HABERLER
Dini Haber
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KUR'AN'DA FOTOSENTEZ MUCİZESİ İDDİASI

Yazan: Kirpi


KUR'AN'DA FOTOSENTEZ MUCİZESİ İDDİASI

Müslümanlar hiç bıkmadan ve usanmadan Kur'an'dan mucizeler üretmeye çalışıyorlar. Ben de hiç bıkmadan bu mucizeleri çürütmeye devam edeceğim. Bu yazımda Kur'an'da fotosentezi anlattığı iddia edilen ayetleri ele alarak bu sözde mucizenin aslında Allah'ın gelecekten haberinin olmadığının kanıtı olduğunu göstereceğim. Öncelikle ayete bir göz atalım:

Tekvîr Suresi 17-18. Ayetler:
17 وَالَّيْلِ اِذَا عَسْعَسَۙ  Andolsun kararmaya başlayan geceye
18  وَالصُّبْحِ اِذَا تَنَفَّسَۙ  Ve nefes almağa başlayan sabaha

Modernist Müslümanlar 18. Ayette kullanılan تَنَفَّسَۙ teneffes(e) kelimesinin fotosentezi anlattığını ve Kur'an'ın 1400 yıl önceden Güneş ışınlarının bir nefes verdiğini haber verdiğini iddia ediyorlar. Öncelikle Kur'an meali yapan insanların çoğu (%90) bu kelimeyi  “aydınlandığı zaman sabaha” olarak çevirmişler. Fakat şunu da söylememiz gerekir ki ayetin doğru çevirisi  “nefes almaya başlayan sabaha” şeklindedir.  Yani modernist Müslümanlar bu ayeti geleneksel Müslümanlara kıyasla daha doğru bir şekilde çevirmişlerdir. Lakin ayetin tefsirini geleneksel Müslümanlar daha doğru şekilde, Kur'an'ın tamamını göz önünde bulundurarak yapmışlardır.
Örneyin El-Mu'cem El-Müfehres'de تَنَفَّسَۙ teneffes kelimesinin Kur'an'da cümle içindeki yapısına göre aynı formda (aynı kökten) fakat farklı harekeli (Kur'an'da harekeleme ve noktalama işlemi çok daha sonraları yapılmıştır. Orjinal metinde böyle bir uygulama yoktur) şekilde kullanıldığı ayetlere baktığımızda bunun günümüzdeki "nefes alma" fiiliyle uzaktan yakından alakası olmadığını görüyoruz. En yaygın işlenme şekliyse نَفْسٍ nefsin şeklindedir ve nefis (can) anlamına gelir. Örneğin Tarık suresi 4 ayette bunu görebilirsiniz.

Şimdi Diyanet İşlerinin bahsi geçen sureyle ilgili açıklamalarına bakalım:
Kıyametin kopmasını ve Kur’an’ın vahiy ürünü oluşunu konu alan Tekvîr sûresinde Allah tarafından konulan tabiat kanunlarının değiştirilerek güneşin, yıldızların, dağların, denizlerin, vahşi hayvanların tersine çevrileceğine temas edilir; ardından büyük hesap gününün kısa tasviri yapılır ve o gün kişinin ebedî hayat için önceden neler hazırladığının bilincinde olacağı belirtilir (âyet 1-14). Tabiatın işleyişine dair birçok âyette görüldüğü üzere yıldızların çeşitli görünümlerdeki seyrine, kararmaya yüz tutan geceye ve ağarmaya başlayan sabah vaktine yemin edilerek Kur’an’ın vahiy eseri olduğu ifade edilir, onun değerli ve itibarlı bir elçi (Cebrâil) tarafından Resûlullah’a getirildiği bildirilir. Ardından “arkadaşınız” diye nitelendirilen Hz. Muhammed’in inatçı inkârcıların iddia ettiği gibi bir mecnun olmadığı, gayb âlemine ait gerçekleri gizlemediği, bildirdiği tebliğin şeytandan gelmediği vurgulanır (âyet 15-25). Sûrenin son dört âyeti, “Bu açık gerçeklere rağmen siz nereye gidiyorsunuz?” sorusuyla başlar ve Kur’an’ın doğru yola girmek isteyen herkes için bir uyarıcı ve öğütçü olduğu vurgulanır; ancak doğru yola girme talebinin ilâhî irade doğrultusunda yapılmasının şart koşulduğu belirtilir. Rivayete göre, sûrenin son âyetlerinde dileyen kimsenin doğru yola girebileceğinin ifade edilmesi üzerine Ebû Cehil, “Bu husus kendi isteğimize bağlıdır, uygun görürsek bu yola gireriz, görmezsek girmeyiz” demiş, bundan dolayı sûrenin ilâhî iradeyle ilgili âyeti inmiştir (Taberî, XXX, 105; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, VII, 230)

Gördüğünüz gibi Diyanet İşleri de sureyi tefsir ederken 18. ayeti "ağarmaya başlayan sabah" olarak tanımlamıştır. Şimdi ayetin nefes alma şeklindeki çevirisine dönelim. Bir grup Müslüman 18. ayetin fotosentezle alakalı olduğunu iddia ediyor. Bu ne kadar doğru hep birlikte göreceğiz.

Fakat ilk olarak fotosentez nedir onu inceleyelim.

FOTOSENTEZ

Fotosentez basit tabirle bitkilerin ve diğer organizmaların ışık enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürme eylemlerine verilen isimdir. Fotosentez kelimesi, Yunanca phōs (ışık) ve sentez (bir araya getirmek) kelimelerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur.

Fotosentez yapan organizmalara fotoototroflar denilir. Fotosentez zamanı oksijen bir yan ürün olarak salınır. Farklı türlerde farklı şekillerde yapılıyor olmasına rağmen fotosentez genellikle ışıktan gelen enerjiyi yeşil klorofil pigmentleri içeren reaksiyon merkezleri olarak adlandırılan proteinler yardımıyla emildiğinde başlar. Bitkilerde bu proteinler yaprak hücrelerinde bulunan kloroplast adı verilen organellerde bulunurken, bakterilerde plazma zarına gömülürler. Bu ışığa bağımlı reaksiyonlarda su gibi uygun maddelerden elektronları almak için bir miktar enerji kullanılır. Sudan elektron alınmasının sonucu olarak su oksijen ve hidrojene parçalanmış olur. Suyun bölünmesiyle salınan hidrojen kısa süreli enerji kaynağı olarak hizmet veren iki başka bileşiğin oluşturulmasında kullanılır; indirgenmiş nikotinamid adenin dinükleotid fosfat (NADPH) ve adenosin trifosfat (ATP-hücrelerin "enerji para birimi"). Kabaca söylemek gerekirse Fotosentez yapabilen her canlı bu yolla kendi yaşamı için gereken besini ve dolayısıyla enerjiyi sağlıyor.

Şimdi farkındaysanız fotosentezi tarif ederken hiç bir yerde güneş kelimesi kullanmadım. Bunun nedeni fotosentezin doğrudan güneşe değil ışığa bağlı olması. Peki bu ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor ki fotosentez güneş olmadan bile yapılabiliyor. Eğer siz su, karbondioksit ve mor yada kırmızı ışık sağlayan bir alete sahipseniz güneş olmadığı zaman bile bitkilerin fotosentez yapmasını sağlayabilirsiniz. Günümüzde artık bu üç etkeni bir araya getirerek yerin 30 metre altında kurulan seralarda sebze ve meyve yetiştirebiliyoruz.



Peki güneş olmadan fotosentez nasıl oluyor? Bunu daha iyi anlamak için Kalvin döngüsü, Aydınlık Evre Reaksiyonları, Karanlık evre reaksiyonları gibi kavramları anlamamız gerek.
Fotosentez tek kademede gerçekleşen büyük bir reaksiyon değildir. Bazıları ışığa doğrudan bağımlı olan, bazıları da  ışığa bağımlı olmadan iki kademede gerçekleşir. Bu kademelerden 1.si aydınlık evre, 2.si ise karanlık evredir.
Işık enerjisinin soğurulmasıyla başlayan fotosentezde iki önemli olay vardır. Bunlardan birincisi aydınlık evrede gerçekleşen ışık enerjisinin kimyasal enerjiye çevrilmesi, ikincisi de karanlık evrede gerçekleşen CO2 nin organik bileşiklere dönüşmesidir.

Aydınlık Evre Reaksiyonları

Fotosentezin aydınlık evre reaksiyonları ışık varlığında gerçekleşir. Kloroplastın granasında ışık enerjisi yardımıyla ATP sentezlenir. Bu olaya fotofosforilasyon denir. Aydınlık evrede görev alan enzimler ferrodoksin, plastokinon,sitokrom ve NADP dir. Aydınlık evre reaksiyonları devirli ve devirsiz fotofosforilasyon olmakla  iki kısımda incelenir. Kısacası aydınlık evre  reaksiyonları doğrudan ışıkla etkileşime bağlıdır. 

Karanlık  Evre Reaksiyonları

Karanlık evre reaksiyonlar ise fotosentezde ışığa ihtiyaç duymadığı halde ışıklı devre reaksiyonlarının ürünlerine ihtiyaç duyan kimyasal reaksiyonlardır. Işık direkt olarak kullanılmadığı için bu evreye “karanlık” denmiştir. Bu evre sıcaklık değişimlerinden etkilenir. Aydınlık evrede sentezlenen ATP, NADPH2 ler ve H2O ların bir kısmı karanlık evrede tüketilir.
Bu aşama kloroplast stromasında gerçekleşir. Tepkimeleri için ışığın enerjisine ihtiyaç duyulmaz, bu nedenle sadece ışıkta değil karanlıkta da meydana gelirler. Karanlık faz reaksiyonları, glikoz ve diğer organik maddelerin oluşumuna yol açan (havadan gelen) ardışık karbondioksit dönüşümleri zinciridir. Bu zincirdeki ilk reaksiyon karbondioksit fiksasyonudur. Akseptör karbon beş karbonlu şeker ribuloz bifosfattır ve ribuloz bifosfat karboksilaz enzimi tarafından katalize edilir. Ribuloz bifosfatın karboksilasyonunun bir sonucu olarak, hemen iki fosfogliserik asit (FHA) molekülü  halinde ayrışan kararsız altı karbonlu bir bileşik oluşur. Daha sonra, fosfogliserik asidin bir dizi ara ürün yoluyla glikoza dönüştürüldüğü bir reaksiyon döngüsü gerçekleşir. Bu reaksiyonlar, hafif fazda oluşan ATP ve NADPH2 enerjilerini kullanır. İşte bu reaksiyonların döngüsüne "Kalvin döngüsü" denir. (6CO2 + 24H + + ATP → C6H12O6 + 6H2O.)
Glikoza ek olarak, fotosentez sürecinde amino asitler, gliserol, yağ asitleri ve çeşitli karmaşık organik bileşiklerin diğer monomerleri oluşur.
 
