HABERLER
Dini Haber

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-12

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-12
ABD OPERASYONLARI “ORTADOĞU-İSRAİL”

MS 100’lerde Roma İmparatorluğunun Yahudileri yaşadıkları topraklardan atması ile İsrailoğulları tüm dünyada kabul edildikleri yerlerde diasporada yaşamak zorunda kaldılar. Gittikleri ülkelerin halkları Yahudilere toprak vermedikleri için üretimde bulunma şansları olmadı. Zorunlu olarak serbest ticaretle uğraşmak zorunda kaldılar. Bu zorunluluk onlara gelecekte para ve finansman konularında dünyanın önde gelen tüccarları yapacaktı.

1800’lü yıllarda sanayi devrimi ile beraber üretimde en önemli faktör olan enerji kaynaklarından petrolün keşfi, Orta Doğu’yu sanayide gelişmiş Emperyalist devletlerin gözünde en değerli coğrafya yapmıştı. Orta Doğu’da söz sahibi olan Osmanlı İmparatorluğu, adı geçen dönemde ekonomik açıdan zayıflamış, askerî açıdan bitkin durumdaydı. Dönemin en güçlü devleti olan Emperyalist Britanya Krallığı bu topraklara göz dikmişti. Britanya Krallığı amacına ulaşmak için Yahudilerin Siyonist lideri Theodor Herzl ile iş birliği yaptı. Plana göre Osmanlı İmparatorluğundan satın alınacak Kudüs topraklarına Yahudilerin yerleştirilmesi sağlanacaktı. 1870’li yıllarda Rusya’da tarımla uğraşan Yahudilere yapılan baskılardan sonra bir kısım Yahudi ABD’ye göç etti. Bir kısmı da Theodor Herzl’in önerisi ile Kudüs’e, vaat edilmiş topraklara yerleşerek tarım çiftlikleri kurmayı başardılar. Bu göç 1896 yılına kadar devam etti. 1896 yılında Theodor Herzl, II. Abdülhamit ile görüşüp Yahudiler için arazı satın alınması teklifini sundu. II. Abdülhamit’in cevabında 3 şartı vardı. Toprak vermeyi seve seve kabul edecekti ancak;

1. Yaklaşık 20 milyon sterlin tutan dış borçlarının tamamı Yahudiler tarafından ödenecekti.

2. Yahudilere yerleşmeleri için Kudüs’te değil Suriye’de toprak verilecekti.

3. Verilen topraklarda Yahudiler devlet kuramayacaklar, Osmanlı tebaasında yaşayacaklardı.

Theodor Herzl ihtiyaç olan parayı 5 yıl içinde toplayamadı. Osmanlı’nın borcu da 5 yıl sonra eskisi kadar kalmadığı ve taraflar verilen sözleri yerine getirmemiş olduğu için 1901 yılında II. Abdülhamit aralarındaki anlaşmayı iptal etti.

Alman İmparatorluğunun büyük bir gelişme gösterdiği 1910’lu yıllarda iki güçlü devlet Alman ve Britanya İmparatorlukları 1. Dünya savaşının çıkmasını organize ettiler. Her ikisinin de amacı Orta Doğu’yu ele geçirmekti. Osmanlı İmparatorluğu öncelik olarak İtilaf devletleri ile ortak olmak istemesine rağmen İngiltere ve ortakları Fransa ile Rusya, Osmanlı’yı aralarına kabul etmedi. Biraz zorunluktan biraz da Enver Paşa’nın yönlendirmesi ile Osmanlı devleti, Almanya saflarında İttifak kuvvetlerine katıldı. Savaşın kilitlendiği bir sırada ABD’nin İngiltere ve Fransa’ya destek vermesi ile İtilaf Kuvvetleri galip çıktıkları savaştan sonra Orta Doğu’yu aralarında paylaştılar. Büyük payı ele geçiren Britanya Krallığı Orta Doğu’da kendi hakimiyetini sürdürebileceği yeni devletlerin başına yeni krallar oturttu. Britanya Krallığı, mandası altındaki orta doğu topraklarında Irak, Suriye, Ürdün gibi coğrafyalarda kralları seçerek devletlerin kuruluşunu tamamladı. Fakat Filistin için henüz devlet kurma söz konusu değildi çünkü Yahudilerin bölgeye yerleşimleri sürmekteydi. Yahudilerin bölgedeki varlığı Britanya Krallığı için çok önemliydi çünkü Müslüman Araplara güven zorluğu yaşıyorlardı.

1917 yılında Britanya Krallığı Dış İşleri Bakanı Arthur Balfour tarafından hazırlanan Balfour Deklarasyonu ile Britanya Krallığı kontrolünde Filistin ve Yahudiler, BM’de temsil edilmeye başlandı. II. Dünya savaşı süresince Nazi Almanya’sının Yahudilere soykırım uygulaması ile Filistin’e büyük miktarlara varan Yahudi göçü oldu. Başlangıçta İngiltere’nin de desteklemesine rağmen Araplardan gelen itirazlardan sonra Yahudi göçleri durduruldu.

1946 yılından itibaren ABD’den Filistin topraklarına milis kuvvetlerinde görev almaları için Yahudi gençlerinin göç dalgası başladı. Aynı yıl kurulan Yahudi milis kuvvetleri İngiltere’yi protesto etmek için King David Oteline bombalı saldırı düzenledi. Bu terör olayı gibi başka olaylarda da birçok sivil Arap öldü.

ABD artık devreye girmeye başlamıştı. II. Dünya savaşından bitik ve iflas etmiş olarak çıkan bir İngiltere, eskisi gibi Orta Doğu’da gücünü gösteremiyordu. ABD, Filistin’e gönderdiği Yahudi milislerin ve silahların dışında Birleşmiş Milletlerde de Yahudiler için faaliyetlerde bulunuyordu. Aslında yaptığı her şey kendi geleceği ve Emperyalist çıkarları içindi.

1947 yılının Kasım ayında BM’de alınan bir kararla Filistin’de toprakların %7’sine sahip olan Yahudilere %56 oranında toprak verdiler. Bu karar onaylanırsa 400 bin Filistinli İsrail topraklarında kalacaktı. Araplar karara itiraz edince İsrail ile aralarında savaş başladı. 14 Mayıs 1948 tarihinde ABD’nin önerisini destekleyen diğer milletler sayesinde Birleşmiş Milletler Arapların itirazını göz ardı ederek kararı onayladı. Aynı tarihte David Ben-Gurion İsrail Devletinin kuruluşunu ilan etti. Ertesi gün Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrail topraklarına girdi. 1949 yılının başlarında ABD Irak’ın dışında kalan Araplarla İsrail arasında arabuluculuk yaparak antlaşmalarını sağladı. Celile ve Necef İsrail’e, Yehuda ve Samiriye Ürdün’e, Gazze Mısır’a, Kudüs’ün doğu kısmı Ürdün’e batısı İsrail’e bırakıldı. Bu süreçte ABD tarafından desteklenen İsrail’in birkaç tane olan Siyonist Milis birlikleri 700 binden fazla Filistinliyi topraklarından kovdu. Deir Yasin köyünde yapılan katliamda 107’den fazla Filistinlinin öldürülmesi ve 600 kadar Filistin köyünün yakılıp yıkılmasıyla bölgede yaşayan Filistinliler de kaçtılar. Geride kalanlar ise İbrani isimleri kullanmak zorunda bırakılarak asimile edildiler.

İngiltere ile başlayan Yahudi göçleri ABD’nin devreye girmesinden itibaren bir devlet yapılanmasına dönüşmüştü. O günden sonra BM’i kullanan ABD, sanki hukuki bir düzenleme yapılıyormuşçasına küçük bir toprak parçasında kurulan İsrail devletini dönem dönem yapılan savaşlarda destekleyerek bugünkü sınırına getirdi. Daha önce paylaşmak zorunda kaldığı Kudüs’ün tamamını ele geçirerek devletin başkentini yine Birleşmiş Milletlerin kararı ile gerçekleştirdi. Ortadoğu’nun neredeyse tamamına hâkim olan ABD, bölgedeki tüm Arap devletlerinin İsrail ile barış içinde yaşamasını sağlarken Filistin ya da Filistinli diye tanımlanan ne toprak ne da halkın yaşamasına izin verdi.

İsrail en başından beri ABD için son derece önemli konumdaydı. O kadar önemliydi ki İsrail’in olduğu bölgede ondan daha güçlü başka bir devletin olmamasını garanti altına alması zorunluydu. Bu yüzden Türkiye üzerinde oyunlar oynayarak, sürekli ihtilaller yaptırarak, toplumda huzursuzluk yaratarak, ekonomiyi alt-üst ederek, dini ayrışımlar sağlayarak, terör örgütleri yaratıp destekleyerek ve TC Silahlı Kuvvetlerinin gizli bilgilerini (Kozmik Oda) ele geçirerek İsrail’in güçlü kalmasını sağladı.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-11

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-11
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “GÜLEN’in SİYASİ FAALİYETLERİ”

Fethullah Gülen’in liderliğini üstlendiği örgüt birkaç isimle adlandırılmaktaydı. Örgütün amacına göre verilen isimlerin radikal İslam ve irtica faaliyetlerini yürütürken “Gülen Cemaati” deniyordu. Örgüt siyasal olarak partileri, orduyu ve devletin kurumlarını ele geçirme çalışmalarında adı “Gülen Hareketi” idi. Amacına ulaşmaya yaklaştığı sırada iktidar partisini destekleyerek devletin organlarını ele geçirme aşamasında ise “Paralel Yapılanma” adı ile ifade edildi.

Başlangıçta ABD’nin seçip görev verdiği Fethullah Gülen Cemaat yapılanmasını sağlamaya çalışıyordu. CIA tarafından seçilmiş olan Gülen, çocukluğundan itibaren Saidi Nursi öğretileri ile donanmış radikal İslamcı ve irticai faaliyetlerle uğraşan biriydi. Amacı Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuksal yapısını ortadan kaldırıp şeriat hükümlerine göre yaşanılan bir sistemin yerleşmesini planlıyordu. Amacına ulaşmak için camilerde mesleği olan vaizliği yaparak hedefindeki kitleyi etkilemeye çalışıyordu. Etkisi altına aldığı insanları gelecek bir zaman içinde ihtiyacı olduğunda kullanmak üzere kendine mürit yapıyordu. Çevresine kendisini İslam’da dünyayı kurtarmaya gelmesi beklenen “Mehdi” ilan ediyordu.

Hedef kitlesi önce gençlere sonra çocuklara doğru bir değişim gösterdi. İlk kez İzmir’de uygulamaya koyduğu gençlik kamplarını daha sonra orta dereceli okullar açarak genişletti. Okul faaliyetleri bir süre sonra ilkokul seviyesine kadar indi. Amacı, hedefine aldığı geleceğin örgüt elemanlarının daha çocukken yetiştirilmesiydi. Toplam sayısı 1000’i geçen eğitim kurumlarında, kadrolarını hazırladı. Bunun dışında üniversiteye hazırlık amacıyla kurslar ve yurtlar oluşturarak düşük gelirli halkın çocuklarını kolayca ağına düşürdü.

Fethullah Gülen irticai faaliyetlerine ABD güdümündeki 60 ihtilali ile başladı. O günlerde anti komünist hareketin bir parçası olarak dahil olduğu CIA organizasyonunda din faktörü ile sahneye çıkmıştı. 1980 yılına geldiğimizde yine bir ABD destekli ihtilalin yaşandığı çalkantılı dönemde yine irticai ancak bu kez bir eğitim organizatörü olarak ortaya çıktı. 2000’li yıllara doğru gelirken Gülen Hareketi devletin değişik katmanlarında yapılanma yolunda ilerledi. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetler kendi istihbaratı sonucu edindiği verilere göre Fethullah Gülen’e engel olmaya çalışsa da dönemin ABD güdümündeki siyasi hükümetleri, aldıkları talimatlar doğrultusunda Gülen konusunda çekimser kalıyorlardı.

Fethullah Gülen siyasi anlamda ilk yakınlaşmasını 1970 yılından itibaren Erbakan ile sağladı. 1973 seçimlerinde Gülen cemaatinin, Erbakan’ın Milli Selamet Partisini desteklemesi ve partinin ses getirecek oy alması Erbakan ile Gülen’i birbirine yakınlaştırdı. Gülen’in MSP’yi desteklemesi, MSP’nin de Gülen’i desteklemesi anlamına geliyordu. Gülen tam da bu tarihlerde İzmir’de Kestanepazarı semtindeki camilerde yaptığı showlarla zengin iş adamlarını kendine bağlayarak bağışlar topladı. Bağış yapmak için yarışan insanlardan toplanan paralarla önce dershaneler açıldı ve ardı ardına çoğalan “Işık Evleri” kurulmaya başlandı. Sonra meşhur Ağlayan Çocuk resminin de kullanıldığı “Sızıntı” dergisi yayınlanmaya başlandı. Dergi uzaktan bakıldığında Tübitak benzeri bilimsel bir dergi gibi durmasına rağmen içeriği tamamen İslami tarzdaydı. Fizik, kimya, astronomi gibi bilim dallarına ilişkin yabancı dergilerden alınmış resimlerin ve yazıların arasında Saidi Nursi veya Fethullah Gülen’e ait sözler ve yazılar bulunuyordu.

Gülen’in MSP ile olan ilişkisi bir süre sonra bozuldu. Gülen’in ön plana çıkmaya çalışması, Erbakan’ın hoşuna gitmedi ve yolları ayrıldı. Gülen ise buna çare olarak tek bir parti yerine tüm partiler ile iyi geçinme yolunu seçti. Her yerde başbakan, cumhurbaşkanı ve parti liderleriyle boy boy fotoğraf çektirmesi bu döneme rastlar. Bu çalışmalarına rağmen TSK sayesinde Gülen Hareket istediği güce erişemiyordu. CIA ve Gülen 1980 sonrası Turgut Özal ve daha sonra kurulan sağ eğilimli hükümetlerde biraz daha başarı sağlayarak istedikleri bazı kadrolara adamlarını yerleştirdiler. Ancak yine de hedefe ulaşamamışlardı.

Gülen hedefine ulaşmak amacıyla bu kez DSP’yi kendine hedef aldı. DSP deneyimli siyasetçilerin bulunduğu SODEP karşısında yeterince güçlü olamamıştı. 87 seçimlerinde baraj altında kalarak meclise giremedi. 1991 senesinde bir tanıdık tarafından önerilen fakat gerçekte Gülen’in ajanı olan Hüsamettin Özkan DSP’ye girdi ve ilk seçimde seçilen 7 milletvekilinden biri oldu. CIA ve Gülen DSP’ye büyük yatırım yapmaktaydılar. Gülen, Afrika’daki okullardan gelen öğrencileri ile yaptığı “Türkçe Olimpiyatı” sayesinde seven sevmeyen herkesin gönlünü çalmıştı. Ecevit bu dönemlerde Gülen’e karşı tutuk davranıyordu. Ordunun verdiği raporlara rağmen Gülen’i (Hüsamettin Özkan’ın ısrarları ile) savunmakta ısrar ediyordu.

1999 yılında DSP’ye Fethullah Gülen’in diğer ajanı Tayyibe Gülek de (Kasım Gülek’in kızı) katıldı. Gelişmeler Gülen için güzel gittiğine dair bir görünüm sağlasa da askeri istihbarat sonucu Ankara DGM Başsavcılığı, Fethullah Gülen hakkında, anayasal düzeni değiştirmeye çalıştığı gerekçesiyle 19 Mart 1999 tarihinde soruşturma açtı. 1 ay sonra yapılan seçimlerde DSP en yüksek oyu aldı ve Bülent Ecevit uzun süreden sonra Başbakan oldu. Aynı yıl Apo Kenya’da yakalanıp (CIA yardımıyla) Türkiye’ye getirildi. Ancak buna rağmen yine de devletin içindeki organize yapı sayesinde ve kurumların birbiri ile ilişkisi nedeniyle Gülen Hareketi amacına ulaşamıyordu. 3 Ağustos 2000’de Savcı Nuh Mete Yüksel, Ankara 1 No’lu DGM’ye başvurarak Gülen’in tutuklanmasını istedi. Mahkeme talebi kabul etti ve 11 Ağustos 2000 günü Gülen için yakalama kararı verdi. Fethullah Gülen yakalanamadan sağlık bahanesiyle (İshak Alaton, Gülen için “Türkiye’de tedavi edilemez” raporu almıştı) CIA tarafından ABD’ye kaçırıldı. Bu gelişmeler CIA’in yeni bir planlama yapmasını gerektirdi. 2002 yılında suni geliştirilen bazı olaylar sonucu ülkede ekonomik bir deprem yaşanması sağlandı. Bunun sonucu olarak Bülent Ecevit ve hükümeti düşürülerek yeni bir seçim ve yeni bir hükümetin iktidarı alması sağlandı.

Gülen hareketi yeni dönemine geçtiğinde artık Gülen Yapılanması şeklini alacaktı. Yeni kurulan hükümet içinde gizli ortak olan Gülen, daha kolay ve rahat davranarak istediği yapılanması sağlayabiliyordu. Bu şekilde Adalet Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, İç İşleri Bakanlığı başta olmak üzere diğer bazı önemli bakanlıkları ele geçirerek istediği yapılanmayı sağladı. Bu dönemde ordu tamamen kontrolden çıkartıldı. Ordunun en gizli yerlerine (Kozmik Oda) kadar girilerek çok gizli ve değerli bilgiler ele geçirildi. Fakat Gülen’in aşırıya kaçan faaliyetlerine dur demek gerektiğini düşünen iktidarın lideri önce Gülen’in yapılandığı bakanlıklardan atılmasını sağladı. 15 Temmuz olayı Gülen’in Türkiye’deki sonu oldu.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-10

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-10
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “GÜLEN HAREKETİ’nin EĞİTİM FAALİYETLERİ”

1971 yılında tutuklanan Fethullah Gülen gizli eller sayesinde önce tutuksuz yargılandı daha sonra da 1974 yılındaki genel af sayesinde özgür kaldı. Fethullah Gülen 1974 yılından 1980 yılına kadar yurt içinde ve dışında, (Almanya) değişik yerlerde vaazlarına ve eylemlerine devam etti. Fethullah Gülen’e bu serbestliği ve rahatlığını, ne zaman tanıştığını bilmediğimiz Kasım Gülek sağlamıştı. Kasım Gülek 1980 yılında Güney Koreli Rahip Sung Myung Moon’un tarikatı olan Moon Tarikatı’na bağlı "Professors World Peace Academy"(PWPA)'nın Türkiye sorumlusu olarak görev alıyordu. Gençlerin, gelecekte devletin yapısında görev alacakların eğitilmesi ve yetiştirilmesi CIA’in en çok ilgi duyduğu konulardan biriydi. Kasım Gülek bu konuda daha sonra Fethullah Gülen’in organize olmasına yardım edecekti.

1980 yılının Haziran ayında gelecekten haber veren bir bilge gibi İzmir’de bir camide verdiği vaazda, Orduyu darbe yapmaya çağırıyordu. Dört göze beklediği askeri darbe, 12 Eylül’de gerçekleşti. Fethullah Gülen CIA’in askeri darbeyi yaptıracağını biliyordu ama askeri darbeyi yapanlar, Fethullah Gülen ile CIA arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. İhtilalden sonra Gülen, başına gelecekleri biliyormuşçasına 45 günlük rapor alıp ortadan kayboldu. Bu arada sürekli bir yerlere ataması yapılan Gülen, hastalığını bahane ederek vaizlik görevinden istifa etti. Gülen askeri yönetime itaat beyanına rağmen yine de hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. 6 yıl boyunca Anadolu’nun dört bir yanını dolaşan Gülen nedense hiçbir yerde yakalanamamıştı. Bir gün Burdur-Isparta arasında 3 araba ile seyahat ederken yanındaki 13 kişi ile beraber yakalanıp tutuklandı. Fakat dönemin Başbakanı, ABD’den Prens olarak gelip Türkiye’de padişah olan Nakşibendi Turgut Özal, irade sahiplerinin emri ile Fethullah Gülen’in serbest bırakılmasını sağladı.

Fethullah Gülen, ciddi anlamda okul yapılanmasını ilk kez proje alanı seçilmiş olan İzmir’de gerçekleştirdi. Okulun müdürlüğünü, Rize Pazar doğumlu, öğretmen ve il eğitim müdürlüğü yapmış olan Sami Yıldırım (Sezen Aksu’nun babası) yapıyordu. Okul 15 Kasım 1982 yılında Bozyaka’da kurulan Yamanlar Kolejiydi. İlk kayıtlarda okula 28 adet öğrenci kaydolmuş ancak sezon sonunda ayrılanlardan sonra 12 öğrenci mezun olmuştu. Okulu Sami Hoca yönetiyordu ama Fethullah Gülen haftada birkaç gün okula misafir gibi gelip vaaz vermeyi sürdürüyordu.

Fethullah Gülen CIA’den aldığı destekle diğer dinsel yapılanmalar (Moon, Opus Dei, Vatikan) gibi oluşmaya ve gelişmeye başlamıştı. Bir yandan türlü türlü dergiler ve gazeteleri dağıtarak tanıtım yaparken diğer yandan iş dünyası içinde görünmez bir ağ ile ticari ilişkilerden gelir sağlamaktaydı. Müridi olan büyük patronların şirketlerine pazar sağlayarak, ticaretlerini geliştirip yüksek kazançlar sağlıyordu. Bu kazançlardan yaptığı kesintilerden dev bir yapılanma ortaya çıkıyordu. Fethullah Gülen eğitim sektöründe Yamanlar Koleji gibi başka okulları da uygulamaya sokmuştu. Farklı isimlerle tüm Türkiye’de 985 adet okulu vardı. Yurt dışındakileri de ilave edersek sayısı 1000’den fazlaydı. Okulların yanında kız ve erkek yurtları ile üniversiteye hazırlık kursları bulunuyordu. Ülkenin dört bir yanında şirket ortaklıkları her hafta Cuma günleri kahvaltı toplantısı yaparak birlik içindeki ticari haberleşmeyi sağlıyorlardı. İstanbul’da bulunanların son durağı her zaman Eyüp Sultan oluyordu. Birlik içindeki politikaları Moon ve Opus Dei tarikatlarında olduğu gibi kendilerini belli etmeme, açığa çıkmama üzerine kuruluydu. Basit bir örnek vermek gerekirse aşırı dini kurallara bağlı olan müritler, badem bıyıklı olsa bile kravatlı takım elbise giyiyorlardı. Zorunlu durumlarda şarap da dahil her türlü alkollü içki içerler hatta “Deccal” adını taktıkları Atatürk’e methiyeler bile düzerlerdi. Bu davranışlar onların çok iyi gizlenmelerini sağlıyordu.

CIA, Fethullah Gülen’i Türkiye yanında Türki cumhuriyetlerde de kullandı. Dağılmış Sovyetler Birliğinden kopan Türki cumhuriyetler ABD’ye yaranmak için önce Fethullah Gülen’i bağırlarına bastılar ancak Viladimir Putin’in Rusya’nın başına geçmesi ve KGB’nin aktif görevine başlaması Fethullah Gülen’e Türki cumhuriyetlerin kapısını kapatmaya yetti. Sonraki yıllarda ABD doğrudan giremediği Afrika ülkelerine Fethullah Gülen’in okulları aracılığı ile girmeyi sürdürdü.

Fethullah Gülen’in tüm okullarında sistem 2 şekilde uygulanıyordu. Türkiye’deki okullarda özellikle seçilen dar gelirli ailelerin inançlı çocukları üzerine yoğun çalışma yapılarak önce nefer sonra mürit yapılıyordu. Öğrencilere Saidi Nursi’nin öğretileri yüklenerek kadroya dahil ediliyorlardı. Seçilmiş öğrenciler yeteneklerine bakılmaksızın ABD’ye gönderilip eğitimini orada sürdürüyordu.

Gülen yapılanması hücre evlerden oluşup sonra belli rütbelerle daha yükseklere doğru ilerliyordu. Rütbeleri yükselen seçilmiş yöneticiler CIA’in kurduğu öyle bir sistemin içinde hareket ediyorlardı ki hiç kimse bir diğerini gerçek isimle bilmez tanımazdı. Yalnızca takma ve kod isimler kullanılan organizasyonda kendilerine özel şifreli haberleşmeleri vardı.

Yurt dışı okullarda sistem biraz daha farklıydı. Önce bir grup Müslüman Misyoner seçilen ülkeye giderdi. Başkent ya da en büyük kentin uygun bir yerinde okul yapılması şartı ile yerel yönetimden arazi istenir ve iyi ilişkilerin ilk kurulumu sağlanırdı. Doğal olarak yerel yöneticinin çocukları okulda %100 burslu yani bedava okutulurdu. Okuldaki eğitim yerel dilde, Türkçe ve İngilizce (Amerikan İngilizcesi) yapılırdı. Yerel dil, bulunan ülkeye saygıdan ve hukuki şartlardan dolayıydı. Türkçe, daha sonra Fethullah Gülen’in Türkiye’de reklamını yapmaları içindi. Türkiye’de Türkçe Olimpiyatına katılan ve Türkçe konuşup şarkı, türkü söyleyen yabancı öğrencileri görenlerin dili tutuluyordu. İngilizce ise seçilen öğrencilerin ABD’ye giderek beyinlerinin yıkanabilmesi içindi. Okulda öğrencinin gerçekten çok başarılı olması gerekmiyordu. İletişimde sorunu olmasın yeter gözü ile bakıyorlardı. Seçilen üst sosyeteye sahip (geleceği parlak) öğrenciler ABD’de kazanmaları garanti olan özel bir sınava alınarak okullarına yerleştirilirlerdi. En az 5-10 sene ABD’de kalan proje öğrenciler, 25-30 yaşlarına geldiklerinde tam bir Amerikalı gibi ülkelerine dönerek uygun sektörlerde, uygun makamlara yerleştirilip ülkelerine daha doğrusu ABD’ye hizmet etmeye hazır duruma getirilirlerdi. Bu proje öğrenciler, bulundukları makamlarda ABD ve onların şirketlerine ülkelerinin değerli madenlerinin (Petrol, Altın, Gümüş, Uranyum, Bor vs) işletilmesi haklarını verirlerdi. Bu arada Fethullah Gülen’e bağlı Türk şirketleri de bu ülkelere yerleşip ticaret yaparak Gülen ve örgütüne gelir sağlamasına yardımcı olurdu. Bir zamanlar Turgut Özal’ın Prenslerini hatırlayın. Hatta Prens gelip Padişah olan Turgut Özal’ı da unutmayın.
Yazan: Sedat Karadayı

DIHYE-İ KELBİ VE CEBRAİL

Yazan: A.Kara

DIHYE'T-UL KELBİ [دحية الكلبي]

Dihye't-ul Kelbi, Dıhye-i Kelbi yada diğer adıyla Dihye bin Halife, Kelb kabilesinin önde gelenlerinden biridir. Sık sık ticaret seferlerine çıkan zengin bir adamdır. Muhammed'den 5 hadis rivayet etmiştir. Muhammed'in çevresindekiler Cebrail'in çok güzel yüzlü, endamlı, yakışıklı olduğu rivayet edilen Dıhye kılığında gezindiğine inandırılmışlardır. Önemli nokta burası olduğundan Dıhye-Cebrail ilişkisini ele alarak, konuya dair hadislere bakmaya başlayayım.

CEBRAİL, DİHYE İLİŞKİSİ

Cebrâil’in Dihye sûretine girerek Hz. Peygamber’e vahiy getirdiği ve ashaptan birçoğunun onu Dihye zannettiği hususu, kaynakların ittifakla vermiş olduğu bilgiler arasındadır. Enes b. Mâlik’in ifadesine göre Dihye ashâbın en güzeli olup iri cüsseli ve beyaz tenli idi. [6]

Muhammed'in Cibrîl'i kendi yaratılış şekli ve suretinde yalnız iki defa gördüğü belirtilir:
İlki: 'Hemen doğruldu. O en yüksek ufukta idi (Necm: 6-7) ayeti üzere, en yüksek ufukta görmesidir.
İkincisi: "And olsun ki Onu diğer bir defa da Sidretu'l-Müntehâ'nın yanında gördü" (Necm: 13-14) âyetleri gereğince, Mi'râc'dan dönerken Sidre'de görmesidir.

Diğer görülerinde ise Cebrail'i müritlerinden olağanüstü yakışıklılığı ile bilinen ve pek sevdiği bir sahabe olan Dıhye-i Kelbi şeklinde görmüştür. 

Konuya dair hemen hemen aynı şeyleri anlatan çokça hadis vardır. Buhari'de konuya Muhammed'in eşi Ümmü Seleme'nin tanık olduğu olayı bildiren rivayet yer alır. Bunu inceleyelim:

Bize Ebû Usmân Abdurrahmân en-Nehdî tahdîs edip şöyle dedi: Bana haber verildi ki, Cibrîl aleyhi's-selâm (bir insan güzeli olan Dihyetu'l-Kelbî suretinde) Peygamber'in yanına gelmişti.
Bu sırada Peygamber'in yanında (kadınlarından) Ümmü Seleme bulunuyordu. Cibrîl, Peygamber'le konuşmaya başladı. Sonra kalkıp gitti.
Peygamber (S), Ümmü Seleme'ye: -"Bu kimdir?" diye sordu, yâhud buna benzer bir soru söyledi.
Ümmü Seleme:
-Bu, Dihye'dir, dedi.
Ümmü Seleme dedi ki: Allah'a yemîn ediyorum, Peygamber'in Cibril'den (aldığı vahyi sahâbîlere) haber vermek üzere yaptığı hutbesini işitinceye kadar ben Cibril'i hiç şüphesiz Dihye sandım.
Râvî: Ümmü Seleme böyle veyâhud buna benzer bir söz söyledi, dedi.

Süleyman ibn Tarhân dedi ki: Ben, Ebû Usmân'a: -Sen bu hadîsi kimden işittin? diye sordum.
Ebu Usman: -Usametu'bnu Zeyd'den işittim, dedi. [2][4]

Dihye'nin Cebrail'e olan benzerliğinden İbn-i Sad'ın Tabakatında, Hendek savaşını anlatan bir rivayette şu şekilde bahsedilir.

... Daha sonra Cibrîl (a) dişleri tozlanmış bir vaziyette gelerek Resûlullah’a, “Silahını indirdin mi? Yemin ederim ki, melekler henüz silahlarını bırakmamışlardır. Benî Kurayza’nın üzerine yürü ve onlarla savaş!” dedi. Âişe dedi ki: “Resûlullah (sas) tekrar silah ve teçhizatını kuşandı ve sefere çıkmak üzere halka duyuru yaptı.” Âişe dedi ki: “Resûlullah (sas) kuşanarak Mescidin komşusu bulunan Benî Ganm kabilesine uğrayarak onlara,“Bu gün size kim uğradı?” diye sordu. Onlar da; “Dihye el-Kelbî bize uğradı.” dediler. Dihye’nin sakal ve yüz biçimi Cibrîl’e benziyordu... [7]

Hadiste ruhani bir varlık olan Cebrail'in insan kılığına girdiği yetmezmiş gibi dişleri tozlanmış bir vaziyette geldiği yazıyor. Kimseye çaktırmadan Muhammed'in dibine ışınlanıp orada insan kılığında görünmek varken nedense Cebrail ağzı yüzü toprak içinde geliveriyor. Dihye Bedir hariç tüm gazvelerde Muhammed'e eşlik etmiştir. Bu gelen kişi gerçekten de Dıhye'nin kedisi olmasın?

Dihye'nin Cebrail şeklinde dolaştığına, ona benzediğine dair başka rivayetlere bakalım:

Bize Muhammed b. Zeyd el-Vâsıtî haber verdi; dedi ki:
Bize Mücâlid b. Sa’îd haber verdi. O Âmir eş-Şa’bî’den, o da Mesrûk’tan şöyle dediğini rivayet etti: Âişe bana şöyle dedi:
Cibrîl’i şu hücremde at üzerinde durmuş vaziyette gördüm. Resûlullah (sas) onunla konuşuyordu. Resûlullah (sas) içeri girince ona “Ya Resûlullah! O konuştuğun kimdi?” diye sordum. Bana “Onu gördün mü?” diye sorunca “Evet!” dedim. Kime benzediğini sorunca da “Dihye el-Kelbî’ye!” dedim. Bunun üzerine bana “Sen çok hayırlı bir şey gördün. O, Cibrîl idi.” dedi. Çok geçmemişti ki Resûlullah (sas), “Ey Âişe, işte Cibrîl sana selam söylüyor.” dedi. Ben de “Ona da selam olsun ve kendisini ziyareti sebebiyle hayırla mükafatlandırsın.” dedim. [9]

Sünen-i Tirmizi'den bir hadise bakalım:

حَدَّثَنَا قُتَيْبَةُ، حَدَّثَنَا اللَّيْثُ، عَنْ أَبِي الزُّبَيْرِ، عَنْ جَابِرٍ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ ‏ "‏ عُرِضَ عَلَىَّ الأَنْبِيَاءُ فَإِذَا مُوسَى ضَرْبٌ مِنَ الرِّجَالِ كَأَنَّهُ مِنْ رِجَالِ شَنُوءَةَ وَرَأَيْتُ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ فَإِذَا أَقْرَبُ النَّاسِ مَنْ رَأَيْتُ بِهِ شَبَهًا عُرْوَةُ بْنُ مَسْعُودٍ وَرَأَيْتُ إِبْرَاهِيمَ فَإِذَا أَقْرَبُ مَنْ رَأَيْتُ بِهِ شَبَهًا صَاحِبُكُمْ نَفْسَهُ وَرَأَيْتُ جِبْرِيلَ فَإِذَا أَقْرَبُ مَنْ رَأَيْتُ بِهِ شَبَهًا دِحْيَةُ ‏"‏ ‏.‏ هُوَ ابْنُ خَلِيفَةَ الْكَلْبِيُّ ‏.‏ قَالَ أَبُو عِيسَى هَذَا حَدِيثٌ حَسَنٌ صَحِيحٌ غَرِيبٌ ‏.‏

