HABERLER
Dini Haber
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 1

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ

SELÇUK BEY VE OĞULLARI-I

Yazının başlığı anlaşılması zor olabilir ancak Selçuklu gibi oba beyliğinden imparatorluğa kadar çıkabilmiş bir topluluğun, bir türlü iç dinamiğinde yapılanamaması bu yazının konusudur.

Dönemin güçlü Türk devleti Hazar Kağanlığıydı. Kafkasya’dan Karadeniz’in kuzeyine doğru uzanan topraklarda hüküm sürmekteydiler. Komşu Türk devletleri içinde Karahanlılar ikinci sırayı alıyordu. Oğuz boyları Çin’de hanedanlık kuran Moğol kökenli Karahitayların baskısından batıya doğru göçmek zorunda kaldılar. Küçük boylar, obalar ve beylikler halinde batıya göçen Oğuz Türkleri yerleşik düzene geçmiş Türk devletlerine hizmet ederek topraklarında yer ediniyorlardı. Hazar denizinin batı kıyılarında yerleşmiş Oğuz Yabguluğu bu tür bir topluluktu. İdari yönden Hazar Kağanlığına bağlı olup onların ordularında hizmet ediyorlardı. Dukak Bey de bu boylardan Kınık boyuna ait bir asker olup, Hazar Kağanlığına bağlı Oğuz Yabgusunda Subaşı (Ordu Komutanı) olarak görev yapmaktaydı. Ok atmada ve yay kullanmadaki maharetinden dolayı ona “Temür Yalıg” (Demir yaylı) lakabı takılmıştı. Onun bu yeteneği oğlu Selçuk tarafından devlet kurulduktan sonra devletin bayrağında canlandırılmaya devam edecekti. Bu yüzden Büyük Selçukluların bayrağı gerilmiş bir yay ve yaya takılı ok olarak resmedilmişti. Dukak Bey çok zeki, savaşma konusunda cesur ve atak aynı zamanda sert mizaçlı lafını esirgemeyen biriydi. Hazar Yabgusu önemli kararları ona danışmadan almazdı. Dukak 924 yılında öldüğünde birçok Türk gibi o da Göktengri inancına sahipti.

Dukak’ın bilinen tek bir oğlu vardı; Selçuk Bey (İsmi aslında Eski Türkçede Selçûk olarak yazılır ve okunur) babası öldüğünde 23 yaşındaydı. Selçuk Bey de babası gibi Subaşı olma arzusundaydı ancak gençliğinden ve deneyimsizliğinden dolayı bir gün bir toy (toplantı) sırasında oturmaması gereken seviyede bir yere oturunca amacı ortaya çıkmış oldu. Yabgu ile mücadele edemeyeceği için kendisine bağlı birlikleri de alıp Oğuz Yabguluğunun kışlağı olan Hazar ile Aral arasındaki Yenikent’i terk ederek daha doğuya gidip Aral gölünün doğu kıyısındaki Cend kentine yerleşti.

Selçuk Bey Hazar Kağanlığındaki yaşamı süresince onlara özenerek bir devlet kurma hevesine sahip olmuştu. Onun düşüncesine göre sağlam ve güçlü bir devletin ordusu, hazinesi ve sarayı olabileceği gibi bir de dini olmalıydı. Üstelik bu din, Hazar Kağanlığı gibi güçlü bir devletin dinine (Musevi) benzer bir din olmalıydı. Bundan sonraki hayatında Selçukluların oluşum ve gelişiminde ilişkide bulundukları devletlere özenerek aldıkları değerlere şahit olacağız. Önce Hazar Kağanlığından Museviliği alarak oğullarına Tevrat’tan isimler koydular. Daha sonra Süleyman ya da Davut Yıldızı diye bilinen 6 köşeli yıldızı 8 köşeli yaparak kullandılar. Samaniler ile iş birliğine girdikten sonra Müslümanlığı tercih ettiler. İran’da kaldıkları yıllar boyunca sarayda Türkçe yerine Farsça konuştular, isim olarak Fars isimleri ve unvanları kullandılar. Anadolu’ya geçen Selçuklular da Bizans’ın daha doğrusu Roma’nın çift başlı kartalını alıp bayraklarına koydu.

Selçuk Bey, Cend’e yerleştiğinde komşuları doğuda Türk, Karahanlılar güney doğuda ise Fars, Samaniler idi. Samanilerin ötesinde ise bir başka Türk devleti Gazneliler bulunuyordu. Tarihi iyi inceleyecek olursak birkaç Türk ve Türk olmayan devletlerin bulunduğu ortamda her zaman Türkler birbirine düşman olmuşlar, Türk olmayan devletlerle de dostluk ilişkileri kumuşlardır. Selçuklularda da daha farklı bir durum olmadı. Selçuklular, Karahanlılar ve Gazneliler ile düşman olup savaşırken, Samanilerle dost olup iyi ilişkilerde bulundular.

Samaniler Karahanlılardan baskı gördükçe Selçuk beyden yardım istiyordu. Selçuk Bey istenen yardımı geri çevirmedi ve verdiği destekle Samanileri Karahanlıların elinden kurtardı. Karşılığında ise Samanilerden Buhara ve Semerkand gibi kentleri alarak devletini kurmaya başladı.

Selçuk Beyin 4 oğlu oldu. Bunlar; yaş sırasına göre Mikail Yabgu, İsrail Yabgu (Arslan Yabgu), Musa Yabgu (İnanç Bey) ve Yusuf Yinal Bey idi. Selçuk Bey Hazar Kağanlığının etkisinde kalarak doğan çocuklarına Türk isimleri ile beraber Tevrat’ta yazan kutsal isimlerden de vermişti. Ancak bir süre sonra Samanilerle olan yakın ilişkileri ve Hazar Kağanlığından kopuşu sonrasında İslam’a yakınlaşmış ve Müslümanlığı tercih etmişti. Bu dönemden sonra torunlarının isimlerinin İslami tarzda olmasına dikkat etti.

Selçuk beyin sağlığında oğulları kendi aralarında iyi geçinmeye dikkat ediyorlardı. Ancak Selçuk Beyin vefatından bir süre sonra kardeşler arasında anlaşmazlıklar ortaya çıkar oldu. Özellikle de torunlar olgunlaşıp yetki sahibi olmaya başladıklarında fikir ayrılıkları su yüzüne çıktı. Selçuk Bey’in oğulları ve torunları arasında hırstan kaynaklanan bir çekememezlikleri vardı. Oğullarından her biri, hatta oğullarının oğulları ve dahi onların da oğulları kendini güçlü ve haklı gördüğü için tahtta hak iddia ediyorlardı.

Oğulların yaşça en büyüğü Mikail Yabgu idi. Mikail Yabgu sık sık babası Selçuk Bey ile savaşlara katılırdı. Beraber savaştıkları bir kale kuşatmasında Mikail Yabgu öldü. Mikail Yabgu ölünce dul kalan eşi küçük kardeş Yusuf Yınal ile evlendirildi. Yusuf Yınal’ın sonradan eşi olan yengesinden İbrahim Yinal dünyaya geldi. Böylece kuzen olan Çağrı, Tuğrul ve İbrahim aynı zamanda kardeş de olmuşlardı.

Diğer adı da İsrail olan Arslan Yabgu, oğullar içinde en cesur en savaşçı olanıydı. Selçuk Bey Arslan Yabgu’yu Samanilere yardım etmesi için görevlendirmişti. Yukarıda anlatılan Karahanlıları yenmesi ve Semerkand ile Buhara’nın alınması bu zamana rastlar. Arslan Yabgu ve oğulları Karahanlıları alt ederken bu arada önce Mikail Yabgu ardından da 1009 yılında Selçuk Bey ölünce Selçukluların tahtına Arslan Yabgu geçti. Selçukluların hızlı yükselişi ve Arslan Yabgu’nun müthiş savaşçılığı ve cesur hareketleri Gazneli Mahmud’un dikkatini çekmişti. Bir gün bir ziyafete çağırdığı Arslan Yabgu ve oğlu Kutalmış’ı tutuklayarak Hindistan’daki Kalıncar Kalesine hapsettiler. Böylece Selçukluların idaresi boşa çıkınca Mikail Yabgu’nun oğulları Çağrı ve Tuğrul yaşça daha büyük olduklarından devletin yönetimini ele aldılar.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-13

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-13
CIA’İN LATİN AMERİKA OPERASYONU : “CONDOR PLANI”

1953 yılında Küba’nın Castro ve devrimci milisler sayesinde sosyalist rejime geçmesiyle ABD çevresinde ve kıtasında sosyalizm ve komünizme karşı tedbirler almaya başladı. Bu doğrultuda Latin Amerika ülkelerinde CIA tarafından verilen desteklerle birçok ülkede askeri darbeler (CIA’in standart operasyonu) olmuş ve ordu yönetime el koymuştu. Paraguay 1954’te, Brezilya 1964’te, Arjantin 1966’da, Uruguay 1971’de, Bolivya 1973’de, Şili 1973’de ordu yönetimine girmişlerdi. Bu ülkelerin temsilcileri, 1975 yılında Santiago’da toplanıp komünist ve kendilerine muhalif olan herkese karşı birleşme ve ortak hareket etme kararı aldılar. Bu karardan sonra pek çok Latin Amerika ülkelerinde ne devrimci ne sosyalist ne muhalif hatta ne de halkçı rahipler kalmamış ve ortadan kaybolmuşlardı. Hikâyenin tamamı şöyleydi;

25 Kasım 1975 tarihinde Şili devlet başkanı General Augusto Pinochet’in 60. Yaş gününde Arjantin, Bolivya, Şili, Paraguay ve Uruguay askeri istihbarat servislerinin liderleri, Şili istihbarat servisi DINA’nın başkent Santiago’daki merkezinde resmi bir toplantı yapıyorlardı. CIA’in önerisi ile tüm bu devletler adını “Condor Planı” koydukları bir operasyon üzerinde antlaşmışlardı. Hükümetlerin temel amaçları kendilerine karşı muhalif olan herkesi ortadan kaldırmalarıydı. Bunlar sosyalist ya da komünist örgütler olabildiği gibi, silahlı gruplar, muhalefet partileri hatta halk için hak arayan rahip, rahibe, üniversite profesörleri bile olabiliyordu. İktidardaki yöneticiler kendi pozisyonlarını korumak için aldıkları bu kararla aynı zamanda ABD ve CIA’de hizmet edebileceklerdi.

3 Ağustos 1976 tarihinde ABD’nin Latin Amerika’dan sorumlu Dış İşleri Bakan yardımcısı Harry W. Shlaudeman, Kissenger’a verdiği bir raporda Güney Amerika’daki askeri rejimlerin toplanarak sosyalizm ve komünizme karşı birleştikleri, bu konuda örgütsel çalışmalara katılmış devrimcilerin kendi ülkelerinde veya yabancı ülkelerde bulunup öldürülmesinin kararını aldıkları yazılıydı.

Arjantin

24 Mart 1976’da General Jorge Rafael Videla komutasındaki askeri cunta Arjantin’de sivil yönetime el koymuştu. Askeri cunta Condor Planına bağlı kalarak 1983 yılına kadar iktidarda kaldılar. Arjantin’in SIDE isimli gizli istihbarat kurumu pek çok “Desaparecidos” (Kaybolanlar) olayını, bazı general ve milletvekillerinin öldürülmelerini, Şili Gizli İstihbarat örgütü DINA ile beraber organize etmişlerdi. Onlara Bolivya’dan General Tejada ve İtalyan Galadio çalışanı Stefano Delle Chiaie ile Nazi savaş suçlusu Klaus Barbie de Charly Operasyonu adı verilen bir kokain transferi ile yardımcı olmuşlardı.

Condor Planına uygun olarak yapılan kaçırma ve öldürmelerden sonra çocuklarından haber alamayan bir grup anne, Nisan 1977’de “Plaza de Mayo Anneleri” adı ile birlik oluşturarak her Perşembe günü meydanda Casa Rosada’nın önünde eylem yapmaya başladılar. Aralık 1977’de 2 Fransız rahibe, Plaza de Mayo Annelerinin bazı kurucularının kaybolduğunu uluslararası ortamda medyada haber olmasını sağladı. 1977 yılının sonlarına doğru Buenos Aires’in güney sahillerine vuran cesetler birçok konuyu açıklığa kavuşturuyordu. Cesetler “Ölüm Uçuşları” kurbanlarıydı. Ölüm uçuşları ilk kez Fransızlar tarafından Cezayir’de özgürlükçü milislere karşı uygulanmıştı. Uçağa alınan kişi kıyıdan açığa kadar uçurulup daha sonra denize bırakılarak öldürülüyordu.

1983 yılında Arjantin’de yeniden oluşturulabilen demokrasiden sonra kurulan hükümet Ernesto Sabato başkanlığında kurduğu komisyonla gizli hapishaneleri, ölüm mangalarını ve rejim kurbanlarını yaşadıkları sıkıntıları ortaya çıkardı. Başkan Videla ile beraber birçok subay tutuklanarak müebbet hapisle cezalandırıldılar. Ancak ordudan gelen baskılar sonucunda Raul Alfonsin hükümeti 2 tane af yasası çıkartarak suçluların serbest kalmasını sağladı. Demokrasinin kurulmasından sonra Arjantin’de ABD karşıtlığı had safhalara vararak ABD vatandaşlarına saldırılar düzenlenmesi artmıştı. Bu yüzden ABD, Arjantin ordusuna silah yardımı yapmayı durdurdu. 1990 yılında CIA’in gizlice silah yardımı yaptığı ortaya çıkınca Bill Clinton hükümeti ABD’nin “Kirli Savaş” (Arjantin’de cuntaya karşı verilen mücadele) ve “Condor Planı” konularında Arjantin ile ortaklaşa davrandığını ve suç ortaklığı yaptığını gösterir belgelerin gizliliğini kaldırarak her şeyin ortaya çıkmasını sağladı.

İtalyan Gladio elemanı Chiaie Aralık 1995’de Roma’da yargılandığı mahkemede karıştığı suikastleri itiraf etti. 27 Mayıs 2016’da 15 eski askeri subay yargılandığı mahkeme tarafından suçlu bulundu. Diğer 16 subayın 14’ü 8-20 arası hapis cezasına çarptırıldı, 2 kişi beraat etti.

Paraguay

General Alfredo Stroessner 1954 yılında ABD’nin desteğiyle askeri diktatör olarak Paraguay’da yönetime el koydu. ABD ordusu subayları diğer ülkelere göre Paraguay’da daha serbest hareket edebiliyorlardı. Yarbay Robert Thierry Condor Planı kapsamınca inşa edilen “La Technica” binasının yapımının koordine edilmesini sağlamıştı. La Technica aslında bir sorgulama merkezi olarak planlanmıştı fakat uygulamada işkence merkezi olarak faaliyet gösteriyordu. Gizli Polis müdürü Pasto Colonel yönetiminde bu merkezde kurbanlar kusmuk ve insan dışkısı dolu havuzlara sokuluyor, makattan elektrik verilerek şoka sokulması sağlanıyordu. Komünist Parti sekreteri Miguel Angel’in uzuvları elektrikli testere ile kesilirken, başkan General Stroessner telefondan çığlıklarını dinliyordu. Ayrıca kurbanların işkence sırasında sesleri kaydedilerek daha sonra ailelerine dinletiliyordu.

Harry Shlaudeman’ın Kissenger’a verdiği raporda Paraguay askeri cuntasını karikatürlerden çıkmış 19. Yüzyıl askeri rejimlerine benzetmişti. Raporda Paraguay'un siyasi kültürünün demokrasiden uzak olduğu da belirtiliyordu.

ABD, burnunun dibindeki Küba’yı Sovyetler Birliğine kaptırınca diğer Latin Amerika devletleri üzerindeki kontrollerini artırma gereği hissettiler. Ülkeler birer birer askeri ihtilallerle yönetim değiştirirken CIA yardımlarını esirgemedi. Bir süre sonra askeri yönetime geçen ülkeler yurt dışına kaçmak zorunda kalan muhalifleri gittikleri yerde suikastlerle öldürmeyi planlamışlardı. Bu amaçla 1970 yılında gizli istihbarat merkezleri toplandığında ABD de CIA ile aralarına katılarak Condor Planı adıyla bir operasyonu uygulamaya koydular. Bu toplantıdan sonra Arjantin, Şili, Peru, Paraguay, Uruguay, Bolivya hatta Brezilya da dahi ölümler, kaçırılmalar, suikastler sıradan olaylar haline gelmişti. Zamanla ülkelerin aşırıya kaçmaları sonucu ABD’nin desteğini çekmesi (CIA’in destek vermeye devam ediyordu)sonucunda ülkeler demokratik rejimlere kavuştular. CIA’in gizlice destek vermesi ortaya çıkınca Bill Clinton Condor Planı konusundaki belgelerin gizliliğini kaldırdı. Böylece Latin Amerika ülkelerinde yapılan tüm kanun dışı olaylar açığa çıktı. 1975-1995 yılları arasında Türkiye’de meydana gelen suikastlere benzer olayların yaşandığı Latin Amerika ülkelerinden Şili’de bunlar yaşanmıştı;

ŞİLİ

1998 yılında Augusto Pinochet Londra’da tutuklandığında Condor Planı ile ilgili yeni bilgiler çıkmıştı. Şili’de tutuklu bulunan İspanyol hâkim Baltasar Garzon’un iadesini isteyen avukatlardan biri, başarılı ya da başarısız birçok suikast girişimini ortaya çıkardı. Şilili hâkim Juan Guzman “Kalıcı kaçırma” suçu ile ilgili verdiği kararda kaçırılıp öldürüldüğü düşünülen kişilerin cesedi bulunmadıkça zaman aşımına uğrayamayacağını açıkladı. Böylece hiç kimse aftan yararlanamadı. Kasım 2015’te Şili hükümeti Pablo Neruda’nın Pinochet rejimi üyeleri tarafından öldürülmüş olabileceğini kabul etti.

General Carlos Prats: Prats ve eşi Sofia 30 Eylül 1974’te sürgündeyken Buenos Aires’te araçlarına yerleştirilen bombanın patlamasıyla öldürülmesi hakkında Şili istihbarat örgütü DINA sorunlu tutuldu. Bu konuda Pinochet’in yargılanması istenirken hâkim Solis, dokunulmazlığını kaldırmayınca onun yargılanması yapılamadı. Ancak DINA liderlerinden eski ve yeni şef ile bazı DINA görevlisi Generaller yargılandı. Ajan Enrique Clavel cinayetten suçlu bulundu.

Bernardo Leighton: Bernardo ve eşi sürgünde bulundukları İtalya’da 6 Ekim 1975’te uğradıkları suikast girişiminde yaralı kurtuldular. Bernardo ağır yaralandı, eşi ise sakat kaldı. ABD’de gizliliği kaldırılmış Ulusal Güvenlik Arşivindeki belgelerden edinilen bilgilere göre ABD’li Michael Townley ile 2 Şilili DINA ajanı Madrid’te, Franco ve İspanyol gizli polisin desteği ile buluşup Bernardo Leighton suikastini planlamışlardı.

Orlando Letelier: 21 Eylül 1976’da eski Şili büyükelçisi ve Pinochet’ye muhalefet liderlerinden Orlando Letelier arabasına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu Washington’da öldürüldü. O sırada ön koltukta oturan Roni Moffit de öldü. Arka koltukta oturan Moffit’in eşi sağ kurtuldu. Orlando Letelier’in oğlu Francisco Letelier Aralık 2004’te Los Angeles Times gazetesine verdiği demeçte babasının suikastinin Condor Planının bir parçası olduğunu açıklamıştı. ABD’li Michael Townley Letelier’in ölümünden Pinochet’yi suçlarken arabasına patlayıcı düzeneği kuran 5 Castro muhalifi Kübalı sığınmacıları kendisinin tuttuğunu itiraf etti.

Los Quemados (Yananlar): Temmuz 1986’da fotoğrafçı Rodrigo ve Carmen Pinochet’ye karşı düzenlenmiş bir sokak protestosunda canlı canlı yandılar. Rodrigo’nun öldüğü, Carmen’in bazı ciddi yanıklarla kurtulduğu olayı Pinochet onların terörist olduklarını ve ellerindeki Molotof kokteylden dolayı yandıklarını açıkladı. Olay ABD’de çok ses getirmişti. Bu olay sonrasında Reagan Pinochet’ye olan desteğini çekti.

Operacion Silencio (Sessizlik Operasyonu): Pinochet ve rejimi Şili’de meydana gelen olaylardaki suçluların ve tanıkların Şili dışına çıkartılarak hakimlerin soruşturmalarını engellenmesini sağlayan bir düzenlemeydi. Bu operasyona Paraguay’da bulunan “Terör Arşivleri”nin getirdiği etkiden bir yıl sonra başlandı. Ülke dışına kaçırılan bazı tanıkların daha sonra cesetleri bulundu. Bazıları tanınamayacak kadar bozulmuştu.

Colonia Dignidad (Haysiyet Kolonisi): Diğer adı “Villa Bavyera” idi. Şili’nin Parral kenti sınırları içinde ama kentin 35 km dışındaki kırsal alanda ırmak kenarında tamamen izole edilmiş şekilde kurulmuş bir merkezdi. 1950 yılında Almanya’dan kaçan Nazi subayı Paul Schaefer merkezin kurucusu ve kutsal lideriydi. Bu merkezin bir benzeri Salvador Allende yönetimini devirerek iktidarı ele geçiren Augusto Pinochet tarafından Santiago’nun 500 km güneyinde 13 hektarlık bir alanda kurulup başına Paul Schaefer getirildi. Paul Schaefer’in liderliğini ve yöneticiliğini yaptığı merkezde kendine bir cemaat kurmuştu. Kolonide yaşayan çocukların birçoğu küçük yaşlarda zorla alıkoyuluyordu. Daha çocukken cinsel istismara uğrayan çocuklar yetişkinliklerinde dahi koloni dışına çıkmalarına izin verilmiyordu. Pinochet yönetimi tarafından türlü nedenlerle kaçırılanlar bu koloniye getirilip işkence altında sorgulanıyorlardı. Kaçırılıp buraya getirilenlerin çoğundan haber alınamadı. Yer altındaki gizli tünellerde yapılan işkencelerden sonra birçok kurban da akıl sağlıklarını kaybetti. Merkez aynı zamanda Şili Gizli İstihbarat Servisi DINA’nın kimyasal silah geliştirme merkezi olarak kullanılmaktaydı. Kimyasal silahlarla ilgili olarak Almanya’dan kaçan eski Nazi yetkilileri çalışıyorlardı. Ölüm Meleği olarak tanınan Nazi araştırma doktoru Josef Mengele’nin birçok deneyi burada yaptığı biliniyordu. Pinochet’nin devrilmesinden sonra Paul Schaefer 1997’de ülkeden kaçmasına rağmen 2005’te yakalandı ve hakkında açılan davalardan 33 yıl hapse mahkûm olduğu hapishanede 2010 yılında ölü olarak bulundu. Aynı yılın başında ABD’de tanık koruma programında olan Michael Townley Colonia Dignidad ile ilgili ciddi açıklamalar yapmıştı. Townley bu merkezde kimyasal suikastçı Eugenio Berrios ile beraber çalışmıştı. Colonia Dignidad daha sonra üniversiteye hazırlık için öğrencilerin kalacağı konaklama merkezi haline getirildi.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-12

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-12
ABD OPERASYONLARI “ORTADOĞU-İSRAİL”

MS 100’lerde Roma İmparatorluğunun Yahudileri yaşadıkları topraklardan atması ile İsrailoğulları tüm dünyada kabul edildikleri yerlerde diasporada yaşamak zorunda kaldılar. Gittikleri ülkelerin halkları Yahudilere toprak vermedikleri için üretimde bulunma şansları olmadı. Zorunlu olarak serbest ticaretle uğraşmak zorunda kaldılar. Bu zorunluluk onlara gelecekte para ve finansman konularında dünyanın önde gelen tüccarları yapacaktı.

1800’lü yıllarda sanayi devrimi ile beraber üretimde en önemli faktör olan enerji kaynaklarından petrolün keşfi, Orta Doğu’yu sanayide gelişmiş Emperyalist devletlerin gözünde en değerli coğrafya yapmıştı. Orta Doğu’da söz sahibi olan Osmanlı İmparatorluğu, adı geçen dönemde ekonomik açıdan zayıflamış, askerî açıdan bitkin durumdaydı. Dönemin en güçlü devleti olan Emperyalist Britanya Krallığı bu topraklara göz dikmişti. Britanya Krallığı amacına ulaşmak için Yahudilerin Siyonist lideri Theodor Herzl ile iş birliği yaptı. Plana göre Osmanlı İmparatorluğundan satın alınacak Kudüs topraklarına Yahudilerin yerleştirilmesi sağlanacaktı. 1870’li yıllarda Rusya’da tarımla uğraşan Yahudilere yapılan baskılardan sonra bir kısım Yahudi ABD’ye göç etti. Bir kısmı da Theodor Herzl’in önerisi ile Kudüs’e, vaat edilmiş topraklara yerleşerek tarım çiftlikleri kurmayı başardılar. Bu göç 1896 yılına kadar devam etti. 1896 yılında Theodor Herzl, II. Abdülhamit ile görüşüp Yahudiler için arazı satın alınması teklifini sundu. II. Abdülhamit’in cevabında 3 şartı vardı. Toprak vermeyi seve seve kabul edecekti ancak;

1. Yaklaşık 20 milyon sterlin tutan dış borçlarının tamamı Yahudiler tarafından ödenecekti.

2. Yahudilere yerleşmeleri için Kudüs’te değil Suriye’de toprak verilecekti.

3. Verilen topraklarda Yahudiler devlet kuramayacaklar, Osmanlı tebaasında yaşayacaklardı.

Theodor Herzl ihtiyaç olan parayı 5 yıl içinde toplayamadı. Osmanlı’nın borcu da 5 yıl sonra eskisi kadar kalmadığı ve taraflar verilen sözleri yerine getirmemiş olduğu için 1901 yılında II. Abdülhamit aralarındaki anlaşmayı iptal etti.

Alman İmparatorluğunun büyük bir gelişme gösterdiği 1910’lu yıllarda iki güçlü devlet Alman ve Britanya İmparatorlukları 1. Dünya savaşının çıkmasını organize ettiler. Her ikisinin de amacı Orta Doğu’yu ele geçirmekti. Osmanlı İmparatorluğu öncelik olarak İtilaf devletleri ile ortak olmak istemesine rağmen İngiltere ve ortakları Fransa ile Rusya, Osmanlı’yı aralarına kabul etmedi. Biraz zorunluktan biraz da Enver Paşa’nın yönlendirmesi ile Osmanlı devleti, Almanya saflarında İttifak kuvvetlerine katıldı. Savaşın kilitlendiği bir sırada ABD’nin İngiltere ve Fransa’ya destek vermesi ile İtilaf Kuvvetleri galip çıktıkları savaştan sonra Orta Doğu’yu aralarında paylaştılar. Büyük payı ele geçiren Britanya Krallığı Orta Doğu’da kendi hakimiyetini sürdürebileceği yeni devletlerin başına yeni krallar oturttu. Britanya Krallığı, mandası altındaki orta doğu topraklarında Irak, Suriye, Ürdün gibi coğrafyalarda kralları seçerek devletlerin kuruluşunu tamamladı. Fakat Filistin için henüz devlet kurma söz konusu değildi çünkü Yahudilerin bölgeye yerleşimleri sürmekteydi. Yahudilerin bölgedeki varlığı Britanya Krallığı için çok önemliydi çünkü Müslüman Araplara güven zorluğu yaşıyorlardı.

1917 yılında Britanya Krallığı Dış İşleri Bakanı Arthur Balfour tarafından hazırlanan Balfour Deklarasyonu ile Britanya Krallığı kontrolünde Filistin ve Yahudiler, BM’de temsil edilmeye başlandı. II. Dünya savaşı süresince Nazi Almanya’sının Yahudilere soykırım uygulaması ile Filistin’e büyük miktarlara varan Yahudi göçü oldu. Başlangıçta İngiltere’nin de desteklemesine rağmen Araplardan gelen itirazlardan sonra Yahudi göçleri durduruldu.

1946 yılından itibaren ABD’den Filistin topraklarına milis kuvvetlerinde görev almaları için Yahudi gençlerinin göç dalgası başladı. Aynı yıl kurulan Yahudi milis kuvvetleri İngiltere’yi protesto etmek için King David Oteline bombalı saldırı düzenledi. Bu terör olayı gibi başka olaylarda da birçok sivil Arap öldü.

ABD artık devreye girmeye başlamıştı. II. Dünya savaşından bitik ve iflas etmiş olarak çıkan bir İngiltere, eskisi gibi Orta Doğu’da gücünü gösteremiyordu. ABD, Filistin’e gönderdiği Yahudi milislerin ve silahların dışında Birleşmiş Milletlerde de Yahudiler için faaliyetlerde bulunuyordu. Aslında yaptığı her şey kendi geleceği ve Emperyalist çıkarları içindi.

1947 yılının Kasım ayında BM’de alınan bir kararla Filistin’de toprakların %7’sine sahip olan Yahudilere %56 oranında toprak verdiler. Bu karar onaylanırsa 400 bin Filistinli İsrail topraklarında kalacaktı. Araplar karara itiraz edince İsrail ile aralarında savaş başladı. 14 Mayıs 1948 tarihinde ABD’nin önerisini destekleyen diğer milletler sayesinde Birleşmiş Milletler Arapların itirazını göz ardı ederek kararı onayladı. Aynı tarihte David Ben-Gurion İsrail Devletinin kuruluşunu ilan etti. Ertesi gün Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrail topraklarına girdi. 1949 yılının başlarında ABD Irak’ın dışında kalan Araplarla İsrail arasında arabuluculuk yaparak antlaşmalarını sağladı. Celile ve Necef İsrail’e, Yehuda ve Samiriye Ürdün’e, Gazze Mısır’a, Kudüs’ün doğu kısmı Ürdün’e batısı İsrail’e bırakıldı. Bu süreçte ABD tarafından desteklenen İsrail’in birkaç tane olan Siyonist Milis birlikleri 700 binden fazla Filistinliyi topraklarından kovdu. Deir Yasin köyünde yapılan katliamda 107’den fazla Filistinlinin öldürülmesi ve 600 kadar Filistin köyünün yakılıp yıkılmasıyla bölgede yaşayan Filistinliler de kaçtılar. Geride kalanlar ise İbrani isimleri kullanmak zorunda bırakılarak asimile edildiler.

İngiltere ile başlayan Yahudi göçleri ABD’nin devreye girmesinden itibaren bir devlet yapılanmasına dönüşmüştü. O günden sonra BM’i kullanan ABD, sanki hukuki bir düzenleme yapılıyormuşçasına küçük bir toprak parçasında kurulan İsrail devletini dönem dönem yapılan savaşlarda destekleyerek bugünkü sınırına getirdi. Daha önce paylaşmak zorunda kaldığı Kudüs’ün tamamını ele geçirerek devletin başkentini yine Birleşmiş Milletlerin kararı ile gerçekleştirdi. Ortadoğu’nun neredeyse tamamına hâkim olan ABD, bölgedeki tüm Arap devletlerinin İsrail ile barış içinde yaşamasını sağlarken Filistin ya da Filistinli diye tanımlanan ne toprak ne da halkın yaşamasına izin verdi.

İsrail en başından beri ABD için son derece önemli konumdaydı. O kadar önemliydi ki İsrail’in olduğu bölgede ondan daha güçlü başka bir devletin olmamasını garanti altına alması zorunluydu. Bu yüzden Türkiye üzerinde oyunlar oynayarak, sürekli ihtilaller yaptırarak, toplumda huzursuzluk yaratarak, ekonomiyi alt-üst ederek, dini ayrışımlar sağlayarak, terör örgütleri yaratıp destekleyerek ve TC Silahlı Kuvvetlerinin gizli bilgilerini (Kozmik Oda) ele geçirerek İsrail’in güçlü kalmasını sağladı.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-11

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-11
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “GÜLEN’in SİYASİ FAALİYETLERİ”

Fethullah Gülen’in liderliğini üstlendiği örgüt birkaç isimle adlandırılmaktaydı. Örgütün amacına göre verilen isimlerin radikal İslam ve irtica faaliyetlerini yürütürken “Gülen Cemaati” deniyordu. Örgüt siyasal olarak partileri, orduyu ve devletin kurumlarını ele geçirme çalışmalarında adı “Gülen Hareketi” idi. Amacına ulaşmaya yaklaştığı sırada iktidar partisini destekleyerek devletin organlarını ele geçirme aşamasında ise “Paralel Yapılanma” adı ile ifade edildi.

Başlangıçta ABD’nin seçip görev verdiği Fethullah Gülen Cemaat yapılanmasını sağlamaya çalışıyordu. CIA tarafından seçilmiş olan Gülen, çocukluğundan itibaren Saidi Nursi öğretileri ile donanmış radikal İslamcı ve irticai faaliyetlerle uğraşan biriydi. Amacı Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuksal yapısını ortadan kaldırıp şeriat hükümlerine göre yaşanılan bir sistemin yerleşmesini planlıyordu. Amacına ulaşmak için camilerde mesleği olan vaizliği yaparak hedefindeki kitleyi etkilemeye çalışıyordu. Etkisi altına aldığı insanları gelecek bir zaman içinde ihtiyacı olduğunda kullanmak üzere kendine mürit yapıyordu. Çevresine kendisini İslam’da dünyayı kurtarmaya gelmesi beklenen “Mehdi” ilan ediyordu.

Hedef kitlesi önce gençlere sonra çocuklara doğru bir değişim gösterdi. İlk kez İzmir’de uygulamaya koyduğu gençlik kamplarını daha sonra orta dereceli okullar açarak genişletti. Okul faaliyetleri bir süre sonra ilkokul seviyesine kadar indi. Amacı, hedefine aldığı geleceğin örgüt elemanlarının daha çocukken yetiştirilmesiydi. Toplam sayısı 1000’i geçen eğitim kurumlarında, kadrolarını hazırladı. Bunun dışında üniversiteye hazırlık amacıyla kurslar ve yurtlar oluşturarak düşük gelirli halkın çocuklarını kolayca ağına düşürdü.

Fethullah Gülen irticai faaliyetlerine ABD güdümündeki 60 ihtilali ile başladı. O günlerde anti komünist hareketin bir parçası olarak dahil olduğu CIA organizasyonunda din faktörü ile sahneye çıkmıştı. 1980 yılına geldiğimizde yine bir ABD destekli ihtilalin yaşandığı çalkantılı dönemde yine irticai ancak bu kez bir eğitim organizatörü olarak ortaya çıktı. 2000’li yıllara doğru gelirken Gülen Hareketi devletin değişik katmanlarında yapılanma yolunda ilerledi. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetler kendi istihbaratı sonucu edindiği verilere göre Fethullah Gülen’e engel olmaya çalışsa da dönemin ABD güdümündeki siyasi hükümetleri, aldıkları talimatlar doğrultusunda Gülen konusunda çekimser kalıyorlardı.

Fethullah Gülen siyasi anlamda ilk yakınlaşmasını 1970 yılından itibaren Erbakan ile sağladı. 1973 seçimlerinde Gülen cemaatinin, Erbakan’ın Milli Selamet Partisini desteklemesi ve partinin ses getirecek oy alması Erbakan ile Gülen’i birbirine yakınlaştırdı. Gülen’in MSP’yi desteklemesi, MSP’nin de Gülen’i desteklemesi anlamına geliyordu. Gülen tam da bu tarihlerde İzmir’de Kestanepazarı semtindeki camilerde yaptığı showlarla zengin iş adamlarını kendine bağlayarak bağışlar topladı. Bağış yapmak için yarışan insanlardan toplanan paralarla önce dershaneler açıldı ve ardı ardına çoğalan “Işık Evleri” kurulmaya başlandı. Sonra meşhur Ağlayan Çocuk resminin de kullanıldığı “Sızıntı” dergisi yayınlanmaya başlandı. Dergi uzaktan bakıldığında Tübitak benzeri bilimsel bir dergi gibi durmasına rağmen içeriği tamamen İslami tarzdaydı. Fizik, kimya, astronomi gibi bilim dallarına ilişkin yabancı dergilerden alınmış resimlerin ve yazıların arasında Saidi Nursi veya Fethullah Gülen’e ait sözler ve yazılar bulunuyordu.

Gülen’in MSP ile olan ilişkisi bir süre sonra bozuldu. Gülen’in ön plana çıkmaya çalışması, Erbakan’ın hoşuna gitmedi ve yolları ayrıldı. Gülen ise buna çare olarak tek bir parti yerine tüm partiler ile iyi geçinme yolunu seçti. Her yerde başbakan, cumhurbaşkanı ve parti liderleriyle boy boy fotoğraf çektirmesi bu döneme rastlar. Bu çalışmalarına rağmen TSK sayesinde Gülen Hareket istediği güce erişemiyordu. CIA ve Gülen 1980 sonrası Turgut Özal ve daha sonra kurulan sağ eğilimli hükümetlerde biraz daha başarı sağlayarak istedikleri bazı kadrolara adamlarını yerleştirdiler. Ancak yine de hedefe ulaşamamışlardı.

Gülen hedefine ulaşmak amacıyla bu kez DSP’yi kendine hedef aldı. DSP deneyimli siyasetçilerin bulunduğu SODEP karşısında yeterince güçlü olamamıştı. 87 seçimlerinde baraj altında kalarak meclise giremedi. 1991 senesinde bir tanıdık tarafından önerilen fakat gerçekte Gülen’in ajanı olan Hüsamettin Özkan DSP’ye girdi ve ilk seçimde seçilen 7 milletvekilinden biri oldu. CIA ve Gülen DSP’ye büyük yatırım yapmaktaydılar. Gülen, Afrika’daki okullardan gelen öğrencileri ile yaptığı “Türkçe Olimpiyatı” sayesinde seven sevmeyen herkesin gönlünü çalmıştı. Ecevit bu dönemlerde Gülen’e karşı tutuk davranıyordu. Ordunun verdiği raporlara rağmen Gülen’i (Hüsamettin Özkan’ın ısrarları ile) savunmakta ısrar ediyordu.

1999 yılında DSP’ye Fethullah Gülen’in diğer ajanı Tayyibe Gülek de (Kasım Gülek’in kızı) katıldı. Gelişmeler Gülen için güzel gittiğine dair bir görünüm sağlasa da askeri istihbarat sonucu Ankara DGM Başsavcılığı, Fethullah Gülen hakkında, anayasal düzeni değiştirmeye çalıştığı gerekçesiyle 19 Mart 1999 tarihinde soruşturma açtı. 1 ay sonra yapılan seçimlerde DSP en yüksek oyu aldı ve Bülent Ecevit uzun süreden sonra Başbakan oldu. