HABERLER
Dini Haber
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

MÜSLÜMAN ARAPLARIN KÖLELEŞTİRDİĞİ AFRİKALILAR

Yazan: A.Kara
A, din, Din ve kölelik, İslam tarihi ve kölelik, İslamda kölelik, islamiyet, Kölelik, Kuranda köle ile insan eşit midir?, Kuranda kölelik, Müslüman Arapların köle olarak kullandığı Afrikalılar,
Köleleştirilen Kişi Sayısı
Müslümanlar tarafından kendi bölgelerinden zorla ele geçirilerek köleleştirilen insanların neredeyse milyonu bulan sayısı oldukça tartışılan bir konudur.

Bazı tarihçiler, MS 650 ila 1900 yılları arasında köle ticareti yapan Araplarca 1 milyondan fazla Afrikalı'nın köleleştirildiğini tahmin ediyorlar. Ben hatırlatmamı yapayım, bildiğiniz gibi bu tarihlerde Araplar putperest değil, Müslüman. Bazı tarihçiler ise çok daha fazla sayıdaki Afrikalı'nın Sahra çölü üzerinden köle tüccarlarına teslim edildiğini ve bir eşya gibi satıldıklarını söylüyorlar.



Araplar Kölelere Genetik Savaş Uyguladı
Para karşılığı satılan bu siyahi kölelerden 8-12 yaş aralığındaki erkeklerin penisleri, üreme ihtimalini ortadan kaldırmak için tamamen kesiliyordu. Bazı kaynaklar bu işlem sırasında her 10 çocuktan yaklaşık altısının öldüğünü belirtir. Fakat hadım edilen kölelerin daha çok para ettiğini fark eden köle tacirleri sırf daha çok para kazanmak için bu uygulamalarına devam ettiler.

Ev hizmetlerinde kullanılacak bazı siyahi erkekler hadım edilmişti fakat bu işlem sadece onlarla sınırlı değildi. Yazar Ronald Segal'ın "İslam'ın Kara Köleleri: Diğer Siyah Diaspora " adlı kitabında yazdığı gibi, "10.Yüzyılın başında Bağdat'taki halifenin sarayında 7000 hadım edilmiş siyahi ve hadımlı 4 bin beyaz vardı ."



Arap Köle Ticareti, Arap Irkçılığını Siyahilere Yöneltti
"Arap" kelimesinin ırksal bir sınıflandırma olmadığını belirtmek önemlidir. Başlangıçta Siyahlar ve daha açık renk Araplar arasında karşılıklı saygı vardı. Bununla birlikte siyahi Müslüman köleler için talep arttıkça Afrikalılara karşı ırkçılık başladı.

Siyah deri ve kölelik ile ilişki kurulmaya başlandığında siyahlara yönelik ırkçı tutum Arapçada ve Arap edebiyatında ortaya çıkmaya başladı. Köleler için kullanılan "Abid" sözcüğü Afrikalılar için kullanılan bir terim haline geldi. "Haratin" gibi diğer sözcükler ise Afrikalıların sosyal statülerini aşağılık olarak ifade etmekteydi.

Araplar Tecavüz İçin Afrikalı Kadın Köleleri Hedef Aldı
Doğu Arap köle ticareti öncelikle Afrikalı kadınlarla yapılmış ve her bir erkeğe iki kadın oranını korumuştur. Bu kadınlar ve genç kızlar, Araplar ve Asyalılar tarafından cariye veya eş olarak kullanılıyordu.

Köle sahibi bir Müslümanın kanunen bu köleleriyle cinsellik yaşama hakkı vardı. Afrikalı kadınlar hem zengin Arapların haremlerini dolduruyor hem de onlara bir sürü çocuk veriyordu.

Afrikalı kadınların bu şekilde istismarı yaklaşık 1,200 yıl kadar devam etti.



Araplar Avrupa Köle Ticaretini Başlattı
19. yüzyılda Araplar köle ticaretinden dolayı Avrupa'ya ekonomik olarak bağlıydı. Transatlantik köle ticareti ile yeni sömürü imkanları sağlandı ve bu durum Arapların ticaretine hız kazandırarak Afrikalı kölelerin Avrupa ülkelerine satışını başlattı.

Köle ticareti sonrasında Portekizler açısından kazanç sağlayan bir olay gerçekleşti. Svahili gibi Batı Afrika sahillerindeki Portekizliler, Afrika kıyılarından Benin Körfezi'ne kadar yerleşmiş Müslüman tüccarlar buldular. Bu Avrupalı köle tacirleri, köleleştirilmiş Afrikalıları Atlantik kıyısı boyunca bir ticaret noktasından diğerine naklederek ciddi miktarda altın kazanabileceklerini fark ettiler.



Arap Köle Ticareti, Tarihteki En Büyük Köle İsyanını Başlattı
Zanj İsyanı, MS 869-883 yılında, günümüzde güney Irak'ta bulunan Basra kentinin yakınında gerçekleşti. Ayaklanmayı özellikle Afrika Büyük Göller bölgesinden ve Doğu Afrika'nın güneyinden yakalanarak köle haline getirilmiş olan Afrikalılar'ın yani Zanj'ların başlattığı düşünülüyor.

Basran toprak sahipleri doğuda tuz bataklıklarını boşaltmak için birkaç bin Doğu Afrikalı Zanjlıyı güney Irak'a getirmişlerdi. Toprak sahipleri genellikle Arapça bilmeyen Zanj'ları ağır köle işçiliğine zorladı ve onlara sadece asgari geçim kaynağı sağladı. Onlara uygulanan sert muamele, Müslüman imparatorluktan ithal edilen 500.000'in üzerindeki köleyi kapsayacak şekilde büyüyen bir ayaklanmaya yol açtı.


Arap Tacirler, Siyahları Köleleştirmelerini Haklı Göstermek İçin Onlara İslam'ı Öğretmiyorlardı
Bazı tarihçilere göre İslam özgür doğmuş Müslümanları köleleştirmeyi yasaklamıştır. Bu yüzden köle kökenli Afrikalıları Müslüman yapmak Arap köle tacirlerinin ilgisini çekmiyordu. Köleleştirilmiş Afrikalıları Müslüman yapmak onlara daha fazla hak kazandıracak ve insanların köleleştirilme potansiyellerini azaltacağından İslam'ın propagandacıları Afrikalılara kendi dinlerini yaymak konusunda temkinli bir tutum ortaya koydu.

Yine de eğer bir Afrikalı İslam'ı seçerse bu onun ve çocuklarının özgürlüğü garanti etmiyordu. Sadece köle çocukları ya da gayrimüslim savaş esirleri köle olabilirdi, özgür bir Müslüman asla köle olamazdı.



Zaman Periyodu
Arap köle ticareti, iki büyük köle ticaretinin en uzun, en az tartışılmış haliydi. Araplar ve diğerlerinin İslam bayrağı altında kuzey ve doğu Afrika'ya yığılması 7.yüzyılda başladı. Güneydoğu Afrika'daki Arapların Siyahi ticareti, Avrupa transatlantik köle ticaretinden 700 yıl öncedir. Bazı araştırmacılar köle ticaretinin 1960'lı yıllara kadar bir şekilde devam ettiğini ancak Moritanya'daki köle ticaretinin Ağustos 2007'de suç sayıldığını belirtti.



Arapların Köle Ticareti, Avrupa Köle Ticaretinden Daha Fazla Hareket Kabiliyetine İzin Verdi
Arap kölelerin statülerindeki yukarı doğru hareketlilik nadir bir durum değildi. İspanya'yı fetheden ve Cebelitarık'ın ismini alan Tarık ibn Ziyad, kendisine özgürlüğünü veren ve onu ordusuna general olarak tayin eden İfrikiye emiri Musa bin Nusayr'ın kölesiydi.

Antar olarak da bilinen Antarah ibn Shaddād, köleleştirilmiş Etiyopyalı bir annenin oğluydu. Dolayısı ile köle olarak doğmuş Afro-Arap bir adamdı. Sonunda tanınmış bir şair ve savaşçı oldu. Savaşta son derece cesur olduğundan tarihçiler ona "şövalyeliğin ve mertliğin babası ... [ve] şövalyelik" ve "kahramanların kralı" adını verdiler.

Avrupa kölelik sisteminde bu tür bir yukarı hareketlilik gerçekleşmedi.

Esra Etiyopyalı bir annenin oğlu olan Antarah ibn Shaddād, Antar olarak da bilinirdi, aslen köle olarak doğmuş Afro-Arap bir adamdı. Sonunda ünlü bir şair ve savaşçı oldu. Savaşta son derece cesur olan tarihçiler onu "şövalyeliğin babası" ve "kahramanların kralı" olarak nitelendirdiler.
Kölelerdeki bu tür yukarı hareketlilik, yani onların üst makamlara terfi edebilmesi durumu Avrupa köleliğinde pek görülen bir olay değildir.



Arapların Köle Tacirliği Afrika'lılarla veya Cilt Renkleri ile Sınırlı Kalmadı
Arap köle ticareti ile Avrupa köleciliği arasındaki en büyük farklardan biri Arapların tüm ırk gruplarından insanları köleleştiriyor olmasıydı. Fatımi Halifeliğinin sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarında elde edilen kölelerin çoğu Avrupa ​​sahilleri boyunca ele geçirilen veya savaşlar sırasında yakalanan Avrupalılardı. Araplar bunlara Sakalibe (صقالبة‎) diyorlardı.

Afrika kökenli olanlar dışında Akdeniz bölgesindekiler de dahil olmak üzere çok çeşitli bölgelerden insanlar Arap köleliğine zorlanmıştı; Kafkas dağ bölgelerinden Persler (Gürcistan, Ermenistan ve Çerkesya gibi), Orta Asya'nın bazı halkları ve İskandinavyalılar (İngiltere, Hollanda ve İrlandalılar) ve Kuzey Afrika'daki Berberiler Arapların köle ticaretine maruz kalmışlardı.

Dipnot: Kur'an'da Nahl Suresi 75. ayet bu yapılanları destekler ve inananlara cesaret verir vaziyettedir, "İslamiyet köleliğe karşıdır" sözü sadece söz olmaktan ibarettir:
Nahl 75: "Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah'a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler."

NEDEN DEİST OLDUM 3

Neden deist oldum 3, deizm, deizm nedir, islamiyet, din, din ve mitoloji, Kuran çeklişkileri, Kuran meali, Kuran oku, Kuran diyanet, Kuranda kölelik, Kuran'a göre sperm, A, Peygamberler eşit mi?,
Eveeet, "Neden Deist Oldum" 1 ve 2 den sonra, canım okurlarımın yoğun isteği üzerine (facebook mesaj kutusu ve gmaile düşen mailler) serinin 3. yazısı ile sizlerleyim tekrar. Yazıya başlamadan önce belirtmeliyim ki eğer bu 3.yazıyı daha iyi anlamak istiyorsanız serinin ilk 2 yazısını okumanızı şiddetsiz tavsiye ederim (ülkece yeterince şiddet doluyuz o yüzden 2.bir emre kadar şiddetle tavsiye ederim gibi cümleleri yasaklıyorum efendim).

Dini sorgulayıp, Karadeniz'li dindar bir aileden buralara kadar gelen değişimimi, sorgulama sürecindeki hislerimi ve dinimde fark ettiğim çelişkileri yazdığım yazıların üçüncüsü olan bu yazıda, kaşığı tam olarak temizlemediğimden olsa gerek, eski tatta kaşıklamaya, aklımı bulandırmış olan ve bu sorgulama sürecinde dinden sıyrılmama yardımcı olan konulara devam edeyim.

Hepimiz, hatta dine inananlar da çok iyi biliyorlar ve itiraf edemiyorlar ki, çoğu zaman gereksiz bir savunma içindeler. Peki gereksiz savunma nasıl oluşur, ne demek istiyorum gereksiz savunma ile? Hemen anlatayım.

