daha ötededir. Sankritçe yazılmış olan Mahabharata şimdiye kadar yazılan en uzun şiirdir, “stanza” denen yüz bin kıtadan oluşur yani İncil´in 16 misli, Ansiklopedi Britannica´nın tamamı kadardır.


Batı dünyası bu destanı ancak, 18. Yüzyıl´dan sonra tanımıştır; o da destanın sadece küçük bir bölümü olan 1785´de Londra´da Charles Wilkins çevirisiyle yayınlanan “Bhagavad-Gita” sayesinde. 19. Yüzyıl´da doğu bilimci Hippolyte Fauche, 200 kişilik bir ekiple tüm destanı Fransızca´ya çevirmeye başladı ama ömrü vefa etmedi. Sonuçta eksiksiz İngilizce çeviri ancak 20. Yüzyıl´ın başında yine Hintliler tarafından Bombay´da gerçekleştirildi.

Sanskritçe´de “maha” büyük ve her şeyin toplamı anlamına gelir; “bharata” bir bilgeliğin tanımıdır. Daha öte metafizik yorumlarda sözcüğün “insan” anlamında olduğu da söylenir; bu bağlamda “İnsanlığın Öyküsü” yazılmıştır. Destanda anlatılan dev savaş klanlar arasında yaşanan bir savaş gibi görünür fakat aslında tüm gezegenin egemenliği söz konusudur ama sonunda öyle bir savaş başlar ki, tüm evren yokolma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Savaşta kullanılan silahlar hem dünyasal (ok, balta, kılıç, mızrak gibi) hem de tanrısaldır (ışınlar, atomik silahlar, uçan araçlar gibi) Bir fikre göre, Mahabharata en eski bilim kurgu örneğidir ve zeki canlılar arasındaki bir anlaşmazlığı, bir savaşı ve günümüz teknolojisinin çok ötesinde silahların kullanıldığını anlatır.

Örneğin bir bölümde içinde destanın kahramanlarından Krisnha´nın da bulunduğu Vrishni´ler, Salva adlı lideri kuşatırlar. Bunun üzerine Salva, heryere ucarak gidebildiği Saubha adlı arabasına binerek gökyüzüne yükselir ve sayısız Vrishni genciyle beraber tüm kenti harabeye çevirir. Saubha adlı araç daha önceki bölümlerde anlatıldığına göre savaşın yönetildiği bayrak gemisidir ve Salva´nın kentinde bulunmaktadır yani oradan kalkıp, savaş alanına getirilmiştir. Buna karşın Vrishni savaşçılarının da benzer silahları vardır; Pradyumna adlı kahraman özel bir silah kullanır, bu silah en yüksekteki tanrıları bile durdurmaktadır. Silah için “savaş alanındaki hiçbir insan onun oklarından kurtulamaz” tanımı yapılır ve Salva Krisnha´ya doğru düşer, Krisnha gökte Salva´yı izlemeye başlar fakat Saubha adlı araç göklere özgün tanımla adeta yapışmıştır. Krisnha tüm silahlarını durmaksızın fırlatır . Gökte yüzlerce güneş ve ay belirir, yüzlerce yıldız doğar. Gece mi , gündüz mü anlaşılmaz olur.

Krishna´nın Salva´nın saldırılarını savuşturmak için kullandığı silahların seslerinin anlatımı, aynen günümüzdeki anti-balistik roketlere benzemektedir ve destanda şu cümlelerle ifade edilir ; “Onları savuşturdum, bir hayal gibiydiler. Hızla vuran sütünları yolladığımda, gökler parladı ve parçalara ayrıldılar. gökte büyük gürültüler oldu.” Ayrıca Saubha´nın görünmez olduğu da anlatılır. Sanki Krisnha hedefi hiç şaşırmayan akıllı bombalar kullanmaktadır. Bu arada atılan bir okun “roketin” sesiyle savaşçılar ölürler, Salva´nın askerleri “Danavalar” acı çığlıklar atarak yerlere düşerler, onları güneşe benzer parlaklığı olan okların sesi öldürür. Sauba kaçmak için saldırıya kalkışır, o zaman Krisnha “özel ateş silahı”nı kullanır bu silah güneş şeklinde halesi olan bir disk şeklindedir. Ve disk Saubha´yı ikiye böler, “kent” gökten yere düşer ve Salva ölür. Bu olay, Mahabharata´nın sonudur. En garip silahlardan birisi Pradyumna´nın kullandığı özel oktur, bu okun öldürücü gücünden hiç kimse hatta tanrılar dahi kurtulamaz. Agneya´nın kullandığı silah ise, alevli ama dumansız ateş okudur . Yoksa ok yerine , ışın mı demek doğru olur ?

Derken biran savaş alanına bir karanlık yayılır, kimse çevreyi göremez ama henüz gece değildir , çok sert ve kavurucu bir rüzgar başlar, bulutlar kükrer, toz ve çakıl taşları yağmaya başlar, doğa dengesini yitirir, güneş gökte sallanır, dünya titrer , korkunç silahtan yayılan kavurucu sıcaklık, her şeyi yakmaya başlar. Filler alevler içinde, çılgın gibi oradan oraya koşuştururlar, diğer canlılar buruşarak yere düşerler , vahşi ışınlar gökten yağmur gibi yağar. Ve ateş fırtınasının yanı sıra Gurkha´nın silahının sesini duyanlar da ölürler. Bütün bunlar sanki nükleer bir patlamanın yanısıra radyoaktif çöküntünün birebir tarifi gibi. Gurkha´nın çok hızlı ve güçlü bir Vimana´sı vardır; Vrishni´lerin ve Andhaka´ların üç kentine uçar ve saldırır, evrenin tüm gücünü taşımaktadır. Duman ve ateş sütunları fışkırtır, on binlerce güneş parlaklığında ışınlar yayarak yükselir. Vimana´nın “demir şimşek” diye tanımlanan bir silahı vardır, her iki aşiretten sayısız insanı ve kentlerini küle dönüştürür. Cesetler tanınmayacak kadar yanarlar, ölmeyenlerin saçları ve tırnakları dökülür, çanaklar, çömlekler kendi kendilerine kırılırlar, yiyecekler zehirlenir. Kaçmaya çalışan savaşçılar ve eşyaları küllerle yıkanmaktadırlar.


Peki nedir bu silahlar , ne tür silahlar ki bunca zaman önce günümüze ait etkiler ortaya çıkarıyorlar ? Başka hiçbir medeniyetin mitolojik kaynaklarında bunun gibi detaylı bir tanımlama bulunmaz , yıldırımlar vardır, şimşekler vardır ama ötesi yoktur. Bunu anlamak şu anda mümkün değil elbette ; belki ileride . Destan´da anlatılan olaylar gerçek midir yani fiziksel midir ? Yoksa metafizikçilerin yaklaşımıyla simgesel midir ?

Asya ve Güney Asya kaynaklı çeşitli metinlerde uçan araçların varlığından ve göksel cihazlardan söz edilir. Hint ve Çin halk öykülerinde ve sanatçıların çizimlerinde göklerde seyahat etmek için yapılmış araçlar yer alır. Kaynaklardaki farklılıklar dikkat çekecek kadar büyüktür, anlaşılmaz aygıtlar olduğu gibi, temel uçuş prensiplerine göre yapılmış ahşap araçlar da vardır. Taoist masallar sık sık göklerde uçan ölümsüzleri anlatırlar. Xian adlı bu araçları yöneten ölümsüzlerin özgün ilahi güçleri vardır. Onlar tüylüydürler, Tao rahipleri onlara Tüylü Rahipler-Yu Ke diyorlardı; “fei tian” yani uçan ölümsüzlere Çin mitolojisinin sayısız yerinde rastlanır. Uçan araçlar belki de bir tür teknolojik araçtırlar ama yönetenler acaba insanlar mıdır ? İkinci Yüzyıl´da yazılmış, bir şiirde uçan ejderhaların yönettiği gök arabalarından açıkça söz edilir. Elimizde uçan araçların yapımlarını ve gelişimini anlatan sayısız öykü var. Örneğin 11. Yüzyıl´da Brihat Kath Alokasamgraha adlı bir marangozun uçan bir araç yapmaya çalıştığını biliyoruz. Benzer bir öykü Eski Yunan´da vardır; 7. Yüzyıl´dan kalma bir Yunan metninde, mahkumları toplayan ve konuşabilen uçan bir araçtan söz edilir, bu araç mekaniktir ve havada durabilmektedir. Bu bilgileri Clive Hart´ın 1985´de Berkeley Üniversitesi´nde yayınlanan ´The Prehistory of Flight´ adlı kitabının ´çeşitli batı kaynaklarına göre uçan makinelerin kronolojik listesi´ bölümünde buluyoruz. Uçmakla ilgili bilimsel onaylı en eski kaynaklar oluşturulurken, insan yapısı kanatların gelişimi temel disiplin olarak izlenmiştir ama bu doğru değildir; Vimanalar bir yana antik Çin, Kore ve Hint kaynaklarında insan taşıyan çok daha karmaşık gök araçlarından söz edilmektedir.