Karanlık evrede gerçekleşen olaylar;
  • CO2 kloroplasta girince 5 C lu ribulozdifosfatla (RDP) birleşir ve 6 C lu kararsız ara bileşik oluşur.
  • Bu bileşik H2O yardımıyla hemen ikiye ayrılır ve iki molekül 3 C lu fosfogliserik asite (PGA) dönüşür.
  • PGA lerin her birine aydınlık evrede oluşan ATP lerden birer tanesinin fosfatı bağlanır ve 3 C lu difosfogliserik asit (DPGA) oluşur.
  • Aydınlık evrede oluşan NADPH + H+ lerin hidrojenleri DPGA ya bağlanır ve 3 C lu fosfogliseraldehit (PGAL) oluşur.
  • PGAL lerin bir kısmı 6 C lu bir şeker olan fruktoza dönüşür.
  • Fruktoz daha sonra izomeri olan glikoza dönüşür.
  • PGAL lerin bir kısmı da aydınlık evrede oluşan ATP lerin geri kalanlarının fosfatlarını alarak ribuloz difosfata (RDP) dönüşür.
  • RDP molekülleri yeni bir karanlık evreyi başlatır.
  • Karanlık evredeki dönüşümler için gerekli enerji  aydınlık evre reaksiyonlarında fotofosforilasyonla sentezlenen ATP den, hidrojenler ise devirsiz fotofosforilasyonda fotoliz olan H2O nun hidrojenlerini taşıyan NADP H2 den sağlanır.  Özetleyecek olursak karanlık evre reaksiyonlarında direk işığa gerek duyulmaz.

Kalvin döngüsüyse fotosentez sırasında kloroplast'ta gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar kümesidir. Bu döngü karanlık evre reaksiyonları içindedir çünkü Güneş ışığından enerji sağlandıktan sonraki bölgede yer alıyor. Kelvin döngüsünü en etkili kullanan bitkiler Crassulaceae familyası üyesi olan bitkilerdir. Bunlara CAM bitkilerde deniliyor. CAM- Crassulacean Asit Metabolizması. Bu bitkilere genellikle kurak bölgelerde yetişen sukkulent (su depolayan) türlerini örnek verebiliriz (kaktüs gibi). Bu bitkiler stomalarını gece açar ve gündüz kapatır. Gece boyunca açılan stomalar karbonu solarak depolar. Gündüzleri stomaların kapanması su kaybını önler, aynı zamanda karbon solumunu da önlemiş olur. Bu tür bitkiler geceleri açık stomalardan CO2 alırlar ve onu bir dizi organik aside dönüştürürler. Organik asitler sabah saatlerine kadar vakuollerde biriktirilirler. Gündüz Kalvin döngüsü için ATP ve NADPH üretilince bir gece önceden oluşturulan organik asitlerden CO2 serbest bırakılır. Onun için doktorlar yatak odalarında kaktüs gibi bitkilerin bulundurulmasını şiddetle tavsiye ederler zira geceleri karbonla nefes alan bu bitkiler bir nevi  fotosentez yapmış oluyorlar.  
Doğru diye bilinen başka bir yanlışta insanların dünyamızın oksijen kaynağının ağaçlar olduğunu zannetmesidir. Genellikle dünyanın akciğerleri ormanlardır deniliyor. Oysa bu doğru değildir.  Dünyanın oksijen kaynaklarının oranları şu şekildedir:
  • Fitoplanktonlar ve Denizel Bitkiler: %70
  • Ağaçlar/Ormanlar, Otlar, Çimler ve Diğer Karasal Bitkiler: %28
  • Diğer Kaynaklar: %2

Görüldüğü üzere dünyamızın oksijen üretiminin büyük çoğunluğunu sularda yaşayan canlılar karşılıyor.  Karasal bitkilerin oksijen üretme oranındaki düşük rakamlara sahip olma nedenlerinin başındaysa karasal bitkilerin bütün hücrelerinin fonksiyonlarını sürdürebilmesi için kendi ürettikleri oksijeninin önemli bir kısmını solumak zorunda kalmaları geliyor. İşte bu nedenle sürekli atmosfere oksijen pompalanmasına rağmen aşırı oksitlenme dediğimiz (gereğinden çok fazla oksijen üretme) şey yaşanmıyor. Zira bitkiler kendi ürettikleri oksijenin büyük bir kısmını yine kendileri tüketiyorlar. Yapılan bazı bilgisayar simülasyonlarının verileri gösteriyor ki tüm, ama tüm, aklınıza gelebilecek karasal bitkileri organizmaları yok etsek dahi dünyanın oksijen seviyesinde keskin inişler yaşanmaz ve bizler yani insanlar hiç bir solunum problemi (havasızlık) yaşamayız.

Wisconsin Üniversitesi jeologu Shanan Peters şöyle diyor:
Tüm canlılık yok olsaydı bile neredeyse hiçbir değişim yaşanmazdı. Geriye sadece insanlar kalsaydı, solunum konusunda hiçbir problem yaşamadan varlığımızı sürdürmeye devam ederdik. Muhtemelen besin kaynağı bulmakta zorlanırdık; ancak hava bulmakta zorlanmazdık.

Pennsylvania Üniversitesi'nde misafir akademisyen olan jeokimyacı Dick Holland şöyle diyor:
"Öyle görünüyor ki, oksijen ilk olarak 2,7 ila 2,8 milyar yıl önce üretildi. Yaklaşık 2,45 milyar yıl önce atmosferde ikamet etmeye başladı. Oksijen üreten organizmaların ortaya çıkışı ile atmosferin gerçek oksijenlenmesi arasında önemli bir zaman aralığı varmış gibi görünüyor."

Peki aşırı sıcak ve süper yoğun kitlelerin çekirdeğinde ortaya çıkan oksijen dünyamızda nasıl oluştu? Cevap, fotosentez yapabilen siyanobakteriler veya mavi-yeşil algler olarak bilinen küçük organizmalardır. Peki Pennsylvania Eyalet Üniversitesi'nden yerbilimci James Kastingin dediği gibi "Neden yüzde 10 veya 40 yerine yüzde 21'de dengelendi?” Aslında bunu anlamak için birazda oksijenin dünyamızdaki oluşum sürecine bakmamız gerek.
 
Büyük Oksijenlenme Olayı öncesinde yani günümüzden 3.85 ila 2.45 milyar yıl önce tüm canlılık anaerobikti. Bu anaerob canlılık içinde yalnızca oksijene tolerans gösterebilen türler yaşayabildi. 2.4 milyar yıl önce hiç oksijen yoktu. 2.4 milyar yıl sonrasından kalma kayaçlara baktığımızda ise, artan oksitlenme olayını görebilmekteyiz. Sadece 500 milyon yılda atmosferik oksijen oranları %5 dolaylarına çıktı. Günümüzden 500 milyon yıl kadar önce %19 seviyesine, 350 milyon yıl kadar önce %32 seviyesine ulaştı. Bu dönemden kalma canlılar %32 oksijen bulunması nedeniyle devasa boyutlara ulaşabilmeyi başardılar. Çünkü dokularının  bol miktarda oksijene erişimleri vardı. Ancak bu iri canlıların sayısının hızla artması ve ekolojik değişimlere bağlı olarak bu seviyeler inmeye başladı ve o gün bugündür azalma sürüyor. Şu anda atmosferimizdeki oksijen oranı %21 dolaylarındadır. Yani anlayacağınız dünyamızdaki oksijen düzeyi sabit değildir, aksine azalmaya doğru ilerlemektedir. Tabi bunun en büyük nedenlerinden biri de bizleriz, yani insanlar. Kısacası İklim, volkanlar, levha tektoniği, canlılığın farklı boyutlarda fazla oksijen tüketimi gibi çeşitli etkenler uzun zaman dilimlerinde oksijen seviyesinin düzenlenmesinde kilit bir rol oynamış olabilir. Fakat yine de hiç kimse, jeolojik kayıttan herhangi bir zamanda atmosferin kesin oksijen içeriğini belirlemek için kaya gibi sağlam bir test yapmış değildir.

Sonuç olarak bitkiler ve organizmaların fotosentez yapabilmesi için direk olarak güneşe değil ışığa gerek duyar. Zira güneş olmadan da yerin metrelerce altında yapılan ışıklandırma yardımıyla bitkiler fotosentez yapabiliyor. Bu nedenle Tekbir suresinin 17 ve 18. ayelerinde sabahın (dolayısıyla güneş ışınlarının) nefes getirmesi fikri fotosenteze bağlanamaz zira güneş ışınlarına (sabaha) gerek duymadan da fotosentez yapılabileceğini artık biliyoruz. Demek ki Kur'an'ın Allah'ı 1400 yıl önce ayet gönderirken günümüzde güneşe gerek duymadan fotosentez yapılabileceğini bilmiyordu. Boşuna demiyoruz bilim ve teknoloji geliştikçe Tanrılar gücünü kaybediyor diye..

HİNDU METİNLERİNDE MUHAMMED (!)

Yazan: Kirpi

HİNDU METİNLERİNDE MUHAMMED (!)

Sabah gazetesinin 20 Aralık 2019 tarihli bir yazsının başlığı şöyledir: "NİHAT HATİPOĞLU, 5000 yıllık Hindu kitaplarında Hz. Muhammed" Yazıda Hindu araştırmacı Prof. Prakash'ın Hinduların beklediği Kalki Avatar'ın Muhammed'den başkası olamayacağını söylediği iddia ediliyor. Bu yazının bir kısmını sizle paylaşayım:

Prof. Prakash; Hinduların beklediği 'Kalki Avatar'ın' Hz. Muhammed'den başkası olamayacağını belirtiyor.
Hinduların Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed M.Ö. 3000 yılına ait olduğu sanılan bu metinlerden Bhavişya Puran'da, Veda'ların bir bölümü olan Kuntap Suktita; Efendimizin özellikleri, hayatı, Hz. İbrahim, Kabe, Bekke (Mekke) gibi kavramların yanında ayrıca Hz. Peygamber'in ismi Mohamed, Mamah ve Ahmed olarak geçmektedir. Bilindiği gibi İncil'de de Ahmed olarak geçmiştir.

Nihat Hatipoğlu'nun ortaya çıkardığı söylenen bu iddia esasen Shahnawaz Ahmad tarafından 27 Aralık 2015  tarihinde İngilizce yayınlanan “Prophet Muhammad (PBUH) in Hindu scriptures” [1] isimli yazının Türkçeye çevrilmiş halidir. Peki kimdir bu Shahnawaz Ahmad?

Shahnawaz Ahmad [2], Müslümandır ve Müslüman Üniversitesi, Malappuram Merkezi, Kerala Hukuk Bölümü'nde Yardımcı Doçent olarak görev yapmaktadır. Lisans derecesini tamamlamış, 2010 yılında Varanasi, Mahatama Gandhi Kashi Vidyapith Üniversitesi'nden Matematik ve Fizik, 2013 yılında prestijli Banaras Hindu Üniversitesi'nden LL.B derecesi almış. (LL.B-İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri hariç en yaygın hukuk yargıları lisans derecesi.)

Doçent arkadaşımız üniversitedeki profil bilgilerinde kendisini Mülkiyet Hakları, Uluslararası Hukuk, Yasaların Yorumlanması, Ceza Hukuku üzere yüksek lisans yapmış biri olarak tanıtıyor. Öncelikle bir hukukçunun Sanskritçe üzerine yorum yapması doğru değildir. Nitekim makalenin altında yorum yapan insanlar da bu eleştiriyi yapmış. Şimdi makalenin içeriğine göz atalım ve Nihat Hatipoğlunun'da bu makaleyi görür görmez hiç bir araştırma yapmadan sadece çeviri yaparak kamuoyuna sunmasının ne kadar yanlış olduğunu hep beraber görelim.

Haber  yazısının evvelinde Bhavişya Puran'ın M.Ö 3000 yılına ait olduğunu söylüyor ve yazısının devamında şunları aktarıyor:

Puranalarda Hz. Muhammed İsmi
17 ciltten oluşan Puranaların temel kitabı Bhavişya Puran'da şu ifadeler geçer:
Melekhalı öğretici kendi dostlarıyla zuhur edecek. Adı MOHAMMAD olacak. Raca ona en samimi sadakatini ve bütün saygılarını sunduktan sonra şöyle dedi: Sana bağlı kalacağım. Sen ey Parbatis Noth / Beşeriyetin efendisi, Arabistan'ın sakini. Sen şerri yok etmek için büyük bir güç topladın.
Burada Muhammed adı net geçiyor. Arabistan'a da atıf bulunuyor.

Konuya devam ederken Bhavişya Purana'nın ne olduğuna değinmemiz gerek.

Bhavişya Purana [16] Hinduların Sanskritçe dilindeki puranalarından biridir. Mevcut eser gelecekten kehanetler verdiğini iddia eder. Bhavişya Purana'nın gerçekliği ve özgünlüğü modern akademisyenler ve tarihçiler tarafından sorgulanmıştır ve metin Hindu edebiyatının Puranik türünün "sürekli revizyonları ve canlı doğası" nın bir örneği olarak kabul edilmektedir [3-4] 5 ana varyantı bilinen metnin birçok tutarsız versiyonu mevcuttur ve içerik ve alt bölümleri farklılık gösterir. [5] Bazı el yazmalarında dört, bazılarında iki Parvan (bölüm) varken diğerlerinde herhangi bir bölüm yoktur. [6] [7] Bugün var olan metin orta çağdan son zamanlara kadar uzanan bir malzeme bileşiğidir. Bhavişya Purana'nın mevcut sürümleri İngiliz sömürge döneminde yayınlanan basılı bir metne dayanmaktadır.  
Bhavişya Purana'nın ilk 16 bölümüne Brahmaparvan denir. Manusmriti'nin [8] bazı versiyonlarına benzerlikler gösterir ve alıntı ayetler içerir. [9] [10]

Bhavişya Purana'nın Brahmaparvan kısmı, Zerdüştlük ile ilgili görüşlerle örtüşen ve Güneş tanrısı Surya ile ilgili metinlerden oluşan 169 bölümlük bir destan kulliyesi içermektedir. [11] Bu Güneş Tanrısı ile ilgili bölümler Bhavişya Purana'nın dikkate değer , önemli bir parçasıdır ve İran ,Orta Asya halkları ile Hindistan kıtasındaki toplumlar arasındaki göç veya etkileşimi ile ilgili olması muhtemeldir. [12] [13]

Metnin Madhyamaparvan adı verilen ikinci bölümü Tantra [14] ile ilgili bir çalışmadır. [15] "Kehanet" ile ilgili üçüncü bölüm Pratisargaparvan, Hristiyanlık, İslam, Bhakti hareketi, Sihizm, İngiliz yönetimi ile ilgili bölümleri içerir ve bilginler tarafından 19. yüzyıldan kalma bir oluşum olarak kabul edilir. [16] [17] Metnin Uttaraparvan adlı dördüncü kısmı, Bhavishyottara Purana olarak da bilinir. Bu son bölümde çeşitli Hindu tanrıları ve tanrıçaları, Tithis'leri (ay takvimindeki tarihler), ayrıca mitoloji ve Dharma'nın özellikle vrata (yemin) ve dana (sadaka) ile ilgili bir tartışması yer almaktadır. [16] [17] Metinde ayrıca Uthiramerur [18] [19] gibi kutsal yerlere seyahat rehberi ve hac hakkında birçok Mahatmya bölümü vardır ve Tirtha [20] odaklı Puranas'lardan biridir. [21]

Şimdi Muhammed'in isminin geçtiği iddia edilen Pratisargaparvan (kehanetler) bölümü üzerinde biraz daha duralım ve bilim insanlarının, tarihçilerin, arkeologların, Sanskritçilerin bununla ilgili ne söylediklerine bakalım.

Pratisargaparvan 100 bölümden ibarettir. Birinci ve ikinci fasılları (Handaş olarak adlandırılır) eski zamanla, üçüncü kısım ortaçağla, dördüncüsü de yeni çağla ilgilenirken evrensel bir tarih olarak yazılmıştır. Bu bölüm çok sayıda araştırmacının Bhavişya Purana'nın çoğunun doğruluğunu sorgulamasına ve bu Puranaların kutsal metinler değil, zaman içinde sürekli olarak revize edilen ve dolayısıyla yaşayan bir doğaya ait belgeler olduğuna dair kanıtlar olduğu üzerinde durmuşlar. [22]

Alfred John Hiltebeitel [23] gibi din, tarih, insan bilimleri üzerine yüksek lisans yapmış ve akademik uzmanlığı Mahabharata ve Ramayana gibi eski Hindu Sanskrit destanları üzerine olan bilim insanları  Pratisargaparvan ile ilgili araştırmalarının sonucunda şunları ifade ediyor: 
Araştırmalar, bu bölümün son birkaç yüzyıl içinde tarihsel anlatılarla önemli ölçüde bozulmasını doğruladı. Yazılar araştırırken kullandığımız Terminus Post Quem ve terminus ante quem [24] yöntemiyle Bhavişya Purana'nın bu bölümünün, yani Muhamed hakkında bilgiyi içeren Pratisargaparvan (kehanet) bölümünün büyük olasılıkla 19. yüzyılda [25] oluştuğu görülmektedir.

Gördüğünüz gibi Muhammed'den haber veriyor denilen metinlerin arkeologlar, tarihçiler ve Sanskritçiler tarafından 19. yüzyılda yazıldığı kabul ediliyor. Bu bilim insanları içinde en önde gelenleri ise Ludo Rocher [26] ve Alfred John Hiltebeitel'dir.

Şimdi Prof. Dr. Pundit Vaid Prakash tarafından kaleme alınan ve “The Last Kalki Avatar” adıyla basılan kitapta Hint kutsal kitaplarında yer alan ve “Son Peygamber” manasına gelen “Last Kalki Avatar”ın  Muhammed’in bizzat kendisi olduğu iddiasına göz atalım. Prof. Prakash'e ilaveten Muhammed Hamidullah da kendi kitabında şunları söylüyor:

Hint kutsal kitaplarından Veda ve Puranalar’da çölden “övülmüş” (Muhammed) adında bir bilgenin çıkacağı, “araba”sının semâya ulaşacağı (mi’rac), büyük zaferlerden birini 300 (Bedir Savaşı), birini de 10.000 kişiyle (Mekke’nin fethi) kazanacağı bildirilmiştir. Kalki Purana’da ise babasına “Allah’ın kulu” (Abdullah), annesine “güvenilir” (Âmine) denileceği, bir kum diyarında dünyaya geleceği ve doğduğu şehrin kuzeyine sığınacağı (Medine’ye hicret) belirtilmiştir.
[Kaynak: M. Hamidullah, s. 375]

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki eski Hindu kutsal metinleri olan Vedalarda [27] Kalki Avatar hakkında bilgi yoktur. [28-29] Kalki terimi büyük savaş destanı Mahabharata'da sadece bir kez görünür. [30]
Fakat Mahabharata destanlarındaki bu mitolojik varlık Kalki olarak değil Karki olarak geçer. Otto Schrader [31] gibi filologlar Kalki değil Karki olarak kullanıldığını vurgular. Karki ismi Mahabharata el yazmalarının (ör. G3.6 el yazması) iki versiyonu tarafından da desteklenmektedir. [32] Karki, attan beyaz anlamına geliyor. Hindu geleneklerinde Kalki, Vişnu'nun bir avatarı olarak kabul edilir. Avatar "enkarnasyon" anlamına gelir ve ilahi olanın insan varlığının maddi alanına inişini ifade eder. [33] Peki Vişnu kimdir? Ve enkarnasyon nedir?

Vişnu, Hinduizmde Tanrının bir şeklidir. Koruyucu olarak tanınan Vişnu özellikle ünlü avatarları ve enkarnasyonlar ile tanımlanır. Bu avatarlardan en önemlileri Krişna ve Ramadır. Vaişnavalara göre o Nihai Gerçek veya Tanrı'dır. Trimurti kavramında (bazen Hint Teslisi olarak anılır) o, Tanrının ikinci görünüşüdür (diğerleri Brahma ve Şiva'dır) ve onun en yüksek durumu Hindu kutsal metinlerinden olan Ayurveda, Rigveda ve Bhagavatgita'da bildirilir.[34][35][36][37][38]

Enkarnasyon [39] Hristiyanların dini inançlarından aşina olduğumuz şeydir. Enkarnasyonun bir diğer adı da hulûldur. Hulûl kelimesinin kökeni Arapça "gelip çatmak" anlamındaki حلول (hulul) kelimesidir. [40] Enkarnasyon kelimesinin kökeni ise Latince incarno fiilidir. Bu fiil, "ete dönüştürme" anlamına gelmektedir. Pasif hâli, "ete dönüştürülmek"tir ve bu kelime Vulgata'da geçmemektedir. Ancak Yuhanna İncili'nin 1:14 fıkrasında bulunan "et Verbum caro factum est" (Kelime, ete dönüştürüldü) cümlesinden türetilmiştir.

Hulûl veya diğer ismiyle enkarnasyon Tanrının bir insan vücudunda şekil bulmuş haline deniliyor. Nitekim Hristiyanlar da İsa'nın Meryem'in karnında Tanrının şeklini almış bir insan olduğuna ve dolayısıyla Tanrının kendisi olduğuna inanıyorlar. Müslümanlar Hristiyanların bu dini inançlarını yani enkarnasyonu  kesinlikle reddederler ve kafirlik olarak görürler. Fakat her ne hikmetse Hindu kutsal metinlerinde Tanrının bir enkarnasyonu olarak anlatılan Kalki Avatar'ı doğru olarak kabul ederler ve bunun Muhammed olduğuna inanırlar. O zaman demek ki Müslümanlar Muhammed'i Allah'ın insan bedeninde şekil bulmuş hali olarak görüyorlar. Nitekim bunu iddia eden Müslüman din adamları da yok değil.

İmam-ı Rabbani'nin Şeyh Hamid Nehari'ye yazdığı 393. Mektupta Aynü'l-kuzat'ın, Temhidat aldı eserinde söylenenlere bakalım:
"O ki, siz İlâh olarak bilirsiniz, bize göre Muhammed (sav) olmaktadır.
O ki, siz Muhammed (sav) olarak bilirsiniz, bize göre yüce Sultan İlâh'tır"

Şimdi birazda Muhammed diye kabul edilen Kalki Avatar'ın (Karki'nin) bahsinin geçtiği kutsal metinler olarak tanımlanan Kalki Puranalar'ın ne olduğuna bakalım.
Kalki Purana-Upa Puran (Minör Puranalar) diye adlandırılan puranalardan biridir. Bu puranadaki destanların Hindu zaman döngüsünün 4 güneyinden (veya çağından) dördüncüsünü anlattığına inanılıyor ve Kalki Purananın 16. asırda yazıldığı düşünülüyor. [41]

Nihat Hatipoğlu'nun 5000 yıllık dediği Hindu metinleri olan Bhavişya Purana'nın mevcut sürümlerinin Sanskritçiler tarafından İngiliz sömürge döneminde yazıldığı öngörülüyor. Hint dil uzmanları tarafından ismini belirttiğimiz Purananın Muhammed'i anlatıyor dedikleri kehanetler (Pratişargaparvan) kısmının  büyük çoğunluğunun 19. yüzyılda yazıldığı belirtiliyor. Bunların arasında dünyaca ünlü Alfred John Hiltebeitel ve Ludo Rocher  gibi sanskritçiler de mevcut. Kalki Avatar'ın da Muhammed olduğu iddiası suya düşmüş oluyor, nitekim Kalki Puranaların en eskilerinin 16. yüzyıla ait olduğu düşünülüyor. Bilim insanları Puranaların doğruluğunu hep tartışmıştır. Nitekim Hindu geleneğinin kendisinde de Puranalar Mahabarata veya Ramayana gibi çoğunluk tarafından doğru olarak kabul görmemiştir. Bilim insanları  puranaları güvenilirlik bakımından Vedalardan bile sonra tercih etmişlerdir. Çünkü bu metinler (puranalar) sayısız değişimlere, ekleme ve çıkarmalara maruz kalmışlardır. Ayrıca Müslümanların Hindu metinlerinde Tanrı Vişnu'nun vücut bulmuş hali olarak anlatılan Kalki Avatar'ı Muhammed olarak kabul etmeleri de Kur'an'a göre kafirliktir:

Mâide Suresi 17. Ayet:
Şüphesiz ki "Allah Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır.

Müslümanların Kalki Avatar'ın Muhammed olduğunu iddia etmesi için önce Tanrının (Allah'ın) enkarnasyon (hulül) yapacağını yani bir insan vücudunda şekil bulabileceğini kabul etmeleri gerekir. Fakat gördüğünüz gibi Kur'an bunu kabul edenlerin kafir olduğunu söylüyor. Şimdi Kalki Avatar'ın Muhammed olduğuna inanıp kafir olmayı veya Kur'an'a inanmayı seçmek siz Müslüman arkadaşlara kalmış…

YUVAYI DİŞİ ARI YAPAR MUCİZESİ (!)

Yazan: Kirpi


YUVAYI DİŞİ ARI YAPAR MUCİZESİ (!)


Google arama çubuğuna “Kurandaki mucizeler” yazdığımızda karşımıza çıkan sözde mucizelerin başında "yuvayı dişi arı yapar" mucizesi geliyor. Ben bu sözde mucize Adnan Oktar zamanında ortaya çıktı diye biliyorum, yanlışım varsa düzeltebilirsiniz. Fakat komik olan şu ki Adnan Oktar'ı Müslüman olarak görmeyenler çıplak karılarla zina yapıyor diyenler bile iş mucize üretmeye geldiğinde bu safsataya iki elle sarılabiliyorlar. Öncelikle kısaca bal arıları hakkındaki bilgilere bakalım.

Arı, zar kanatlılar takımına ait Apoidea familyasını oluşturan tüm böcek türlerine verilen isimdir. Arıların bilimsel sınıflandırılması şu şekildedir:
  • Âlem: Animalia (Hayvanlar)
  • Şube: Arthropoda(Eklem bacaklılar)
  • Alt şube: Hexapoda
  • Sınıf: Insecta
  • Takım: Hymenoptera (Zarkanatlılar)
  • Familya: Apidae
  • Cins: Apis

Bal arıları (Apis mellifera) 1,2 cm uzunluğunda, baş ve göğüs bölümleri kıllı, genellikle sarı renkte olan canlılardır. Toplu halde yaşarlar ve kovanda hayatlarının devamlılıklarını sürdürebilmek için birlikte hareket ederler. Bir kovanda kraliçe arı (ana arı), 10-80 bin arası işçi arı ve erkek arılar bulunur. Kraliçe ve işçi arılar biyolojik olarak dişi arılardır. Erkek arılar bal üretmeyen arılardır. Yavruları ana arı yapar. Döllenmiş yumurtalardan işçi ve Ana arılar, döllenmemiş yumurtalardan ise erkek arılar meydana gelir. Ana arı ile işçi arı arasındaki farkı larva dönemindeki beslenme oluşturur. Görevleri ana arıyla çiftleşmek olan erkek arıların sayısı genellikle bir kaç yüzü geçmez. Bir bal arısı kolonisi yıllık 15-75 kg arası polen tüketir. Ayrıca günlük yaşamlarını sürdürebilmek için gündelik 8 kg bal ve 200 gram su tüketirler.
Bu bilgiler yeterli olduğundan konumuza geçebiliriz.

Nahl Suresi 68. Ayet:
وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا 
Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti(vahyetti): “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin.”

Adnan Oktar ayette geçen النَّحْلِ nahl kelimesini dişi bal arısı olarak çevirmiş. Aslında bu doğru zira ayetteki kelime dişil anlamda kullanılmış. Fakat bunun biyolojik cinsiyetle uzaktan yakından alakası yok. Peki mesele nedir?

Dildeki cinsiyet kavramı genel olarak biyolojik ve dilbilgisel cinsiyet olmak üzere iki bakış açısından değerlendirilmektedir. Biyolojik cinsiyetin ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki dilbilgisel cinsiyet nedir?

Dilbilgisel cinsiyet veya gramatik cinsiyet, kaba anlamıyla bir sözcüğün ait olduğu sınıfına göre dilin başka bir yönü (eylemler, adlar, ön adlar, belirteçler) ile uyum sağladığı ad sınıflandırma sistemine verilen isimdir.  
Dilbilgisel cinsiyet, biçimsel dilbilgisi kategorisidir. İsim cümlesinin şekilsel tanımında belirleyicidir ve önemli işlevlere sahiptir. İsmin dilbilgisel cinsiyeti, isim kökünü artikel ve sıfat tamlaması ile hal ve sayıya göre yapılandırmaktadır. Böylece dilbilgisel cinsiyet hal ve sayı belirtisinin yanı sıra, isimde şekilsel düzen ve denge sağlamakta, ayrıca isim öbeğinin tanımlanmasına katkıda bulunmaktadır. Zamirlerde yine ilgili hal durumunu yapılandırarak metinsel bütünlüğü sağlamaktadır.

Günümüz dillerde gramatik cinsiyeti kullanan en yaygın dil Almancadır. Almanca konuşan bir insan genel anlamlar taşıyan bir cümle kurduğunda hitaplarında kadın-erkek ayrımı yapmadan hitap edilen (anlatılan) her kişiye eril (erkek) bir ifade şekli kullanabilir. Tabi bu tarz dil kuramlarını feministler "kadınları aşağılayıcı" buluyor ve itiraz ediyorlar. Almanca'da, Türkçeden farklı olarak çoğunlukla meslek isimlerinde eril ve dişil ayrımı söz konusudur. Örneğin Türkçede öğretmen, doktor, mühendis gibi genel meslek isimleri ifade edilirken burada cinsiyet ayırt etmek mümkün değildir. Hitap edilen kişiye göre, öğretmen, doktor veya mühendis kadın da olabilir erkek de. Burada  bu adlandırmanın içeriği hitap edilen kişiye ve metnin bağlamına göre anlam bulmaktadır. Almancada ise bu kişisel adlandırmalar kişi cinsiyetlerine göre birer tanım almaktadır.
Erkeklerin meslekleri veya kişisel tanımları ‘der’ artikelini alırken, kadınlarınki dişil olan ‘die’ artikeli ile tanımlanmaktadır ve kadınların meslek isimlerinde çoğunlukla ismin sonuna “in”eki ilave edilmektedir.
Bunu daha iyi anlamak için bir örnek verelim:
  • der Lehrer-erkek öğretmen 
  • die Lehrerin-bayan öğretmen

Bu ayrım genel ifadelerde kullanılmaz. Örneğin: die Lehrer von dieser Schule gibi genel bir cümle  “bu okulun öğretmenleri” diye Türkçeye çevriliyor. Türkçede dilbilgisel cinsiyet olmadığı için Lehrer  kelimesi okuldaki tüm öğretmenleri kapsar. Almancada da bu söylem anlam olarak okulun bütün öğretmenlerini hedeflemektedir. Fakat yapı olarak ‘Lehrer’ (erkek öğretmen) olarak tercüme edilir ve erkek bir öğretmeni ifade eder. Yani bir Alman genel ifadelerle okuldaki erkek ve kadın öğretmenleri anlatmak isterse ayrım yapmadan hepsini eril (erkek) olarak ifade edebilir. İşte bu gibi dil kurallarına gramer cinsiyeti deniliyor.

Arapçada da bu durum aşağı yukarı aynıdır. Almancadan farklı olarak Arapçada iki cinsiyet mevcuttur.  Örneğin الحجر (alhajar) Taş kelimesinin biyolojik cinsiyetle bir alakası olmadığı halde kelime kendi bünyesinde dişil cinsiyet barındırır. Mesela  الْخَمْرُ şarap,  سوقل çarşı kelimeleri Arapçada dişil kelimeler kabul edilirken bu kelimeler Almanca’da “der Wein, der Markt” eril (erkek) kelimeler olarak kabul edilmekte ve kullanılmaktadır. Araplar güçlü ve sert olan nesneleri müzekker (erkek-eril); zayıf ve zarif kabul ettikleri nesneleri ise müennes (dişil) isimlerle isimlendirirler. Nitekim arıları da zarif (bir darbeyle öldürülebilen) canlılar olarak kabul edebiliriz. Erkek olarak kabul edilen varlığı gösteren kelimelere müzekker yani eril, dişi olarak kabul edilen varlığı gösteren kelimelere müennes yani dişil kelimeler denir. 

Arapçada varlıkların cinsiyetleri tenasül organlarına bakılarak açıkça ayırt edilebiliyorsa onların isimleri ya farklı kök harflerinden oluşan ayrı isimler verilmek suretiyle ya da iki cinsiyetten birine ayırt edici ekler eklemek suretiyle tayin edilmiştir. Açık bir ayırımın olmadığı varlıklarda ve isimlerde ise kelime, kavramın manası göz önüne alınarak müzekker veya müennes olarak isimlendirilmiştir. Eğer bir kelimede dişilik alâmeti yoksa Araplar o kelimeyi erkek olarak kullanmaya teşebbüs ederler. Bunun aksi de geçerlidir. Nitekim Araplar arıların erkekliğe dair üreme organlarını gözle görerek ayırt edemedikleri için onları dişil anlamlarla ifade etmeyi tercih etmişlerdir. 

Ebû Ali elFârisî,  İbnu't-Tüsterî gibi Arapçada öncü olan şahıslar şöyle derler:
Uzlaşma ve anlaşma yoluyla eril veya dişil muamelesi yapılan varlıklar yıldızlar, dağlar ağaçlar vb. gibi gerçekte erkek ve dişi olmayan varlıklardır. Böyle varlıklarda asıl olan bunlara dişi muamelesi yapmaktır. Erkeklik (müzekkerlik) ikinci sırada gelir. Bu isimlerden erkek ve dişilerin bir arada bulunduğu bir topluluk olursa onlara dişilik özelliği galip gelir.

Yani ilk bakışta erkek ve dişiliği tenasül organlarına bakılarak tayin edilemeyecek canlıları, örneğin arıları müennes yani dişil olarak yazmak Arapçanın gramer kurallarındandır.

İsmail Ahmed Amâyira mecâzi müzekker ve mecâzi müennes konusunda şöyle der:
Varlıkların erkek veya dişi sayılması milletlerin o varlıklar hakkındaki tasavvurlarıyla ilgilidir. Milletler kendi anlayışlarına göre şekli niteliği veya bir özelliği dolayısıyla hakikaten erkek veya dişi varlığa yaklaşanı, benzeyeni erkek veya dişi kabul ettiler. Zihinlerinde erkek varlığa yaklaşana hakiki erkek muamelesi yaptılar. 

Şimdi Nahl suresinin 68 ayetindeki النَّحْلِ nahl kelimesinin biyolojik cinsiyetle alakalı olmadığını daha iyi anlamak için Kurana bakalım. 

Mâide Suresi 90. Ayet:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.

Ayette kullanılan الْخَمْرُ şarap kelimesi gramer cinsiyet nedeniyle dişilik özelliğine sahip. Şimdi bu sahip olduğu özellik nedeniyle şarap biyolojik yönden bir dişidir diyebilir miyiz? Tabi ki HAYIR. 

Ayrıca artık günümüzde hem erkek hem dişi olan arılar vardır ki bunlara Ginandromorf canlılar deniliyor. Smithsonian Tropik Araştırma Enstitüsü (STRI) tesislerinde çalıştığı dönemde Erin Krichilsky, Ginandromorf Arıyı keşfediyor. 4 milimetre boyundaki canlıyı keşfeden Erin şunları söylüyor: “Daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemeyen, çok dikkat çekici bir canlıydı. Bu çok heyecan verici bir gündü”
Şimdi bu yarı erkek ve yarı dişi olan arının görevi ne? Dişi olarak yuvayı mı yapıyor yoksa erkek olarak kraliçeyi mi(ana arı) döllüyor?

Sonuç olarak Nahl suresi 68. ayette bahsi geçen dişi arı kavramı biyolojik cinsiyetle değil dilbilgisel (gramer) cinsiyetle alakalıdır. Zira Arapçada erkek (erkek cinsiyet organı) olduğu çıplak gözle ayırt edilemeyen canlılara dişilik, dişiliği gözle görülüp ayırt edilemeyen canlılara ise erkeklik niteliği taşıyan kelimelerle ifade edilişi söz konusudur. Bunun biyolojik cinsiyetle uzaktan yakından alakası yoktur.

KUR'AN'DA ZAMAN VE MEKAN HATASI

Yazan: Kirpi


KUR'AN'DA ZAMAN VE MEKAN HATASI


Kusursuz denilen bir kitapta yanlış olur mu? Olmaması gerekir tabi ki. Fakat Müslümanlar için yanlışın görülmesi ve anlaşılması yanlışın kendisinden daha zordur. Zira ortaya çıkarılan tüm yanlışlara bir kılıf bulmaya çalışıyorlar. Kendi fikirlerini Allah'ınmış gibi göstermeye çalışıp dinlerini eleştirilerden kurtarma çabasına giriyorlar ve sanıyorum bu durum var olmaya devam edecek. Lafı fazla uzatmadan konumuza geçelim.

Meâric Suresi:
﴾1-3﴿ Birisi, huzuruna yükselmenin birçok yolu bulunan Allah katından inkârcılar için gelecek olan ve hiç kimsenin savamayacağı azabın gelmesini istedi.
﴾4﴿ Melekler ve rûh O’na, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.

Ayette kendi zaman dilimlerine göre 1 günde Allah'ın katına çıkan meleklerden bahsediliyor ve bu sürenin bizim zaman dilimimize göre 50 bin seneye denk geldiği anlatılıyor. Bu durumda iki soru ortaya çıkıyor.

İlk soruyla başlayalım:
Soru 1:  Allah mekandan münezzeh ise o halde melekler bizim zaman kavramımıza göre 50 bin sene kadar süren bir yolculuk ile nereye gidiyor?

Ayette meleklerin Allah'a 50 bin senelik sürede çıktığı anlatılıyor. İyi ama birinin yanına gidebilmek için yanına gidilen kişinin sabit bir mekanda olması gerek. Mekandan münezzeh olan birinin adresi olmayacağı için yanına gidilmesi de imkansız olacaktır.
Fakat Kur'an'a baktığımızda Allah'ın mekandan münezzeh olmadığı hakkında ipuçları bulabiliriz. Örneğin Mülk süresinin 16 ve 17 ayetlerine bakalım:

Mülk Suresi:
﴾16﴿ Göktekinin sizi yerin dibine batırmayacağından emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü altüst olmuş!
﴾17﴿ Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz? Uyarılarımın ne demek olduğunu yakında anlayacaksınız!

Ayetlerde apaçık bir şekilde Allah'ın gökte olduğu anlatılıyor. Nitekim Mearic suresinde de melekler için yükseliyor ifadesinin kullanılması Allah'ın gökte olduğu fikrini destekliyor. Bir de bakalım tefsirler bu konuda ne diyor:

'Kur'an Yolu' Tefsiri:
Müfessirler “gökte olan”dan maksadın kim veya ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir: 1. Bundan maksat Allah’tır; ancak bu mecazi bir anlatım olup maksat O’nun yüceliğini ve gücünün sonsuzluğunu vurgulamaktır. Allah mutlak mânada yücedir, sonsuz ve sınırsızdır, zamanda ve mekânda olanlar ise sınırlıdır ve Allah bu sınırlamalardan münezzehtir. 2. Maksat gökteki meleklerdir. Onlar Allah’ın emriyle yeryüzüne inerek kendilerine verilen görevleri yerine getirirler. 3. Maksat, Allah’ın gökten inen azabıdır. Allah’ın rahmeti ve nimeti nasıl gökten iniyorsa O’nun azabı da inkârcı ve isyankârların başına gökten iner (daha geniş bilgi için bk. Râzî, XXX, 69-70; Elmalılı, VII, 5232 vd.; İbn Âşûr, XXIX, 33). Bize göre burada geçen “gök” kelimesiyle, fizikî evrenin gökleri değil, madde ötesi, yüce olan varlık düzeyi kastedilmiş olmalıdır.
[Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 422]

Her zaman olduğu gibi yine kısa yoldan giderek "bu mecazdır" bahanesini ortaya atmışlar. Fakat tefsirlerde bile Allah'ın azabının ve merhametinin gökten indiğini söyleyerek kendi elleri ile Allah'a tekrar mekan biçmişler. Muhammed'in Miraç olayında da Allah'ın katına çıktığı iddialarını göz önünde bulundurursak Allah'ın mekandan münezzeh olmadığını, aksine inanışa göre onun yukarıda bir yerde olduğunu görebiliriz.

2. Soruya gelelim:
Soru 2: Allah katında zaman kavramı yok ve Allah zamandan münezzeh ise meleklerin onun katına gidip gelmesi neden zaman alıyor?

Öncelikle ayetle ilgili Diyanet işlerinin konuya dair ne dediğine bakalım:

Müfessirlere göre 4. âyette geçen “ruh”tan maksat Cebrâil’dir; “miktarı elli bin yıl olan gün”den ne kastedildiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı müfessirler buradaki elli bin yılı dünyanın ömrü, bazıları kıyametin oluş süresi, kimileri de âhirette kulların hesap vereceği süre olarak açıklamışlardır. Bir görüşe göre kıyametin müddeti inkârcılar için elli bin sene, müminler için sadece bir günün muayyen bölümü kadar sürecektir. Elli bin senenin, âhiret hayatının toplam süresi olduğunu ileri sürenler de vardır. Ancak bize göre bu yorumların hiçbirinin kabul edilebilir bir mesnedi ve gerçekliği yoktur. Bir önceki âyette geçen “huzuruna yükselmenin birçok yolu bulunan” şeklindeki ifadenin ardından burada da “Melekler, miktarı elli bin sene olan bir gün içinde O’na yükselmektedirler” buyurulmuştur. Görüldüğü gibi bu ifadenin kıyamet ve uhrevî hesapla, dünya veya âhiretin süresiyle bir ilgisi yoktur; sadece meleklerin Allah’a yükselmesinden söz edilmektedir. 
[Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 453-454]

Gördüğünüz gibi Diyanet İşleri ayette bahsi geçen meleğin Cebrail olduğunu ve 50 bin senenin de Allah katına yükselmek için sarf edilen zaman olduğunu anlatıyor. Şimdi hep birlikte bir matematik hesabı yapalım. Muhammed'e vahiy getiren melek Cebrail Allah'ın katından yeryüzüne kendi zaman dilimiyle 1 günde, bizim zamanımızla 50 bin senede geliyor. Bu da şu anlama geliyor. Yani bir ayeti Allah katından alarak Muhammed'e götürmesi 50 bin sene sürüyor. Kur'an'da 114 sure ve  6236 ayet var. 

Kolaylık olsun diye farz edelim ki Cebrail bir seferde tam bir sure getiriyor. 114 çarpı 50.000 = 5.700.000 sene yapar. Yani 114 surenin tamamlanması için 5.700.000 yıllık zaman gerek. Üstelik bu yalnız Cebrail'in tek yönlü geliş zamanı bunun birde dönüşü var. 5.700.000 (gelişi) +5.700.000 (dönüşü) = 11.400.000 yıl. Yani toplamda Cebrail'in 114 sure için Allah katına gidip gelmesi onların zaman dilimiyle 11.400.000 sene gerektiriyor.