Şimdi kitabını hiç anlayacağın dilde okumamış, annen, baban, ninen, deden, arkadaşın gibi çevresel ve ailesel faktörlerden öğrenmişsin diyelim. Ve toplumumuzun bazı temel değerleri olduğuna, her ne kadar tecavüz vakalarında çığır aşacak kitleye sahip olsak da bir o kadar vicdanlı olan büyük bir kesime sahip olduğumuzu belirtmek isterim.
İşte bu vicdanlı kesim, dini bile vicdanına göre ŞEKİLLENDİRİYOR, ona göre yaşıyor ve anlatıyor. Yani işin komik kısmı, gerçek İslam bu değil diyip dinini körü körüne savunmaya giren insanların aslında bir çoğu, duydukları şeyi vicdanlarına yediremediği için yaşadıkları dini kendilerine göre şekillendirdiklerini, ülkede yaşanılan İslam'ın sanılanın aksine asıl İslam olmadığını anlamıyor veya kabullenmek istemiyorlar.

Onlara ters bir ayet meali gösterdiğinde, sırf vicdani yönden kabullenemedikleri ve genelde ona anlatıldığı şekilde yumuşatıcı ile yumuşatılıp gül suyu sıkılarak sunulanın tersinde bir gerçeği gördüklerinde, kabullenmemek için gereksiz bir savunma içine girip göz ve kulaklarını kapatıyorlar.
Bu yapıyorlar-ediyorlar dediğim, yıllaaaar önceki ben oluyorum bu arada :) Yani inançlı iken bende farksızdım, kabullenmemek için Asenayı aratmayacak muhteşem bir dansöz cümlem vardı: "YOK YA O ÖYLE DEĞİLDİR"

Benim bu süreçlerim, kendim ve vicdanımla, bana anlatılan Allah-Tanrı fikri ile kitaplardaki, hadislerdeki arasında farklılıklarla, anlatılan kadın,eşitlik vb. konulardaki hikayelerle ayetler arasındaki uçurumlarla cebelleşmekten beynimde 2.bir bölüm oluşup gereksiz savunma işini görüyordu ki bir süre sonra aşırı kullanıma dayanamayıp iflas etti. Bu iflası sağlayan ayet, hadis ve mantıksal, vicdani bakış açılarını yazdığım bulgularımı aktarmaya devam edeyim isterseniz.


Öncelikle Nahl 75. ayeti okuyan birisi (anlayacağı dilde okuyan) kesinlikle çıkıp ortalıkta "Hülooooğğğ İslam'da herkes eşüttüüüüür" diye bağırıp flama sallayamaz. Neden ?
Çünkü Nahl 75 de yazan şu:
"Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah'a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler."

Bir dakika sakin olun, biliyorum her zaman olduğu gibi sırf inandığınız dine toz kondurmamak için Avatar the last ayet bringer moduna girecek ve vicdanınızın size "böyle şey olamaz nan, iftiradır kesin!" dediğini duyacaksınız. Fakat bu ayeti, Allah/RAB gönderdi diye inandığınız Kutsal kitabınızdan yazıyorum, yani bük yada bükme, yazan şey aslında bariz ortada.

Nahl 75'i okuyunca "Yahu hiç senin malın olan köleyle, parası olup harcayabilen sen (Allah yolunda veya değil)" eşit olabilir misiniz? dediği görülüyor. FAKAT bunu diyenin bir yaratıcıdan çok Muhammed olduğu ve yazıcı katiplerinin de ona uyup yazdığı fikri ağır basıyor (sebebi ise Kurandaki kitap şekilleridir, Tanrıdan çok, Bir insan yazmış-yazdırmış gibidir).

He bu arada, siz ayeti bükme çabalarına girmeden ben size yardımcı olayım, surede geçen "abd" köle veya kul gibi anlamlara gelebildiğinden bu ayetteki köle yerine kul da gelebilir. Fakat başkasının malı olan kul yine = KÖLE demektir ;) Ve yine bunların eşit olamayacağının yazıldığı gerçeğini değiştirmiyor maalesef.

Bu gibi gerçeklerle bir yandan keşfettikçe şaşıran, irkilen ben, diğer yandan da yıllarca istenildiği şekilde anlatılıp-uydurulan, halkımızda yumuşatılan ve adına "Müslümanlık" denen şeyin, aslında asla var olmadığını, ülkemizde yaşananın bunun çoook farklı bir formu olduğunu fark ediyor ve sinirleniyordum. Sebebi ise yılların verdiği kandırılmışlık...

Bu arada fark ettim ki, Muhammed, spermlerin testislerde üretildiğinden habersizdi çünkü yazdırırken anlattığı şeyler bilimle zerre uyuşmuyordu (Tanrı kelamı olan bir bilgi olsa, Kuranın hem gerçekten APAÇIK olması hemde zerre ÇELİŞKİ ve yanlış bilgi içermemesi gerekirdi). Peki Muhammed'in bunu yanlış bilip sanki Allah iletiyormuş gibi yazdırdığı Kuran'a hatalı bilgi olarak yazdırdığını neden söylüyorum? Hemen gelelim mevzuya.

Neden deist oldum 3, deizm, deizm nedir, islamiyet, din, din ve mitoloji, Kuran çeklişkileri, Kuran meali, Kuran oku, Kuran diyanet, Kuranda kölelik, Kuran'a göre sperm, A, Peygamberler eşit mi?,

Tarık 5-6-7. ayetlerinde: "İnsan neden yaratıldığına bir baksın. Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı. Bu su bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar." deniyor.
Fakat sperm, bel ile kaburga kemikleri arasından falan gelmez :) İstediğin kadar bükmeyi dene, bende denedim zamanında sende dene, kol kası yaparsın :)
Bel kemiği ile ilişkisi olsa da kaburga ile zerre ilişkisi yoktur spermin. 2x2=4'tür. Sperm testislerden gelir, kaburgadan yada kaburga arasından falan değil. Testis yoksa sperm yoktur. Cinsel birleşme sırasında sürekli ileri geri yapan erkek bedevilerin işin heyecanı geçip yattıktan sonra sırtlarında oluşan ağrıyı tutup bu olayla ilişkiliymiş gibi düşünmeleri de kuvvetli bir ihtimal gibi gelmişti bana :)

He bu arada, Kur'an'da birçok surede aynı anlatılamlar onlarca kez tekrarlanır, spam gibi adeta. Bunları fark etmeye başladığımda yaratıcı tarafından gönderilmiş olabileceğine olan inancım iyice inmeye devam etti. Çünkü bu sürekli tekrarlar, yazan katiplerin düzgün birleştirememesi, Muhammed'in eski ayetlerle yeniler arasında ilişki kuramamasının sonucuydu bana göre. Hatta yine bu sebeple, bazen bir ayetin konusundan sonra birden bire alakası olmayan farklı bir konuya DÜZENSİZ bir geçiş yapıldığını görünce daha da ikna oluyordum bir Tanrı'nın gönderdiği metinler olamayacağına.


Çünkü ilk önce apaçık denen kitabın karmaşıklığı, sonrasında ise bu düzensizliği ve spamları ile karşı karşıya kalmıştım. İnsanlığa zerre faydası olmayan bilgileri içeriyor olması konusuna ise asla girmeyeceğim çünkü önceki 2 yazımda bolca bahsettim (Örneğin Muhammed'e cinsel ayrıcalıklar tanınmasının insanlığa zerre faydası yoktur).

Ben stres, korku, gerginlik, bilinmezlik içeren zıkkım tadı veren araştırmalara devam ederken önüme çıkan şeylerle, gece karanlığındaki odamda, çayım, vicdanım ve aklımla boğuşmaya devam ediyordum.

Bir baktım ki Bakara 253 te "İşte peygamberler! Biz, onların bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. İçlerinden, Allah’ın konuştukları vardır. Bir kısmının da derecelerini yükseltmiştir." denirken,
Bakara 285'te " Peygamber de, iman edenler de O’na indirilene inandı. Hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. “O’nun peygamberlerinden hiçbirinin arasında fark görmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Affını dileriz ey Rabbimiz, Dönüş sana’dır” dediler." yazıyor.

Yani 253'te Bazı peygamberleri diğerine üstün kıldık yazarken, 285'te işler çark edip "hiçbirinin arasında fark görmeyiz" yani tüm peygamberler eşittir deniyor.
Her şeyden üstün tutulan bir yaratıcı "253'te ne yazmıştım ben?, bakın şimdi 285'te adamlara hepsi eşittir diyeceğim, yanlış falan olmasın?!" diyemeyeceğine, unutmak gibi İNSANİ bir hatayı yapamayacağına göre, kabullenmeye devam ettim, bu kesinlikle insanlar tarafından yazılmıştı. Her ne kadar inancımdan kopuyor olsam da, henüz o zamanlar tam kopmamış olduğumdan bu gerçeği görmem ve yazılanların Muhammet ve onun katiplerine ait olduğunu kabullenmem zor olmuştu. Aslında zor olan kabullenmekten çok, kandırılmışlığı kabullenmenin zorluğuydu.

Neden deist oldum 3, deizm, deizm nedir, islamiyet, din, din ve mitoloji, Kuran çeklişkileri, Kuran meali, Kuran oku, Kuran diyanet, Kuranda kölelik, Kuran'a göre sperm, A, Peygamberler eşit mi?,

Enam 92 ile Kalem 52 arasındaki bir diğer çelişki ise artık bazı şeylerden kesinlikle emin olmamı sağlamıştı.
Enam 92'de "Bu da kendisinden öncekileri doğrulayan mübarek bir kitaptır ki, beldelerin anası (Mekke) ile onun çevresindekileri uyarman için indirdik. Âhirete inananlar, ona da inanırlar; onlar, namazlarına da dikkatle devam ederler." yazarken,
Kalem 52'de "Oysa Kuran, alemler için bir öğütten başka bir şey değildir." yazıyordu.

Yani bir ayette Kuran alemlere gönderilmiştir denirken, diğer ayette Mekke ve çevresine gönderilmiştir yazıyordu. Bazılarınızın hemen şuan yapmaya başlayacağı gibi, bende şöyle dedim ilk önce "İyi de, Mekke ve çevresi denmiş, bu çevreden kasıt çoooooooook geniş düşünürsek dünya olamaz mı?" Sonra fark ettim ki, yine gereksiz savunma ve kıvırma içindeydim. Çünkü APAÇIK denen bir kitap, kesinlikle YANLIŞ anlaşılmalara fırsat veremezdi. Öyle olsaydı, Yaratıcı kelamı olsaydı ve Apaçıktır iddiasına ters düşmemesi gerekseydi eğer, Allah Enam 92'de "Mekke ve dünyaya" veya sadece "dünyaya" diyebilirdi. Öyle olsa idi APAÇIKTIR iddiasına ters düşmemiş olurdu. Fakat hepimiz biliyoruz ki, anlam olarak çevre, kesinlikle dünya veya evren gibi anlamlara gelemez.

Zaten artık Allah kelamı olmadığına emindim ama, yine de Zuhruf 11 beni şaşırtmıştı. Çünkü o ayette konuşan kişinin karmaşıklığı vardı. Ben, Biz, Allah, O gibi farklı hitap şekilleri vardı, hatta ayette konuşan kişi Allah değilde melek gibiydi.
Zuhruf 11: "O suyu gökten bir ölçüye göre indirir. Biz onunla ölü memleketi diriltiriz"
Bu suredeki "O" Allah ise, Biz kim? Ölü memleketi dirilten "Biz" Melek mi? Yada Kuranı Allah göndermiş ise Zuhruf 11 deki "Biz" diyen kim? Kaç kişi?