Rama İmparatorluğu olarak tanımlanan devletin, Kuzey Hindistan ve Pakistan´daki geçmişi en azından 15.000 yıllıktır. Bu uygarlık çok büyük bir nüfusa sahipti, kültür düzeyi yüksekti, kalıntılarına Pakistan´daki, Kuzey ve Batı Hindistan´ın çöllerinde raslanmaktadır. Rama, “Aydınlanmış Rahip Kral” bu kentleri yönetiyordu. Rama´nın 7 büyük kenti, klasik Hindu metinlerinde “7 Rishi Kenti” olarak geçer, antik Hint metinlerinde uçan araçlara “Vimanalar” denmektedir. Destanlara göre, Vimanalar iki katlıdır, daire biçimindedirler, kubbelerinde bir giriş tüneli vardır yani tam anlamıyla bir uçan daireye benzerler. Rüzgar hızıyla uçarlar ve melodik bir ses çıkarırlar, Vimanalar´ın dört türü vardır, inanılmaz ama bazıları tabak şeklinde, bazıları ise uzun silindir şeklindedirler yani sigara gibidirler… Vedalar, antik Hindu şiirlerdir; bilinen en eski Hindu metinler olarak tanımlanırlar. Vedalarda Vimanalar çeşitli şekil ve boyutlarda iki tür olarak anlatılır; ´Ahnihotra-vimana´nın iki motoru veya sistemi vardır, Elephant-vimana ise daha gelişmiş bir araçtır. Ayrıca, Kral balıkçı, İbis adlı ve başka hayvan adlarının da verildiği Vimana türleri de anlatılır. Göründüğü kadarıyla Mahabharata, çağına göre akıl almaz bir teknolojiyi ve bir atom savaşını bize anlatıyor gibi . Bir çok araştırmaya göre kaynaklarda bi değişiklik yada tahrifat yoktur bu savaşta açıkça fantastik silahların, uçan araçların kullanıldığı anlatılır.

Bunlara epik Hint destanlarında çok sık rastlanır. Hatta Ay'da yaşanan bir savaşta yer alan “vimana-Vailix”den söz edilir. Kısacası atomik bir patlamanın tüm etkileri ve özellikle de insanları öldüren radyoaktif etki Mahabharata´da çok belirgindir; Mohenjo-Daro´daki Rishi kentini geçen yaz kazan arkeologlar, caddelerde yatan iskeletler buldular, bazılarının yumrukları sıkılıydı sanki bir anda ölmüşlerdi, en azından bir kıyametin yaşandığı kesindi. Ve iskeletlerde tesbit edilen radyoaktivite, en azından Hiroshima ve Nagasaki düzeyindeydi. Daha ötede Mohenjo-Daro, ızgara biçiminde planlanmış mükemmel bir kenttir; su sistemi bugün Hindistan ve Pakistan´da kullanılan düzeydedir. Antik kentin caddelerinde kalıntı olarak siyah cam kümeler bulunmuştur. Bunların cam küreler olduğu sanılmaktadır ve bulunan kil çömleklerin çok yüksek ısıyla eritildiği keşfedilmiştir.

Mahabarata´nın bir bölümü olan Dronaparva´da ve Ramayana´da özelikle belirtilen küre şeklinde bir Vimana vardır. İnanılmaz bir hıza ulaşmakta ve ardında büyük bir hava akımı bırakmaktadır. Hareketleri bir UFO gibidir, her yöne gidebilir, yön değiştirmesi ani çok hızlıdır, son hızla giderken aniden durup, yine aynı hızla ters yöne gidebilir. ´Samar´ adlı başka bir Hint destanında Vimanalar; demir makineler olarak tanımlanırlar ama yumuşaktırlar ve örgü gibi yüzeyleri vardır; cıva ile şarj olurlar ve arkalarından kükreyen bir alev püskürür. Daha da ilginci ´Samaranganasutradhara´ adlı antik metinde Vimanalar´ın nasıl yapıldığı anlatılır ama uygulanması için yeterli çözümleme henüz yapılamamıştır; Cıva ile itici güç sağlanması olasıdır ve denenmektedir, günümüzde Sovyet döneminin bilim adamları tarafından Türkistan´da ve Gobi Çölü´nde kozmik yön-bulucu araçların keşfedildiği söylenmiştir. Küresel olan bu araçlar, cam ve porselenden yapılmıştır, konik uçlarının içinde bir damla cıvanın bulunduğu belirlenmiştir. Hindistan´ın Vedik edebiyatında da Vimana olarak tanımlanan uçan araçlarla ilgili tanımlamalar vardır.

Bunlar ikiye ayrılırlar;
-İnsan yapısı olan ve kuş benzeri kanatlarla uçan araçlar
-Alışılmadık şekilleri olan ve insanlar tarafından yapılmamış olan araçlar.

İlk gruba giren araçlar orta çağ tarzında, Sanskrit dünyanın mimarisine uygun otomatik askeri kuşatma araçları ve diğer mekanik aygıtlarla eş düzeydedirler. İkinci gruba giren araçlar ise, Rig Veda, Mahabharata, Ramayana ve Purana´larda tanımlanan UFO´ları anımsatan araçlardırlar.

Alvin H. Lawson bu konuda şöyle bir açıklama yapar ; Vimanalar´ın yapısı akla UFO´ların sürekli değişen günlük doğasını getirmektedir, yetenekleri geleneksel fizik yasalarının ötesindedir. Carl Jung´un yorumunda UFO´ların niteliği bir rüya alanındadır; bir yerde, parlak ışıkları gözlemlemenin tam ortasında ve zaman kavramı yitirildiğinde objektif ve sübjektif bilinç arasında suçluluk başlar ve bozulma görülür. Araştırmalarım UFO ilişkileriyle, dinler, metafizik mistizm, folklör, şamanik trans, migren ve hatta yaratıcı imajinasyonlar arasında yakın bir ilişkinin ve benzerliğin bulunduğunu gösteriyor. Benzerliğin içinde, sabit imajlar, olayların arasındaki tutarlılık ve genelde görülen alışılmadık “zirve deneyimi” niteliği bulunur. Kaçırılma raporlarında da, bu fenomenin paralelinde yer alan olaylara rastlanır. Örneğin, nahoş ama inanılmaz “bedensel parçalanma” olayında olduğu gibi; bazen raporlarda kaçırılanların anlattıkları, şamanların “ölüm-yeniden doğum” trans deneylerine çok benzemektedir.”


İtalyan bilimci Dr. Roberto Pinotti 12 Ekim 1988´de Bangalore´da yapılan Dünya Uzay Konferansı´nda yaptığı konuşmada, Hindu antik metinlerinde tanrılarla, kahramanlar arasında yapılan bir savaşın anlatıldığını belirtti. Pinotti, metinlere bir destan olarak bakılmamasını istiyor ve göklerde pilotların kullandığı silahlı uçan araçlarla yapılmış bir savaşın açıkça anlatıldığına dikkat çekiyordu. Kullanılan silahlar, savunma ve saldırı amaçlıydılar; yedi ayrı tipte mercek ve aynı sistemlerini içermekteydiler. Örneğin pilotları ´kötü ışınlar´dan koruyan ´Pinjula Mirror´ bir ´Görsel Ayna´ idi; ´Marika´ adlı silahla düşman araçları vuruluyordu. Sonuçta Dr. Pinotti bu antik silahların bugün kullandığımız laser teknolojisinden çok farklı olmadıklarını iddia ediyor ve; “Araçlarda ´Somaka, Soundalike and Mourthwika´ adları verilen özel ısı emici metaller kullanılmış olmalı.” diyordu. Pinotti´ye göre, tanımlanan itici güç prensibi, elektriksel ve kimyasal olmalıydı ama güneş enerjisinin kullanımı da çok ileri düzeydeydi. Diğer bilimciler Pinotti´nin kuramını daha ileriye götürerek, araçların bir tür ´cıva iyonlu itici güç sistemi´ ile çalıştığını varsaydılar. Pinotti, Vimanalar´ın binlerce yıl önce varolduklarını belirtirken, modern UFO´larla olan benzerliğe de dikkat çekiyordu ama Hindistan´da unutulmuş bir uygarlık vardı.

Hindistan, Mysore´da bulunan Uluslararası Sanskrit Araştırma Akademisi´nin direktörü olan G.R. Josyer, 25 Eylül 1952´de yaptığı bir açıklamada, 7.000 yıllık yazmalarda çeşitli tiplerde uçan araçların yapımlarının anlatıldığını söylemişti. Bu özel yazma üç tip Vimana vardı; ´Rukma, Sundara ve Shakuna´; yaklaşık 500 stanzada (dörtlük), karışık detaylar veriliyor, metallerin seçimi ve hazırlanması anlatılıyordu. Ayrıca yazmada, çeşitli Vimana türlerinin parçaları tanımlanıyordu. Yazma 8 bölümdü ve bir hava aracının yapım planlarının yanısıra su altında da gidebilen veya bir duba gibi su yüzeyinde durabilen Vimana planlarını da içeriyordu, bazı stanzalarda ise pilotların nitelikleri ve eğitimleri anlatılıyordu.

Diğer Hindu destanları ve kutsal metinlerinde bu araçlar şu şekilde anlatılır ; Puspaku adlı araç güneşe benziyordu ve kardeşime aitti, onu güçlü Ravan´dan almıştı, uçuyordu ve mükemmeldi, istenilen her yere gidiyordu, Lanka kentinin göklerinde uçarken parlak bir buluta benziyordu.”

– Ramayana Destanı
* “Salva´nın uçan aracı çok gizemliydi, gökte bazen görünüyor, bazen de kayboluyordu. Yani görünmeme yeteneği vardı; Yadu Hanedanı´nın savaşçıları bu garip aracı bir türlü tam olarak algılayamadılar; bazen yerde, bazen gökte beliriyor sonra birden bir tepeye veya bir ırmağın kıyısına konmuş olarak ortaya çıkıyordu. Bu uçan harikulade araç, gökte bir ateş fırıldağı gibi dönüyor ve bir an bile yerinde durmuyordu.”

– Bhaktivedanta, Swami Prabhupada, Krsna
* “Kralım; uçan araç mükemmeldi, şeytan Maya tarafından yapılmış ve bir savaş için gereken tüm silahlarla donatılmıştı. Hayal edilemesi ve anlatılması imkansız bir araçtı; görünmezlik özelliğine sahipti. Oturulan yerde koruyucu bir şemsiye ve serinletici güç vardı. Mihrace Bai´nin çevresinde kaptanları ve kumandanları bulunuyordu; geceleyin gökte yükselen bir ay gibi görünüyor, her yönü aydınlatıyordu."

– Swami Prabhupada Bhaktivedanta, Srimad Bhagavatam
* “Pushpaka bir gök arabasıydı, insanları Ayodhya kentine taşıyordu. Gök bu harika uçan araçlarla doluydu, gece karanlığında yaydıkları sarımtırak göz kamaştırıcı ışık göğü aydınlatıyordu.”

– Mahavira of Bhavabhuti (8. Yüzyıl´dan kalma bir Jain yazması)
* “Vata´nın arabası ne görkemli; gök gürültüsü gibi ses çıkarıyor, göklere dokunuyor; parlak bir ışığı var; kırmızı göz kamaştırıcı ve alev gibi; bir girdap gibi dönerken, dünyanın tozunu kaldırıyor.”

– Rig-Veda (Vata bir Aryan rüzgar tanrısıdır.)
* “Bir zamanlar Kral Citaketu, kendisine Tanrı Vişnu tarafından verilen parlak ve ihtişamlı bir uçan araçla dış uzaya yolculuk yapar ve Tanrı Şiva´yı görür… Oklar “ışınlar” Şiva tarafından yollanır. Işınlar güneş benzeri bir küreden fışkırır ve içinde yaşanan üç gök aracını kaplar ve o araçlar bir daha görülmezler.” – Srimad Bhagasvatam, VI. Canto, Bölüm 3

Elimizde var olan bunca somut bilgiye rağmen bu metinlerde anlatılan savaşlara ve savaşta kullanılan ve üstün bir teknoloji göstergesi olduğu yüksek ihtimal olan araçlara ve silahlara sadece "Mitoloji" deyip geçmek ne denli doğru olur ? Tarihin bir döneminde , insanların tanrı sandıkları dünya dışı akıllı yaşam formları nükleer silah kullandıkları bir savaşın müsebbibi olmuş olamazlar mı ?

Yazan: Gregoire de Fronsac

MÜŞRİK MÜSLÜMANLAR

Yazan: Demon Product
DP, din,islamiyet,Allah'ın kökeni,Eski arap tanrısı,Eski arap tanrısının yeni adı,Hubal,Hubal ve Allah, Al-ilah, Arap putperestliği,İslam öncesi Allah,Al-ilah'ın kızları,Menat,Lat,Uzza,

MÜŞRİK MÜSLÜMANLAR


İslamiyet öncesi Arabistan yarımadası ve dinleri ile ilgili öğrendiğimiz ilk kelime “Müşrik” olmuştu. Peki, kimdi bu müşrikler? Kızlarını diri diri gömen, her akşam dansöz oynatıp şişenin dibine vuran, ancak bu âlemleri başkalarından elde ettikleri faiz ve dolandırıcılık ile kazanan, yağma yapan, işine gelince bizim tanrılarımız böyle emrediyor deyip yırtan, alenen soytarı tiplerdi. Hocaların bizlere anlattığı, filmlerde gördüğümüz müşrik görüntüsü bu idi.

Peki, Müşrik ne? Kâfir ne?

Müşrik; Allah’a inandığı halde O’na ortak koşandır. Varlığına inandığı ve kabul ettiği ilaha ortaklar edinip, onları O’na denk tutandır.

Kâfir; Allah’ın varlığını ve tek ilah oluşunu hiç kabul etmeyen, reddeden, inkâr edendir.

Şimdi bakalım eski Arabistan panteonunda kimler vardı: Hübel, Lat, Menat ve Uzza. İslamiyet öncesi Arabistan yarımadasında inançlar ve Allah’ın kökenleri ile ilgili bu sitede bolca makale olduğundan (“İslamiyet Öncesi Allah’ın Kökenleri” Site Başyazarı ve Yöneticisi A.KARA) bu detaya girmeyip kısaca değineceğim.

Hubal (El-İlah ya da Al-İlah), panteonun en üstündeki baş tanrı. Üç tanrıça olan (Kuran-ı Kerim’de düzeltilen bir ayette bu üçlünün şefaati umuluyor; bu olay Garanik Vakası olarak nitelendiriliyor ve El-Waqidi, İbn Sa'd, Ebu Cafer Taberi ve İbni İshak'ın eserlerinde yer alıyor.) Lat, Menat ve Uzza’nın babaları. Ay Tanrısı olarak görülüyor ve diğer adı da “Sin” (Ya’Sin suresi bir şey çağrıştırdı mı?)

Hubal, İslamiyet öncesi Arabistan’da baş tanrı ve diğer adı Al-İlah. Bunu bir kenara koyalım. Bu bilgi hem Müslüman hem de Müslüman olmayan tarihçiler tarafından sabit.

İlk paragrafa dönecek olursak, İslamiyet öncesi de bir Allah inancı var. Bunun en basit kanıtı, Abdullah ismi Allah’ın kulu anlamına geliyor ve Muhammed’in babasının adı. Eğer Allah kavramı İslamiyet öncesi gelmiş olsa böyle bir isim takılmazdı.

Şimdi gelelim İslamiyet Öncesi Allah kavramının kesin var olduğuna dair delillere. Bu deliller bilimsel kaynaktan gelse malum çevreler reddederlerdi, o yüzden ayetleri sıralayacağım. Ehl-i Sünnet Vel Cemaat veya hangi koldan olursa olsun hiçbir Müslüman bu ayetleri yalanlayamaz. Yalanlarsa dinden çıkar kâfir olurlar. Ayetlere bir bakalım:

“Onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, muhakkak ki ‘Allah‘ derler.“ (Zuhruf Suresi, 87.ayet)

“Eğer onlara ‘Gökten su indirip onunla ölümünden sonra arza hayat veren kimdir?‘ diye sorarsan, muhakkak ‘Allah‘ diyeceklerdir.“ (Ankebut Suresi, 63. ayet)

“Onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?‘ diye sorsan, muhakkak ki ‘Allah‘ diyeceklerdir.” (Zümer Suresi, 38. ayet)

“(Ey Muhammed O müşriklere) de ki: ‘Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), yeryüzü ve yeryüzünde bulunanlar kimindir?‘ Diyeceklerdir ki: ‘Allah’ın.‘ Yine de ki: ‘Yedi tabaka
göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?‘ Onlar da diyeceklerdir ki: ‘Allah’tır.‘ Keza de ki: ‘Eğer biliyorsanız, (söyleyin bakalım) her şeyin hükümranlığı elinde olan, her şeyi himaye eden ve fakat kendisi himayeye muhtaç olmayan kimdir?‘ Diyeceklerdir ki: ‘Allah.“ (Mu'minun Suresi, 84-89 ayetler)


Müşrik, daha önce de tanımladığımız üzere Allah’ı kabul edip; ancak, ona ortak koşan, alternatif ast aracıların şefaatini isteyerek Allah’a ulaşmaya çalışan kimsedir.

İslam peygamberi Muhammed’ in, İslamiyet’i yayarken nispeten kolay angaje etmesinin sebeplerinden birisi de bu idi. Putlar daha çok para ve statü sahiplerinin tekelinde idi. Köleler ve cariyeler en alt tabaka olduğundan Allah’ a (El-İlah) aracı olan putlar onların “dualarını ve ibadetlerini” görmüyordu. Bu ortam İslamiyet’in yayılması için gerekli olan atmosferi oluşturuyordu. İslamiyet’in ilk zamanlarında özellikle köleler ve alta tabakada yayılım göstermesinin en önemli sebeplerinden birisi de buydu.

Zengin veya soylu tabir edilecek tabakanın sıkıntısı ise ast sınıf ile görünürde eşit görülmekti (Ki daha sonra bu azatlı köleler ve alt sınıf grup, 2. Dünya Savaşı sonrası dünyaya “Ezildik” ajitasyonu ile Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren ırkçı-faşist Yahudilik ile benzerlik göstererek kendilerine din adına cariye almayı ve kendilerinden olmayanların mallarını kendilerine ganimet görmeyi helal kılmıştı) . Mevcut tanrıları onlar için şefaatçi oluyordu.

Normalde İslamiyet son tahlilde Allah’ı tek ve yegâne tanrı ilan ediyor, her türlü şefaatçi veya aracı sistemleri, sınıfları yok sayıyor, hatta lanetliyordu.

Putlar yıkılmış, aracılar ortadan kalkmış, müminler aracısız-direkt olarak yaratıcılarına yakarıp ibadet edebiliyorlardı.

Örneğin Bakara 186’ da:
“(Ey Muhammed) Kullarım sana benden sorarlarsa, ben, şüphesiz, onlara yakınım. Bana dua edenin, dua ettiği zaman, duasını kabul ederim. O halde, onlar da benim davetimi kabul etsinler ve bana inansınlar. Ola ki doğru yolu bulurlar.“ (Bakara Suresi,186.ayet)

Peki, ya sonra?
Dua mekanizması işe yaramadı. Her zaman ezilenler ve istismara uğrayanlar oldu. Kölelerin yerini "maraba"lar aldı. Cariyelerin yerini seks köleleri aldı (Cariye ’ye hizmetçi deyip kendinizi kandırmayın.). Sömürü sistemi her zaman olduğu gibi daha sonrada devam etti, halen devam ediyor, devam da edecek.

Alt kısımda kalan insan toplulukları, ettikleri duaların ve ibadetlerin işe yaramadığını görünce kusuru kendinde arayıp daha da çok yaratıcılarına yakarmaya başladılar. Ancak değişen hiçbir şey olmadı. Çocuklar tecavüze uğramaya devam etti, hacı dedeler köpeklere musallat oldu, kadın cinayetleri arttı, ezilenler hep ezildi.

Bireyler sorunu kendinde aradı. “Acaba imanım mı eksik?” diye kendini suçladı. İşte bu noktada devreye “Şefaatçi” ler girdi.

Hani El-İlah'a (Hubal/Al-Lah) ulaşmak için kızları olan Lat, Menat ve Uzza’yı aracı koydukları gibi.

Bu kez El-İlah'ın yerini Allah, kızlarının yerini hoca efendiler, imamlar, şeyhler, dervişler almıştı. Sistem basitti, “Sizin ibadetinizi ve duanızı yaratıcı elbette görür. Ancak nasıl bir gemi kaptansız olmuyorsa, sizinde bir yol göstericiye ve aracıya ihtiyacınız var. Kendinizi Allah yoluna adayanlara bırakın. Onların şefaati sizi kurtaracak!!!”

İşte bu sistem, özellikle ülkemizde, öyle safhalara geldi ki, cenneti garantileme isteyenler kendilerini, karılarını, kızlarını ve erkek çocuklarını hocalarına "Bade" lettirdiler. Onların terli atletini, sümüklü mendilini ellerine yüzlerine sürdüler. Huzurlarına varıp el öptüler, yüz sürdüler.

Kısacası Putlar ve Putçuluk hiç ölmedi. Sadece biçim değiştirdi.

Şefaatçi aracılar, günümüzde ruhban sınıfı tabir edebileceğimiz oluşumlar, tarikatlar, hocalar, bilmem neciler, yok bilmem ne hoca efendiler, efendi hazretleri, şeyhler, dervişler… Hepsi bu paradoksun bir sonucu.

Eğer mal, mülk, zenginlik zaten sizde var ise düşüneceğiniz tek şey Allah’ın sevdiği kulu olduğunuzdur. Ancak 5 yaşından 14 yaşına kadar sistematik olarak tecavüze uğradıysanız, üstüne her gittiğiniz yerde istismara uğrarsanız, önünüze türlü engeller geldiğinde düşündüğünüz şey eğer eksik olan imanınız ise burada bir sıkıntı var. Kimsenin kaderine 5 yaşında tecavüze uğramak konulmaz. Böyle bir sınav zaten olmaz. Önüne gelenin tatmin materyali olmak eğer kaderde var ise kimse bir sınavdan bahsetmesin.

Cüz-i İrade ve Külli İrade denilen kılıfların ardına da saklanmayın. Hem önceden size biçilmiş hayatı yaşayacaksınız, yani inanıp inanmadığınız, yaşamınız, ölümünüz tasarlanmış olacak, hem de size bir “ruhsat” verilerek yaptıklarınızdan cezalandırılabileceğiniz söylenecek. Burada gerçekten büyük bir paradoks var.

Şefaatçi ara sınıfın var olmasındaki tek sebep Din deki öngörülemeyen ve aşılamayan kusurlardır. Ortada bir sorun var. Bu sorunu mantıklı bir şekilde tasarımlamak zorundasınız. Kısacası bir suçlu lazım. Allah suçlu olabilir mi? Haşa. Dualarda ve ibadetlerde bir sorun olabilir mi? Yok onlar tastamam. E iyi de bu kız tecavüzcüsü olan aminoasit yığını ile zorla evlendiriliyor ise ona biçilen hayat bu olabilir mi? Bu da mantıklı değil. O halde iman da bir sakatlık vardı ki kız bunun cezasını çekiyor. Bunu nasıl düzeltebiliriz? Allah yoluna kendini adamış, her şeyiyle ona layık, onun rızasını kazanmış bir Hoca efendi ile. "Hadi gidip ona tabi olalım da cenneti garanti edelim. Ayrıca başımıza kötülük gelmesin, paraya para demeyelim."

İşte bu ve benzeri durumlar ile karşılaşılmaması için aynen İslamiyet öncesi Arabistan yarımadasında olduğu gibi (Lat, Menat, Uzza) şefaatçi sınıf tasarımlandı. Tek fark o zamanki şefaatçiler Put’tu, şimdikiler kanlı canlı…

Değişen bir şey yok. Eğer okuyup sorgulayarak herhangi bir semavi dine bağlı iseniz “size” saygı duyarım. Ancak kalkıp bu şefaatçi canlı putların arkasında saf tutup “Elhamdülillah Müslümanım” diyorsanız alenen "MÜŞRİK" siniz haberiniz olsun.

Zamanınızı boşa tüketerek bu yazıya reddiye geliştirmeye çalışmayın çünkü bu mevzu konusunda sizi bizzat Kuran-ı Kerim uyarıyor:

En’âm 64
"De ki: Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine O'na ortak koşarsınız."

A’râf 191
"Kendileri yaratıldığı halde hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları (Allah'a) ortak mı koşuyorlar?"

Âl-i İmrân 80
"Ve size: Melekleri ve peygamberleri ilahlar edinin, diye de emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra hiç size kâfirliği emreder mi?"

Elbette ki sadece bu üç ayet değil, daha birçok ayette bu ve benzeri anlamlar var. O yüzden sakın “bu yazar cımbızla seçip ayıkladığı ayetleri yalan yanlış yorumluyor!” demeyin.

Maalesef İslamiyet, İslamiyet öncesi Arap yarımadası dininin sadece geliştirilmiş bir varyantı. Farklı bir şey değil.

O din’ de Ortadoğu dinlerinin evrimleşmiş bir modeli olduğuna göre…

Daha inandığı dinin kitabını bir kez dahi anlayarak okumamış, hocasının ağzından çıkan kelimeleri Gandalf’ın ağzına bakan Frodo edası ile dinleyen bir toplumdan ne bekleyebilirsek artık. Sanırım hala ümidimiz var.
Gerçek ortada duruyor, sağlıcakla kalın.

ANUNNAKİLERİN SOY AĞACI

A, mitoloji, sümer mitolojisi, Anunakiler, Anunnakiler, Anunnakilerin soy ağacı, Sümer tanrıları, Sümer aile ağacı, Anunnakilerin izleri, Anunnakilerin yarattığı, Igigi, din ve mitoloji,
Mezopotamya'daki antik Sümer zamanında Anunnakilere dünya'da yaşayan ölümsüz tanrılar denirdi. Mezopotamya mitolojisine göre, Anunna veya Anunnakiler başlangıçta en güçlü tanrılardı ve Anu ile birlikte cennette yaşıyorlardı.

Daha sonra, zamanla Igigiler göksel tanrılar olarak kabul edilirken, Anunna terimi, Yeraltı dünyasındaki tanrıları belirlemek için kullanılır oldu. Özellikle Yeraltı Dünyasının hakimi olarak görev yapan yedi Anunnaki vardı.

Atrahasis efsanesinde, insan yaratılmadan önce tanrıların yaşamak için çalışmak zorunda kaldıkları belirtilmektedir.

Daha sonra, Anunna, çalışmaları için alt sınıf bir tanrı olarak Igigi sınıfını yarattı. Fakat Igigi'ler bir süre sonra isyan ederek çalışmak istemediler. Bunun sonrasında Enki, insanoğlunu yarattı, böylece küçük tanrıların terk ettiği görevleri yerine getirmeye devam etti ve inanç aracılığıyla tanrılara yiyecek temin edecekti.

Bundan farklı olarak Enuma Eliş destanında insanlığı yaratan ve sonrasında Anunna'yı cennet ve toprak arasında bölüp görevlendiren Marduk'tu. Daha sonra, Marduk'a minnettar olan Anunna, Babil'i kurdu ve onun onuruna Esagila adında bir tapınak inşa etti.

Yazar Zecharia Sitchin, bir düzine kitap yayınladı, bunlardan biri de Dünya Anıları Kitabı idi ve burada Anunnakileri detaylı olarak anlattı.

Sitchin kitaplarında Anunnaki'yi tanımlayan çivi yazılı bir senaryoda yazılmış eski Sümer kil tabletlerini ve metinleri tercüme etti.


Sitchin, 12. Gezegende, Anunnaki'nin yaklaşık 450.000 yıl önce Nibiru adında bir gezegenden dünyaya varışını şöyle anlatıyor: "Mezopotamya'ya yerleşecek olan beyaz tenli, uzun saçlı ve sakallı yüksekliği yaklaşık 3 metre olan uzun boylu varlıklar genetik mühendislikleri ile Neanderthal'lerin evrimini Homo Sapiens için hızlandırdılar. Köle işçi ihtiyaçlarını karşılamak için kendi genetik özelliklerinden de katkıda bulundular."

Sitchin'in yazılarına göre, Anunnaki'nin teknolojisi ve gücü, medeniyetimizin 21. yüzyılda bugün bile taklit edemeyeceğimiz bir şey.

Sitchin, eski Nibiru sakinlerinin 450.000 yıl önce uzay yolculuğu ve genetik mühendislik kabiliyetine sahip olduklarını Mısır, Maya, Aztek, Çin piramitlerinde, Stonehenge megalitik sitesinde, Baal ırmağı uzay istasyonunda, Nacza çizgilerinde, Machu Piccu'da ve dünyanın her yerinde varoluşlarının izlerini, çeşitli şekillerde var olan ve halen bilinmeyen bir teknolojiye işaret eden küçük ipuçları bıraktıklarını belirtti.

Bu konudaki teoriler çoktur ve bazı bilim adamları mitolojik bir tür olarak görürken bazıları binlerce yıl önce Dünya'ya gelen yıldızlar arası gezginler olarak görmektedir.

Fakat Anunnakiler gerçek miydi? Bunlar kimlerdi ve onlardan önce kim vardı? Onların nesillerinin durumu nedir ve biz onları tarihe özgü tanrılara kadar takip edebilir miyiz?

Farklılık gösteren çeşitli "soy ağaçları" vardır. Örneğin, aşağıdaki çizelge Mezopotamya'ya, özellikle de Anunnaki neslinin Babil versiyonuna eğimli bir aile ağacıdır. Bunun kanıtı Tiamat ve Marduk'un dahil edilmesidir.

Anunnaki Büyük Meclisinin, esasen egemen sınıfın (Sümer metinlerindeki "Tanrılar ve Tanrıçalar") soy ağacı. "Büyük Anunnaki Meclisi" Laurence Gardner, Bantam Press, New York, 1999:

A, mitoloji, sümer mitolojisi, Anunakiler, Anunnakiler, Anunnakilerin soy ağacı, Sümer tanrıları, Sümer aile ağacı, Anunnakilerin izleri, Anunnakilerin yarattığı, Igigi, din ve mitoloji,
Yazan: A.Kara

KUR-AN'DAKİ ÇELİŞKİLER |1

Kurandaki çelişkiler, Kur-an ve çelişkiler, Kur-an hataları, K, din, islamiyet, Allah küfreder mi?, Allahın küfürleri, Kurandaki mantık hataları, Allahın kanunları değişir mi?, Allah,
Müslümanlar tarafından Kuranda hiç bir çelişki yok deniliyor. Hatta Kuranın doğruluğunu ispat etmek için bazen bilim dünyasınca ispat edilmiş şeyleri kabul etmekten imtina ediyorlar. Misal Evrim teorisi. Bu yazımda sizlere Kuranın hem kendi içinde hemde bilim açısından bir kaç çelişkilerini göstereceğim. Bu, dincileri ikna etmese de umarım onlarda eleştiriye ve geleneksel din bilgilerini araştırmaya bir kapı açar. İlk önce Kuranın kendi içindeki çelişkilere bakalım.