3649- Câbir (r.a.)’den rivâyete göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: “Peygamberler bana gösterildi; Musa’yı, Yemenli Şenûe kabilesinin insanlarına benzer olarak gördüm. Meryem oğlu İsa’yı gördüm, insanlardan O’na en yakın benzeyen Urve b. Mes’ûd’tur. İbrahim’i gördüm O’na benzeyen kişi benim. Cibril’i de insan şeklinde gördüm, Dıhye İbn halife el Kelbî’ye benzerdi.” [10]
Derecesi: Sahih (Dârüsselâm)

Son olarak İslam Alimleri Ansiklopedisi'nde yazan 2 rivayete bakıp daha sonra analize geçelim:

Eshâb-ı kirâmdan Dıhye (r.a.) devamlı ticâret için sefere gider gelirdi. Çok güzel yüzlü idi. Cebrâil (a.s.) çok defa Resûlullahın (s.a.v.) huzuruna Dıhye (r.a.) şeklinde gelirdi. Bir gün Cebrâil (a.s.) Fahri âlem (s.a.v.) hazretlerinin huzurunda bulunuyordu. O zaman henüz küçük olan Hasan ve Hüseyin (r.a.)’dan biri Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Hemen kardeşinin yanına koşarak: “Dıhye (r.a.) dedemizin yanında oturuyor, haydi gidelim” dedi. Koşup mescide girdiler. Cebrâil aleyhisselâmın dizlerine oturdular. Ellerini Cebrâil aleyhisselâmın koynuna soktular. Resûlullah (s.a.v.) torunlarının bu hareketini görünce hicâb edip, mani olmak istedi. Cebrâil (as), Resûlullahın mahcûb olduğunu görünce dedi ki: “Ya Resûlallah! Niçin sıkılıyorsunuz? Fâtıma (r.a.) teheccüd namazını kılarken Hak teâlâ beni gönderir, bunların beşiklerini sallardım. Fâtıma (r.a.) rahatça namazını kılardı. Çocukların bu hareketini bana karşı edepsizlik saymayın. Bazan da bunların anneleri namazdan sonra uyurken, bunlar ağlardı. Hak teâlâ yine beni gönderir, anneleri uyanmasın diye beşiklerini sallardım, ağlamazlardı. Bunların yanıma gelip, ellerini koynuma sokmalarında bir mahzur yoktur.” dedi.

Resûlullah (s.a.v.) “Ey kardeşim Cebrâil! Şimdi bir şey yapmadılar. Daha ileri giderler endişesiyle mâni oldum. Çünkü, Eshâbımdan Dıhye (r.a.) isminde birisi vardır. Çok kere sefere çıkar. Her dönüşünde bunlara hediye getirir. Sizi Dıhye (r.a.) zannedip, ellerini koynunuza soktular” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm: 

“Yâ Rabbi! Beni Habîbinin (s.a.v.) yanında utandırma” diye duâ etti. “Oturduğun yerde gözlerini kapa, elini Cennete sok, eline ne gelirse al.” diye hitap geldi. Cebrâil (a.s.) ellerini Cennete saldı. Bir yeşil salkım üzüm, bir kırmızı nar eline geldi...” [1]

"Hicretin beşinci senesi Resûlullah (s.a.v.), Benî Kureyza’ya kavuşmadan önce Medine’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâate rastladı ve şöyle dedi: “Size kimse rastlamadı mı?” dediler ki: “Yâ Resûlallah bize, Dıhye bin Hâlife el-Kelbî rastladı. Eğerli beyaz bir katır üzerine binmişti O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bu Cibrîl’dir. Benî Kureyza’ya gönderildi. Onların kalelerini sarssın ve kalplerine korku atsın diye...” [11]

Gördüğünüz gibi bu hadislerde de diğerleri gibi Cebrail'in Dihye kılığında görünmesi anlatıları vardı.

Dihye'nin sık sık ticaret seferlerine çıkan zengin biri olduğunu söylemiştim. Kendisi aynı zamanda iyi derece Rumca biliyor. Hatta bu yüzden Muhammed Roma İmparatorunu İslam'a çağırma görevini Dihye'ye veriyor. [8]

Anlıyoruz ki Muhammed ile Dıhye arasındaki ilişkiler onun Müslüman olmasından çok daha eskilere dayanıyor. Çünkü rivayetlerde onun İslam'a geçmeden önce bile Muhammed'i sevdiği, ticaret seferlerinden her döndüğünde Muhammed'i ziyaret edip hediyeler getirdiği yer alır. Yani hem İslam'a geçmeden önce hem de geçtikten sonra Muhammed ile sık sık görüşmektedir.

Bunun yanı sıra Cebrail'in Muhammed'e Dihye kılığında geldiğine dair hadislere dikkat etmek gerek. Tüm hadislerden anlıyoruz ki Muhammed çevresindeki insanları Cebrail'in Dihye kılığında gezindiğine inandırmıştır. Öyle ki rivayetlere göre Dıhye Medine'de sokakta dahi gezerken bile Muhammed emrettiği için yüzünü örtüyordu. Aksi halde kimse ondan gözünü alamıyor ve onu görenler gördüklerinin Dıhye mi yoksa Cebrail mi olduğunu anlayamıyorlardı. [12]

Ruhani bir varlık olan Cebrail eğer gerçekten varsa ve gerçekten vahiy getiriyorsa bunu gözle görülebilir olmadan, insan kılığına girmeden de yapamaz mıydı? Vahiyleri iletmesi için insan kılığına girip Muhammed'e anlatması şart mıydı? Neticede Cebrail nurdan yaratılmış ruhani bir varlık değil mi? Zihnine girip fısıldayabilir ya da kimseye görünmeden aldığı ilahi mesajları Muhammed'in kulağına fısıldayabilirdi.

Cebrail neden Dihye'nin kılığına girerek vahiy getirsin ki? Düşünün, İslam inancına göre Muhammed'e kim vahiy getiriyor? Cebrail. Cebrail tüm Kur'an ayetlerini kimin kılığında getiriyor? Dıhye. Yani insanlar Muhammed'in civarında sürekli Dıhye'yi görüyor. Dıhye gelince vahiy geliyor.

Şimdi bu durumu, ortamdaki atmosferi hayal etmeye çalışın. Muhammed devamlı Dıhye ile görüşüyor ve o yanından ayrıldığında Allah "vahiy gönderdi" deyip ayet okuyor. [3] Tüm bunlar dikkate alındığında Arap müşriklerin Kur'an ayetleri için "insan sözü" demesi gayet normal değil midir?

Sürekli ticaret seferlerine çıkan, Arapça dışında diller bilen Dihye'nin farklı kültür ve inanıştan insanlarla tanışmış, onların efsanelerini, dinlerini, kutsallarını duyup öğrenmiş olması kaçınılmazdır. Peki ya ticaret seferlerinde duyduklarını, öğrendiklerini Muhammed'e anlatıp öğretiyorsa? Akla yatmıyor değil. Neticede Kur'an'ın içinde yer alan sözler hep çevre uygarlıkların din ve inanışlarına ait. Mucize olduğu iddia edilen metinler bile zaten Kur'an'dan önce başka uygarlıklar tarafından bilinen ya da iddia edilen görüşler. Kur'an'ın kolektif bir kitap olduğu gayet açık.

Muhammed'in çevresinde başka uygarlıkların inanışlarını, efsanelerini öğrenmesini sağlayacak çokça insan vardı ve Dihye de bunlardan biriydi. Çok gezip gören, farklı diller bilen biri olan Dihye'nin Kur'an'ın yazılmasına büyük katkıları olmuş olmalıydı. Muhtemelen onunla sık görüştüğü, bilgi alıp sohbet ettiği için Cebrail'in Dihye kılığına girerek vahiy getirdiğini söylemişti. Kendine öğretenin bir insan değil de Cebrail olduğunu ancak bu şekilde iddia edebilirdi.

SAFİYYE'Yİ MUHAMMED'E VERMESİ

Ayrıca gazvelerinde Muhammed'in yanında bulunmuş olan Dihye savaş ganimeti olarak elde ettiği Safiyye'yi Muhammed'e satmıştır.

Muhammed'in Safiyye'yi satın alması şöyle rivayet edilir:

Bize Yezîd b. Hârûn ve Hişâm Ebü’l-Velîd et-Tayâlisî haber verdiler; dediler ki: Bize Hammâd b.  Seleme anlattı. O Sâbit el-Bünânî’den, o da Enes b. Mâlik’ten şunu rivayet etti:
Safiyye bt. Huyey, Dihye el-Kelbî’nin payına düşmüştü. Resûlullah’a (sas), “Dihye el-Kelbî’nin payına güzel bir cariye düştü.” şeklinde haber verilince Resûlullah (sas) onu satın aldı ve gerdeğe hazırlaması için Ümmü Süleyme’ye gönderdi. [5]

Bize Amr b. Âsım el-Kilâbî haber verdi; dedi ki: Bize Süleyman b. el-Muğîre anlattı; dedi ki: Bize Sâbit anlattı. O da Enes b. Mâlik’ten şöyle dediğini rivayet etti:
Savaş esirlerinin dağıtımı sırasında Safiyye, Dihye’nin payına düşmüştü. İnsanlar onu Resûlullah’ın (sas) yanında överek, “Esirler arasında daha önce benzerini görmediğimiz bir kadın var.” dediler. Resûlullah (sas) onun karşlığında Dihye’ye razı olacağı miktarda bir şeyler gönderdi ve sonra Safiyye’yi anneme gönderip, “Ona gerekli bakımı yaparsın.” dedi. Resûlullah (sas) Hayber’den ayrıldı. Safiyye’yi arkasına almıştı ve konakladıkları yerde ona bir çadır kurdu. [5]

DIHYE'NİN ÖLÜMÜ

Rivayetlere göre Muhammed'in gazvelerine, Yermük Savaşına ve Suriye seferlerine katılan Dihye katıldığı Şam seferinden sonra Şam’a yerleşmiş ve burada vefat etmiştir.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-9

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-9
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “GÜLEN HAREKETİ”

ADANA 1905; 13 Aralık günü Adana’nın zengin bir ailesi bir erkek çocuğa sahip olmuştu. Baba Mustafa Rıfat Bey Kurtuluş Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyetinin Çukurova sorumlusuydu. Anne Tayyibe Hanım ise Adana’nın ünlü ailelerinden Ramazanoğlu ailesinin kızıydı. Oğullarına Kasım adını verdiler. Küçük Kasım ilkokulu Adana Turan mektebinde okudu.

İSTANBUL 1918; Sevr antlaşmasından sonra Fransızlar Çukurova’yı işgal edince aile İstanbul’a taşındı. Küçük Kasım 13 yaşında İstanbul’da Mekteb-i Sultani’ye 17 yaşında da Robert Kolejine gitti ve 21 yaşında mezun oldu. Bu sırada aile, soyadı kanunu çıktığında yaşadıkları coğrafyadan kendilerine bir isim bulup Gülek soyadını aldılar. Baba Rıfat Gülek oğlu Kasım’ın ilk dini eğitimini yakın arkadaşı CHP’li Prof. Dr. Şemseddin Günaltay’dan almasını sağladı.

PARİS 1926; 1926 yılında 21 yaşında Robert Kolejinden birincilikle mezun olan Kasım Gülek, yüksek öğrenim için Paris Siyasal Bilgiler (Paris Ecole Des Sciences Politiques) okuluna gönderildi. 27 yaşında bu okuldan mezun oldu. Robert Kolejinde Amerikalı yetkililerin dikkatini çekmiş olan genç Kasım Gülek, Rockefeller Bursunu kazanarak Paris sonrası ABD Columbia Üniversitesine İktisat alanında doktora yapmaya gitti. Böylece ABD’nin etki alanına girmiş oldu. Amerikalıların Osmanlı tarzı “Devşirme” planları bitmemişti ki ardından yine bir Rockefeller bursu ile bu kez İngiltere Cambridge Üniversitesinde Ekonomi alanında ardından da Berlin Üniversitesinde Hukuk alanında doktorasını tamamladı.

İSTANBUL 1934; Kasım Gülek tüm eğitimlerini tamamlayarak 1934 yılında 29 yaşında Türkiye’ye döndüğünde babası tarafından Mustafa Kemal Atatürk ile tanıştırıldı. Atatürk, babası Rıfat Gülek’i çok sever ve sayardı. Özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında eczacı Rıfat Bey’in Cumhuriyet ordusuna karşılıksız yaptığı tıbbi yardımları unutmamıştı. Bu yüzden sevdiği ailenin evladı olan bu genç ve zeki gencin CHP’ye üye ve Türkiye’ye faydalı birey olmasını istedi. Kasım Gülek CHP’ye üye oldu ve yedek subay olarak askere gitti. Askerlik dönüşü Adana’da aile şirketi Gülek Ltd. Şti’nin Genel Müdürü olarak ticaret ve çiftçilikle uğraştı. 1940 yılında vefat eden CHP Bilecik Milletvekili Besim Ömer Akalın’ın yerine yapılan seçimlerde milletvekili seçildi. 1942 yılında da CHP’de Genel İdare Kurulu (GİK) üyesi seçildi.

ERZURUM 1941; 27 Nisan’da Pasinler’in Korucuk köyünde bir bebek dünyaya geldi. Köyün camisinin imamı olan babası Remzi Gülen, oğlunun adını Fethullah koydu. Küçük Fethullah, 1945’ten itibaren kuran öğrenmeye başladı. 1946 yılında İlkokula gitti. Babasının başka bir köye imam olması sebebiyle 1949 yılında İlkokulu ve eğitimini bıraktı. Tek sahibi olduğu ilkokul diplomasını daha sonra dışarıdan gireceği sınavla alacaktı.

ANKARA 1947; Milletvekilliği sırasında 1947-1948 arası Bayındırlık Bakanı, 1948-1949 arası Ulaştırma Bakanı oldu. 1949 yılında kendisine bilgi verilmeksizin Devlet Bakanı yapılmasına tepki gösterip istifa etti. Bu tarihten sonra parti içinde İnönü’ye muhalif oldu. Kasım Gülek bu yıldan itibaren dünya siyasetinde yükselişe geçti. 1949’da Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi Başkan Yardımcısı, daha sonra BM Kore Komisyonu Başkanlığına atandı. Bu görevindeki hizmetlerinden dolayı “Kore Üstün Hizmet Madalyası” almaya hak kazandı. Bu noktada kenara not etmekte fayda var; Kasım Gülek madalyayı ABD teklifiyle Amerikalıların sayesinde aldı. Bu süreçte babasının İslami dini eğitim aldırdığı Kasım Gülek, Kore’de Moon Tarikatı üyesi olmuştu.

ZONGULDAK 1948; 1945 yılında İsmet İnönü’nün Sovyetler Birliği korkusu nedeniyle ABD’ye yanaşmasıyla beraber ülkenin yönetimi konusunda tavizler vermeye başladı. Böylece ABD, Emperyalist uygulamalarını başlatabilecek uygun ortamı sağlamış oldu. ABD’nin bu dönemde Türkiye’de yıldızı parlamış, milletvekili ve gazeteciler (O dönemde basın dışında başka medya grubu yoktu) ile etkin ilişkilerini yürütmekteydi. Amerikancı ideoloji bu ilişkiler sonucunda ilk anti-komünist çalışmalarını gerçekleştirdi. Milliyetçi görüşe sahip Demokrat Parti üyesi Fethi Tevetoğlu (Tarkan’ın babasının amcası), Demokrat Parti kurucularından milliyetçi ve gazeteci İlhan Egemen Darendelioğlu, Nur Cematinin kurucu üyelerinden ve Saidi Nursi’nin avukatı Bekir Berk gibi isimler “Komünizmle Mücadele Derneğini” kurdular. Dernek ilk kuruluş başvurusunu 1948 yılında Zonguldak ilinde yaptı. Ancak faaliyete geçebilmesi için 2 sene beklemesi gerekti. Dernek 1950 yılında faaliyete başladı.

ANKARA 1950; Kasım Gülek’in yükselişi devam ediyordu. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin zaferi sırasında Kasım Gülek milletvekili seçilemedi ama başka bir el onu NATO Parlamenter Asamblesi üyeliğine seçiverdi. Aynı el ona CHP’deki statüsü için de yardımı oluyordu. İsmet İnönü’nün adayı Nihat Erim’e karşı zafer kazanarak 9 yıl boyunca CHP Genel Sekreteri oldu.

ERZURUM 1951; İlkokulu bırakmak zorunda kalan Fethullah, başka bir ilkokula devam etmek yerine babasından Arapça, Hacı Sıtkı Efendiden Kuran dersleri aldı. Daha 1951 de 10 yaşındayken hafızlığını tamamlamıştı.

ANKARA 1953; 22 Haziran’daki seçimlerde Kasım Gülek yeniden Genel Sekreter seçildi. Bu dönemde CHP’de İnönü’den sonra 2. Adam durumundaydı. Gülek bu dönemde köy köy eşek sırtında sıkça çıktığı memleket gezilerinde sürekli olarak Demokrat Partiyi eleştirdiği için kendisine yasal baskı uygulanıyordu. Her seferinde verdiği zekice cevaplarla bunları bertaraf etmesi ona seçmenlerden ve diğer milletvekillerinden sevgi ve saygı duyulmasını sağladı.

EDİRNE 1959; 1959 yılına kadar çeşitli din hocalarından ders alan Fethullah Gülen 1959 yılında Edirne’ye gitti ve Üç Şerefeli Camide 4 yıl süre ile imamlık yaptı.

ANKARA 1959; 28 Eylül günü Kasım Gülek, CHP Genel Sekreterliğinden istifa etmek zorunda kaldı. Buna sebep olan 2 olaydan birincisi Atatürk’ün altın sigara tabakasına el koymasıydı. Ama asıl konu NATO toplantısına katılmak için NATO Parlamenter Asamblesi Başkanı Albay Johannes J. Fens’e yazdığı mektuptan dolayıydı. Yazdığı mektupta davet edilen CHP’li Nüvit Yetkin’i karalayarak onun yerine kendisinin davet edilmesini istemişti.

ANKARA 1960; Demokrat Parti, ABD’den istediği maddi yadımı alamayınca yönünü Sovyetler Birliğine çevirdi. Hatta bu konuda ikili görüşmeler bile yapmıştı. ABD ise Menderes’in bu davranışını hainlik olarak değerlendirip ipini çekiverdi. 1960 yılında yapılan askeri darbe ile Demokrat Partinin miadı dolmuştu.

Edirne’de görevi biten Fethullah Gülen 10 Kasım 1961 tarihinde Ankara, Mamak’taki askeri birliğine teslim oldu. Askere 6 gün geç gitmişti. Bu 6 gün boyunca Ankara’da Salih Özcan ile görüşmekteydi. Salih Özcan, Saidi Nursi’nin bilinen 5 öğrencisinden biriydi. Görüşmeler daha sonra da devam edecekti. Gülen’in askeri birliğe teslim eden kişi Üsteğmen Mehmet Mutlu idi. Mehmet Mutlu Gülen’e hamilik yaparak birliğine teslim edip, konumunu ve önemini belirterek hem 6 günlük gecikmeden dolayı ceza almasını önledi hem de İstihbarat bölüğünde telsizci olarak görevlendirilmesini sağladı.

Fethullah Gülen bir süre sonra İskenderun’a gönderildi. Buradaki görevi sırasında sarılık olduğu gerekçesiyle 3 ay hava değişimi alıp Erzurum’a gitti. Erzurum’da bulunduğu süre içerisinde camilerde vaaz verdi. Süresi yetmeyince 1 ay daha uzattığı izin ile vaaz vermeye devam etti. Yine 7 gün gecikerek geldiği birliğinden 1963 yılında terhis olup yeniden Erzurum’a döndü.

Türkiye’de görev yapan CIA, her türlü fikir ve düşünce yapısına sahip gruplarla iş birliği içindeydi. Hatta bu amaçla yapılanmaları organize ediyordu. Bir taraftan Milliyetçi (Ülkücü) gruplarla yapılanma sağlarken diğer taraftan Radikal dinci grupları da kontrol edebiliyordu. Bunların yanında demokrat liberallerle ya da sol görüşlü demokratlarla da ilişkisini kesmiyordu. Hem de tüm bu grupları birbirine düşman yaparak amacına ulaşabiliyordu.
27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askeri darbeden sonra Komünizmle Mücadele Derneği’nin 7 şubesi kapatılmıştı. Darbeden sonra aynı dernek bu kez Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği olarak yeniden kuruldu. Derneğin yönetiminde aydın ve liberal demokratlar bulunuyordu. Ancak şubelerde radikal dincilere de görev verilmekteydi. 1963 yılına kadar faaliyete geçirilen 20’den fazla şubenin bazılarında radikal dinciler de bulunmaktaydı. Erzurum’da kurulan şubenin kurucu üyeleri arasında Fethullah Gülen, Diyarbakır şubesinin kurucu üyeleri arasında ise Recai Kutan vardı. Bu çalışmalara CIA “Yeşil Kuşak Projesi” adını vermişti.

Erzurum’da işi biten Gülen ailesinin evlendirme isteklerine karşı gelerek yeniden görev yeri Edirne’ye döndü. Bu kez 3 Şerefeli Cami yerine Dar’ül Hadis caminde kuran kursu öğretmenliği ve fahri imamlık görevine başladı. Bu arada Eski Camide konuşmalarına devam ediyordu. Bu konuşmalarından dolayı birkaç kez karakola çağrılıp ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Konuşmalarına devam edince karakoldan uyarılarak serbest bırakıldı. Hala konuşmalarına devam edince mahkemeye sevk edildi ancak ceza almadan yine serbest bırakıldı. En büyük arzusu İzmir’e gitmekti bu yüzden İzmir’e tayinini istedi ancak başaramadı. İzmir’e gidemeyince, Edirne’de de faaliyetlerini sürdüremeyeceğinden dolayı Kırklareli’ne tayinini istedi. Edirne’deki faaliyetlerini Kırklareli’nde sürdürdü. En büyük arzusu olan İzmir tayini ise Mart 1966’da gerçekleşti.

Türkiye Komünizmle Mücadele Derneğinin son dönemlerdeki fahri başkanlığını askeri darbenin lideri Cemal Gürsel yapmaktaydı. Ancak 16 Temmuz 1965 tarihinde Türkiye İşçi Partisinin düzenlediği Bursa mitinginde yapılan saldırıdan sonra başkanlıktan ayrıldı. Bu tarihten itibaren başkanlığına İhsan Egemen Darendelioğlu’nun geçmesiyle dernek faaliyetleri yaygınlaştı. Bu tarihlerde 27 olan şube sayısı kısa sürede 110’a çıktı. Derneğin bir alt grubu olarak kurulan gençlik örgütüne Milli Türk Talebe Birliği adı verilmişti. Birliğin genç ve sağcı üyeleri sahada yani sokaklarda, meydanlarda aktif görev yapmaktaydı. Görevleri karşıt fikirlere saldırmak, halkı kışkırtmak ve olay çıkartarak anarşi yaratmaktı.

Kasım Gülek 1967 yılında yapılan Genel Sekreterlik seçimlerinde rakibi olan Bülent Ecevit’e kaybedince CHP’den istifa ederek ayrıldı. Artık Kasım Gülek için yeni bir dönem başlıyordu. 1968 yılında NATO Parlamenter Asamblesi Başkanlığına seçildi. Bu görevi sırasında Vatikan’a giderek Papa 6. Paul’u ziyaret etti. Bu yöntem CIA’in yöntemiydi. Yıllar önce Opus Dei, Papa’nın rızasını almış ve onu yeryüzündeki her şeyden üstün tutmuştu. Daha sonra Moon Tarikatı lideri Sun Myung Moon da Papa’nın onayını almıştı. Şimdi sıra Kasım Gülek’teydi. Yıllar sonra da bu yola Fethullah Gülen gelecekti. Papa 6. Paul ile yaklaşık 1,5 saat görüşen Gülek, Türkiye’ye döndükten sonra Tarsus’ta (Aziz Paulus’un doğduğu kent) Saint Paul Cemiyetinin kurulmasını gerçekleştirdi. Amaç her zamanki gibi “Dinler arası Diyalog” olarak geçiyordu. Yine her zaman olduğu gibi Papa, Kasım Gülek’e diyalog çalışmasından dolayı Nişan verecekti ancak ömrü yetmeyince nişan, kızı Tayyibe Gülek’e verildi.

İzmir’in ABD ve CIA için ayrı bir önemi vardı. NATO’nun Müttefik Kara Komutanlığı İzmir Buca’daydı. O güne kadar yalnızca camilerde vaaz veren Fathullah Gülen, İzmir’de ilk kez Opus Dei’de ya da Moon tarikatında olduğu gibi gençlere yönelmişti. 1968 yılında oluşturmak istediği Gençlik Kampı için ihtiyacı olan parayı kendisine inanan müritleri tüccarlardan topladığı 3000 liralık senetlerle sağladı. Bu senetleri kırdırarak nakde çevirip ilk kampını oluşturmayı başardı. Kamplarda gençlere yaptığı öğretilerde din dersi vermiyordu. Gençleri komünizme karşı savaşacak duruma getirmeye çalışmaktaydı. Yani amacı İslam’a hizmet değil CIA’e hizmetti.
İzmir Kestanepazarı’ndaki faaliyetlerine bölgede bulunan İmam Hatip Lisesi ve Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilerini de dahil etti. Ayrıca Milli Türk Talebe Birliği ile de doğrudan ilişki kurmaktaydı. Bu süre içinde İzmir’de kendisine yakın hissettiği öğrencileri ile “Diriliş Derneği” isimli bir dernek kurup, çalışmalar yaptı. Ancak dernek çalışmaları istediği gibi ilerlemeyince İzmir’de yeni hücre evler (Buca, Bornova, Hatay semtlerinde) oluşturup buralara yoğunlaşarak faaliyetlerini hücre evlerde sürdürdü. Fethullah Gülen’in Mason Locası ile ilişkileri ilk kez 1969 yılında başladı. Bu dönemde yaptığı çalışmalar karşısında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası tarafından Taltif Madalyası ile ödüllendirildi.
2,5 senelik çalışmalarından sonra Fethullah Gülen İzmir’deki resmi memur olarak devam ettirdiği çalışmalarını bırakmıştı. Ancak CIA adına yaptığı çalışmalarına devam ediyordu. 1971 yılında gerçekleşen 12 Mart muhtırası sonrasında hakkında tutuklama kararı çıkarılan Gülen hapse atıldı.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-8

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-8
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “OPUS DEI”

ABD, Anti-komünist faaliyetlerini hemen hemen her ülkede yürürlükteydi. Ancak bazı ülkelerde bu aktivitelerini bir adım öteye götürebiliyordu. Uzak doğuda Güney Kore, Filipinler, güney Amerika’da Şili, Arjantin, doğu Akdeniz’de Türkiye, Avrupa’da İtalya ve İspanya gibi ülkeler bu tip ülkelerdendi.

“Opus Dei” (Tanrı’nın eseri), orijinal ve uzun ismiyle "Sociedad de la Santa Cruz de Opus Dei”;2 Ekim 1928 tarihinde Madrid’de sıradan bir papaz olan Jose Escriva de Balaguery Albas tarafından kurulmuştu. Henüz 26 yaşındayken; Tanrı’dan ilham aldığını söyleyerek birkaç arkadaşıyla beraber kendi cemaatini kurmuştu. Aziz olabilmek için illa din adamı olmanın zorunlu olmadığını savunuyordu. Sıradan insanlar da bu mertebeye ulaşabilirlerdi. Escriva 1972 yılında öldü. Türlü entrikalarla Papalık onu 2002 yılında Aziz ilan etti.

Hristiyanlığın Katolik mezhebine ait bir tarikat olmasına rağmen yapılanması ve dış bağlantıları ile aslında gizli bir örgüttü. II. Dünya savaşı sonuna kadar lokal bir kurum olarak faaliyetini sürdüren Opus Dei, ABD’nin dünya çapında anti-komünist harekete start vermesiyle tanınmaya başlandı. Ancak yine de gizliliğini muhafaza etmeyi başardı.

Opus Dei, 1950 öncesine kadar aşırı dinci ve aşırı milliyetçi düşünceye sahip insanların katıldığı İspanya’ya özgü bir birlikti. 1945-50 arasında ABD’nin örgüt faaliyetlerini destekleme ve kontrol etmesiyle Opus Dei yükselişe geçti. İlk kez 1950 yılında Vatikan tarafından resmen onaylandı. Sonraki gelişimi CIA tarafından organize edilmesi ve Papalığın da açık ve güçlü destek vermesiyle uluslararası statüye sahip oldu. 1982 yılında Vatikan Opus Dei liderine ve tarikat başkanlarına Piskoposluk unvanını verdi.

CIA tarafından ele alınan yapılanması ve ağ kurulumu Moon Tarikatı ve Gülen Cemaati ile birebir benzemektedir. Üye alımları üniversite öncesinde başlar. Alınan genç üyeler kendi üniversitelerinde eğitilerek beyinleri istedikleri şekilde yıkanır ve hizmete hazırlanır. Eğitimlerde kullanılan kitaplar seçilmiş özel kitaplardır. Bunların dışında birçok kitabın okunması yasaklanmıştır. Yasak kitapların en başında Protestanların okuduğu İncil ile Charles Darwin’in Evrim Teorisi gelmektedir.

Opus Dei tarikatı faaliyete geçtiği İspanya’da özellikle aşırı dinci ve milliyetçiler tarafından desteklendi. İspanya’da aşırı sağcı faşist General Francisco Franco’nun kurduğu 9. Hükümette görev yapan 19 bakanın 12’si tarikata üyeydi. CIA tarafından dünyaya pazarlanan tarikat, Latin Amerika’da ve Avrupa’nın bazı Katolik ülkelerdeki aşırı sağcı ve dinciler tarafından sahiplendi. Tarikata üyelik her ne kadar gizli olmasına rağmen bazı tanınmış kişiler üye olmalarını gizlemek yerine açıklamaktan gurur duyduklarını belirttiler. Ünlü üyelerden birkaçı; İngiltere Milli Eğitim Bakanı, Polonya hükümetinde görev yapan 3 bakan, Peru hükümetinde görev yapan 2 bakan, ABD Anayasa Mahkemesinde görevli 2 yargıç, Amerikan Kongresinde 50-60 kadar üye, FBI Başkanı Louis Freeh ve FOX Televizyonu yorumcusu Robert Novak. Hepsi Opus Dei müridi olmalarını gizlemek bir yana açıklamayı tercih ettiler.

Opus Dei’nin faaliyette bulunduğu her ülkede sorumlu olarak bir kardinal bulunmaktadır. Örgüte üye olanlar içinde bir rütbe yapısı söz konusudur.

Numerari (Tam üyeler): Katolik rahipler gibi hiç evlenmezler. Genellikle Opus Dei evlerinde hep beraber yaşarlar. Kazançlarının, gelirlerinin tamamını Opus Dei’ye bırakırlar. Kendilerine sadece ihtiyaçları için yetecek kadar para ayırırlar. Normal üniversitelerde eğitildikten sonra, doktora yapmaları şartı vardır. Bunun dışında teolojik eğitimlerini tarikata bağlı üniversitelerde gerçekleştirmek zorundadırlar.

Sopranumerari: Opus Dei’ye üye olmalarına rağmen evlenip, çocuk sahibi olabilen sıradan normal ailelerdir. Opus Dei’ye karşı tüm sorumluluklarını yerine getirmek zorundadırlar ancak kendi evleri, aileleri olduğu için örgüt evleri dışında kendi evlerinde yaşarlar. Her birinin meslekleri olup kazançlarını çalıştıkları işlerden sağlarlar. Bu üyeler çok varlıklı, maaşlı insanlar olabildiği gibi zengin patronlar ya da üst kademe yöneticileri de olabilir. Bazı durumlarda örgüt işi olmayanlara diğer üyelerin yardımı ile iş temin ederler. Örgüte düzenli olarak aidat öderler.

Aggregati: Üçüncü tip üyeler ise evlenmedikleri halde çeşitli nedenlerle Opus Dei’in evlerinde yaşayamayacak insanlara tanınan bir üyelik biçimidir.

Cooperatori: Opus Dei’in yardım ve eğitim çalışmalarına katılan gönüllüleridir.

Bunların dışında Opus De, yapılanmasının ardında Katolik tüccarların kendi aralarındaki dayanışma yatmaktadır. Bir ticaret ağı ile karşılıklı birbirlerini destekleyerek elde edilen yüksek kazançların bir kısmı Opus Dei tarikatına gelir olarak kaydedilir. Opus Dei, topladığı gelirleri kendisi ile ilgili yatırımlara harcayarak büyüyüp gelişmesini sürdürdü. Bu kazançları, propaganda yapabilmek ve üyelerinin gelişimi ve eğitilmesi yolunda harcandı. Opus Dei’nin bilinen 3 milyar dolar serveti vardır. Bunun yanında 600 medya aracı, 15 üniversitesi, 97 teknik okula sahip olduğu bilinmektedir.

Opus Dei hakkında yakın tarihte çıkan Dan Brown’ın kitabından sonra çok şey konuşulmasına rağmen yine de hiçbir şey bilinmemektedir. Örgüt çok gizliliğini oldukça iyi koruyabildiği için dışarıya bilgi sızdırılması an alt seviyede kaldı. Buna rağmen bazı kişiler tarafından yapılan açıklamalar ilgiyle ve merakla karşılandı. Bunlardan İsviçreli parlamenter ve toplum bilimci Jean Ziegler tarikat hakkında “Opus Dei kendisiyle terörizm kadar mücadele edilmesi gereken gizli çalışan, aşırı sağcı bir örgüttür” İngiliz araştırmacı Michael Walsh ise “Bu örgüte Opus Dei (Tanrının Eseri) değil Actapus Dei (Tanrının Ahtapotu) denilmesi gerekir” demişlerdir.

Opus Dei tarikatı en geniş ve en açık haliyle Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi kitabında işlendi. Tüm bilgilerin ve kuruluş efsanesinin ne derece doğru olduğu tartışılabilir. Yine de şimdiye kadar elde edilmiş en detaylı bilgilerdi bunlar. Daha fazla bilgiye sahip olanlar da bildiklerini açıklama cesaretini gösteremiyorlar. Bilindiği ya da sanıldığı kadar örgütün açıklanması istenilmeyen bilgileri sızdıranlara karşı bir de cezalandırma yöntemleri var.
Yazan: Sedat Karadayı