Neden deist oldum 3, deizm, deizm nedir, islamiyet, din, din ve mitoloji, Kuran çeklişkileri, Kuran meali, Kuran oku, Kuran diyanet, Kuranda kölelik, Kuran'a göre sperm, A, Peygamberler eşit mi?,

Bu arada Kur'an üzerinde daha çokça anlatılacak şey olsa da, ilgimi çekmeye başlayan başka bir şey olmuştu ki, bu da mitolojiydi. Çünkü araştırdıkça fark ettim ki, tüm dinler, kendilerinden binlerce yıl önce yaşayan medeniyetlerin dinlerinin, yazıtlarının veya kitabelerinin kopyaları, veya çalınarak değiştirilmiş, uyarlanmış halleriydi. Bu yüzden, bu platformu açma fikri aklıma geldiğinde, adını özellikle "din ve mitoloji" koydum. Arkeolojik kazılar, bilimsel çalışmalar, dinlerin mitolojilerden beslendiği gerçeğini karpuzu bölüp LAP diye masaya koyan babam gibi ortaya koyuyordu.

Örneğin, Adem, Havva hikayelerinden çoook önce, yani İslamiyetten çok çok önce, birçok medeniyet ve inanış tarafından zaten benzer yaratılış hikayeleri mevcuttu. Antik Mısır dininde çömlekçi Tanrı Khnum'un insanı çamura şekil vererek yarattığını anlatan bir sürü çizim ve betimleme piramit duvarlarında suratımıza suratımıza sırıtmaktadır.

Böyle yüzlerce mitoloji-din ilişkili gerçek var olduğu için, sitede Din ve Mitoloji isimli bir yazı açarak bunları özel başlık altında yazmaya karar verdim ve onu da seri olarak yazacağım. Demem o ki, dinleri araştırırken veya sorgularken, mitolojiden de uzak kalmayın, çok şaşıracaksınız...

Yazıyı bitirirken, okumak isterseniz, aşağıdaki tercihlere tıklayabilirsiniz. Görüşmek üzere.

Yazan: Anu

İNANÇ ÜZERİNE

Daha çok küçük yaşta tanıştık kutsal kelimeler ile. Omzumuza asılan askı-çanta içerisinde Kuran-ı Kerim vardı. Kızlar bazen iki elleri arasına sıkıca tutarak getirirlerdi.

Kızların arasında ilkokul arkadaşlarımızda vardı. Onlarla okuldayken teneffüslerde oyun oynar, simidimizi paylaşırdık. Bazen kavga eder, bazen birlik olurduk. Arkadaştık neticede. Arada öğretmene birbirimizi şikayet etsek de içimizde kötülük yoktu. Ailelerimiz de görüşürdü bir kısmının ailesi ile. Mutluyduk beraberken kısacası. Yaz tatillerine geldiğimizde bisiklet hastalığımız vardı. Onların bisikletinde arıza olduğunda yani “pedal diş attığında” (yani zincir dişlilerden sıyrılarak çıktığında) yardıma biz giderdik. Erkektik neticede, yardımcı olmalıydık. Onlar bizim arkadaşımız, kardeşimizdi. Tek farklılığımız cinsiyetlerimizdi. Evet bazılar bizde daha farklı duygular yaratıyordu. Onları görünce kalbimiz bir başka atıyor, konuşamıyorduk. Tuhaf ama güzel duyguydu bunlar.

Gün geldi ailelerimiz bizleri Kuran kursuna verdiler. Ailelerimiz aydın sayılırdı. Amaçları Kuranı, yani dinimizi öğrenmemiz ve doğru şekilde yaşamamızdı. Hurafelerden uzak, sadece Allah'a kulluk eden, peygamberin sünnetinden dışarı çıkmayan kimselerden olmalıydık. Bu fikir bizi heyecanlandırıyordu. Artık ibadeti tam anlamıyla yapacaktık. Müjdelenen cennet bize yakınlaşacak, daha da önemlisi Hz. Muhammed in yolunda bir mümin olacaktık. Mutluyduk. Büyük heyecan içerisinde tespih ve takkelerimizi hazırlıyorduk. Doğru insan olmalıydık. Doğru insan olmanın tek yolu mümin olmaktan geçiyordu. Aksi zaten düşünülemezdi. 7 yaşımdan beri her yaz giderdim. Haytalığımdan sebep 11-12 yaşıma gelmeme rağmen bir türlü üst seviyeye geçemezdim. Mümin olmak zorundaydım ama işte… Gel de anlat içine…

Kuran kursuna gittiğimizde büyük abilerimiz vardı. Onlar birkaç seviye yukarıdaydılar. Arapça konusunda uzman olanlar ağzından çıkan ayet ve sureler bizde mükemmel duygular uyandırıyordu. Onlar bizim rol modelimizdi. Bize yasaklar ve uyulması gereken kurallar konusunda bilgiler de aktarıyorlardı.

Hocamız… Hoca, bizim için adeta liderdi. Neredeyse öl dese ölecektik. Ulaşılması güç bir varlıktı bizim için. Kahramandı. İdoller arasında en üst mertebe onundu. Hele rahlenin arkasına yavaşça bir kurulması vardı ki sanırsınız devasa bir uzay gemisi yeryüzüne iniş yapıyor. Gözleri hep aşağı bakardı, ancak ne zaman o bakışlar bize döner, o zaman kaskatı kesilirdik. Neden? Çünkü o kusursuzdu, bizde öyle olmalıydık. O mümin kademesinin en üst seviyesini temsil ediyordu. Müminleri o yetiştiriyordu. O eğer size derse ki sen doğru yoldasın, o zaman siz cennetle müjdelenen kimselerdendiniz. Onun ağzından çıkan kelimeler sizin sosyal statünüzü, ahiret hayatındaki rolünüzü, kısaca sizin ne “mal” olduğunuzu tanımlıyordu.

Büyük bir hevesle başlamıştık duaları ve sureleri ezberlemeye, bir yandan da namaz kılmayı. Babam düzenli namazını kılardı. Özenirdim ona. O kusursuz bir mümindi. Ona layık olmalıydım. Bu nedenle hoca benim için “o mükemmel” demeliydi.

Ne zaman bir sure veya dua öğrensen soluğu babamın yanında alırdım. Öğrendiğim duayı yada sureyi ona okurdum. Arada unuttuğum kelimeler olduğunda bana hatırlatırdı. Hele ki bana “aferin oğluma” dediğinde dünyalar benim olurdu. Hemen hocama giderdim. Ona minnet borçluydum. Beni babama ve dinime uygun bir mümin olarak o yetiştiriyordu çünkü. “Daha çok yolun var” derdi hep hocam. İyi insandı açıkçası. Konuşması ve ses tonu sanki bu dünyaya ait değildi. Farklı bir ahenk vardı.

Kurs hafta içi günleriydi, farklı saatlerde kızlar geliyordu kursa. Onların hocası başkaydı. Sebebini tam bilmiyordum. Onlar bizden farklı bir zaman diliminde eğitim alıyordu. Aynı sınıfta değildik.

Bir keresinde camiye gitmem gerekmişti. Kızlardan biri ilkokulda sınıf arkadaşımdı. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Kardeş gibiydik. Ona bir şey sormam gerekiyordu, sebebini tam hatırlamıyorum. Tam kapıya yöneldim arkamdan bir ses “Senin ne işin var burada?” Hocamın sesiydi, kız arkadaşımı görmem gerektiğini söyledim. “ o içeride sen giremezsin” dedi. “Sebebini sormadım. Hocamdı neticede. Vardır bir sebebi dedim. O sırada tesadüfen arkadaşım kursa geç kalmış koştura koştura geliyordu. Beni görünce gülümsedi. Nefes nefese kalmış bir elinde Kuran, diğer elinde başörtüsü koşturuyordu. Terliklerini sağa sola fırlatıp içeri daldı. Baş örtüsünü takacak vakti bile bulamıştı anlaşılan.

Hocam o halde görünce bakışları değişti. Sanki karakter değişimi yaşamıştı. Anlam veremedim. Arkasını döndü. Tam kapıda yanıma geldi bir şeyler diyecekti ki içeriden tok bir kadın sesi: “Neredesin kız? Bu hal ne başın açık elinde Kuran la. Yanacaksın gideceksin, gavur olmaya mı niyetlendin?”. Şok olmuştum. Arkadaşım neden yanacaktı ki? Ne yapmıştı? Niye gavur olmuştu?

Hocam tekrar bana döndü. Sen git şimdi, sonra konuşursun dedi. Niye görüşemezdim ki? Anlamamıştım o zaman. Tam arkamı döndüm gidiyordum, arkamdan arkadaşım ağlaya ağlaya çıktı. Dudakları titriyordu. “Ne oldu” dedim? Konuşamam dedi. Kötü hissetmiştim. Karnıma sanki ağrı saplanmıştı. Onu hıçkırarak ağlarken görmemiştim. Kardeşim sayılırdı o benim. Sırdaşım, canım arkadaşımdı. Boğazıma yumruk düğümlendi adeta. O zaman bir nevi erkeklik duygularım açığa çıkmaya başlamıştı. Kendimi kontrol edemiyordum. Onu bu duruma sokan her kim ise onun canını yakmalıydım. Arkadaşımı ağlatamazdı. Onu ağlatana zarar vermeliydim. Yumruklarımı sıktım. Damarlarımın şiştiğini ve vücut ısımın arttığını hissediyordum. İçeri girecektim ve gerekeni yapacaktım. Karşımda kimin olduğu önemli değildi.

Arkamı dönüp camiye yönelmişken arkadaşım kolumu tuttu. “Nereye gidiyorsun bir dur” dedi. Duramazdım. İntikam alınmalıydı. Mümin olma yolundaydım. O benim aynı zamanda din kardeşimdi. Ona verilen zarar bana da verilmişti neticede.

“Olmaz” dedim. “sana kim ne yaptı çabuk söyle! Gidip ağzını burnunu dümdüz edeceğim” dedim. Sinirimden kelimelerime dahi hakim olamıyordum. Bu duyguyu ilk kez yaşıyordum. Arkadaşım, “dur kimse bir şey yapmadı. Suçlu benim” dedi. Dona kaldım. Ne yapmıştı ki suçlu oldu? Kurstan bir nevi atılmıştı. “Sana söyleyemem” dedi. Acaba geç kaldığı için mi fırça yemişti? Sebebi her ne olursa olsun böyle kovulmamalıydı. “Söyle yoksa dalıyorum içeri” dedim.

“Olmaz yapamam” dedi. Çıldıracaktım. Beni korumaya çalışıyor diye düşündüm. Korunmaya ihtiyacım yoktu. Hocamla da aram iyiydi. Gerekirse ona durumu anlatır, suçluya ceza verdiririm gücüm yetmese bile diye düşünüyordum.

“Olmaz” diyordu sadece. Bana güvenmediğini ve arkadaşı olarak görmediğini düşündüm. Çocuktum. Gözlerim doldu sinirimden. “Ben seni düşüneyim ama sen kimin ne yaptığını söyleme, tamam, sen beni arkadaşın görmüyorsun” dedim. Bu sefer daha kötü ağlamaya başladı. “ne olur yapma yanımda dur beni eve götür” dedi. İçimde git geller yaşıyordum. Neler oluyordu?

“Bak” dedim. “ Biz kardeş sayılırız. Söyle gerekeni yapayım yoksa kendimi kötü hissedeceğim” dedim. “Tamam, ama ne olur benden nefret etme” dedi. Neden ondan nefret edeyim ki? Arkadaşım o benim. “Söyleeeeeee” dedim. Önce sıkıldı, utangaç bir tavır aldı. Anlayamıyordum, ne olabilir di ki bu kadar söylemesi zor?

“Ben hastayım” dedi. “allah allah” dedim. Kimse kimseyi hasta diye kovmazdı. “Bende hastayım burnum akıyor, yaz nezlesi oldum, benden geçmiştir. Ama niye kovdular ki?” Dedim.

“Öyle değil, kanıyorum ben, karnımda ağrı da var çok fena” dedi ardından. Birisi bir şey mi yapmıştı? Düşmüş müydü? Neresi kanıyordu?

Devamını getirmedim. Canı yanıyordu belli ki. Sonra konuşabileceğimiz düşündüm. Eve yaklaşınca ayrıldı yanımdan. Eve gittim. Aklım kurcalanıyordu. Ailesi evde değildi. Anne ve babası çalışıyordu. Tek çocuktu. Yalnız olması içime dokunmuştu. Ailelerimiz görüşüyordu ne de olsa.

Anneme bir koşu anlattım durumu. “ne kanaması?” dedi. “Bilmiyorum anne kanıyormuş” dedim. Kadıncağız önce yatak odasına gitti nedense. Çekmeceleri kurcaladı, bir şeyler aldı ve dışarı fırladı. O çekmeceler bana yasaktı. Açmazdım. Delikanlı adam sözü vermiştim anneme. Tartışılmaz bir biçimde uyuyordum bu kurala. Her daim uyacaktım da….

Annem akşama kadar gelmedi. Ne zaman ki annesi eve gelmiş, o da geldi. Bir heyecan sordum: “anne ne olmuş, neresi kanıyormuş, bir şeyi var mı, iyi mi, neden bu saate kadar gelmedin?…………….” sorulaaaaar sorulaaaaar. Annem gülümsedi. “İyi, bir şeyi yok. Yarasını koparmış o kanıyormuş. Kan durmamış. Hallettik. Ben de üzülmesin diye yanında durdum” dedi. Kafamda taşlar yerine bir nebze oturmuştu.

Ertesi gün kurs bitimi eve dönerken onu gördüm. Pencereden dışarı bakıyordu. Selamlaştık. Arkadaşlarımla programımız vardı. Yukarı mahalle ile maçımız vardı. Önceki hafta fena duman etmişlerdi bizi. Yenmeliydik bu sefer. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum.

Kız arkadaşımı evden çıkarken gördüm. Önceki günden eser yoktu. Yanına gittim “iyi misin?” dedim. Gülümseyerek “iyiyim, sağol” dedi.

Arkadaşlarımın yanına döndüm. Maç başlayacaktı az sonra. Takımdan bir mahalle arkadaşım fısıltı ile birkaç çocuk ile konuşuyordu. Hepsi bizim mahallenin tayfası idi. Aralarında konuşup gülüşüyorlar, arada bana bakıp bir şeyler mırıldanıyorlardı. Anlam vermedim. Ancak yanlarına yaklaşınca duymaya başladım. Kız arkadaşım hakkında konuşuyorlardı. Artık bir süre camiye gidemeyecekti. Kuran’a dokunması yasaktı. Okuması ise kesinlikle yasak. Dua ve ayetleri ağzına alamazdı. Namaz kılamazdı. Kirliydi. Pisti…. Bir şeyler duymuştum daha önce bu konu hakkında ancak ne olduğu konusunda detaylı bilgim yoktu. Gülüşmelerinin sebebi ise bendim. Onu nasıl savunduğum ve caminin önündeki olayları duymuşlardı.

Camideki olayın sebebi de buymuş. Hocasına ters bir şeyler olduğunu söylemiş. Alt bölgesinde kanama olduğunu belirtmiş. Hocası ise kolundan tuttuğu gibi önce dışarı çıkarmış ve nasıl bu halde buraya girersin diye azarlamış. Zaten geç kalmasının sebebi de buymuş. Ancak sırf Allah’ın sevdiği kul olmak adına, sırf geç kalmamak için koştura koştura camiye gelmiş, ancak bu durumla karşılaşmıştı. Yaşadığı bu “kanama” hakkında annesi veya başka bir büyüğü onu bilgilendirmemişti. Korkmuştu ve anlamlaştıramamıştı.

Anneme olayı anlattığımda o durumu kavramış, dokunmamın ve açmamın yasak olduğu çekmeceden “ped” alarak ona götürmüş, ne yapması gerektiğini nazik bir dille anlatmıştı. Akabinde annesi gelince durumu ona da belirtmişler ve iş tatlıya bağlanmıştı.

Neler olduğunu çok sonra öğrendim açıkçası. İster saflık deyin ister başka bir şey… Bir zaman sonra artık ilerlemiştim. Bir yandan Türkçe mealleri okuyor, Kütüb-i Sitte'yi de mümkün mertebe takip ediyordum.

Artık bilgilerim gelişmişti. Kadınlar kötüydü. Bizi yoldan çıkarmak için tasarlanmış robotlardı adeta. Sadece annem ve arkadaşım bu tasnifin dışındaydı benim için. Aklımca torpil geçiyordum sanki onlara.

Kafama oturmayan bir şey vardı. Kanama işi aklımı kurcalamıştı. Nasıl olur da Allah’ın yarattığı bir kul ve onun verdiği bir durum kötü, pis ve aşağılık olabiliyordu? Kulluk vazifelerini bile engelliyordu bu durum. Allah bizi mükemmel ve eksiksiz yaratmıştı. Nasıl ona iftira atıyorlardı? Rabbim herkesi mükemmel ve eksiksiz yaratmışken ve bunu Kuran-ı Kerim ayeti ile bildirmişken onlar kim oluyorlardı da ona iftira atıyorlardı? Burada mantık hatası vardı.

Yaratıcım bizi kusurlu yaratmıyordu. Kusurlar sadece sınavdı. Bu durumu hocama sorduğumda aldığım yanıt kısa ve netti. “Sen şimdi anlayamazsın. İlim alanında tahsil et, iyi hocalardan eğitim al o zaman anlarsın evladım” demişti. Ona tekrar sordum: “Peki hocam niye sorayım? Cenab-ı Allah Kuran-ı Kerim’ de size apaçık kuranı indirdik diyor, anlayasınız diye diyor bu ne olacak?” dedim. Güldü. Anlarsın dedi… Zaman geçti ve ben hiçbir zaman anlayamadım. Allah nasıl olur da bizi kusurlu yaratırdı? Kadınlar neden ikinci sınıftı? Bana anlatılan din ile benim okuduğum ve anladığım din birbiri ile örtüşmüyordu. Benle tartışanlar ise sadece işlerine gelen ayetleri örnek tutarak beni aşağılama yarışına giriyorlardı. Kısır döngüydü adeta.

Sorular birbirini kovaladı. Etrafıma baktım. Herkes dinini mükemmel yaşıyordu. İbadetlerini yerine getirip cennetteki yerini garantilemeye çalışıyordu. Düşündüm. Sanırım sorun bendeydi. Deli ya da zihinsel arızalıydım. Şüphesiz bu kadar “kanıt (!)” varken nasıl sorguluyordum?

Kız arkadaşım mı? O kusurlarını kabul etmiş bir şekilde hayatına devam ediyor. Tesettürde şu an. Hiç okumadığı bir kitaba inanıyor. Hiç okumadığı bir kitabın içeriğindeki mucizeleri etrafındakilere aktarıyor. Hiç okumadığı bir kitapta bahsedilen (!) kadın haklarını anlatıyor. Hiç okumadığı kitapta bahsedilen (!) insan haklarından ve eşitlikten bahsediyor. Kardeşlikten ve birlikten bahsediyor…

Ya ben?... Ben buradayım. Okudum. Araştırdım. Sorguladım ve Anladım. Görüşüm mü? Şu an sizin düşündüğünüz ile aynı. Ben senim. Şu an kendini okuyorsun o kadar.

Yalnız değilsin. Tuhaf değilsin. Anormal değilsin. Yığın içerisinde kum tanesi değilsin. Yeter ki doğru araştır. Bu kadar araştırmanın sonunda ulaştığın bilgi ve inanç her ne ise rahat ol. Doğru şeye inanıyorsun.

Şu an bulunduğun site bile bunun göstergesi.
Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

YECÜC VE MECÜC

Hazırlayan: A.Kara
A, din, din ve mitoloji, Enbiya suresi, İslam mitolojisi, islamiyet, kehf, Kehf suresi, Kıyamet alametleri, mitoloji, Yecüc ile Mecüc, Yecüc Mecüc, Yecüc mecüc nedir?, Yecüc Mecüc seddi, Zülkarneyn seddi,

YECÜC VE MECÜC


Kur'an'da Kehf, Enbiya surelerinde ve bazı İslam hadislerinde Yecüc ve Mecüc ismiyle geçen varlıklar, kendisinden önceki İncil, Vahiy Kitapları, Hezeikel'de ise Gog ve Magog ismiyle bilinir. Bu varlıklar bulundukları coğrafya ve kültürlerde ve onların egemen olduğu dinlerde cüceler, dev, şeytan, kalabalık kavim yada ülkeler olarak da anılırlar. Örneğin İslamiyet inancına sahip halk arasında Yecüc ve Mecüc daha çok çok kalabalık sayıdaki cüce insanlar olarak anılır ve hatta biraz daha abartılarak bunların boyları büyüklüğündeki koca ağızları ile her şeyi yiyip bitireceğine inanılır Mesela benim ailem, akraba ve tanıdıklarım bu şekilde inanırdı Hatta Müslüman olduğum zamanlar bende bu şekliyle inanırdım Yecüc Mecüc'e.

A, din, din ve mitoloji, Enbiya suresi, islamiyet, kehf, Kehf suresi, Kıyamet alametleri, Yecüc ile Mecüc, Yecüc Mecüc, Yecüc mecüc nedir?, Yecüc Mecüc seddi, Zülkarneyn seddi,

Bazı hadislerde (Örneğin Sahih-i Buhari) kıyamet alameti olarak geçen bu varlıkların da Adem oğullarından oldukları, İsa'nın tekrar dünyaya inip Deccal'i öldürmesinden sonra Allah'ın onlara musallat edeceği bir helak ile yok edilecekleri anlatılır. Devasa kalabalıktaki Yecüc ve Mecüc topluluğunun sayısını anlatabilmek için "dere ve ırmakları" içerek bitirebilecekleri, dağların, demirlerin bile onlara karşı duramayacağı, fil, deve gibi koca hayvanları bile yuttukları, fakat bu varlıkların tamamının aynı anda, tek bir beden, tek bir insan gibi ölecekleri geçer hadislerde. Ayrıca bu hadislerin bazılarında Yecüc ve Mecüc fil benzeri (kulakları) kafa yapıları ile de tasvir edildiği gibi, İsa indiği zaman, bu varlıkların Doğu nehirlerinin tümünü ve Taberiye gölünü içecekleri, hatta kendi ölülerini bile yedikleri anlatılır.

Yecüc ve Mecüc'ün geçtiği Kehf Suresinin  93-99 ayetlerinde Zülkarneyn'in halkı Yecüc ve Mecüc'e karşı korumak için sed inşa ettirdiği ve Zülkarneyn'in iki dağ arasını demir kütlerle doldurttuğu, üzerine de erimiş bakır döktürttüğü anlatılır. Yapılan bu sağlam sed sonrası Yecüc ve Mecüc bir daha o halkı rahatsız edip topraklarına girememiş ve Zülkarneyn Kehf 98 de "Bu, Rabbimden bir rahmettir, bir lütuftur, dedi. Rabbimin tayin ettiği vakit gelince, bunu yerle bir eder. Rabbimin vâdi mutlaka gerçekleşir." demiştir.

Şimdi Kehf suresine bakalım:
93. İki dağ arasına ulaşınca, bunların önünde, neredeyse hiçbir sözü anlamayan bir halk buldu.
94. Dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc (adlı kavimler) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktadırlar. Onlarla bizim aramıza bir engel yapman karşılığında sana bir vergi verelim mi?”
95. Zülkarneyn, “Rabbimin bana verdiği (imkân ve kudret, sizin vereceğiniz vergiden) daha hayırlıdır. Şimdi siz bana gücünüzle yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım” dedi.
96. “Bana (yeterince) demir madeni getirin” dedi. İki yamacın arasındaki boşluğu (dağlarla) bir hizaya getirince, “körükleyin!” dedi. Demiri eritip kor (gibi) yapınca da, “Bana erimiş bakır getirin, bunun üzerine boşaltayım” dedi.
97. Artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler.
98. Zülkarneyn, “Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi (kıyametin kopma vakti) gelince onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi gerçektir” dedi.
Bu ayetlerden anladığımız kadarıyla Zülkarneyn, seferlerinin birinde iki dağ arasında bir kavme rastlar. O kavim hiç söz anlamıyor veya anlatamıyor. Zülkarneyn’i görünce orada bozgunculuk (mufsidûn) yapan Ye'cüc ve Me'cüc isimlerindeki iki topluluktan şikâyetçi olmaktadırlar. Zülkarneyn de o kavmin yardımı ile Ye'cüc ve Me'cüc ile aralarında bir engel (sedd) yaptırır. Ondan sonra
Ye'cüc ve Me'cüc bir daha o engeli aşamaz, delemez olurlar.  Zülkarneyn’in kimliği hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüş ise de, bunları doğrulamak imkân dâhilinde değildir. Biz burada onun kimliğini tartışmadan, sadece konu ile ilgili başvurulabilecek yerlere işaret etmekle yetinelim.

İnşa edilen bu seddin yıkılışının anlatıldığı Enbiya Suresinin 96-97.ayetlerinde ise  Yecüc ve Mecüc'ün artık sedleri açıp her yerden dünyaya akın etmeye başladığı (96) anlatılır.

Enbiya suresinde ise şöyle geçer:
96. Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc’ün önü açıldığı zaman her tepeden akın ederler. 
97. Gerçek vaad (kıyametin kopması) yaklaşır, bir de bakarsın inkâr edenlerin gözleri açılıp donakalmıştır. “Eyvah bizlere! Doğrusu biz bundan gafildik. Hatta biz zalim kimselermişiz” derler.
Biraz da hadislere bakalım:
Nebi (s.a.v.) bir kere telaşla Zeyneb binti Cahş'ın yanına gelerek
-“La ilahe illallah, yaklaşan bir şerden dolayı vay Arabın haline. Bugün
Yecüc ve Mecüc’ün seddinden şunun gibi bir delik açıldı” buyurarak başparmağı ile
şehadet parmağını halkaladı. Bunun üzerine Cahş kızı Zeyneb:
-Ya Resulüllah, içimizde bu kadar salih kimseler varken biz helak olur
muyuz? Diye sordu. Resulüllah:
-Evet, çirkinlik çoğaldığı zaman, diye cevap verdi. [Buharı, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten 1]
Resulüllah devesinin üzerinde Ka’beyi tavaf etti. Rükne geldiğinde orayı işaret etti ve tekbir getirdi. Zeyneb dedi ki: Resulüllah şöyle buyurdu: Yecüc ve Mecüc’ün seddi açıldı. Resulüllah eliyle doksan işareti yaptı. [Buharı, Fiten 4; Müslim. Fiten 3]
Ben derim ki: Ye'cuc ve Me'cuc, Âdem (aleyhisselam)'in neslinden olan Türklerden iki guruptur. Nitekim sahih bir hadiste sabit olmuş ki; Allahu Teala kıyamet gününde  Ey Âdem! diye buyuracaktır. O: Buyur Allahım! deyince Allah ona (Yüksek sesle) Ateşe gönderilecekleri ateşe gönder! diye emredecektir. Ne kadarını? diye sorunca da "Her bin kişiden dokuzyüz doksan dokuzunu ateşe; bir kişiyi de cennete gönder." buyuracaktır. O günde küçük çocuğun saçı ağarıp (bir anda) ihtiyarlar, gebe kadınlar da çocuklarını düşürürler. O zaman denilirki: "Müjdeler olsun size. Yerinize feda olmak üzere Ye'cuc ve Me'cuc çıktı." [Bk. Buharî, Tefsiru'l-Kur'ân, 22-1; Müslim, İman 379]
Aramızda (bir konuyu) müzakere ederken resulullah çıkageldi: neyi
müzakere ediyorsunuz, diye sordu. Kıyameti diye cevap verdik. Peygamber şöyle
buyurdu: “on alamet görmeden kıyamet kopmayacaktır. Duhân; Deccâl; Dâbbe;
Güneşin batıdan doğması; Îsâ’nın nüzulü; Yecüc ve Mecüc; maşrıkta, mağribde ve
arab yarımadasında yerin batması; Yemen’den çıkacak olan ateş ki, insanları
mahşerlerine katarlayacak/toplayacaktır.” [Müslim, Fiten, 8/178–179]
“Bir seferde Resulüllah ile beraberdik ve Resulüllah ile ashabı arasında yürüyüşte fark hâsıl olmuştu. Bunun üzerine Resulüllah şu iki ayeti, “Ey insanlar! Rabbinizin emrine muhalefet etmekten sakınınız; kıyametin zelzelesi pek müthiştir” den “fakat Allah’ın azabı şiddetlidir” kavline kadar olan ayetleri yüksek sesle okudu. Ashab bunu işitince bineklerini kamçıladılar ve Resulüllah(ın etrafında kalabalık oluşturdular), “o günün nasıl bir gün olduğunu biliyor musunuz?” buyurdu. Ashab, “Allah ve Resulü en iyi bilir!”dediler. Resulüllah buyurdu ki: “o öyle bir gündür ki, Allah o günde Âdem’i çağıracaktır ve ‘Ey Âdem!’ buyuracaktır, ‘cehennem fırkasını gönder!’ Âdem, ‘ey Rabbim!’ diyecek, ‘cehennem fırkası hangisidir?’ Allah şöyle buyuracak: ‘her binden dokuz yüz doksan dokuzu cehenneme, biri cennete!’ bunun üzerine millet/ashab öyle ümitsizliğe kapıldılar ki, yüzlerinde gülümseme eseri kalmadı. Resulüllah ashabının bu halini görünce şöyle buyurdu: ‘çalışınız ve iyimser olunuz! Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin olsun ki, siz iki mahlûkatla berabersiniz ki, bu iki mahlûkat hangi şeyle beraber olurlarsa onu pek çoğaltırlar: Yecüc ve Mecüc ile Âdemoğullarından ve İblis’in zürriyetinden ölenler/helâk olanlar.’ Bunun üzerine milletten, duydukları kaygının bir kısmı kalktı/kaldırıldı. Sonra Resulüllah şöyle buyurdu: ‘çalışın ve (gelecek için) sevinin! Muhammed’in bütün benliğine hâkim olan Zât’a yemin ederim ki, milletler/insanlar içinde siz, devenin bir tarafındaki ben veya atın bacağındaki rakme kadarsınız ancak!’ [Tirmizi, Tefsir, 5/323, hadis no: 3169]

Kişisel görüşüme göre, insanları dine, istedikleri yola inandırmak ve onları dinlerine sıkı sıkıya sardırıp kolayca yönetmek için uydurularak yazdırılmış milyonlarca yaratık, varlık, ruh vb. ögeden biridir. Çünkü bilindiği gibi, özellikle de semavi dinlerin kitaplarının içerikleri %90 oranında korku ve tehdit içerir; ki bu da o toplumda büyüyen bireylerin başka bir şeye inanmasını hatta ve hatta dini üzerinde zerre sorgulama ve düşünme olanağının olmamasını sağlar.

Bir de sonlandırırken söylemeden edemedim, tarihteki bazı toplum ve kitaplar Yecüc ve Mecüc'leri Moğollar, İskitler, Çinliler, Kırgızlar gibi Türkler olarak betimler (Örneği Tevrat'ın bazı nüshaları). Hatta bizim ülkemizde de bazı Müslümanlarca Yecüc ve Mecüc'ün Çin'liler olduğu bile düşünülmüştür :)

Dipnot: Yüzüklerin Efendisi, Hobbit vb. fantastik kitapların yazarı Tolkien'in Orc ve Goblin fikirlerini Yecüc ve Mecüc, daha doğrusu onun yaşadığı kültürdeki adıyla Gog ve Magog'dan etkilenerek oluşturduğu söylenmektedir.

Dipnot 2: Halkı korkutarak istediğini yaptırmak üzere insan eliyle yazılan din kitaplarındaki bu Yecüc Mecüc, Gog Magog gibi hikayeleri okuyunca aklına PAC-MAN oyunundaki her şeyi yiyen koca sarı kafa ve koca ağzı gelen bir tek ben miyim?

TURAN DURSUN, BAHRİYE ÜÇOK VE DİĞERLERİ

Ek isimleri de vardı onların, aydınlanma savaşçısı bunlardan sadece birisiydi. Ne oldu da canlarına kıydılar? Kime ne kötülük yapmışlardı. Tek suçları çoğunluktan farklı düşünmek miydi sizce?

Gelin birlikte irdeleyelim bu vakaları. Farklılıklar hemen her toplumda istenmeyen durumlardır. Toplumun kendi iç dinamikleri çerçevesinde bazı standartlar vardır. Bu standartları belirleyen birçok faktör bulunur. İnançlar, örf ve adetler, gelenekler, değerler, coğrafi konum vb. bu faktörlere örnek verilebilir.

Gençleri ele alalım. Toplumda bazı gelenekler ışığında farklı saç kesimleri ve giyim tarzları hemen dikkat çeker. Mora boyanmış saçlar, hafif dekolte elbiseler, muhafazakar kesim için kapalı kabul edilse bile canlı renkler taşıyan elbiseler hemen dikkat ve tepki çeker. Kızlarda asimetrik küt saçlar, kazıtılmış saçlar görüldü mü hemen yaftalar yapıştırılmaya başlar. Erkeklerde durum farklı değil. Hafif bakımlı isen yandın “Sen top musun la?” cümlesi ile başlayan cümleler ardı ardına gelir.

Peki neden bu tepkileri alırsınız? Karar size ait olmalı değil mi? Ama olmaz, olamaz. Bu milletin değerleri var. İnançları var. Örf adet ve gelenekleri var. Uymak zorundasın. “Ya sev Ya terk et”. Felsefe bu. Gavur muyuz biz? Neden onlara benzemeye çalışıyorsun? Vb. vb. soru cümleleri gelir insancıklardan. Önce tepki verirsin. Sonra alışınca duymamazlıktan gelirsin.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Belki sizin bile kaç kez başınıza gelmiştir. Bu gibi farklılıklar onların yaşam tarz ve alanlarına müdahale olmadığından size gelen tepkiler en fazla sözlüdür. Ancak bunun bir üst kademesi de var; Hemşire Ayşegül TERZİ vakası en basit örnek. Kısaca hatırlayalım. Bu kızımız şort giymişti. Beyni bacak arasında evrilmiş olan bir insanımsı bu duruma tepki olarak, şehvetinin arttığını gerekçe göstererek kıza fiziki müdahalede bulunmuştu. A.KARA dostumuzun bir yazısında bahsettiği, ramazan ayında dondurma yiyen çocuklara tepki veren insanımsılar diğer bir örnekti. Yani sizin farklılığınızın dozu arttıkça, karşılaştığınız tepki de artıyordu. Bir orantı vardı kısacası. Sanki görünmez bir tablo vardı karşımızda, farklılığınız seviye kaç ise, ona karşılık geren seviye de tepki alıyordunuz.

İşte Turan DURSUN, Bahriye ÜÇOK, Konca KURİŞ ve benzerleri bunun kurbanı idi. Onların farklılık seviyesi yüksekti. Farklılık terimini özellikle kullanıyorum, çünkü bu kişiler sizin yaşam alanınıza müdahale etmedi. Cebinizdeki parayı çalmadı veya sizden bir şeyi gasp etmedi. Sevdiklerinize zarar vermediler. Ancak suçları büyüktü. Neden? İnançlara saldırmışlardı (!). saldırı kelimesini duyunca yanlış anlamayın. Top ve tüfek kullanmadılar. Sadece kalem kullandılar.

Turan DURSUN’ un fikirlerine katılırsınız ya da katılmazsınız. Sevmiyorsanız okumazsınız. Bir zamanlar Kocaeli ilinin İzmit ilçesinde bir belediye başkanı vardı. Yanılmıyorsam Sefa SİRMEN. Bu adam şehir halkına iki uydu kanalı hediye etmişti. 90’ların başıydı. O dönem uydu kanalı seyretmek elit tabakanın ayrıcalığı idi. Bu adam bu halk bu ayrıcalıktan yararlanmalı deyip dev çanaklar ile vatandaşlarına 2 uydu kanalı hediye etmişti. O dönemin RTL ve Eurosport kanalları. RTL televizyonunda haftanın bir akşamı Tutti Frutti isimli müstehcen bir yarışma programı vardı. Türkiye saati ile gece 2'lere denk gelen saatlerde. Bir kısım ayaklandı: “din elden gidiyor, sapkınlık diz boyu, rezalet!!” diye. Sefa SİRMEN yanıt vermişti: "o saatlerde ayakta çocuk zaten yok, ayrıca sıkıntı ise bu kanalları televizyonunuzun frekansından silebiliyordunuz". Kısaca seyredip seyretmemek kişiye kalıyordu. Çocukların zaten izleme imkanı yoktu. Bu örneği vermemin sebebi, Turan DURSUN’u beğenmiyorsan okumazsın, takip etmezsin. Sana göre deli saçması ise güler geçersin. Bahriye ÜÇOK hakeza öyle. Bu kadın İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi idi. Turan DURSUN ve Bahriye ÜÇOK bize ayna tuttu. Bize bizi gösterdiler. Kendi yüzünü aynada görüp taş kesilen Medusa misali, aynaya bakmayı kaldıramadık. Gerçekler ile yüzleşemedik.

Bu kadar farklılık bize ağır geldi. Bu seviye farklılığın karşılığı da ağırdı… Ölüm… Gereği yapıldı ve farklılıkların cezası kesildi.

Neden ve Niçin meselesine takılmayacağım. Turan DURSUN ve Bahriye ÜÇOK tarafından yazılan kitaplar zaten her yerde mevcut. Nasıl ve ne şekilde öldükleri de…

Önemli olan bundan sonra ne yapabileceğimizdir. Toplumda pozitif dönüşümler yok değil. Örneğin Prof. Dr. Celal ŞENGÖR, özgürce ateist olduğunu dile getiriyor ve bunu tartışma konusu yapabiliyor. Bildiğimiz kadarı ile tehdit almıyor. Ancak riski yok sayamayız.

Giydiği şort yüzünden fiziki müdahaleye uğrayan kızlarımız var ise, ramazan ayında dondurma yedi diye ayrıştırılan çocuklarımız var ise daha kat edecek çok yolumuz var demektir.

Mitolojik, fantastik hikayeler ile beyinleri doldurulmuş zombilerden daha farklı ne beklenirdi bu da ayrı bir konu. Savaşı ve ölümü kendisinden sadece farklı diye başkalarına layık gören hiçbir dini ve inancı kabul etmiyorum. Yaratıcının da bunu emrettiğini hiç sanmıyorum. Eğer yaratan o ise alan da o olmalıdır.

Bizleri ayıran tek farklılığın iyilik ve kötülük olması gerekiyor. Kötüler hak ettiği cezayı almalı evet. İyiliğin ve doğruluğun dini, dili ve ırkı yoktur. İyi iyidir, kötü de kötü.
Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

BİR ŞEYHİN ÖLÜMÜ

sizden gelenler, bir şeyhin ölümü, din, şeyhler, sahtekar şeyhler, Allah adına konuşan, çocuk tecavüzcüsü imam ve şeyhler, din, dini öykü, deve sidiği ile çare, şeyhin evi, islamiyet,
Okuyucumuzun gönderdiği, eleştirisel tarzda, betimsel ögeler barındıran bir öykü:

Anadolu’nun güneyinde, taşranın uzak köşelerinden birinde ufak bir köy ile kasaba olmak arasında gidip gelen ama bir türlü kimliğine kavuşamayan bir yerleşim yeri bulunmaktaydı. Bu yerleşim yerinde ise oraya çok uzun zaman evvel yerleşmiş bir şeyh yaşamaktaydı ki yıllar boyunca bulunduğu bölgede oldukça saygı değer, sözü dinlenilen, güçlü bir kişi olmuştu. Kendisine ait orta büyüklükte kompleks yapıda bir evi vardı. Düzenli aralıklardaki dini toplantılarını, hasta muayenelerini ve dini eğitim hizmetlerini bu evde yapardı. Emri altında çalışan mutfak işçileri, bahçıvanı, temizlikçileri ve bir de bekçisi vardı. Kendisince mutlu bir hayat yaşayan şeyh geçen zamanın verdiği yaşlılık ve sağlığına gerekli ilgiyi göstermemesi nedeniyle yatağa düşmüştü. Ona gelen tüm hastalarına, çare arayanlarına uyguladığı yöntemleri kendisi üzerinde denemiş fakat hiçbiri iyileşmesine vesile olamamıştı. Ne yazık ki yaşadığı zaman diliminde deve sidiği ve dualı tükürüğün kardiyovasküler hastalıklar üzerindeki etkisizliğini ortaya koymuş bir bilimsel makale bulunmamaktaydı ve zavallı şeyh çareyi yanlış yerlerde aramaya mahrum kalmıştı. Onca başarısız tedavi denemesinin ardından yorgun düştüğü başka bir günün sonunda odasına giden şeyhin bir isteği olup olmadığını öğrenmek için ardından odaya giren hizmetçilerden birisi, şeyhi divanında hareketsiz öylece kalmış bulunca ne yapacağını şaşırarak çığlık atmaya başladı. Sesi duyup gelen diğer görevliler şeyhe ne olduğunu anlamaya, ona yardım etmeye çalışırlarken çabalarının boşa olduğunu biraz sakinleşince anladılar. Çünkü şeyh ölmüştü.
. . .

Köyümsü kasabada -ya da kasabamsı köyde- şeyhin seveninin çok olduğunu bilen evin görevlileri (çevreden çağrılan düzinelerce ilave işçiyle) çoktan cenaze hazırlıklarına başlamışlardı. Şeyh-ölü bedeni- ak kefene sarılı, temizlenmiş bir halde odasında yatmakta, gelecek olan yoğun kalabalık için yemek hazırlıkları yoğun bir şekilde sürmekteydi. Haberin çabucak yayılmasıyla birlikte sevenleri bölük bölük şeyhin evine akın etmeye başladı. Yola çıkmadan evvel gözlerini ısıtmaya başlayan bu insanlar şeyhin evine geldiğinde eşi benzeri görülmemiş bir ağlama merasimine tutuluyorlardı. Fakat ağlama töreni evinin büyük salon bölümünde ve dış bahçede yapılabiliyor, şeyhin bedeninin bulunduğu odaya sadece halkın üst sınıfından olan sakinler girebiliyordu. Kefeninin üzerinden şeyhin mübarek ayaklarını öpüp dualarını ederek çıkıyorlardı. Şiddetli başlayıp, bölükler halinde gelen halkla artçı sarsıntılar halinde devam eden ağlama merasimi yavaş yavaş bitmiş, herkes cenaze evinin içi ve çevresinde kendisine uygun bir yer bularak yerleşmişti. Yoğun duygular yerini çeşitli sorgulamalara bırakmış, herkesin derdine çare bulan şeyhin nasıl kendi derdine çare bulamadığına dair tartışmalar evin çeşitli bölümlerindeki halk arasında cereyan etmişti. Tüm tartışmalar “Alında yazıldıysa hiçbir şey yapamazsın.”, “Takdir-i İlahi…” , “Hepimizin sonu bu değil mi sonuçta, ibret almak lazım.” şeklindeki benzer söyleyişlerle ahenkli bir şekilde sonlanıyordu. Arada “Terzi kendi söküğünü dikemezmiş.” gibi ironili söylemlerle şeyhe saygıda kusur edenler de çıkıyordu fakat bu kişiler çekilen tevbeler eşliğinde derhal etkisiz hale getiriliyordu (susturuluyordu). İşte bu cenaze merasimine katılan halkın içersinde diğerlerine pek benzemeyen birisi bulunmaktaydı. İsmi İbrahim El-Muktedir olan bu orta yaşlı adam sessiz sakin diğerlerinden uzak kalmayı seçen fakat göze batmaktan kaçındığı için çeşitli merasim ve törensel aktivitelere katılan kafası daima karışık bir insandı. Kafasının içi sürekli sorular, düşünceler, mantıksal arayışlar, betimlemeler, gözlemler ve çıkarımlarla dolu olurdu. Şaşkınlığından ve çeşitli olaylara anlam veremeyişinden uzun yıllardır kurtulamamıştı. İşlevsel amaçla kurduğu ilişkiler haricinde yerleşim yerinin hiçbir sakiniyle derin bir ilişkisi bulunmamakta, fakat gerekli sosyal aktiviteleri yerine getirmeye çalışıp herkese saygılı-eşit mesafede durduğu için çevresinden saygı görmekteydi. İbrahim El-Muktedir cenaze evinin içerisindeki büyük salonun, şeyhin kapısına bakan penceresinin altındaki koltukta oturmakta, rastgele yükselen “Merhumun ruhuna el Fatiha!” uyarılarıyla reflekssi bir hareketmişçesine duasını okuyup sessizce oturmaya devam etmekteydi. Aklından ölümü, bilinmez sonu, şeyhin hayatının nasıl geçmiş olduğunu geçirmekte, hayatın anlamı üzerine pek de derin olmayan fakat derin bir sorgulamanın ilk kıvılcımlarını oluşturacak nitelikte düşünceler geçiriyordu. Fakat bu düşünceleri kalabalığın içinden yükselen şiddetli bir ses ile kesildi; “Bismillahirrahmânirrahîm.”. Ses 55 yaşlarındaki şeyhin yakını sayılabilecek kişilerden olan tüccar Fahid’e aitti. Gür sesiyle yaptığı başlangıcın ardından içerideki herkes susup, kulaklarını Fahid’e vermişti. Fahid şu şekilde devam etti; “Elem tera keyfe fe'ale rabbüke biashâbilfîl…”. Cenazede Kur’an okumak saygıdeğer bir davranıştır fakat ondan bir bölümü ezbere gür sesle okumak takdire şayandır. Halk takdir eder gözlerle ve hür dikkatle Fahid’i dinliyor “Ne kadar da güzel bir insan.” diye içlerinden geçiriyorlardı çünkü Kur’an okuyordu. Okuduğunun ne anlama geldiği önemli değildi. Arapça ve Kur’an’dan bir bölüm olması yeterliydi, kimse anlamıyla ilgilenmiyor zaten çoğunluk da okunanların ne anlama geldiğini bilmiyordu. Fakat İbrahim duyduğunun Kur’an’ın 105. suresi olan Fil Suresi olduğunu anlamıştı. Anlamasıyla büyük bir şaşkınlık içine düşmesi bir olmuştu. Aklından şunları geçirdi; “Bu bir cenaze, bir insan öldü ve biz onun için buradayız, değil mi? Ve ona karşı duyduğumuz iyi dilekleri iletmek, hayatını anmak, anısına saygı göstermek bizim vecibelerimizden birisi, değil mi? Peki bu adam neden bir kabilenin filler üzerinde Kabe’ye saldırırken 17 santimetrelik kuşlar tarafından helak edilmelerini anlatan bir sureyi okuyor? İçinde bulunduğumuz durum ve ortamla alakası nedir? En azından ölümle ilgili olan -halka ibret olması amacıyla- ayetler okusaydı bir derece anlamlı olabilirdi fakat Fil? Şeyh öldü ve Fahid onun anısını fil ve kuşlarla bezenmiş bir halk masalıyla anıyor(!). Bu insanların derdi ne gerçekten anlayabilmiş değilim.”. Fillerin ölümle ilgi ve alakasını biz de anlayamamış olsak da biraz evvel belirttiğimiz gibi önemli olan eylemdi, içerik değil. İbrahim El-Muktedir yavaş yavaş bunalmaya başlamışken Fahid, suresini bitirmiş halk da “Amin.” diyerek karşılık vermiş ve herkesin birbiriyle konuştuğu o karmaşık hale geri dönülmüştü. İbrahim El- Muktedir içinde bulunduğu ortamın gereğini yerine getirmek için şeyhin bulunduğu odaya girmek istedi. Fakat öncelikle halkın üst makamlarından izin alması gerekliydi. Önce de söylediğimiz gibi İbrahim halk arasında saygı gören birisi olduğu için odaya girip dualarını bizzat iletmesine izin verildi. İznini aldıktan sonra da şeyhin bulunduğu odanın kapısını yavaşça açarak dalgın bir halde içeriye girdi. Az önceki durumla ilgili düşünce kalıntıları hala aklında geziniyordu.
. . .