İyide hani Allah zamandan ve mekandan münezzeh idi? Nasıl olur da zamanın olmadığı bir katta zaman akıp gidebilir ve sizin bir yılınız bizim katımızda şu kadar yıldır denebilir? Allah katında bizimden farklı da olsa eğer bir zaman akışı varsa, oranının hiçbir önemi olmaksızın zaman zamandır. Dolayısı ile kendi katının zaman diliminde var olmakta olan Allah ve meleklerinin hiçbiri zamandan münezzeh değildir.
Ayrıca hani Allah ol derse oluyordu? Bize şah damarımızdan daha yakındı, her yerdeydi? Neden Cebrail peygamberlere vahiy iletebilmek için sürekli Allah'ın yanına, onun katına çıkıp tekrar dünyaya inmekle uğraşıyor? Madem öyle, Allah ol derse oldurabiliyor ise ve zaten her yerde ise, Cebrail onun yanına gitmeden ona emirlerini veya ayetlerini iletemiyor mu? Yoksa "mekanı yoktur" dediğiniz ama ayetlerde sürekli olarak gökte olduğu vurgulanan, arştaki katında ikamet etmekte olan Allah'ın buna gücü yetmiyordu da Cebrail'in sürekli onun katına gidip gelmesi mi gerekiyordu?

İşte bunlar tam olarak "eskilerin masalları"dır. Antik Sümer'de en üst mertebede, Cennetin 7.katında, tahtında oturmakta olan tanrı inanışı Samilerin ve ilerleyen dönemde Yahudilerin de katkıları ile çevre kültür ve inanışlara yayılmıştır.
Kur'an çevre kültürlerden duyulanların derlendiği, "eskilerin masalları" sözünü bastırabilmek için sürekli yeminler edilen, Allah tarafından geldiği iddia edilen fakat binbir zorlukla toparlanıp derlenebilmiş insan ürünü bir kitaptır. Tıpkı ilahi olduğu iddia edilen diğer tüm kitaplar gibi...

KUR'AN'IN SİRİUS YILDIZI MUCİZESİ (!)

Yazan: Kirpi


KUR'AN'IN SİRİUS YILDIZI MUCİZESİ (!)

Modernist Müslümanlar Kur'an'ın insan  tarafından yazılamayacağını kanıtlayabilmek için her zaman türlü türlü mucizeler üretmişlerdir. Bu makale belki de üretilen onca mucize iddiasından en kötüsü hakkında. Önceki yazılarımda denizlerin karışmaması, evrenin genişlemesi gibi farklı konuları da işlemiştim. Fakat bu Sirius mucizesi tam anlamıyla bir saçmalık.

Öncelikle Müslümanların mucize iddiasına göz atalım.
Müslümanlar Kur'an'ın 53. suresi olan Necm (yıldız) suresinin 49 ve 9. ayetlerinde bir mucize olduğunu ve bu mucizenin Sirius yıldızının yörünge periyoduyla alakalı olduğunu iddia ediyorlar. Surenin ismi yıldız olduğu için 49. ayette bahsi geçen Si'râ'nın Sirius yıldızı olduğunu söylüyorlar.

53/Necm suresi
49: وَاَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرٰىۙ  Doğrusu Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur. 
9: فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ   Mesafe iki yay kadar veya daha yakın oldu.

Bu meal Diyanet İşlerinin eski mealidir. Öncelikle belirtelim ki 49 ayette yıldız diye bir ifade yok. Bu yıldız kelimesi parantez içinde yazılması gerektiği halde öyle yazılmamış. Neyse ki Diyanet eski mealindeki hatayı düzelterek yeni mealinde “Şüphesiz O, Si’râ’nın Rabbidir.” şeklinde çeviri yapmıştır.  

Diyanet işlerinin sırayla ilgili konuda ne söylediğine göz atalım:
Gerek sözlüklerde gerekse tefsirlerde şi‘rânın bir adının da mirzem olduğu, Cevzâ’dan (İkizler burcu) sonra doğduğu ve doğuşu sırasında yüksek bir hararet taşıdığı belirtilir. Hurmaların olgunlaşması için fazla sıcaklık beklendiğinden Araplar arasında, “Şi‘râ doğunca onu hurmalık sahibine sor” sözü yaygındır. Bazı Araplar şi‘râ kelimesinden büyük köpek takım yıldızını, bazıları da Cevzâ burcunda yer alan mirzemi anlardı. Aslında şi‘râ bir çift yıldız olup bunlardan güneye düşene şi‘râ-yı Yemâniyye, kuzeye düşene şi‘râ-yı Şâmiyye denirdi. Asıl şi‘râ samanyolunun ve büyük köpek (orions dog, canis major / avcı köpeği) takım yıldızının en parlak yıldızı olan şi‘râ-yı Yemâniyye’dir. Nitekim Batlamyusçu Grek astronomisinde şi‘râ büyük bir köpek resminin ağzında gösterilmiştir. Şi‘râ-yı Şâmiyye ise küçük köpek (canis minor) takım yıldızı içinde yer alır. Şi‘râ-yı Yemâniyye’ye abûr, şi‘râ-yı Şâmiyye’ye gumeysâ adı da verilmiştir. Câhiliye dönemi inancına göre bunlar Süheyl (Orion) yıldızının kız kardeşleridir. Diğer yıldızların aksine şi‘râ-yı Yemâniyye semayı enine kateder (ubûr) ve bu sebeple ona abûr denir. Diğer bir inanca göre şi‘râ Süheyl’in eşi olup onunla bitişikti. Süheyl şi‘râdan ayrılıp Yemen tarafına doğru aşağıya inmiş, bunun üzerine şi‘râ da samanyolunu geçip Süheyl’in peşinden gitmiş ve bundan dolayı abûr ismini almış, yalnız kalan şi‘râ-yı Şâmiyye ağlamaktan gözleri çapaklandığından ona da gumeysâ (gözleri çapaklı) adı verilmiştir.
[https://islamansiklopedisi.org.tr/sira]

Diyanet işleri ansiklopedisinde Şira'nın bugün astronomideki ismiyle Sirius b yıldızı olduğunu iddia ettiğini görüyoruz. İddialarına delil olarak ta cahiliye Araplarının bu yıldıza tapmasını gösteriyorlar:
Câhiliye Arapları genellikle şi‘râya büyük önem verir, dünya üzerinde etkili olduğuna inanır, bazı kabileler ona tapardı. Araplar içinde ona ilk tapanın Ebû Kebşe el-Huzâî olduğu söylenir (Âlûsî, XXVII, 69-70). Bir rivayete göre müşrikler, Hz. Peygamber’in kendi dinlerini reddedip yeni bir din tebliğ etmesini Ebû Kebşe’nin şi‘râya tapmasına benzetip ona “Ebû Kebşe’nin oğlu” demişlerdir. Şi‘râya hangi kabilelerin taptığıyla ilgili kesin bilgi yoksa da bu konuda Lahm, Kureyş, Huzâa, Kays Aylân, Gassân, Gatafân ve Himyer kabilelerinin adları geçmektedir. Ancak ağırlıklı görüş Huzâa’dan başkasının ona tapmadığı yönündedir (M. Tâhir İbn Âşûr, XXVII, 151)
[https://islamansiklopedisi.org.tr/sira]

Müslümanlar bu iki ayette bahsi geçen Şira'nın Sirius yıldızı olduğunu ve Necm 49-9. ayetlerinin numarasının Sirius'un yörünge periyodunun zamanına işaret ettiğini iddia ediyorlar. Şimdi bu iddianın neden hatalı olduğuna bakalım.
Öncelikle Necm suresinde bahsi geçen Şira'nın yıldız dahi olduğu muammadır. Zira dediğim gibi ayette yıldız diye bir ifade geçmiyor. Sadece Şira deniliyor. Ve bu Şira'nın Sirius olması da yalnızca Müslümanların iddiası. Genellikle Müslümanlar Şira'nın Arapçada Sirius anlamına geldiğini söylüyorlar fakat sözlüğe baktığımızda Sirius'un Arapça yazılışıyla Şira'nın yazılışı tamamen farklı:
Şira: الشِّعْرٰىۙ ≠ Sirius: سيريوس

Arap dil bilimciler Kur'an'da kullanılan Şira kelimesinin “saç” anlamındaki Şa‘r kökünden türediğini söylüyor. Parlak bir yıldız olarak ta tanımlayanlar var fakat genellikle Şi‘râ'yı “saçlı” mânasında kullanılan Arapça asıllı bir kelime olarak kabul ediyorlar. Yalnızca şarkiyyatçılar kelimenin Grekçedeki Sirius isminin Arap versiyonu olduğunu iddia ediyorlar. [1]

Kur'an'da cins isim olarak yıldızlar için Necm kelimesi kullanılmış fakat 49. ayette özel isim olarak Şira kullanılmış iddiası da yine Müslümanlarca ortaya atılıyor. Sahih hadis kaynaklarında bu isme rastlanmamaktadır.
Hani Müslümanlar "bir kelimeyi anlamak için Kur'an'ın diğer ayetlerini de hesaba katarak bakmak gerek" derler ya, bizlerde şimdi aynı kelimenin cümle içindeki yapısına göre aynı formda fakat farklı harekeli olanları için El-Mu'cem El-Müfehres'e bakacağız. [2]

Bakara / 9 يَشْعُرُونَۜ: yeş’urûn(e)- farkında  -Fiil + Zamir
Bakara / 12  يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-anlayanlardan -Fiil + Zamir
Bakara / 154 تَشْعُرُونَ: teş’urûn(e)-siz farkında -Fiil + Zamir
Bakara / 158 شَعَٓائِرِ: şe’âiri -nişanları- İsim
Bakara / 198  الْمَشْعَرِ: l-meş’ari -Meş\ar-i-  İsim
Âl-i İmrân / 69 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında değiller -Fil+ Zamir
Mâide / 2 شَعَٓائِرَ: şe’â-ira  işaretlerine  -İsim 
En’âm / 26  يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında- Fiil + Zamir
En’âm / 109 يُشْعِرُكُمْۙ: yuş’irukum-şuurunda -Fiil + Zamir
En’âm / 123 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-ama farkında değillerdir -Fiil + Zamir
A’râf / 95 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında Fiil + Zamir
Yûsuf / 15 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) –farkında -Fiil + Zamir
Yûsuf / 107 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerken Fiil + Zamir
Nahl / 21 يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûne -bilmezler -Fiil + Zamir
Nahl / 26 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-ummadıkları Fiil + Zamir
Nahl / 45 يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)ummadıkları -Fiil + Zamir
Nahl / 80 وَاَشْعَارِهَٓا: ve eş’ârihâ-ve kıllarından-Bağlaç + İsim + Zamir
Kehf / 19 يُشْعِرَنَّ: yuş’iranne -sezdirmesin -Fiil + Nûn-u Te'kid
Enbiyâ / 5 شَاعِرٌۚ: şâ’irun -şa\irdir-İsim
Hac / 32 شَعَٓائِرَ: şe’âira- nişanlarına İsim 
Hac / 36 شَعَٓائِرِ: şe’âiri-işaretleri- İsim 
Mü’minûn / 56 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-onlar farkında Fiil + Zamir
Şu’arâ / 113 تَشْعُرُونَۚ: teş’urûn(e)-düşünürseniz Fiil + Zamir
Şu’arâ / 202يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)-farkında olmazlar Fiil + Zamir
Şu’arâ / 224وَالشُّعَرَٓاءُ: ve-şşu’arâuve -Şa\irler Bağlaç + İsim
Neml / 18يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)- farkında olmayarak Fiil + Zamir
Neml / 50يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerdi Fiil + Zamir
Neml / 65يَشْعُرُونَ: yeş’urûne- bilmezler Fiil + Zamir
Kasas / 9يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-anlamıyorlar Fiil + Zamir
Kasas / 11يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)-farkına varmadan Fiil + Zamir
Ankebût / 53يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerken Fiil + Zamir
Yâsîn / 69الشِّعْرَ: şşi’ra-  şiir  -İsim
Sâffât / 36لِشَاعِرٍ: li-şâ’irin- bir şair için Harf-i Cer + İsim
Zümer / 25يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-hiç farkına varmadıkları Fiil + Zamir
Zümer / 55تَشْعُرُونَۙ: teş’urûn(e)- farkına varmadan Fiil + Zamir
Zuhruf / 66يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında değillerken Fiil + Zamir
Hucurât / 2تَشْعُرُونَ: teş’urûn(e) farkında olmazsınız Fiil + Zamir
Tûr / 30شَاعِرٌ: şâ’irun   - bir şa\irdir    -İsim
Necm / 49الشِّعْرٰىۙ: şşi’râ  - Şi\ra\nın  Sirius -Özel İsim
Hâkka / 41شَاعِرٍۜ: şâ’ir(in) -bir şa\irin -İsim

