HABERLER
Dini Haber

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-7

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-7
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “MOON TARİKATI”


Rus Emperyalizmi, dinleri reddederken ABD Emperyalizmi dinleri kullanma konusunda başarılı bir yol izlemekteydi. CIA yönetimi Vatikan ve uluslararası bağlantılarının topladığı bağışlarla büyük bir nakit birikimine sahip olduklarını keşfettiler. Bu birikimlerin Papa vasıtasıyla uygun olmayan illegal ortamlarda kullanılması ve değerlendirilmesi Vatikan’ı doğrudan bir suç imparatorluğunun içinde yer almasını sağlıyordu. Bu keşiften sonra CIA ile Vatikan ilişkileri karşılıklı çıkar dayanışması ile gelişmeye başladı. Özellikle Katolik Hristiyan dünyasında çok etkin olan Vatikan, seçtiği kardinaller ve rahipler vasıtasıyla anti komünist eylemleri organize etmeye çalışıyordu.

Bu eylemlerin yanında lider kişiliğe sahip dini karakterleri de kullanmaktan geri kalmadılar. Sovyetler Birliğinin gücünü gösterdiği dönemden itibaren CIA, seçtiği dinsel karakterleri kullanarak kendi toplumlarında, devletlerinde ve daha sonra dünyaya açılmalarını sağlayarak bir nevi ajanlık faaliyetlerinde kullandılar. Bu karakterlerden medyaya en çok yansıyanlarına değinmek istedik.

MOON TARİKATI, Sun Myung Moon

Sun Myung Moon 25 Şubat 1920 tarihinde Kore’de dünyaya geldi. Ailesi Budist inancına aitken Hristiyanlığa dönerek Presbiteryen kilisesine katıldı. 1945 yılından itibaren “İlahi İlke” olarak adlandırdığı mesajlarını duyurmaya başladı. 1946 yılında tek başına gittiği Pyongyang’da Güney Kore lehine casusluk yaptığı gerekçesiyle tutuklandı. Hüngnam Çalışma kampına 5 yıllık ceza için gönderildi. 1950 yılında Kore savaşı sırasında ABD kuvvetleri tarafından bölge ele geçirildiğinde kurtarılarak serbest bırakıldı. İlahi İlke, ikinci kez daha genişletilmiş olarak yayımlandı. Pusan kentinde ilk kilisesini inşa etti.

Kore savaşının bitmesiyle Güney Kore’de Amerika etkisi yoğunlaşmıştı. Bu tarihten itibaren Kore halkının Hristiyanlığa geçişi hızla artmaya başlamıştı. 1 Mayıs 1954 tarihinde Seul’de “Dünya Hristiyanlığının Birleşmesi İçin Kutsal Ruh” derneğini kurdu ve hızla genişleyen dernek 1955 sonunda 30 merkeze ulaştı. Kutsal Ruh derneği ABD’nin etkisinin yoğun olduğu uzak doğu coğrafyasında hızla çoğalmaya başladı. Güney Kore dışında Japonya, Filipinler ve Uzakdoğu Asya’daki diğer ülkelere hatta dünya çapında yayıldılar. 1959 yılından itibaren Amerika’ya misyonerler gönderildi. 1971 yılında 500 üye 1973 yılında ise 50 eyalette 5-6 bin üyeye ulaşmıştı.

1968 yılında Çekoslovakya’da “Prag Baharı” adı ile başlayan liberalleşme ve özgürlük hareketi sırasında Moon tarikatı, Kutsal Ruh derneği ile ülkeye giriş yaptı. Ancak Varşova Paktı ülkelerinin Çekoslovakya’yı işgal etmesi ve direnişi bastırması ile dernek faaliyetleri 1990 yılına kadar yer altı örgütü olarak sürdürüldü. Bu tarihten itibaren Sovyetler Birliğinin çözülme sürecine girmesi ile Kutsal Ruh derneği Rusya ve diğer eski komünist ülkelerde misyonerlik faaliyetlerine başladı. 1994 yılında Moon’un eşi Hak Ja Han, Rusya’da Kremlin sarayından radyo yayını yaptı. Sadece Rusya’da 5000 üyeye sahip olmuştu. Aynı yıl Rusya’dan 500 öğrenci, ABD’ye 40 günlük çalışmalara katılmak amacıyla götürüldü.

Moon, 1971 yılında merkezini ABD’ye taşıdı. 1976 yılına kadar ABD’nin büyük kentlerindeki dev stadyumlarında milyonlarca kişiye “Amerika için Tanrının Umudu” isimli konuşmasını yaptı.

Rahip Moon’un kurduğu tarikatın diğer mezhep ve tarikatlara göre bazı farklılıkları vardı. Bunların içinde en belirgin olanlarından biri tarikat üyeleri arasındaki cinsel ilişkilerin bir aile kavramı altında uygulanması emriydi. İsa döneminde yeni ve temiz Yahudiliğin başlangıcı olarak Yahya’nın vaftiz geleneğini başlatması ve sürdürmesi, Moon tarikatında kutsal aile ve kutsal evlilik olarak şekil bulmuştu. Aile kavramına bu kadar düşkün olduğunu ifade eden Moon aslında 1953 yılında ilk eşinden boşandıktan sonra 1954 yılında evlilik dışı bir çocuk sahibi olduğunu açıklamıştı. Rahip Moon’un aile ve yuva düşüncesini pazarlamasındaki amacı, tarikata üye olan kişilerin tarikat dışında yaptıkları evliliklerle eşlerini de üye yapmak ve tarikatın pozitif bakışını dünya kamuoyuna sunmak amacı güdüyordu. Tarikatın başka bir farkı da kendini İsa’nın yerine gerçek mesih olarak tanımlamasıydı. Çünkü İsa ölüp göğe çıktığında henüz bir aile kurmamıştı oysa Moon bir aile sahibi olduğu için mesih olarak kendisi dünyaya yeniden geri gelip düzeni kuracaktı. Aile ve yuva anlayışı üzerinde yoğun çalışarak bunu siyasi ortama taşımaya çalıştı. Bu amaçla 2003 yılında Güney Kore’de “Tanrı Barış Birleşme ve Yuva Partisi” isimi siyasi bir partinin kurulmasını sağladı. Benzer siyasi partilerin Japonya ve ABD’de de başlatılacağını açıkladı.

Bu inançları ve fikirleri yüzünden Hristiyanlığın yerleşmiş mezhepleri olan Ortodoks, Katolik ve Protestan kiliseleri ile anlaşmazlığa düşüyordu. Ancak Rahip Moon her fırsatta tüm inançlarla barış içinde olmaya çalışmaktaydı. 1976 yılında Amerikan Yahudi Komitesi Moon tarikatının inançlarını Yahudi ve Hristiyan inançlarını aşağılamakla suçladı. Bir süre sonra Evrensel barış Federasyonunun Orta Doğu girişiminde Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında saygı ve uzlaşmayı teşvik için İsrail ve Filistin’e grup seyahatleri düzenlenmeye başlandı.

Moon tarikatının İslam dünyası ile ilk ilişkisi Rusların Afganistan işgali sırasında gerçekleşti. Moon tarikatı İslamcı anti-komünistlerle birleşme kararı aldı. 1987 yılında tarikat üyesi Lee Shapiro belgesel çektiği iddia edildiği sırada Afganistan’da öldürüldü. Rahip Moon, dünya genelinde ABD desteğinde, yakın tarihte İslam’ı tercih etmiş toplulukların liderleri ile toplantılar düzenledi. Bu barış toplantıların arasında Fethullah Gülen ile yapılan barış görüşmeleri de vardı.

Gençliğinde Japon işgaline karşı özgürlük için Kore’de Komünist Parti üyeliği yapmış olan Moon, Kore savaşı sonrasında ABD Birliklerinin ülkeye girmesinden itibaren Anti-komünist olmuştu. İlahi İlke isimli kitabında komünistliğin 70. Yılında yok olacağı konusuna yer verdi. 1977 yılında ABD Temsilciler Meclisinin Uluslararası ilişkiler komitesi, Güney Kore istihbarat teşkilatı KCIA ile ortak çalışmalar yaptı. Moon tarikatı kendi bünyesinde tüm dünyaya dağılmış merkezleri olan birçok kurum oluşturdu. Bu kurumlarda görünüşte sosyal faaliyet yapılıyor görünmesine rağmen arka planda devletlerle ve devlet yönetici ya da çalışanları ile kurulan ilişkilerden dolayı ajanlık faaliyetleri sağlanıyordu. CARP (İlkeler Araştırmaları Kolejler Derneği), Aile Barışı Derneği, Evrensel Barış Federasyonu, Dünya Barışı İçin Kadın federasyonu, Barış İçin Hizmet gibi aynı konularda faaliyet gösteren kurum ve kuruluşları oluşturdu. 15 adet içinde dinsel eğitim de veren eğitim kuruluşları, G. Kore ve ABD’de kurulmuş ve faaliyet gösteren 7 adet kültür örgütü, 6 adet uluslararası spor organizasyonlarının da sahibiydiler. 14 adet siyasi alanda faaliyet gösteren partiler, gazete, radyo, dernekler ve örgütlerle bağlantıları ortaklıkları vardı. G. Kore’de Pyeonghwa Motors ile ortak olarak Kuzey Kore Ryonbong General Corp şirketi adına Fiat lisansı altında iki küçük halk tipi araç üretimi sağladılar. Aynı Kore şirketi ile Güney Kore’de ikinci el araç ticareti yapmaya tek yetkili şirket oldular. Çinli Dandong Shuguang şirketi ile kamyonet üretimi yaptılar. G. Kore’de Cheongshim Hastanesini kurup, işlettiler. Tüm bunların yanında denizcilik alanında gemi inşaatı ve balıkçılık şirketlerine, ABD, G. Afrika, Mısır, Japonya, G. Kore ve Latin Amerika’da gazetecilik alanında faaliyet gösteren kuruluşlara ve emlak şirketlerine sahipti. Ayrıca bunların yanında sahip olduğu finansman kuruluşları ile birçok şirkete fon sağlıyordu. Moon tarikatı tüm bu faaliyetlerinin yanında ABD desteği sayesinde Birleşmiş Milletler bağlantısı ile dünyadaki birçok sivil toplum kuruluşlarında ve organizasyonlarda etkin çalışmalarda bulundu.

Rahip Moon Kore’de sıradan bir Budist olarak başladığı hayatını önce Hristiyan sonra tarikat sahibi ve lideri olarak sürdürdü. ABD ve CIA desteğinde önce yardımlarla sonra ticari şirket ve kuruluşlarla büyük bir finansman sahibi oldu. Dünyadaki birçok noktalarda ABD ve CIA adına faaliyetlerde bulunarak dini inançları kullanıp anti-komünizm çalışmaları ile ABD emperyalizmine hizmet etti. 1950’den öldüğü 2012 yılına kadar Güney Kore nüfusunun tam olarak yarısını Hristiyan dinine geçirdi.

15 Ağustos 2012'de Moon'un ağır hasta olduğu bildirildi ve Seul'deki Kore Katolik Üniversitesi St. Mary's Hastanesinin yoğun bakım ünitesinde solunum cihazına bağlandı. Eylül ayında kaldırıldığı hastanede öldü. Ölümünün ardından özellikle Rusya ve ona bağlı (Fethullah Gülen ve Rahip Moon ile ilgili eski Sovyet Türki Cumhuriyetlerde yasak getirilmişti) diğer ülkelerde faaliyetlerine yasak getirildi. Kesin bilgi olmamasına rağmen bugün Rahip Moon’un mirasını ailesi ve yakın iş arkadaşlarının sürdürdüğü sanılmaktadır.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-6

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-6
ANTİKOMÜNİST KURUMLAR, "GLADIO"

ABD Nato yapılanmasını sağladıktan sonra olası bir Sovyet işgaline karşı Nato üyeleri içinde sivil savunmayı sağlayabilecek bir oluşumu planlamıştı. Bunun için örnek aldığı yapı ise II. Dünya savaşı sırasında Fransa’da aktif görev yapan ve tarihte “Fransız Direnişi” diye bilinen hareketti.

Bu yapılanmada General De Gaulle radyolardan halka seslenerek askeri deneyimi ya da yetenekleri olsun ya da olmasın Fransa’nın özgürlüğü yolunda mücadele vermek isteyenlere çağrı yapmıştı. Çağrıya katılan insanlar Londra’da toplanarak eğitimlerden geçirilip görevleri belirlendi. Seçilen kadın ve erkekler De Gaulle önderliğinde ve Jean Moulin yönetimi altında askeri ve siyasi bazı eylemlere katılmışlardı. Genelde yapılan uygulamalar, genel itaatsizlik ile başlayan ve sahte kimlikler yapmak, suikastler düzenlemek, suikastçilere ve ABD, İngiliz askerlerine lojistik destek verme gibi eylemleri kapsıyordu. ABD bu tür sivil savunma uygulamalarını bir kurum ya da kuruluş olarak Nato kontrolünde her üye ülkede yapılanmasını sağladı. Bu kurumlar Nato’ya üye ülkelerin her birinde farklı isimlerle anıldı. Ancak en çok bilineni ve medyaya en çok yansıyanı belki de en çok sevileni İtalyanların “Gladio” isimli kuruluşları oldu. Gladio’nun tam Türkçe karşılığı “Kısa kılıç” anlamına geliyordu. Bu isim Roma ordusunun ya da gladyatörlerin kullandığı kılıcın ismiydi. Zaten Gladyatör’ün ismi de bu kılıçtan kaynaklanıyordu. Gladio’nun dışında “Stay Behind” denilen bir nevi “Geri Hizmet” adı da kullanılmaktaydı. Bazen de “Süper Nato” deniliyordu. Kuruluşundan itibaren tamamen gizli olan bu kurumlar yıllar sonra yapılan bazı operasyonlarda sonra ortaya çıktı.

Örgüt tamamen ABD desteği ile antikomünist hareketi desteklemek amacıyla kurulmuştu. Finansmanını CIA sağlıyordu. İlk uygulama olarak casusluk ve gerilla savaşına hazırlanmak amacıyla Sardunya adasında bir eğitim kampı kuruldu. Kuzey İtalya’da 139 yerde silah ve mühimmat depoları oluşturuldu. Resmi olarak geçen adı ise “Müttefik Koordinasyon Merkezi” (Allied Coordination Committee) idi. 1952 yılında kurulan ana yapıdan sonra 1956 yılına kadar ikisi kadın olan toplam 622 kişi ABD ve İngiliz Gizli Servisleri tarafından eğitilip yetiştirildiler. 1972 yılından sonra organizasyon resmen dağıtıldı ama ortadan kaldırılmadı. Bu tarihten itibaren yer altı örgütü olarak yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler.

İtalya’da adı Gladio olan örgüt, Yunanistan’da “B-8” veya “SheepSkin”, Belçika’da “SDRA-8”, Hollanda’da “NATO Command”, Batı Almanya’da “Gehlen” ya da “Sword”, Avusturya’da “Schwert”, Fransa’da “Rüzgâr Gülü”, İspanya’da “GAL”, İngiltere’de “Secret British Network” olarak kaydedildi. Türkiye’de ise bu kurumun ilk adı “Seferberlik Tetkik Kurulu” idi. Sonra ismi “Özel Harp Dairesi” olarak değiştirildi. Daha sonra birkaç kez farklı isimlerde medyada ve siyaset sahnesinde adı değişik isimlerle anıldı. Bir zaman “Kontrgerilla” denilen yapılanma daha sonra “Derin Devlet” olarak anılmaya başlandı. Ama hepsinin arkasında en üst yönetici olarak ABD’nin CIA kurumu vardı.

ABD güçlü ekonomiye ve siyasal yapıya sahip NATO’ya üye ülkeler ile iyi iş birliği içindeydi. Ancak ekonomisi ve siyasal yapısı zayıf olan ülkelerin doğrudan yönetimine müdahale ederek ilişkilerini iyi tutuyordu. Türkiye, Güney Kore ve İsrail bu açıdan sıralamada en üstte bulunan ülkelerdi. Güney Kore ve İsrail’in Türkiye’den en büyük farklılıkları ABD için en öncelikli ve alternatifleri olmayan ülkeler olmasıydı. Türkiye bu açıdan ikinci planda kalıyordu çünkü ondan daha önemli olduğu kabul edilen İsrail vardı. ABD de, Türkiye için ikinci plandaydı çünkü ülkede ABD sempatizanları olduğu kadar onun varlığından hoşlanmayan ve rahatsız olan ciddi sayıda bir nüfus vardı.

Cumhuriyet öncesinde Manda talebi ile ülkeye girmeye çalışan ABD bunda başarılı olamayınca Cumhuriyet’in kurulması sonrasında yeni muhalif partilerin oluşumunu sağlayarak denemelerini sürdürdü. O günün koşullarında genç Cumhuriyet’in tam oturmamış demokratik sisteminde Mustafa Kemal Atatürk’ün dikkati sayesinde bunu başaramadı. Bu yüzden Mustafa Kemal Atatürk’e defalarca suikast girişiminde bulunulmuştu ki İzmir suikasti bunların sonuncusuydu.

Atatürk’ün vefatı ve II. Dünya savaşının bitmesini takip eden yıllarda Sovyetler Birliğinin saldırgan politikaları yüzünden Türkiye, ABD’ye yanaşmaya çalışıyordu. ABD yönetimi bunu memnuniyetle karşılarken tek şartı demokratik rejimin gereği çok partili siyaset ve liberal ekonomik yapılanmayı şart koştu. Böylece 1950 yılında ABD güdümünde CHP’den ayrılan Bayar ve Menderes Demokrat Parti’nin kurulumunu gerçekleştirdi.

Tüm dünyada ve Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de Amerika hayranlığı giderek yükseliyordu. Demokrat Partinin kurduğu hükümetlerde Türkiye’nin “Küçük Amerika” olacağı vaatleri söyleniyordu. Oysa ABD Türkiye’ye verdiği kredilerle; süt tozu, otomobil, genetiği değiştirilmiş buğday, soya yağı gibi ürünler satıp, fabrikaları kapattırıyor, demiryolu yerine kara yolu inşa ettiriyor ve Türkiye’nin geleceğini oluşturacak Köy Enstitülerini komünizm propagandası yapıyor diye kapattırıyordu.

Türkiye bu süreçte NATO’ya üye olarak askeri donanımlarını ve gücünü tamamen NATO’ya endekslemişti. Yine bu dönemde silahlı kuvvetler içinde kurulan Gladio benzeri Seferberlik Tetkik Kurulu tüm parasal kaynağını CIA’den karşılıyordu. Bu yüzden de CIA yönetimine ve direktiflerine maruz kalmaktaydılar. Üstelik bu durumdan hiç kimsenin hatta Genel Kurmay Başkanının dahi haberi yoktu.

Osmanlı döneminde Anadolu topraklarında Misyoner okulları ile beyin yıkayan ABD, Cumhuriyet sonrasında 1948 yılında Türk Silahlı Kuvvetlerinden 16 personeli yetiştirip eğitmek amacıyla ABD’ye götürdü. Gidenler arasında Alparslan Türkeş de vardı.

Ekonomik olarak dibe doğru giden Türkiye’nin başbakanı Menderes, ABD’den istediği parayı alamayınca Sovyetler Birliği ile görüşmelere başladı. Çok sürmeden 1960 ihtilalini gerçekleştiren Türk Silahlı Kuvvetleri, yönetime el koydu. Görünüşte ön planda Cemal Gürsel başkanlığında 38 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi vardı ama arka planda emirleri verenler kimdi?

Bu 38 subaydan 24’ü askeri yönetimin bir an önce sivil yönetime bırakılmasını savunuyordu. Diğer 14 subay ise askeri yönetimin devam etmesi arzusundaydılar. Tarihte “Ondörtler” diye geçen bu kişilerin başında Kurmay Albay Alpaslan Türkeş vardı. Şu anda meclis üyesi olan Ümit Özdağ’ın babası Kurmay Yüzbaşı Muzaffer Özdağ da onların arasındaydı. Ondörtler grubu Milli Birlik Komitesinden çıkartılarak uzak ülkelere konsolosluk görevlisi olarak sürgün edildiler.

1961 yılında yeni anayasa yapılarak Türk demokrasisi yeniden elden geçirildi. ABD, kaybettiği Demokrat Parti’nin yerine yenisinin kurulmasını gerçekleştirdi. Artık Adalet Partisi Türkiye’nin yeni liberal, Müslüman demokrat ve Amerikancı partisi olmuştu. Bir noktayı göz ardı etmemek gerek; aslında Türkiye’deki tüm partiler Amerikancı idi ancak ABD, içlerinden bir tanesine çok yakın ve sıcaktı.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-5

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-5
ANTİKOMÜNİST HAREKETLER, NATO VE KORE

Sosyalizm ve komünizmin doğuşu ile beraber aynı anda karşıt siyasi ve düşünce akımları da ortaya çıktı. Bu konudaki ilk hareket 1840’lı yıllarda konuşulmaya başlandı. Sosyalizm ve komünizmin batı demokrasilerinde yarattığı tedirginlik ve korku ile tedbir alınması zorunlu hale gelmişti.

Batı demokrasileri, sosyalizm ve komünizmi anarşist bir yapı olarak tanımlıyordu. Anarşi, antik Yunancadan alınmış ve “Yöneticisiz” (an archos) anlamına geliyordu. Batı demokrasisinin tanımlamasına göre toplumun bir grup tarafından kollektif idare edilmesi, yöneticisiz toplum olduğunu ifade ediyordu. Monarşi ise toplumun “Tek Yöneticili” (Mono archos) olmasını gösteriyordu. Batı demokrasisine göre toplumun monarşi ya da cumhuriyet olması o kadar önemli değildi ama anarşist olması kabul edilemez bir durumdu.

İlk ciddi antikomünist hamle Hristiyan dünyasında meydana geldi. Sosyalizm ve komünizmin dine karşı olması, Hristiyan ve daha sonra da İslam dünyasında tepki buldu. Yahudiler bundan çok fazla etkilenmedi çünkü Yahudilerin siyasal ve sosyal yapıları komünizme uygundu. Hatta ilginç bir şekilde sosyalizm ve komünizmi ortaya çıkartıp geliştiren sosoyologlar ve filozofların çoğu Yahudi kökenliydiler. Mesela Marksizmin babası Karl Marx bir Yahudiydi.

İkinci etkin antikomünist hareket ABD, İngiltere ve Fransa’nın Sovyetler Birliğinin yıkılmasına destek verme amaçlıydı. I. Dünya savaşının ortalarında Ekim Devrimi sonucu yıkılan Rus çarlığını yeniden diriltmeye çalışıyorlardı. Bu amaçla, Sovyetlerin Kızıl Ordusuna karşın oluşturulan ve Çarlığı geri getirmek isteyen Beyaz Ordu, bu ülkelerin silah, asker ve her türlü desteğine rağmen başarılı olamadı.

II. Dünya savaşı öncesinde Batı Avrupa’da sosyalist ve komünist partiler, faaliyetlerini güçlendirerek büyüyorlardı. Almanya’da Nasyonal Sosyalistler, İtalya’da Ulusal Faşistler iktidara gelerek Sovyet sosyalizmini engellemişlerdi. Fakat bu, daha büyük başka sorunları da beraberinde getirdiğinden dolayı kesin çözüm olamıyordu. Çözüm, Avrupa’nın keşfettiği, ABD’nin geliştirdiği anti-komünist hareket olacaktı.

II. Dünya savaşı sonrasında Sovyetlerin etkisi altında birçok Avrupa ülkesi “Halk Demokrasisi” adı altında, sosyalizmi tercih etmişti. ABD, bu konuya müdahale etmek amacıyla savaş ekonomisinden olumsuz etkilenmiş olan Avrupa’nın sosyalist olmayan ülkelerine ekonomik yardımda bulunmayı amaçladı. Henüz sosyalist ve komünist olmayan, ayrıca ABD için önemli olan ülkelere, “Marshall Planı” adı verilen bir yardım programını yürürlüğe koydu. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall tarafından hazırlanan bu programın birkaç amacı vardı. Birinci amacı, sosyalist olmayan, demokrasi ile yönetilen ülkelerin ekonomisini canlandırarak halkın sosyalizme olası olumlu bakışını engellemekti. İkinci amacı, bu ülkelerin ekonomik kalkınmalarını sağlayarak ABD’nin potansiyel ihracat yapabileceği Pazar olmalarını sağlamaktı. Üçüncü amacı ise ülkelerin siyasi yapılarına göre mümkün olabildiğince devlet yönetimlerinde etkin bir güç olabilmekti. Sovyetler Birliği Marshall Planına karşı olarak “Komünform” adı verilen başka bir plan geliştirdi. Sovyetler Birliği bu amaçla, Polonya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Fransa ve İtalya komünist partileri liderlerini bir araya getirerek çözüm geliştirme yollarını denediler.

Sovyetler Birliğinin hızla büyüyerek Avrupa’da yeni sosyalist ülkeler yaratması batının demokratik ülkelerini tedirgin etmişti. Bu endişeden dolayı, 1948 yılında Belçika, İngiltere, Fransa, Hollanda veLüksemburg Sovyet tehdidine karşılık olarak aralarında anlaşarak 17 Mart’ta “Brüksel Antlaşması” ile “Batı Avrupa Birliğini” oluşturdular. Ancak Batı Avrupa Birliğinin sahip olduğu savunma gücü yine de Sovyetler Birliği karşısında yeterli olmadığı gibi zayıf bile kalıyordu. Batı Avrupa Birliği ülkeleri durumlarını daha güçlendirmek amacıyla ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall aracılığı ile Amerikalı askeri yetkililerle Pentagon’da görüşme yaptılar. Birkaç görüşmeden sonra 4 Nisan 1949 tarihinde Washington’da Kuzey Atlantik Antlaşması adı ile “NATO” kurulmuş oldu. NATO’yu kuran devletler, Batı Avrupa Birliğine üye olan ülkelerin yanı sıra ABD, Danimarka, İtalya, İzlanda, Kanada, Norveç ve Portekiz idi. İlk NATO Genel Sekreteri Lord Ismay 1949 yılında bir toplantı sonrasında örgütün kuruluş amacını; “Rusları dışarıda, Amerikalıları içerde, Almanları aşağıda tutmak” olarak açıklamıştı.

1905 yılındaki Rus-Japon Savaşından galip çıkan Japonya 1910 yılında Kore’yi işgal etmişti. Ancak 1945 yılında Japonya’nın ABD’ye teslim olmasıyla Kore işgali de son bulmuştu. Bu tarih itibarı ile Kore, Sovyetler Birliği ve ABD arasında anlaşmazlığın en yoğun olduğu yerlerden birisi olacaktı. Kore bu tarihlerde ikiye bölünmüştü. Emperyalist arzularından vazgeçmeyen her iki ülke de Kore’yi paylaşmıştı. Sovyetler Birliği Kuzey Kore’yi, ABD ise Güney Kore’yi işgal etti. 15 Aralık 1945 tarihinde anlaşmazlığın giderilmesi amacıyla ABD ve İngiltere ile Sovyetler Birliği ve Çin Moskova’da toplandılar. Alınan karara göre geçici de olsa Kore birleştirildi. Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Kore’de bir komisyon gözetiminde seçim yapılmasına karar verdi. Sovyetler Birliği Birleşmiş Milletlerin Kuzey Kore’ye girmesine izin vermeyince 10 Mayıs 1948 tarihinde aralarında sınır olan 38. Paralelin güneyinde yapılan seçimde Syngman Rhee başkan seçildi. Kuzeyde ise Kim İl Sung Sovyetler ve Çin’in desteğinde komünist bir rejim kurdu.

25 Haziran 1950 tarihinde hiçbir neden olmaksızın Kuzey Kore 38. Paralelin güneyine inerek Güney Kore’yi işgal etti. Güney Kore bu durum karşısında Birleşmiş Milletlerden yardım istedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde ABD teklifi 9 kabul 1 çekimser (Yugoslavya) oyla kabul edildi. Sovyetler Birliği, Çin’in Birleşmiş Milletlere alınmamasını protesto etmek için temsilcilerini konseyden çekmişti dolayısıyla bu kararı Veto edemedi. ABD, Güney Kore’ye askeri destek verirken Birleşmiş Milletlerin Güney Kore’ye askeri kuvvet yollaması ile Kuzey Kore gerilemeye başladı. Güney Kore ve Birleşmiş Milletler güçleri Çin sınırına kadar dayandığı noktada Çin kuvvetleri de savaşa katıldı. Çin sınırından Kore’ye sızan “Çin Halk Gönüllü Ordusu” adı altındaki Çin kuvvetleri Amerikan ordusunu dağıttı. Artık savaş Kuzey-Güney Kore değil ABD-Çin savaşına dönüşmüştü. Çin kuvvetlerinin ilerlemesi üzerine yeniden Güney Kore’nin işgali söz konusu iken yetişen Birleşmiş Milletlere ait ordu Çin Kuvvetlerini 38. Paralelin kuzeyine püskürttü ve sınır olarak belirlendi.

Birleşmiş Milletler ordusunda aktif ve başarılı rol üstlenen Türkiye 1952 yılında NATO’ya alındı. Türkiye’nin NATO’ya alınmasındaki neden, hem Türk askeri kuvvetleri ile NATO’nun güçlenmesi hem de Türkiye’nin Sovyet tehlikesine karşı NATO savunmasına dahil edilmesiydi.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-4

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-4
SOVYETLERİN AVRUPA EMPERYALİZMİ

II. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanlar doğuda Ruslarla olan muharebelerini iyi yönetememesi ve kışın bastırması ile cephelerde kaybetmeye başlamıştı. Batıda ise ABD’nin savaşa katılması ve Fransa’da oluşturulan direniş hareketleri sonucu Almanya gerilemekteydi. İki cephede birden kaybeden Almanya, ordularını işgal ettiği topraklardan geri çekmeye çalışırken Sovyetlerin orduları hızla batıya doğru ilerleyişe geçtiler.

Sovyetler Birliği batıya doğru ilerlerken ordularının geçtiği her ülkede varsa bir komünist ya da sosyalist partinin desteklenmesini ve kuvvetlenmesini sağladılar. Eğer amaçlarına uygun bu tür bir parti yoksa, kurulmasını ve yönetime aday olmasını sağladılar. Stalin’in politikası ve siyaseti gereği destekledikleri partinin iktidarı ele geçirmesinden emin olmadan ülkeyi terk etmediler. Kendilerinin erişemediği diğer yakın ülkelerde destekledikleri siyasi partilerin iktidarı ele geçirmesini sağladılar. Bu amaçla ilk büyük hareketleri Doğu Almanya’da sonuca ulaştı. Nazi Alman ordularının teslim olması sonrasında işgal ettikleri Berlin’den hemen çıkmadılar. Savaşın bitiminde “Üç Büyükler” olarak adlandırılan İngiltere’den Churchill, ABD’den Truman ve Sovyetlerden Stalin’in Postdam Konferansında aldıkları ortak karara göre Avusturya Almanya’dan ayrılacak, Polonya ve Almanya arasındaki yeni sınır belirlenecek ve en kısa zaman içinde Almanya’nın demokratikleşmesi sağlanacaktı. Postdam Konferansında alınan karalardan bir kısmı; eski Almanya topraklarının bir bölümü ve Danzig kenti Polonya’ya bırakılacak, doğu Prusya’nın kuzey yarısı Sovyetler Birliğine bırakılacak ve ülkenin doğu kesiminin (Doğu Almanya) yönetimi Sovyet askerlerine bırakılacaktı. Sovyet yönetimi, hükmü altındaki topraklarda bulunan özel bankaları, şirketleri tazminat ödemeden devletleştirdi. Halkın elindeki para, altın, senet ve değerli tüm eşyalarına el koydu. Sökülen fabrikalar, vagonlar, lokomotif ve raylar savaş tazminatı olarak Sovyetler Birliğine götürüldü. 100 hektar üzerindeki tüm topraklara bedelsiz olarak el konuldu. 1946 Ekim’inde, Komünist ve Sosyal Demokrat Partinin birleşmesiyle “Almanya Sosyalist Birlik Partisinin” kurulması sağlandı. 1948’de yeni anayasanın hazırlanması için yapılan kongrede Halk Konseyi oluşturuldu. 1949’da yapılan seçimlerle Sosyalistler %66 ile iktidara geldiler. Böylece II. Dünya savaşı sonrasında Sovyetler Birliğinden sonra Avrupa’da ikinci sosyalist devlet ve hükümet kurulmuş oluyordu. Stalin ve Sovyet yönetimi yalnızca Doğu Almanya ile yetinmeyeceklerdi. Arkasından diğer ülkeler katıldı.

Polonya’da Kızıl Ordu her yerdeydi. Batılı devletlerin Polonya’yı demokratikleştirme çalışmalarına rağmen ilk seçimlerde Komünist aday Boleslaw Bierut cumhurbaşkanı seçildi. 1948 yılında sosyalist ve komünistler “Polonya Birleşik İşçi Partisinde” birleşerek iktidarı ele aldılar. Macaristan’da da Sovyetler birliğinin desteğinde ve biraz da zorlama ile kurulan Komünist Parti ülkede iktidarı ele geçirip sosyalist bir devletin oluşumunu gerçekleştirdiler. Aynı şekilde yine Sovyetlerin Kızıl Ordusunun denetiminde olan Çekler ve Slovakların birleşerek kurduğu Çekoslavakya’da da sosyalist hükümet başa geçmişti. Romanya’da da benzer bir hikâye yaşanmıştı. Rusların Çarlık döneminde Prut savaşı sonrasında Osmanlı’dan aldığı Besarabya toprakları, Sovyetler Birliği döneminde Moldova Sovyet Cumhuriyeti adı ile kurulmuştu. Romanya II. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanya’sı yanında yer aldığından dolayı Sovyetlerin Kızıl Ordusu tarafından işgal edilmişti. Kızıl Ordu’nun denetim ve gözetiminde kurulan sosyalist parti 1947 yılında Romanya Halk Cumhuriyeti adı altında yeni bir devlet olarak ilan etti. Bulgaristan ise o sıralarda Monarşi olarak yönetiliyordu. Başta bir kral olmasına rağmen meclis ülke yönetiminden sorumluydu. Bulgaristan’da Kızıl Ordu olmasa bile Sovyetlerin siyasi etkileri ile 1945 seçimlerinde oluşturulan Vatan Cephesi hükümetinde sosyalizmi savunan 4 partiden toplam 15 bakan yer almıştı. 1946 yılında yapılan tercih seçiminde %93,63 oyla Monarşi kaldırılarak Krallığa son verilip yerine Bulgaristan Halk Cumhuriyeti kuruldu. Siyasi partiler kendi aralarında birleşerek “Bulgaristan Komünist Partisi” adını aldı. Arnavutluk 1946 yılında Nazi Almanlarının işgalinden kurtulduktan sonra ülkede Enver Hoca’nın liderliğinde ve Sovyetlerin desteğinde Sosyalist bir hükümet yeni Arnavutluk Halk Cumhuriyetini kurdu.

Tam Türkçesi “Güney Slavları” anlamına gelen Yugoslavya bir krallık iken Almanlar tarafından işgal edilmişti. Özgürlük yolunda savaşırken ülkede iki farklı grup oluşmuştu. Birincisi Albay Draza Mihailoviç liderliğinde kurulan ve tamamen askeri direniş gösteren “Çetnikler” grubu Karadağ merkezli faaliyet gösteriyordu. Diğeri ise Josef Broz Tito önderliğinde hareket eden “Yugoslavya Komünist Partisine” ait Partizan grubu Sırbistan ve Bosna merkezli başlayarak tüm ülke topraklarına yayıldılar. Tito’nun Partizan grubu önce Çetnikler ile olan mücadelesini kazandı daha sonra 5 yıl boyunca İtalyan ve Alman kuvvetlerine karşı mücadeleye girişti. İtalya’dan çıkartma yapan ABD ve Müttefiklere teslim olan İtalya bertaraf edilince Tito, Almanlara karşı savaşmayı sürdürdü. Sovyet Kızıl Ordusunun Bulgaristan sınırına kadar Almanları takip etmesi ile Kızıl Ordu desteğini de arkasına alan Tito Yugoslavya içinden Almanların çıkartılmasını sağladı ve ardından son Çetnik kalıntılarına da son verdi. Önce krallık kaldırılıp Federal bir cumhuriyet kuruldu daha sonra da sosyalizme geçildi. Ancak Tito’nun sosyalizmi daha önce bilinen ve Sovyetlerin uyguladığı sosyalizmden çok farklıydı. Bu yüzden Stalin ile ters düştüler. Hatta zaman zaman Sovyetlere muhalefet yaptığı çok olmuştu.

Sovyetler Birliği diğer ülkelerde de etkin faaliyet göstererek onları sosyalistleştirmeye çalışsa da bunda başarılı olamadılar. Batı Avrupa ülkelerinde demokratik sistemden dolayı Komünist partiler kurulmuştu ancak etkin olamadılar. Yunanistan bu konuda en çok sıkıntı çeken ülke olmuştu. II. Dünya savaşında işgalden kurtulduktan sonra bile neredeyse 15 yıl milliyetçiler ile komünistler arasında iç savaş yaşandı. Sovyetler Birliği Türkiye’ye de baskı yapmayı sürdürdü. Bu baskılar Atatürk döneminde başarısız şekilde gelişirken Atatürk’ün vefatından sonra daha istikrarlı baskılar oluştu. Özellikle II. Dünya savaşından galip çıkması ve Avrupa’da yeni sosyalist devletleri kontrolü altına alması ve Türkiye’nin Boğazlar gibi önemli bir coğrafi özelliğe sahip olması baskının sürekli artarak sürmesini sağladı.

ABD ve diğer batılı ülkeler II. Dünya savaşındaki başarısından dolayı Sovyetlere askeri bir müdahale yapmaya çekindiler. Bu süre içinde Avrupa’da 8 devletin demokrasi yerine sosyalizmi tercih etmeleri tehlikenin boyutunu göstermeye yetmişti. Başta ABD olmak üzere batılı demokratik ülkelerde “anti komünist” harekete yeni bir oluşum ve şekil verilmeye başlandı. Bu amaçla ABD’nin oluşturduğu yeni siyasi, ekonomik ve askeri sistemler başka ülkelerin de komünist olmasını engelleyecekti.
Yazan: Sedat Karadayı

SOĞDLAR VE SOĞDYA

Yazan: Sedat Karadayı

SOĞDLAR VE SOĞDYA

Kuruluşları MÖ 700’lere dayanan Soğdlar, Andronovo kültürüne ait bir ulus olup günümüzdeki en yakın akrabaları Tacikler ve İranlılardır. Hiçbir zaman büyük bir devlet yapısına sahip olamadılar. Bunun yerine bir ya da birkaç şehirden meydana gelen küçük prenslikler şeklinde yaşamlarını sürdürdüler. Yaşam yerleri Amuderya ve Siriderya arasındaki topraklar olup en önemli kentleri de Buhara, Semerkant idi. Soğdların büyük bir devlet olmamasının en önemli sebeplerinden biri savaşçı bir ulus olmamalarıydı. Bu yüzden düzenli orduları ve askeri sistemleri yoktu. İpek Yolu üzerinde bulunan ülkelerinde ticarete önem veriyorlardı. Ticaret konusundaki yeteneklerinden dolayı diğer tüm devletlerde imtiyazlar elde etmişler ve böylece serbest ticaret yapabiliyorlardı. Bu yüzden çevrelerinde bulunan halklarla araları her zaman barış içinde olmuştu.

Soğdlar uzun süre İran dini olarak da bilinen Zerdüşt ve Ahura Mazda inancını yaşadılar. Daha sonra Budizm ve Maniheizm inançlarını benimsediler. Özellikle Türk devletleri ile olan iyi ticari ilişkileri sebebiyle zenginliklerini de propaganda malzemesi olarak kullanarak hem dinlerini hem de dillerini Göktürk ve Uygur gibi Türk devletlerine kabul ettirdiler.

Soğdların dilleri olan Soğdca Orta Farsça dili olarak tanımlanmasına rağmen bildiğimiz Fars diline benzememekteydi. Çok ayrı bir yapısı olan Soğdca kendine özgü ve kendine özel bir dildi. Varlıklarını sürdürdükleri zaman içinde ticaret amaçlı ilişkilerde tercih edilen bir dil olması diğer halkların kimliği üzerinde etkili olmuştu.

Soğdlar tarihleri boyunca bölgede hakim olan imparatorların, hakimiyetleri altında oldukları görülür. Uzun süre Sakaların hükümranlığı altında yaşadıktan sonra MÖ 200’lü yıllarda Büyük Hun İmparatoru Mete Han daha sonra yine Türk kabilesi olan Yüe Chi’lerin yönetiminde yaşadılar. Onlardan sonra bir süre Kuşhanların hakimiyetinde daha sonra da Al Hunlar (Xionitler) ve Ak Hunlar (Eftalitler) tarafından yönetildiler. Sonraki yıllarda Soğdlar Göktürk ya da Uygur gibi Türk devletlerinin yönetiminde değil fakat himayesinde yaşamlarını sürdürdüler. Bu durum Selçuklular, Harezmşahlar, Karahanlılar ve Gazneliler ile de sürdü. Ancak Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın ülkelerini ele geçirmesinden sonra batıya giden Türklerle beraber Soğdlar da göçerek İran ve Doğu Anadolu coğrafyasına yerleştiler.

Özellikle Sakaların (İskitler) idaresinde oldukları dönemlerde Sakalar, Soğdca dilini kendi dilleri ile harman ederek kullanıyorlardı. Bu yüzden araştırmacılar ve arkeologlar, buldukları kurgan yazıtlarındaki dilin Soğdcaya benzetilmesinden ötürü Sakaların da Soğdlar ile ilintili bir kabile olduğu varsayımı üzerinde duruyorlar. Oysa atlı süvarilerle donatılmış savaşçı bir kabile olan Sakaların, Soğdlarla ilişkileri sadece dillerini kullanmalarından dolayıdır.

Ahura Mazda inancına sahip olan Soğdlar, Halife Ömer’in İran’da Sasanileri yenmesi ile İran’ın İslamlaşması sonrasında etkilenerek Müslüman olmaya başladılar. Bu noktada bir konuya açıklık getirmeli. Tarihte sürekli olarak anlatılan Türklerin Talkan ve Curcan katliamları sonrasında Müslüman oldukları konusu, büyük bir yalandır. Kuteybe b. Muslim 706-715 yılları arasında bu bölgeye yaptığı saldırıların amacı kimseyi Müslüman yapmak değil bilakis zengin Soğd halkının varlıklarına el koyarak topladığı ganimetleri ve esirleri Emevi sarayına götürmekti. O tarihte o bölgede Soğd halkı ticaretten doğan zenginliklerini henüz devletleşmemiş Türk beylikleri kontrolü altında sürdürüyorlardı. Bu savaşlarda Kuteybe b. Müslim büyük orduları ve biraz da sahte siyaset yaparak 3-4 adet olan küçük Türk beyliklerini ele geçirdi ancak katliam Soğd halkına yapılmıştı. Soğdiana’dan kaçan Maniheizm inancına sahip Mani rahipleri MS 764 yılında Uygurlara sığındıktan bir süre sonra Uygur Kağanı Bögü Kağan, devlet olarak mani inancını benimsediler. Soğdların dil açısından da Türklere etkisi büyük oldu. Türkçede daha önce kullanılan Şehir anlamındaki “Balık” (Hanbalık, Han Şehri yani Başkent anlamına geliyordu) kelimesi yerinde Soğdca “Kend” (Kent) kelimesi gibi daha birçok kelime Türk diline girdi.,

Her ne kadar Soğdlar Türkleri dilleri ve dinleri ile etkilemiş olsalar da uzun süre Türk hakimiyetinde kalmaları sebebiyle zaman içinde asimile olmaktan kurtulamadılar. Moğolların baskısı ile batıya göç eden Türklerle beraber Soğdlar da göçtüler. Bir kısmı İran’da kaldı bir kısmı da Anadolu topraklarında yerleşerek yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler. Şu anda halen Tacikistan dağlarında yaklaşık 30 kadar Soğdca konuşan insanlar bulunmaktadır. İran’da ne kadar olduğu konusunda fikir sahibi olmamakla beraber Doğu Anadolu’da da bir miktar Soğd kökenli insanların varlığı bilinmektedir.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-3

Yazan: Sedat Karadayı
Görsel Bilgileri
Wilson ve hazırlattığı bölünmüş Osmanlı haritası.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-3
CUMHURİYET ÖNCESİ ABD MANDACILIĞI

Emperyalizm, tarihsel süreç içinde önce güçlü kralların ülkeleri fethetmeleri ile başlamıştı. Orta Çağın sonundan itibaren denizciliğin gelişmesi sonucu, denizaşırı kıtaların ve coğrafyaların keşifleri ile buralarda yaşayan nispeten daha az gelişmiş halkların sömürülmesi şeklinde gelişti. Bu konuda en çok başarılı olanlar “Üzerinde Güneş Batmayan” Britanya İmparatorluğunun halkı yani İngilizlerdi. İngilizler 1700’lerden itibaren yeni keşfettikleri Amerika’nın zenginliklerine sahip olmak amacıyla bu topraklara koloniler kurarak yerleşmeye başladılar. Sonraki yıllarda da çok sayıda İngiliz gemilerle Amerika’ya göç etti. Batı ve Orta hatta Doğu Avrupa’dan da büyük göç alan Amerika’ya dünyanın her yerinden insanlar geldiyse de ülke yönetiminde İngiliz kökenli insanların ağırlığı görülebiliyordu. ABD’nin dünyanın en hareketli kıtaları olan Avrupa ve Asya hatta Afrika’dan uzak olması güvenlik açısından avantajdı. Bunun yanında ticari ilişkiler açısından da dezavantaj olabiliyordu. Bu amaçla ABD zaman zaman ihtiyacı olduğu noktalara yakınlaşma gereği hissetti.

1850 yılında ilk kez keşfedilen petrol, sonraki yıllarda önce aydınlanmak için, 1900’lerden sonra da ısınmak amaçlı ve sanayi devrimi sırasında da enerji kaynağı olarak kullanıldı. Ortadoğu bölgesi ise petrol açısından çok zengin bölge olarak biliniyordu ve bu topraklar Osmanlı İmparatorluğunun elindeydi. İngilizler Osmanlı’nın elindeki bu toprakları kontrolleri altına almak için türlü organizasyonlar yaparken, Fransız ve İtalyanlar da onlardan geri kalmıyordu. Bu arada ABD, Osmanlı ile ticaretini geliştirerek iyi ilişkiler kurma ve Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetleri oluşturma gayreti içindeydi. Anadolu’nun her yerinde, Suriye, Lübnan ve Filistin’de özellikle azınlıkların yoğun oldukları bölgelerde çoğu Amerikan olan 68 adet kayıtlı misyoner okulu açıldı. Bu okullarda, azınlıklara İngilizce, Fransızca dil dersleri ile fen ve matematik dersleri veriliyordu. Bunun yanında misyoner öğretmen sıfatıyla görevli ajanlar bölgenin coğrafik, topolojik ve sosyolojik raporlarını ülkelerine gönderiyorlardı. O tarih için şu örneği vermek, yeterli olacaktır; Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı bir Ermeni köyündeki öğrenci, bu tür bir okula giderek Ermenice, Osmanlıca Türkçesi, İngilizce ve Fransızca okuyup yazabiliyordu. Oysa İstanbul’da sarayda hizmet görenlerin birçoğu diğer dilleri vazgeçtim Osmanlı Türkçesi dahi okuyup yazamıyordu.

ABD’nin bu topraklara gelmesindeki en büyük amacı Osmanlı içinde çalışmalar yaparak Orta Doğu petrollerini yönetebilmekti. Bu amaçla önce Osmanlı ve Amerikan ortaklı petrol arama şirketi kurulması yolu denendi ancak İngilizlerin zaten bir şirket ile aktif olması bu amaçlarını gerçekleştirmekte sıkıntı yaratmıştı. Bu sırada hızla gelişip büyüyen Almanya’nın da aynı petrole ihtiyacı vardı. Almanya Osmanlı ile olan ilişkilerinde geleceğe yatırım yapmak amacıyla Anadolu ve Orta doğuda raylı ulaşım ağı döşeme fikrini geliştirdi. Yapılan antlaşma sonrasında İstanbul’dan kalkan tren Hac yolculuğu için yapılacak seyahate, Irak ve Mısır’a kadar gidebiliyordu. Daha sonra Yemen’e kadar ray döşenmeye çalışıldı. Almanya’nın amacı İngilizlerin kontrolünde olan Süveyş kanalı ve Mısır’a en hızlı erişimdi. Ayrıca Irak’ın Basra petrollerine olan erişim de o denli önemliydi. Bu avantajları sağladıktan sonra İngiltere ile oluşacak bir savaş galibiyeti bu topraklardaki hükmünü kolaylaştıracaktı.

Böylece kurgulanması yapılmış 1. Dünya savaşına gelindi. Osmanlı devlet adamlarının en büyük isteği bu savaşa katılacaklarsa, İngilizlerle beraber olmak istiyorlardı. Fakat İngilizler toprağını ele geçirmek istediği Osmanlı’yı geri çevirdi. Osmanlı bu kez Fransa’ya gitti ama kabul edilmedi. Rusya’ya dahi gitti yine geri çevrildi. Tarafsız kalmayı bir türlü kabul etmek istemeyen ve Alman hayranı Enver Paşa’nın zorlaması ve kurduğu tezgâh sonrası Osmanlı Almanya saflarında İttifak kuvvetleri içinde yer aldı. ABD bu savaşta taraf olmamasına rağmen İtilaf Kuvvetlerini destekliyordu.

Dünya savaşı bitip Osmanlı İtilaf kuvvetlerine yenilince ABD devreye girerek Osmanlı’ya Mandası olmayı önerdi. Padişah Vahdeddin bu öneriyi kabul edemezdi çünkü İtilaf kuvvetleri ve İngilizler İstanbul’u işgal etmiş saray ve padişahın hayatı tehlike altındaydı. ABD bu kez Kurtuluş Hareketini başlatanları devreye sokarak amacına ulaşmaya çalıştı.

ABD’nin, kaybeden Osmanlı’nın kurtuluşuna ilişkin mandacılık teklifine en çabuk ve en sıcak bakan kişi Robert Koleji mezunu Halde Edip olmuştu. Dönemin ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson 8 Ocak 1918 tarihinde yaptığı konuşmada ülkesinin isteklerini 14 maddede sıralamıştı. 12. Madde Osmanlı İmparatorluğunda Türk nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerdeki bağımsızlığını savunuyordu. Yani aslında bir kurtuluşu değil kabullenişi öneriyordu. Bu fikre tutkuyla sarılan Halide Edip ve bazı aydın arkadaşları tarafından 4 Aralık 1918 tarihinde “Wilson Prensipleri Cemiyeti” kuruldu. Kurucu üyeler arasında Halide Edip, Adnan Bey, Refik Halid, Ali Kemal, Hüseyin Avni, Ragıp Nurettin vardı. Cemiyet yöneticileri 1 gün sonra yani 5 Aralık 1918 tarihinde ABD Başkanı Wilson’a gönderdikleri 9 maddelik muhtıra ile resmen Amerikan Mandası talebinde bulundular. Onları destekleyen diğer bazı aydınlar da Celal Nuri, Necmeddin Sadık, Mahmut Sadık, Ahmet Yalman, Yunus Nadi gibi gazeteciler ile Rauf Bey, Kara Vasıfgibi asker ve siyaset adamlarıydı. Bu gurubun büyük çoğunluğu daha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular.

Mandacılar fikirlerini Mustafa Kemal’e kabul ettirmek amacıyla Sivas ve Erzurum kongrelerinde ısrarla tekrarladılar. Bunun yanında Manda fikrine Mustafa Kemal gibi karşı olanlar da vardı. Bunların arasından genç tıbbiyeli Hikmet (Boran) Bey (Orhan Boran’ın babası) Sivas kongresinde manda düşüncesine şiddetle karşı çıkarak Mustafa Kemal’e hitaben eğer mandacılık fikrini kabul ederse Mustafa Kemal’i Vatan kurtarıcısı değil Vatan batırıcısı olarak anacaklarını ve lanetleyeceklerini ifade etti. Mustafa Kemal buna; “Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk Milleti bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin. Evlât, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz ekalliyette (azınlıkta) kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya İstiklal Ya Ölüm” Mustafa Kemal’in ince siyaseti sonucu mandacılık unutuldu. Mandacı olarak bilinen Halide Edip ve Yunus Nadi Kurtuluş Savaşı süresince yeni kurulacak devletin basın ilişkilerini yürüttüler. Yunus Nadi bir süre sonra tamamen Atatürkçü olmayı tercih ederken Halide Edip ölene kadar Atatürk’e muhalif kaldı.

Amerikan Mandacılığını savunanların tam olarak bilmedikleri başka bir şey daha vardı. Amerika Osmanlı’nın yanında Ermeniler ve Filistin halkları için de mandacılık yapma arzusundaydı. Yani ABD daha Mondros mütarekesi yapılmadan Anadolu’yu bölmüştü bile. Ancak bir süre sonra Wilson ABD Senatosu ile görüş ayrılığına girdi. Senato Paris Barış antlaşmalarını ve Milletler Cemiyeti sözleşmesini reddetti. Wilson bu gelişmelerden sonra aktif siyaseti bıraktı.
Yazan: Sedat Karadayı