İbrahim El-Muktedir odaya girip kapıyı ardından örtmeye yeltendiği sırada şahit olduğu görüntü karşısında nasıl bir tepki vereceğini bilemedi ve öylece şaşkın bakışlarla donakaldı. İçerde dört çocuk şeyhin cesedine secde etmekte birisi ise şeyhin üzerine gül suyu serpmekteydi. Çocuklar 13-14 yaşlarındaydı ve sahneyi daha tuhaf yapan şey ise şeyhin bedenini saran kefen ve kıyafetlerinin çıkarılmış olmasıydı. Çocuklar şeyhin çıplak bedeniyle ayin yapmaktaydı. Fakat içeriye İbrahim’in girmesiyle beşi birden hızlıca odadan kaçtılar. İbrahim ise şaşkınlığı ile öylece donakalmıştı. Az önce şahit olduğu durumu anlamlandırabilmenin mümkün olmadığını idrak edince hemen durumu düzeltmeye koyuldu. Ve elini çabuk tutmaya gayret ediyordu çünkü içeriye üst makamlardan herhangi birisi girerse kendisini yakalayacağı durum oldukça rahatsız edici ve İbrahim için tehlikeli olabilirdi. Fakat İbrahim kimse içeriye girmeden şeyhin çıplak bedenini eski örtünmüş haline getirebilmeyi başardı. Başına gelen bu olayla odaya ne için girdiğini bile unutmuş öylece yüzünde şaşkın ve endişeli bir ifadeyle odadan çıkıp salondaki yerine oturmuştu. O gördükleri neydi, ne anlama geliyordu? “Şeyh bu çocuklara ne söyledi, ne öğretti ki böyle bir şey yaptılar?” diye düşünüyordu fakat düşüncelerinin onu götürebileceği noktalardan korkmuş ve rahatsız olmuştu. Biraz çevreyle ilgilenerek bu durumu unutmaya çalışmayı seçti. Etrafı gözlemlemeye başladı. Görevliler arı gibi çalışıyor sürekli artan insanlar için yemek su gibi ihtiyaçları yetiştirmeye uğraşıyordu. Fakat pek başarılı oldukları söylenemezdi. Hizmet aksadıkça cenaze sahibi denilebilecek üst sınıftan kişiler emir yağdırmaya başlıyordu. Daha çok aksama daha çok emri getiriyordu ve İbrahim mutfak işçilerinden birinin bakışlarında elindekileri emir yağdıranın suratına geçirmeyi isteyen türde bir nefret sezdi. Aksayarak da olsa yemekler yenmiş, artıklar toplanmış herkesin aynı türden ibret yağdırdığı sohbeti devam etmekteydi. Her şey sıradan gibi görünürken yine kalabalığın içinden rastgele yüksek bir ses duyuldu. “Allah-u Ekber!” diye bağıran otuz yaşlarındaki esmer, sakallı bir adam birdenbire tuhaf hareketler yapmaya başladı. Dizleri üzerine çökük, elleri dizlerinde birleşmiş bir şekilde göğsünü ve başını çapraz bir açıyla aşağı yukarı sert bir şekilde sallıyordu. İbrahim El-Muktedir tam da adamın krize (akli ya da bedeni) girdiğini düşünecekken çevresindekilerin de “Allah!” diye bağırarak aynı hareketleri yapmaya başladıklarını görünce bu manzaraya da bir anlam veremedi. Nöbeti andıran hareket virüs gibi etrafa yayılırken durumdan iyice bunalan İbrahim yavaşça dışarı çıkmaya çalıştı. Dikkatli adımlarla dış kapıya doğru yaklaşırken şeyhin bedenine gül suyu serpen çocuğun tekrar şeyhin odasına girdiğini gördü. Herkes transa geçmiş bir halde olduğu için çocuk rahatça içeri girdi ve elinde bir bıçak vardı. İbrahim El-Muktedir tekrar o odaya girerse neyle karşılaşabileceğinden korktuğu için çocuğu hiç görmemiş varsayarak dışarıya doğru adımlarını atmayı sürdürdü. Dışarısı da kalabalık olmasına rağmen kendisine evin bahçesinde oturabileceği boş bir kayalık buldu ve derin nefesler alarak bunaltılı durumundan kurtulmaya çalıştı. O derin nefesler çektiği halk da kendinden geçtiği sırada çocuk bir elinde bıçak diğer elinde bez parçasına sarılmış bir şey ile hızla cenaze evinden uzaklaşmaktaydı. Bir süre sonra halk transı bitirdi. Fahid artık cesedi gömme vaktinin geldiğini düşünerek görevlilere tabutu hazırlamalarını söyledi ve şeyhin odasına yöneldi. Kapıyı açtığında şoke oldu. Şeyhin bedeni çırılçıplaktı. Şaşkın gözlerle donakalan Fahid bir süre öyle kaldıktan sonra bir çığlıkla “Muhterem-i Şahane’yi çalmışlar!” diye bağırdı. Sesi duyanlar şaşkınlıkla odaya yöneldi. Fahid öyle güçlü bağırmıştı ki sesini bahçede oturan İbrahim de duymuştu. Nefes alıp vererek durumu unutmaya çalışsa da İbrahim merakına yenik düşerek kalabalığı yardı ve şeyhin odasına girdi. Şeyhin penisi yerinde yoktu.

SİZDEN GELENLER | Yazan: İ.H.Karagülle

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

* Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
* Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
* Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)
NOT: Ayrıca sitemizde yazar olmak için de bize mail atabilirsiniz. Sitemizde yazarlara özel kategoriler açılacaktır.

AİLE PLANLAMASI VE DİN

din, çocuk rızkıyla gelir mi, Allah rızkını verir, bakamayacağı kadar çocuk yapıp, çöpten yiyen çocuk, A, Rızkı Allahmı verir, islamiyet, nasılsa Allah rızkını verir diyip, aç çocuk, Bizim ülkemizde aile planlaması denen şey çok farklı, inanılmaz değişik bi sisteme sahiptir efem. Norveçli balıkçıların elindeki çatlaklardan bile daha sarmal, karışık bi durum hakimdir sevgi koyduğumun aile planlamasında.

Türkiye'de bu olay tam olarak şöyle yürür:

- Bi çocuk yapak yaaa, Allah rızkını verir !
- Bi çocuk daha yapalım yaaa, canım çok pis çocuk çekti, yapmasak mı bi çocuk şöyle hafif ateşte? Korkma Allah rızkını verir !
- Bi çocuk daha yapmasak mı diğer 2 çocuk yalnız kalmasın, 3 iyidir 3, güzel sayıdır üç, bak 3 e bi taraftan bakarsan memeye, bi taraftan bakarsan poponun iki yanağına, yandan bakarsan da dudağa benzer. Çok seksi bi sayı bu 3 hanım, hadi gel üçleyek, nasıl bakacağımızı dert etme Allah rızkını verir !
- Bulaşıkları yıkayıp hizmet edecek çocuk kalmadı evde, gel bi çocuk daha yapakta büyüyünce bulaşıklar yıkar.
- Yemek yapacak bi çocukta lazım bak şimdi, biz bunu hiç düşünemedik, gel bi tane de içine Emine Beder girmiş bi çocuk yapak da ev yemeksiz kalmasın hatun.
- O değilde bu kadar çocuğa bakamıyorum ben ya, para mara yetmez oldu, şu ortanca olanı okula göndermesek diyorum, boş ver okulu, kız kısmı ne işi var okulda, okuyup da yoldan mı çıksın, oğlanlarla mı sevişsin kızlı erkekli sınıflarda...!
- I-ıh, para yetmiyo, ben bunları bu şartlar altında okula mokula gönderemem ya, ayakkabı bile alamıyoz baksana. En iyisi şu 3 çocuğu saçma sapan işlere sokalım da eğitim görecekleri yaşta mal mal işlerde çalışsınlar hanım ne dersin ?
- Bak aklıma bi fikir geldi, dur fingirdeme kız dinle bi, hihihi. Diyom ki bi çocuk daha yapalım, nasılsa en büyük abileri sokakta selpak falan satarak bize de çocuklara da katkıda bulunur.
- Hmmm, biz en iyisi bi çocuk daha yapalım da diğer 2.çocukta selpak falan satıp katkıda bulunur nasılsa, bu yeni yapacağımızı da eğitiriz artık gelen paralarla.
- Ya o değilde bak ne diycem, biz en iyisi tüm çocuklarımızın eline bi selpak tutuşturalım sokakta satsınlar para yetmiyi la yetmiyiiii !
- Son olarak diyom ki, uçkurumuza laf geçiremedik, bari şu selpak satıp geçindirsinler diye ayarladığımız çocuklara selpak satarak yardımcı olsun diye bi çocuk daha yapmasak mı ha? Şşş, ne diyon kız? Şşş kime diyom?
- Şşş baksana bide bişey diycem ama kızma, banka hesaplarına baktım da, Allah'dan herhangi bir havale, eft bişey gelmemiş kız. Ne yaptın benden gizli kafir mi oldun kız! Cami duvarına resim mi çizdin, cenazede harlem shake dansı mı yaptın, hı! ne yaptın de bakam bana ağzını yidiğim !? Bak ben gene bi yükseldim sana, bi çocuk daha yapmasak mı?

Bilmiyorum anlatabildim mi ama, şu "bebek rızkıyla gelir" geyiklerini bırakın, hayatını zehir edeceğiniz, bakmayacağınız çocuklar dünyaya getirmeyin. Her bebek rızkıyla dünyaya gelseydi, bu bebekler 3-4 yaşında çöpten yemek zorunda kalmaz, Tanrı tarafından ya onlara rızkı verilir, yada banka hesabı açılıp içlerine bir miktar para yatardı...

Yazan: Anu

BU TANRIYA MI İNANACAĞIM ?

sizden gelenler, islamiyet, din göndermeyi beceremeyen, gönderdiği dini koruyamayan Allah, kararsız Tanrı, fikir değiştirip duran Tanrı, din, din ve mitoloji, beceriksiz Tanrı, yanlış din yollayan,
Sonsuz evreni, trilyonlarca galaksiyi ve yıldızı, katrilyonlarca gezegenleri bir anda "ol" deyip yaratan tanrı, bu sonsuz evrende nokta kadar bile değeri olmayan bir gezegene 4500 yıl önce kendini göstermeden Yahudilik diye bir din gönderiyor ve insanlara "bu dinin kurallarına ve bana inanın yoksa hepinizi ölünce yakarım haaa" diyor.

Sonra yolladığı bu dinin yanlış olduğunu ve hata yaptığını görüyor ve 2000 yıl önce gene kendini göstermeden Hristiyanlık diye bir din gönderiyor ve insanlara "Daha önce kendi yolladığım din yanlıştı, şimdi onu iptal ediyorum ve sizler bu dine inanacaksınız, eğer bu dine inanmazsanız ve daha önce benim gönderdiğim önceki dine inanmaya devam ederseniz ölünce ateşlerden ateş beğenin" diyor.

Sonra yine yolladığı bu dinde de hata yaptığını görüyor ve 1500 yıl sonra gene kendini göstermeden İslam diye bir din yolluyor ve insanlara "Unutun yolladığım o iki dini. Şimdi bu dine inanacaksınız, kurallar değişti ve şimdi bu kurallara inanacaksınız. Eğer bu dine inanmazsanız ve benim kendi yolladığım, daha önce doğru olduğunu sandığım diğer iki dine inanmaya devam ederseniz ölünce cayır cayır yakarım sizi. Hem de derileriniz parçalandıkça, derilerinizi yeniler yeniler tekrar tekrar yakarım sizleri haaaa!!" diyor.

Ve ben sürekli fikir değiştirip duran, bizleri hangi dinine inandıracağına bile daha karar veremeyen bu Tanrıya inanıp iman edeceğim öyle mi?

SİZDEN GELENLER | Yazan: Y.Yılmaz

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

* Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
* Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
* Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)
NOT: Ayrıca sitemizde yazar olmak için de bize mail atabilirsiniz. Sitemizde yazarlara özel kategoriler açılacaktır.

İŞİNİZE GELDİĞİ GİBİ

Yazan: A.Kara
din, islamiyet, hacda ölen, hacda vinç devrilmesi, hacda birbirini ezerek ölenler, başklarının ölümüne kafir diyerek sevinmek, Allah cezalandırdı derken, insan olmak ve vicdan, inançta objektiflik, Bilindiği gibi Hac'da zaman zaman ölenler oluyor, kazalar vs. Hatta en yakın zamanda Eylül 2015 de bir sürü hacı korkuyla kaçışırken birbirini ezip öldürmüşlerdi. Sebebi de devrilen bir vincin çıkardığı sesin verdiği korkuydu.

Öncelikle belirtmeliyim ki, ben sizler gibi içi nefret dolu birisi olmadığımdan "hacda ölenlere" sevinmedim. Sizler gibi nefret dolu değilim diyorum çünkü siz inananlar sizden olmayan birileri öldüğünde sevinç gösterileri yapabiliyorsunuz. Ben bu son zamanlardaki Hac facialarıyla ilgili bir çelişkiden bahsetmeye ve sizi, imkansız olduğunu bildiğim halde OBJEKTİF ve TUTARLI olmaya çağırıyorum.Neden tutarlı olmaya çağırıyorum hemen özetleyeyim:

* Depremde ölenler olduğunda "Oraları fuhuş yeriydi, Allah belalarını verdi" dediniz mi?
Dediniz.

* Kaza geçirip ölen farklı inançtan insanlar için "Daha beter olsunlar, Allah adamı böyle yapar, hepsi ölsün" dediniz mi?
Dediniz.

* Dünya çapında yaşanan toplu felaketlerde ölen, İslamiyet dışından bir dine mensup insanlar için "Allah hepsinin belasını veriyor işte, hak din İslam" diye böğürerek fanatiklik yapıp kin depolarınızı fullediniz mi?
Fullediniz.

* Yanarak ölen Yahudi'ler için "keşke hepsi ölseymiş" diyip, Hitlerin yaktığı her bir Yahudi'nin dinlerinden önce "İNSAN" olduklarını unutarak kına yakarcasına sevindiniz ve bunu da "Allah'ın bir kerameti" olarak gördünüz mü?
Gördünüz.

Pekiiiiiii, aynı mantıkla gidersek, yakın zamanda kabe'de gerçekleşen 2 kazadan bahsedelim.

1) Vinç devrilmesiyle ölen hacı adayları.
2) Kabe'de bugün karşılaşan iki grubun birbirini ezerek öldürmesi ve 700ü aşkın hacının hayatını kaybetmesi.

Neden arka arkaya gelen ve toplamda neredeyse 1000i bulan hacı ölümlerine de benzer şekilde ve AYNI DOĞRULTUDA cevaplar veremediniz? Düşünce sisteminiz adaletsiz olduğundan mı? Fanatik olduğunuzdan mı? Yoksa sırf inandığınız için, inancınızla ilgili her şeyi toz kondurmamak adına işinize geldiği gibi mi yorumluyosunuz? Başkası öldüğünde "kafir ondan", ama sizden birisi öldüğünde yok efem "orada ölmek şereftir", yok efem "ihmalkarlıktan öldüler" bilmem ne. Bu mu sizin adaletiniz, olaylara bakış açınız? Gerçekten şaka gibi.

Yukarıdaki mantıkla aynı doğrultuda gidersek (sizin şu sıraladığım düşünce yapınızla), hacda ölenlerle ilgili olarak aşağıdakilerden biri neden ağzınızdan çıkamıyor?

Örneğin:
"Allah belalarını verdi",
"Demek ki iyi birileri değillerdi",
"Günlerini gördüler",
"Paraları alıp alıp minareleri diktiler, insanlara bir gıdım faydaları yok ondan",
"Tanrının belkide gerçekten dini yoktur, bizi birileri kandırıyo, Tanrı bizi cezalandırdı",
"Hacca gösteriş için gidenlerdendir kesin bu ölenler",
"Evde karısını çocuğunu aç bırakıp hacca giderse öyle olur",
"Tanrı kutsal mekanında bizi korumuyo niye acaba?",
"Parayla satın aldığımız taşla güyya şeytan taşlıyoruz",
"Hani kutsal mekandı, hani Allah korurdu",
Gibi...

Konuya girerken de dediğim gibi, ben sizin kadar vicdansız olmadığım için ölenler için üzgünüm. Fakat sizin de merhametli olmanızı ve insanlığın ne demek olduğunu anlamanızı dilerim. Bir dine inanmakla İNSAN olmuş sayılmazsın, o başka bir şey...

SIRADAKİ ISLAH TALEBİ LÜTFEN

Yazan: A.Kara
din, islamiyet, beddua etmek, Allah ıslah etsin, Allaha giden ıslah ve dua talepleri, dua işe yarar mı, dualar işe yarıyorsa, neden dua ediyoruz, kader varsa dua neden, şiddet ve tecavüz
Sitede dini yayınlarımı okuyan birinden yorum alınca aklıma geldi, yazayım dedim. Dünya üzerinde yaklaşık 1,6 milyar Müslüman var. Her birisi bir şeylerden rahatsız olduğunda, güçleri yetmediğinde yada bir şeylere tahammül edemediklerinde beddua eder, "Allah ıslah etsin" derler. (En azından üzerine bomba koyup kendini patlatmayanları böyle yapıyor, mesela ailelerimiz. Neyse ki bizim ülkemizde o tipte müslüman pek yok ama son olaylara bakınca (Ankara'daki canlı bomba) üremeye başlıyolar diye düşünüyorum).

Pekiii, 1,6 MİLYAR Müslüman var, bunların her birisi hayatı boyunca muhakkak yüzlerce, hatta binlerce kez bedduaya "Allah seni ıslah etsin"gibi sözlere baş vuruyolar. O haldeee her birisi bir başkasına "Allah belanı versin" dese ve bu gerçekten işe yarasa şu an zaten dünyada canlı insan kalmazdı.

Duaların, bedduaların işe yaramadığını, sizi kandırmak için olduklarını ve farkında olarak veya olmayarak kendinizi iyi hissetmek için kullandığınızı daha iyi anlayabilmeniz için birkaç örnek vereyim (hoş bu örneklerin sonunda da bana klişe "ıslah" yorumlarınız gelir ya neyse, doğru söyleyeni dokuz köyde öperlermiş):

* Filistin'de uzuuun süredir savaş var değil mi? O halde milyarlarca Müslüman İsrail'e beddua etmiş, Avrupa'daki bazı ülkeler için de yukarıya "ISLAH" taleplerini göndermişlerdir değil mi? O halde neden yıllardır Filistin'de bir değişiklik yok? Milyarlarca dua-bedduaya rağmen? Demek ki işe yaramıyor...

* PKK ile yüzyıllardır mücadele ediyoruz ve ülkemdeki tüm insanlar yine binlerce kez beddua etmiştir (sen etmiyo musun demeyin, ben inanmadığım için beddua değilde küfür edebiliyorum ancak, yapılacak bir şey var ise de bunu Allah'ın değil bizim ve tepemizdekilerin yapabileceğini biliyorum; ki onlar da saray inşa etmeye daha çok odaklılar). Pekiii, yüzyıllarca edilen milyarlarca dua ve beddua ne oldu? İşleme alınmadı mı? Kabul edilmedi mi? Kaşe yada imza mı eksikmiş? Bilmem, bunu da siz düşünün...

* Işid ve benzeri Müslüman örgütler tarafından boğazları kesilmek için yada canlı canlı yakılmak için toplanan Müslümanlar günlerce el açıp dua - beddua etmediler mi? Dillerinden yüzlerce, binlerce kez çıkmadı mı bunlar? Eee ne oldu? Yardım geldi mi? İnandığınız Tanrı, kafa kesenlerin ellerini taş kestirdi mi? Şimdi çıkıp bana klasik, mantıksızlıkta çığır aşan cevapları vermeyin "o ne yapacağını bilir" , "demek ki hayırlısı buymuş" bilmem ne gibi. Nan deli, o ne yapacağını biliyo ve karar veriyo ise, ne yapacaksa onu yapacak ise, senin dua ve beddua etmen niye? Hala anlamadınız değil mi? Tanrının dünya işleri ile ilgilenmediğinin farkına ne zaman varacaksınız?

* Babasından, akrabasından şiddet gören, tecavüze uğrayan yüzlerce genç kız, yıllarca beddua etmedi mi onlara bunu yapanlara? Onlara bunu yapanların hangisinin, KAÇININ başına ne geldi? Belalarını buldular mı? Yoksa hala uçkurlarının dikine gidip başkalarının hayatını karartıyolar mı? Allah diğer tarafta cezalarını verir mi diyeceksin? Eee, o zaman durumdan kurtulmak için ettiğin dualar, beddualar neye yaradı? Yıllarca tecavüze uğramanı yada dayak yemeni engelledi mi?...

* Şerefsiz kocaları tarafından zorla başka adamlara pazarlanan kadınların feryatlarını, dualarını, beddualarını işitmedi mi, işleme almadı mı Allah? Kocası tehdit ederek pazarlarken ona beddua eden kadının hayatında bir şey değişti mi? Gökten bir yıldırım düşüp adamı çarptı mı? Kadını onun elinden kurtardı mı? Hayır. Kendini kurtaracak olan sensin, anla bunu, dua da beddua da boşa, anla artık, şöyle bir geriye yaslan, izle tüm dünyayı, farkına var artık...

* Son 1 ayda Kabe'de yaklaşık 1.000 Müslüman, hem de tüm gün boyunca İBADET EDERKEN feci şekilde can vererek ölmedi mi? Tüm gün boyunca yardım diledikleri, dua ettikleri yaratıcıları onları korudu mu? Heee, anladım, Kabe'de ölmelerini sağlayarak onları şereflendirdi değil mi, tabi tabi, evet... Aynı zamanda oraya ibadete giden insanların büyük çoğunluğunun da İsrail, Abd gibi ülkelere tıpkı yüzyıllardır olduğu gibi beddua ettiklerine eminim. Ah aman Allah'ım o da ne, İsraillilere bir şeyler oldu, yareppim sen aklıma mukayyet ol, tüm İsrail halkı öldü, mision kompleyt oldu aman Tanrım...

Ben burada yazıp çizerken sizleri bazı şeyleri sorgulamaya, kafa çalıştırmaya sürüklemek istiyorum, siz gelip bana "Allah seni ıslah etsin" gibi yorumlar atıyo, bide ondan sonra yüzsüz yüzsüz "şeyefsiz, yoyumumu niye yayınlamıyoysun" diye devamını getiriyosunuz. Tamam, şimdi "Allah seni ıslah etsin" diye yorum attınız ya, az önce Cebrail bana Whatsapp'dan yazdı, işleminiz onaylanmış ama yukarıdaki yoğunluk nedeni ile biraz gecikme yaşanabilirmiş (Malum daha binlerce yıldır insanlar tarafından edilen ve yerine getirilmemiş dua-beddua ile meşguller)...