Allah her şeyden haberdar mı?

Kuranın bir çok ayetinde Allah'ın her şeyi bildiği ve her şeyden haberdar olduğu bildiriliyor. Şimdi size vereceğim örnekten bunun böyle olmadığı ortaya çıkıyor.

Enfal-65: "Ey Peygamber! Müminleri cihada teşvik eyle. Eğer sizden sabredecek 20 kişi olursa 200 kişiye galip gelirler ve eğer sizden 100 kişi olursa kafirlerden 1.000 kişiye galip gelirler. Çünkü onlar hakkı ve akıbeti düşünmeyen anlayışsız bir kavimdirler."

Bu ayet bir savaş öncesi nazil olmuş ve ayetten anlaşıldığı kadarıyla Allah yirmi Müslümanın iki yüz kafire karşı direnmesini emrediyor. Ancak bu Müslümanlara zor geldiği için Allah bunun ardından şu ayeti vahiy ediyor.

Enfal-66: "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. O halde sizden sabredecek yüz kişi ölürsa ikiyüz düşmana galip gelirler, sizden bin kişi ölürsa Allah’ın izniyle ikibin düşmana galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir."

Bu ayet hakkındaki rivayetler şöyledir.

Abdullah B. Abbas diyor ki: "Eğer içinizden sabırlı yirmi kişi çıkarsa iki yüz kişiye galip gelir..." ayeti nazil olunca, bir Müslümanın 10 düşman karşısında direnmesini farz kılınmıştır. Bu ise Müslümanlara çok zor geldi. Bunun üzerine bu âyet nâzıl oldu ve Müslümanların yükünü hafifletti. Ancak, Allah teala, karşı konacak düşman sayısını eksilttiği nispette müminlerin sabrını da eksiltti."

Buharî, tefsir el-kur'an, 8/6; ebu davud, el-cihad: 114 (2646); ibn cerir et-taberi, câmiu'l-beyân.
Fahreddin er-razı der ki:

"Önceki (65.) ayetteki mükellefiyet Müslümanlara zor ve ağır gelince, cenâb-i hak, bu ayetle Müslümanların üzerinden o yükü kaldırdı. Atâ'nın rivayetine göre İbn abbas (r.a.) şöyle demiştir: "İlk emir inince, muhacirler niyazda bulunarak: "Ey Rabbimiz, biz açız; düşmanımız ise tok. Biz gurbetteyiz, düşmanımız ise yurdunda ve ailesi içinde. Biz memleketimizden, mallarımızdan ve çoluk çocuğumuzdan ayrı düşmüşüz, düşmanımız ise böyle değil" dediler. Ensar da: "Biz hem düşmanımızla uğraşıyoruz, hem de din kardeşimiz olan muhacirlere yardım ediyoruz." dediler. İşte bunun üzerine, hükmü hafifleten bu (66.) ayet indi." Fahreddin er-razı, mefatihu’l-gayb.


Enfal süresi 65 ayetinde Allah Müslümanlara kafirle savaşacakları zamanda ola bilecek sayılarını açıklıyor. Yani 20 kişi olursanız bile 200 yüz kişilik kafir ordusuyla savaştan çekinmeyin diyor. Bunun üzerine aklı başında bazı kişiler bu imkansız diyorlar ve Muhammed insanların tepkileri yüzerine bu ayeti getiriyor. Ayet «Şimdi Allah sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi.» şeklinde başlıyor. Burada dikkat edilmesi gereken konu şudur. Madem Allah her şeyi biliyor o zaman neden önceden Enfal 65 ayetindeki sayının (20 kişiye 200 kişi) insanlara ağır geleceğini tahmin etmedi? Oysa başka bir ayette Allah kullarını çok iyi tanıdığını yazıyor.

2/BAKARA-286: "Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar."


Şimdi sorum şu Allah verdiği bu sayının Müslümanlara fazla geleceğini neden önceden değilde savaştan sonra anladı? Bu apaçık bir çelişkidir.

Allah Muhammed'i kayırıyor mu?

Dinciler tarafından Kuranın herkese eşit davrandığı yalanı sıkça tekrar edilir. Oysa Kuranın bir takım şeylerde Muhammed'e torpil yaptığı açıkça belli oluyor. Örneğin Kuran'ın tüm Müslümanlara bir takım kadınlarla evliliği yasak ederken Muhammed'e meşru kılması Allah'ın Muhammed'i kayırması gerçeğini gözler önüne seriyor.

33/AHZÂB-50,51: "Ey Peygamber! Biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan kadınları; seninle beraber hicret eden, amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık. Ayrıca, diğer mu’minlere değil de, sana has olmak üzere, mehirsiz olarak kendini Peygamber’e bağışlayan, Peygamber’in de kendisini nikâhlamak istediği herhangi bir mu’min kadını da (sana helâl kıldık.) Mü’minlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında farz kıldığımız şeyleri elbette bilmekteyiz. Bütün bunlar, sana herhangi bir zorluk olmaması içindir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."

Ayette açıkça diğer müminlere değilde sana has olarak ifadesi kullanılıyor. Bu bir torpildir. Üstelik bunu her hangi bir konuda değil de sırf evlilik konusunda yapması da ilginç bir detaydır. Neden? Çünkü bu ayetten yararlanarak Muhammed evlatlığı olan Zeyd'in karısı Zeynep'le evlenmiştir. Bu olaydan rivayetlerde şöyle bahsedilir.

Taberi tarihinde bu hadise şöyle geçer:
”Tanrı elçisi günün birinde Zeyd’i aramak üzere onun evine gelir. Kapıda yünden örülmüş bir perde asılıdır. Peygamber kapının önündeyken rüzgar perdeyi kaldırır. O anda Zeyneb içeride çıplak olarak bulunmaktadır. Tanrı elçisinin gözü ona ilişir, güzelliği hoşuna gider ve kalbinde iz bırakır. Akşam olup da Zeyd eve gelince, Zeyneb ona Peygamberin geldiğini söyler. Zeyd, “ Eve girmesini rica etmeli idin” der. Zeyneb, “ Eve girmesini rica ettiysem de girmedi.” der. Zeyd, “ Peki ayrılırken bir şey söylemedi mi?” der. Zeyneb, “Kalpleri değiştiren Allah kutludur, dedi” der. Bu söz üzerine Zeyd, Muhammed’in Zeyneb’e aşık olduğunu ve onunla evlenmek isteyebileceğini düşünerek, onun yanına gider ve “Ey Tanrı elçisi, evime geldiğini söylediler, babam ve anam sana feda olsun, eve girmeliydin. Zeyneb hoşuna gitmiş olabilir, eğer hoşuna gittiyse hemen boşarım” der. Muhammed, “Karın hakkında bir şüpheye mi düştün ? ” diye sorar. Zeyd “ Ey Tanrı elçisi, hiçbir hususta ondan şüphelenmedim ve ondan hayırdan başka bir şey görmedim” der. Muhammed ona, daha sonra Ahzab Süresi 37. ayette de bahsi geçen “Eşini tut, Allah’dan kork” sözlerini sarf eder. Ancak her şeye rağmen Zeyd ne düşündüyse Zeyneb’i boşar. ”Bu ziyaretten sonra Zeynep şöyle der: “Resul-u Ekrem hazretlerinin beni görüp beğenmesinden sonra Zeyd benimle evlilik münasebetinde bulunmadı.”

Bundan sonra insanların Muhammed'i kınaması yüzünden olacak ki ne hikmetse ardı ardına ayetler inmeye başlıyor.

"Hani hem Allah’ın nimet ve ihsanına, hem de senin iyiliğine nail olmuş olup da hanımını boşamaya karar vermiş olarak sana danışmaya gelmiş olan kişiye sen: “Eşini yanında tut Allah’tan kork!” demiştin. Allah’ın açığa çıkaracağı bir durumu içinde saklamıştın, çünkü insanlardan çekinmiştin. Halbuki asıl Allah’tan çekinmen gerekirdi. Neticede, Zeyd eşini boşayıp onunla ilişkisini kestikten sonra, Biz onu sana nikâhladık ki, bundan böyle evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestikleri, onları boşadıkları zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri her zaman gerçekleşir." (Ahzab Süresi, 33/37)

Ve böylece insanların eleştirilerinden kurtuluyor göz diktiyi evlatlığının karısını da kendi karısı yapıyor.


Allah'ın kanunları değişir mi?

Kuran bazı ayetlerin açık bir şekilde Allah'ın yazılı olan yasalarında(yani vahiy olarak inen yasalar) hiç bir değişiklik bulamayacağımızı söylüyor.

Fatir-43: “… Hayır! sen Allah’ın kanununda değişiklik bulamazsın. Sen Allah’ın kanununda asla bir döneklik bulamazsın.”

Feth-23: “… Allah kanununda hiçbir değişiklik bulamazsınız.”

Bu ayetlerde kanunlarda değişiklik bulunmadığını söyleyen Allah diğer ayetlerde bunun tam aksini söylüyor.

Bakara-106: “Herhangi bir Ayet’in hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Allah’ın her şeye gücünün yettiğini bilmez misin? ”

Nahl-101: "Biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini gayet iyi bilir- onlar Peygamber’e, “Sen ancak uyduruyorsun” derler. Hayır, onların çoğu bilmezler."

Rad-39: "Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun yanındadır."

Allah'ın kanunlarını sildiği vakıaların varlığı İslam tarihi gibi kabul edilen hadislerde de bellidir. Gerçi bu hadisler Kuranın değiştirildiğini de ortaya çıkarır ama bu başka bir yazının konusudur.

Enes İbni Malik (rd) rivayet eder ki, “Allah'ın Resulunun sağlığında, Tevbe Sûresine eşit bir sûreyi okurduk. Şu ayetten başkasını unuttum : Velev enne libni ademe vadıyanı min zehebin lebtega ileyhima salışa. Velev enne lehu şalısen, lebtega ileyhima râbia. Velâ yemleu çevfebni ademe illetturabu. Ve yetübüllâhu alâ men tab»
Meali şudur : “Eğer Ademoğlunu altundan iki vadisi olsa, ister ki ona üçüncü şu satılsın. Üçüncüsü de olsa isterki ona dördüncüsü katılsın. Ademoğlunun karnını topraktan başkası doyurmaz. Al­lah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder» Metni nesholan bu ayeti, bazı kelime değişikleriyle ve aynı anlamda olmak üzere, Ebu Vakidi Elleysî, Ebu Musal Eş'arî ve Zeyd İbni Sabit de rivayet etmişlerdir."

Abdullah İbni Mes'ud da şunu rivayet eder : “Allah'ın Resulü bana, bir ayeti okudu ki ben onu ezberlemiş ve musahıfma da yazmış ve yatacağım yere bu yazıyı götürmüştüm. Ertesi günü mushafı elime alınca, yazının bulunduğu sahifenin bembeyaz olduğunu gördüm. Durumu Hz Peygambere haber verince bana, “Ya İbni Mes'ud, o ayet geçen gece kaldırıldı” dedi."

Gördüğünüz gibi Allah önce vahiy ettiği ayeti sonra yazıdan ve beyinlerden silebiliyor. Bunun iki nedeni olabilir. Ya Allah insanlar için en hayırlı olacak sözleri önceden seçemiyor yada bir türlü ne söyleyeceğine karar veremiyor. Bence ikisi de doğru.


Allah önce kafir yapar sonra cehennemde yakar.

Bu konu bir az karmaşık olmasına rağmen kendi üzerimden bunu size izah etmeye çalışacağım. Misal ben Allah'a inanmayan biriyim. Ve Kurana göre ebedi cehennemde yanacak olan insanlardanım. Ancak Kurana baktığımda Allah'a inanmama sebebimin Allah'ın kendisi tarafından sağlanıldığını görüyorum. Sizlere bazı örnekler vereceğim.

17/İSRA-36: "Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur."

Benim Allah hakkında kesin bir bilgim yok. Onun için dincilerin ortaya attığı Allah tezinin ardına düşmüyorum. Kulaklarımla Allah'ın sesini duymadım, gözlerimle onu görmedim, kalbimle de varlığını inkar ettiğim için bir korku hissi duymadım. Şimdi kendiniz düşünün ben nasıl inanayım Allah'ın var olduğuna? Ama iş bununla da bitmiyor zira Allah'a inanmamakta ısrarımı kendisi sürdürmeme izin veriyor.

“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 2/7)

Bu ayette Allah onların kalpleri ve kulakları mühürlenmiştir gözlerine de perde çekilmiştir artık inanmazlar diyor. Ve ayetin sonunda onlar için büyük bir azap vardır diyerek bu mührün mahşer gününe kadar devam edeceğini söyleyerek o insanların azap verilecekler olduğunu kesin bir şekilde söylüyor. Kendisini bana ispatlamak yerine gözlerimi kulaklarımı mühürleyip beni cehenneme atan Allah'ı tanımak ona iman etmek gibi bir şansım var mı? Demek ki Allah kendisi benim inanmayanlardan olmamı istiyor. Bu benim değil Allah'ın suçu. Çünkü o kendisinin varlığını ispat etmek zorunda ben onun yokluğunu ispat etmek zorunda değilim. Eğer birisine 2+2 kaç etmez diye sorarsan bu bir mantık hatası olur. Onun için Allah'ın yokluğu değil varlığı ispat edilir.

Kuran tüm insanlara mı hitap eder?

Geleneksel dinciler Kuranın evrensel olduğunu söyler. Allah bunun bir üst katına çıkarak Kuranın tüm alemlere ait bir kitap olduğunu söylüyor. (dincilere göre 18 bin alem var)

Kalem-52: "Oysa Kuran, alemler için bir öğütten başka bir şey değildir."

Bunu söyleyen Allah unutkanlıktan mıdır nedendir bilinmez bir diğer ayet te başka bir şey söylüyor.

6/EN'ÂM-92: "İşte bu (Kur’an) da, bereket kaynağı, kendinden öncekileri (ilâhî kitapları) tasdik eden ve şehirler anasını (Mekke’yi) ve bütün çevresini (tüm insanlığı) uyarasın diye indirdiğimiz bir kitaptır."

Şimdi ben Mekke ve onun etrafında yaşamadığım için Kuranın uyarılarını dinlemediğim için haksız mıyım?

Allah küfreder mi?

6/EN'ÂM-108: "Onların, Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler."

Ayette Allah başka inançta olan insanların kutsal saydığı şeylere sövmeyin diyor. Zira onlarında kendisine küfredeceğinden korkuyor. Ama bunu söyleyen Allah her nedense diğer ayetlerde İslam dışı inançlara sahip insanlara eşek, köpek, maymun, domuz diyerek küfürler ediyor. İlk önce İslam alimlerinin Allah'a sövme konusundaki hükümleri nelerdir ona bakalım.

İmâm İbn Kesîr rahîmehüllâh ise şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ’nin: ‘Dîninize dil uzatırlarsa’ buyruğunun mânâsı: ‘Onu ayıplar ve küçümserlerse’ demektir. İşte Rasûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e veya İşlâm Dîni gibi kutsallara şovenin öldürülmesi buradan alınmıştır.” [İbn Kesîr,Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm: 4/102-103.]

Şeyhu’l-İşlâm İbn Teymiyye rahîmehüllâh, şöyle demiştir: “Şoven kimse eğer ki Müslüman ise içmâ ile katledilmesi vaciptir. O kişi sırf bu sövme sebebiyle kâfır ve mürted olmuş ve kâfırlerden daha kötü bir hale gelmiştir, çünkü kâfır Allâh’i yüceltir ve üzerinde bulunduğu bâtıl dînin Allâh ile istihza etme ve O’na sövme anlamına gelmediğini itikat eder.” [eş-Sârimu’l-Meslûl: 546.]

İmâm Ebû Bekr bin el-Arabî rahîmehüllâh ise şöyle ise demiştir: “Şaka olarak yapılan küfür, kişiyi küfre götürür. Ümmette bu konuda ihtilaf yoktur.” [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân: 8/197.]

Şeyh Keşmirî rahîmehüllâh ise şöyle demiştir: “Kim, gerek alay ederek gerekse şaka yere küfür kelimesini söylerse (ya da amelini işlerse) ittifakla kâfır olur ve bu konuda itikadına (niyetine) itibar edilmez.” [Keşmirî, İkfârü’l-Mulhidin: 59.]

İmâm İshâk bin Rahaveyh rahîmehüllâh, şöyle demiştir: “Müslüman âlimler, Allâh’a veya Rasûlune söven ya da Allâh’in nebilerinden bir nebiyi öldüren bir kimsenin -Allâh’ın indirdiği şeylerin tamâmını kabul etse bile- sırf bu yaptığı şey sebebiyle kâfır olacağı hususunda içmâ etmişlerdir.” [Abdülmunim, Tenbihu’l-Gafilîn ilâ Hükmı Satımillahi ve’d-Dîn: 13.]

İmâm Hattâbî rahîmehüllâh ise şöyle demiştir: “Böyle bir kimsenin katlı hususunda Müslüman âlimlerden hiçbirisinin ihtilaf ettiğini bilmiyorum.” [Tenbihu’l-Gafilîn: 13.]


Gördüğümüz kadarıyla İslam alimlerinin hepsi Allah'a sövmenin kafirlik olduğunu ve cezasının ölüm olduğunu söylemişler. Ama nedense Allah'ın başka inançtaki insanlara sövmesini meşru görmüşler.

2/BAKARA-171: "İnkâr edenleri imana çağıran (peygamber) ile inkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir."

7/A'RAF-179: "Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar."

25/FURKÂN-44: "Yoksa onların çoğunun, işittiğini veya (böylece) akıl ettiğini mi sanıyorsun? Onlar sadece hayvanlar gibidir."

2/BAKARA-65: Ve andolsun ki siz, içinizden cumartesi günündeki (avlanma yasağını) çiğneyenleri biliyordunuz. O zaman onlara: “Hakir (aşağılık) maymunlar olun.” dedik.

5/MAİDE-60 "Onlar, Allah’ın lanetlediği ve gazap duyduğu ve onlardan maymunlar, domuzlar yaptığı ve tâguta kul ettiği kimselerdir."

62/CUMA-5: "Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir."

7/A'RÂF-176: "Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir."

Bunun gibi yüzlerce örnek var Kuranın çelişkilerini gösteren ama makalenin çok uzamaması için burada bitireceğim zira gelecekteki yazılarımda sıklıkla bu konuyu ele alacağım. Bizi takip etmeye devam edin çünkü bir sonraki yazıda Kuranın bilimle çelişen ayetlerini konu edeceğim. Yıllarca insanlara alimlerin alimi olarak yutturulan Kurandaki kanıtlarıyla Allah'ın aslında bilimden ne kadar uzak olduğunu ispat edeceğim. Bizi okumaya devam edin.

Yazan: Kirpi

BAŞKA DİNDEN OLANLAR CEHENNEMLİK Mİ?

A, din, islamiyet, Başka dinden olanlar,Müslüman olmayanlar cehennemlik mi?,İyi insanlar neden cehenneme,Cehennemlik,Kur-an'ın cehennemlik çelişkisi,Bakara 62,Ali İmran 85,Kur-an çelişkileri
Müslümanlar ve hatta imamlardan sık sık şunu duyarsınız: "Müslüman olmayanlar cehennemliktir, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar". Tabi bazıları insanın çok iyi biri olduğu halde cehennemlik olduğu iddiasını vicdanına sığdıramaz ama inancı gereği susar.

Peki bu konuda, Kur-an daha önceki yüzlerce çelişkilerde olduğu gibi, nasıl bir çelişki içindedir hemen bakalım.

Bakara 62
"Diyanet Vakfı Meali:Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sabiilerden Allah'a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir."

Gördüğünüz gibi Bakara 62 de Allah açıkça Yahudi, Hristiyan ve Sabilerin aralarından iyi insanlar olanları ödüllendireceğini, "üzüntü çekmeyeceklerini" söylüyor, söylüyor derken bunu Allah'ın söylemeyip Muhammed'in yazdırdığını adım gibi biliyorum o da ayrı mesele. Nasıl bu kadar eminsin? derseniz daha önce sitede yayınlanan Kur-an çelişkisi üzerine yüzlerce yazıyı okuyabilirsiniz. Gerçekler gün gibi ortadadır.

Peki Bakara 62 de kişinin dininin sorun olmayacağı, önemli olanın salih amel olduğu ve ucunda mükafat olduğu söylenirken bakalım Ali İmran 85 de ne diyor?

Ali İmran 85
"Diyanet İşleri:Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır."


Şimdi bakın bu noktaya dikkat edin, Bakara 62 de söylene söz ile Ali İmran 85 de söylenenlerin arasında uçurum gayet bellidir. Bu yüzden hep diyorum ki Kur-an bir yaratıcının değil insanın eseridir, bunları yazdıran da Muhammed'dir.

Şimdi gel gelelim durum neden böyle, aslında biraz kafayı çalıştırmak bile yeterli.
Bakara suresi bana vahiy oldu dediği zamanlar Muhammed henüz çok güçlü değil, öyle inanılmaz bir takipçisi, onun için ölüp gözü kapalı savaşacak yüz bin kişilik orduları yok. Üstelik kendinin ve halkın eski inancı putperestlik. Fakat onların putlarından sadece birinin adını alıp tek ilah odur diyip diğerlerini geçersiz kılarak yeni dini getirirken çok fazla takipçisi ve gücü olmadığından yeni Tanrısının yani aslında kendisinin sözleri halkın kulağına yumuşak gelecek şekilde ılımlı olmalı. Aksi halde kimseyi safına çekemez.

Ali İmran ise Bakara'dan çoook sonra gelen bir sure. Fakat bu sure Bakara gibi o topraklarda yaşayan farklı inançtan kişilerin yanağını okşayıp, sırtlarını sıvazlarken "sizde benim evladımsınız" diyen türden değildir. Bunun sebebi aradan geçen onlarca yılda artık Muhammed'in daha fazla takipçi kazanmış, güçlenmiş olmasıdır. Hal böyle olunca topraklarındaki farklı inançtan kişilere artık hoşgörü göstermeye, onlara karşı ılımlı yaklaşmaya, "önemli olan ameldir din değil" demeye mecbur değildir, çünkü artık güçlüdür.

Birçok ayette benzer durum vardır, ilk ayetler hep ılımlı iken sonrasında gelen ayetler korkutucudur. Muhammed'in güçsüz ve güçlü iken bana vahiy geldi dediği sureler arasında inanılmaz farklar vardır. Şimdi dinini körü körüne savunmak isteyenler diyecekler ki "Hayır, Kur-an'ı Muhammed yazdırmadı"

İyi de, o zaman nasıl bir Tanrıya inanıyorsun? Tanrı dediğin sözünden döner mi? Bir dediği diğerini tutmayan, sözüne güvenilmeyen Tanrı mı olur? O olsa olsa Cumhurbaşkanı olur.

Bir gün "sorun yok ya, iyi biri ol yeter" derken 1-2 ay sonra "vazgeçtim, ille de müslüman ol yoksa ümüğünü sıkarım" diyen bir Tanrıya inanmayı aklınız nasıl kabulleniyor? Hani Allah kusursuz du?

Bir kaç soru ile yazımı bitirmek istiyorum.
  1. Müslümanlar olarak 1,5 milyardan fazla bir kitlesiniz.
  2. Bu 2 ayet arasındaki çelişkiyi hiç görmediniz mi?
  3. Görüp de görmezden mi geldiniz?
  4. Görmezden geldiyseniz akıl ve vicdanınız nasıl rahat ediyor?
  5. Daha da önemlisi Kur-an'ı hiç TÜRKÇE okumadınız mı?
Yazan: A.Kara