Gördüğünüz gibi bir tek Necm suresinde özel isim olarak kullanılmış, diğer tüm ayetlerde aşağı yukarı “farkında değiller” “şair” gibi manalarda kullanılmış. Necm süresinde bu kelimeye özel isim denilerek Sirius'a atfedilmesi yalnızca cahiliye Araplarının bu yıldıza tapmasıyla ilgili kesin olmayan rivayetlere dayandırılmıştır.

Gelelim Necm suresindeki ayetlerin rakamlarıyla Sirius yıldızının yörünge periyodunun anlatıldığı mucizesine (!).

Öncelikle eğer ilgili ayette Sirius yıldızından bahsediliyorsa bile, bahsi geçen yıldızın (Şira'nın) yörünge periyodu "49 yıl 9 aydır" diye bir ifade yok.  Müslümanlar Necm süresinin 49 ve 9. ayetlerinin rakamlarından sondakini (49) öne öndekini de (9) sona koyarak Sirius yıldızının yörünge periyodu olan 49 yıl 9 ayı simgelediğini ve bunun bir mucize olduğunu iddia ediyorlar. Eğer bu ayetlerin numaraları vasıtasıyla bir zaman dilimi anlatılmak istenseydi bunun ardıcıllık prensibi üzerinden olması gerekirdi. Rakamların yerlerini değiştirmek zorlayarak mucize yaratma çabası içine girildiğinin bir göstergesidir.

Meselenin komik tarafıysa Sirius yıldızının yörünge periyodu aslında 49 yıl 9 ay değildir. Bunun nedeni kasıtlı olan bir yanıltmadır. Şimdi dikkatlice izleyin. Google'da Sirius yazdığımızda Wikipedia'da bu yıldız hakkında detaylı bilgi çıkıyor. Fakat Türkçe Wikipedia sayfası İngilizceden çevrilirken kasıtlı bir hata (!) yapılmıştır.

Sirius | Wikipedia İngilizce [a]
Sirius is a binary star system consisting of two white stars orbiting each other with a separation of about 20 AU[e] (roughly the distance between the Sun and Uranus) and a period of 50.1 years. The brighter component, termed Sirius A, is a main-sequence star of spectral type early A, with an estimated surface temperature of 9,940 K. Its companion, Sirius B, is a star that has already evolved off the main sequence and become a white dwarf. Currently 10,000 times less luminous in the visual spectrum, Sirius B was once the more massive of the two.

Sirius | Wikipedia Türkçe [b]
Sirius birbirlerinden 20 astronomik birim uzaklığında (yaklaşık Güneş ile Uranus arasındaki uzaklıkta), birbirleri çevresinde tam olarak 49.9 yılda dönen iki beyaz yıldızdan oluşan bir çift yıldızdır. Sirius-A adı verilen, parlak olan bileşen, tayf türlerine göre yapılan yıldız sınıflandırma sisteminde A1V sınıfında bulunan yüzey ısısı tahminen 9.940 Kelvin olan bir anakol yıldızıdır. Yoldaşı Sirius-B ise yıldızsal evrimini tamamlayarak beyaz cüce haline gelmiş bir anakol yıldızıdır. Kütlesi bir zamanlar Sirius-A’dan daha büyük olan Sirius-B görsel tayfta 10.000 kez daha az parlaktır.

Tüm yabancı dillerde (Rusça, İtalyanca, İspanyolca) 50 veya 50.09 gibi rakamlar aktarılırken Türkçe çeviride bu süre 49 yıl 9 ay olarak çevrilmiştir. Sirius ile ilgili Türkçe Wikipedia sayfasının sonuna “kutsal metinlerde Sirius”  isimli bölüm ilave edilerek Kur'an'daki bahsi geçen sahte Sirius yıldızı mucizesini yerleştirmişler. İşte bu yüzden Kur'an'ı eleştirilerden kurtarmak için İngilizce orjinal metinde yazan 50.1 yıllık zamanı 49.9 yıl olarak yazmışlardır. Gerçi bunu çok göze çarpmasın diye açıkça görülen yere değil, sözlerin arasına sıkıştırmışlar. Zira altta vereceğim veriler de Türkçe çeviri sayfasından alınmıştır. Şimdi orada Sirius'un yörünge perioduyla ilgili verilen zamana bakalım:

Sirius [b]

Sirius yada diğer adıyla Beyaz yıldız, Büyük Köpek Takımyıldızı içerisinde bulunan Sirius a ve Sirius b olarak isimlendirilen bir çift yıldızdır. Şimdi Sirius yıldızı hakkındaki verilere bakalım. [3]

Gözlem verileri
Takım Yıldızı Büyük Köpek Takımyıldızı
Sağ Açıklığı 06 h 45 m 08.9 s
Dik Açıklığı 16° 42′ 58.017″
Görünür Kadiri (V) Sirius-A:−1.47 / Sirius-B: 8.44
Karakteristik Özellikleri
Tayf Türü (Yıldız sınıflandırma) Sirius-A: A1V / Sirius-B: DA2
U-B Renk Ölçeği Sirius-A:−0.05 / Sirius-B: −1.04
B-V Renk Ölçeği Sirius-A:0.01 / Sirius-B: −0.03
V-I Renk Ölçeği ?
Değişkenlik Hiçbir
Astrometrik Nitelikleri
Tayf Dikeyhız −7.6 km/s
Özdevim RA: −546.05 mas/yıl
Aralık: −1223.14 mas/yıl
Iraklık Açısı 379.21 ± 1.58 mas
Uzaklığı 8,6 ışık yılı
Mutlak Kadiri (MV) Sirius-A: 1.42 / Sirius-B: 11.33
Görsel Çift Yörüngesi
Yoldaşı α CMa B
Yörünge Periyodu (Dönüş Süresi) (p) 50.09 yıl

Gördüğünüz gibi Sirius yıldızının yörünge periyodu Türkçe kaynaklarda 49. 9 yıl değil 50. 09 yıldır.
İngilizcede bu zaman dilimi 50.1284 ± 0.0043 şeklindedir. Bu da yuvarlak rakam yapmamız gerekirse aşağı yukarı 50.1 yıla denk geliyor. Kur'an'da bahsi geçen Şira, Sirius yıldızı olsa dahi yörünge periyodu (dönüş süresi) türlü zorlamalarla Kur'an'dan çıkarılan zaman dilimine uymuyor. Ayrıca Kur'an'da net bir zaman verilmiyor, sadece Müslümanlar Necm suresindeki ayetlerin rakamlarının yerlerini değiştirerek kendilerince bir zaman dilimi ortaya çıkarıyorlar. Bu da ortaya çıkarılan zamanın Kur'an'ın (Allah'ın) değil de Müslümanların iddiası olduğu anlamına geliyor.

Meselenin bir başka tutarsız tarafıysa "Necm suresi 49. ve 9. ayetlerin numaraları Sirius yıldızının yörünge periyoduna bir işarettir" diyebilmemiz için bu ayetlerin bir biriyle ilişkisi olmak zorundadır. Fakat ayetlerin nüzul sıralarına ve tefsirlerine baktığımızda Necm suresi 9. ayetin yıldızla hiçbir alakasının olmadığını görüyoruz. İslam alimleri bu ayeti tefsir ederken genellikle burada anlatılan “Kabe kavseyn” ifadesini Muhammed'in Cebrail'den vahiy alma ve Miraç olayıyla ilişkilendiriyorlar.  

Diyanet işlerinin Necm suresi 9. ayetinin tefsirinde neler söylediğine göz atalım:
“Sonra yaklaştıkça yaklaştı” şeklinde çevrilen 8. âyetteki denâ ve tedellâ fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü yorum yapılmıştır: a) Cebrâil’in Resûlullah’a yaklaşması ve ona doğru inişi, b) Cenâb-ı Allah’ın Resûlullah’a yaklaşması, onu kendine cezbetmesi, c) Resûlullah’ın yüce Allah’a yaklaşması, O’nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi kastedilmiştir. Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük anlamlarından birine dayanarak burada habîb (seven) ve mahbûb (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini ifade eden edebî bir anlatım bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. 

“O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu” diye çevrilen 9. âyetteki kavseyn “iki yay” mânasına gelir; kab de yayın kabzasıyla kirişlerin bağlandığı iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kab bulunur. Kab kelimesinin yayın kabzasıyla kirişi arasını ifade etmek için kullanıldığı da olur. Kabe kavseyn ifadesi hakkında çok geniş açıklamalar ve burada kastedilen mâna ile ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir: a) O dönemde Araplar bir antlaşma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü verirler (kablerini birleştirirler), sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam olarak ahidleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre kabe kavseyn hem maddî anlamda fevkalâde yakın olmayı hem de mânevî bir yakınlığı ifade eder. b) Hicaz dilinde “kavs” kelimesi bir uzunluk ölçüsü (zirâ) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki arşın uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir. c) Kabe kavseyn ifadesini dönüştürme (kalb) yöntemine göre “bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar” şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet “hatta daha yakın oldu” şeklinde tamamlanmakta, böylece “Âdeta elini uzatsa değecek kadar yakındı” mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak, –mânevî anlamda– Resûlullah’ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına, arada vahye hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığına dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Daha çok tasavvufî ve işârî tefsirlerde itibar edilen bir yoruma göre ise buradaki yaklaşma olayı mi‘racda Allah ile peygamberi arasında gerçekleşmiştir.

“O, kuluna vahyini iletti” diye çevrilen 10. âyette de öznenin Cebrâil veya Cenâb-ı Allah olması muhtemeldir. Birinci ihtimale göre mâna, “Bu yaklaşmayı takiben Cebrâil, Allah’ın, kulu Muhammed’e gönderdiği vahiyleri ona getirip öğretti” şeklinde olur. İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle yorumlamak gerekir: Resûlullah rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Teâlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde mi‘rac sırasındaki gelişmelerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde ikinci yorum daha kuvvetli olmaktadır. Bize göre âyet şöyle de yorumlanabilir: Cebrâil asıl şekliyle göründü, sonra iyice yaklaştı ve Allah onun aracılığıyla kuluna dilediğini vahyetti. Âyetlerin mi‘racı anlattığı kabul edilirse “görünme, yüce ufukta, sidretü’l-müntehâda olma, inme, çok yaklaşma” gibi ifadeleri mecazi mânada almak, nasıllık ve nicelikle ilgili olmaksızın Allah’a mahsus fiilller ve sıfatlar olarak anlamak gerekecektir.
[Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 195-165]

SONUÇ

Necm suresi 49. ayette bahsi geçen Şira, Sirius olsa bile bu ayette cahiliye Araplarına bir cevap vardır. Nitekim cahiliye Araplarının yücelik olarak taptıkları Şira yıldızının dahi sahibinin Allah olduğu belirtilmiş olabilir. Fakat Necm suresi 9.ayetinin yıldızla, onun yörüngesiyle veyahut yörünge periyoduyla bir ilişkisi yoktur. Necm 49. ve 9. ayetlerinde tamamen farklı şeyler anlatılıyor. Nitekim 9. ayetin önüne ve arkasına baktığımızda Diyanet İşlerinin tefsiri daha mantıklıdır. Yani anlayacağınız bu tamamen saçma ve zorlama olarak ortaya atılan bir mucize iddiasıdır ve hiçbir tutarlılığı yoktur. Sadece birilerinin çeviri yaparken kasıtlı olarak sayılarla oynaması ve Müslümanlarında bunu teyit etmeden doğru diye insanlara sunması hem Müslümanları hem de dini komik duruma sokuyor. Bu sahte mucize örneğinde bir daha şahit oluyoruz ki Müslümanlar konu mucize olduğu vakit her türlü bilgiyi doğru diye kabul edip teyit etme zahmetinde dahi bulunmuyorlar.

AKABE'DEKİ MESCİDLERİN YÖNÜ



AKABE

Akabe (Aqaba), Ürdün’ün güneyinde Akabe Körfezi kıyısında yer alan önemli bir liman şehridir. 7.yy’da Arapların idaresine geçen şehir , 1115 yılında Haçlıların hakimiyetine girmiştir. Selahaddin Eyyubi Akabe’yi 1170 yılında Haçlılardan geri almıştır.

İslam (?) öncesi ve sonrası ile alakalı önemli bilgiler bulabileceğimiz ender yerlerden birisidir liman şehri Akabe.

Roma İmparatorluğu döneminde bu şehirin ismi ‘Aila’’ olarak bilinmekteydi. (Grinzweig,Michael ‘’From the Items of the Name Eilat , 1993) Ayrıca Nebatiler’de kendi dönemlerinde bu şehri liman ve ticaret noktası olarak kullanmışlardı.

Milatten önce 116’da , Bosra bölgesine giden Via Nova yolunun başlangıcıydı ve Legio X Fretensis’te bu önemli stratejik limanda konuşlanmıştı. (Corpus Inscriptionum Iudaæse/Palaestianæ)

630 yıllarında , Piskopos Yuhanna ibn Ruba , bölgenin hegemonik kontrolünü fetihler ile ele geçiren Araplar ile bir antlaşma yaparak , bölgenin siyasi kontrolünü Arap liderlerine (Muhammed ?) verdi. Arapların kontrolüne geçen bu stratejik ve ticari öneme sahip olan Akabe’de , Araplar Bizans şehrinin yanına yeni bir şehir inşa etmeye başladılar.

Akabe (Aila / Ayla) sırasıyla Mısır, Suriye (Şam), Kudüs ve Yesrib (Medine) yollarının kesişiminde yer alan bir şehirdi. Ticaret yollarının ortasında kalan bu yer , bir çok yere erişim imkânı sağlıyordu.

Aşağıdaki harita , Emevi Döneminde , 650-670 yılları arasında Aqaba (Aila) şehrinin bir krokisini göstermektedir.

Arap (İslam ?) medeniyetinde , şehrin kapılarına , o yönde bulunan büyük şehirlerin isimleri verilirdi.
Bizi ilgilendiren asıl konu Arapların burayı ele geçirdikten sonra (628-630) yaptıkları Mescidlerin kıblesidir. Klasik İslâm Anlatısına göre Muhammed Tebük’te ikâmet ederken , çevre illere komutanları yollayarak ona biat etmesini emrediyordu.
Richard A. Gabriel’in yazmış olduğu ‘’Muhammad : Islam’s First Great General’’ adlı kitabında , Muhammed bölgenin kontrolünü ele geçirmeye çalışıyor. Muhammed Tebük’te kaldığı süre zarfında , ordusu Akabe’de Yohanna ibn Ruba’dan bölgenin kontrolünü ele alıyor ve bölgeyi kontrol altına alan Muhammed’in Arapları ilk iş olarak bir mescid inşa ediyor.

Buraya kadar bizi şüpheye düşürecek bir şey bulamadık ama bizi asıl ilgilendiren yaptıkları mescid’in kıblesidir.

Richard A. Gabriel'in "İslam'ın İlk Generali Muhammed" adlı kitabında yazan bazı bilgilere bakalım:
Muhammed on gün Tebük'te kaldı, bu sırada ordusunu dinlendirdi ve yerel şeflerle müzakerelere girerek birkaç yeni ittifak oluşturdu. "Muhammed Tebük'te sadece on gece kaldı, daha fazla değil. Sonra Medine'ye döndü." (1)
Bu kadar büyük bir Müslüman ordusunun varlığı, ne kadar rahatsız edici olursa olsun, hala Muhammed'in yerel şefleri etkileyen gücünün açık bir göstergesiydi ve bazıları Muhammed'le görüşmek için Tebük'e gitti. Bu şeflerden biri Yohanna ibn Ruba, Alia'nın (modern Akabe) "valisi" idi ve Muhammed ile Müslümanların limanı korunması karşılığında vergi ödemeyi kabul ettiği bir anlaşma imzaladı. Bu koruma daha sonra gemileri de kapsadı. (2)
Üç Yahudi kasabası - Transürdün'deki Alia'nın 80 mil kuzeyinde bulunan Jerba ve Udhruh ve Kızıldeniz'de bir balıkçı köyü olan Maqna'da benzer anlaşmalar yaptı. (3)
Muhammed, Halid bin Velid ve birkaç yüz adamı kralın erkek kardeşini öldürdükleri ve Hristiyan kralı koruma altına aldıkları Dumet-ül Cendel vahasına gönderdi. Kral, Muhammed'e haraç ödemeyi kabul etti ve serbest bırakıldı.

Konuya çok ilginç (!) bir durumla devam edelim. Bir şekilde Muhammed’in emriyle bu bölgeye gelen Araplar, Akabe Şehri’nde , 215°’lik bir açı ile mescid inşa etmiştir.


Sanılanın aksine bu mescid ne Mekke’ye ne de Petra’ya bakmaktadır.


628-630 yıllarında İslâm (!) Peygamberi Muhammed’in emriyle Akabe’ye gelen Araplar neden Mescidlerinin yönünü 215°’lik bir açı ile inşa etmişlerdir. Bu Dan Gibson ‘ın Petra tezi ile de örtüşmemektedir. Burada küçük bir parantez açmak isterim , Walter R. Schumm’un son makalesinde , Dan Gibson ve David A. King’in tartışmaları objektif olarak incelenmiş , Dan Gibson’ın belgeselinde ve makalelerinde kullandığı bütün mescidlerin kıblesi istatistiksel ve matematiksel olarak incelenmiştir. Makalede Dan Gibson’ın haklı olabileceği sonucu çıkmıştır. (How Accurately Could Early – 622/900 C.E- Muslims Determine the Direction of Prayers Qibla by Walter R. Schumm) (4)

Konumuza dönecek olursak , 630 yıllarında bölgenin valisi Yuhanna ibn Ruba , Aqaba’nın (Aila) kontrolünü para karşılığı koruma tahsis edecek şekilde Araplara veriyor. Bölgeyi kontrol altına alan Muhammed’in Arapları , bölgeye bir mescid yapıyor.

Yapılan Mescid’in Kıblesi ve Mihrabı – arkeolojik olarak- , Sina Dağı’nda bulunan Aziz Katherine Manastırına bakıyor.
Aziz Katherine Manastırı , Geç Antik Yahudi-Hristiyan (Judeo-Christian) geleneklerinde önemli bir kutsal alan olan Sina Dağı’nda bulunan bir kilisedir.

Sina Dağı’nda Aziz Katherine Manastırı’nın bulunduğu bölge – aynı zamanda Muhammed’in Araplarının yaptırdığı mescid’in kıblesi – Musa’nın İsrail’in Tanrı’sı Rabb’den 10 Emiri aldığı yerdir.
Daha da ilginci bu kilisede bulunan , dünyanın en eski Pantokrator İsa ikonasıdır. (Christ Pantocrator at Sina , 6th century) . Bu ikona 6.yy başlarına tarihlenir.. Sorulması gereken sorulardan biri , Muhammed’in Araplarının yaptığı mescid ve mezarlıkları neden Sina’da bulunan bu kiliseye bakmaktadır..

Aziz Katherine Manastırında bir önemli detay daha vardır. Codex Sinaiticus. Kütüphanesinde Yunanca en eski ikinci Kitab-ı Mukaddes bulunmaktadır. Eusebus’un emirlerinin de yer aldığına göre 325’ten sonra 330-350 arasında yazılmıştır.
Şimdi de Witcomb’un Aqaba’da bulduğu şeylere bakalım.
Şehrin sonraki katmanlarında (MS 9-10. Yy) yeniden kullanılan Hristiyan sütunları/unsurları bulunmuştu. Arapların bölgeyi ele geçirmesinden sonraki ilk yüzyıllar boyunca kiliselerin normal bir şekilde işlev gördükleri arkeolojik olarak kanıtlanmıştır.

Bahsi geçen bir çok Hristolojik öge , 8.yy ortalarına kadar Arapların kullandığı ögelerdir. Önemli iki obje , Akabe (Aila)’de Emevilerin kullandıkları ögeler olarak , Donald Witcomb’un arkeolojik bulguları sonucu kanıtlanmıştır.

Sadece sözde İslam peygamberi Muhammed’in (Mhmd) Araplarının Akabe’ye yaptığı mescid’in neden İsa’nın en eski ikonasının bulunduğu bir kiliseye baktığı bile sorulması gereken bir sorudur..


SİZDEN GELENLER | Yazan: Michael

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)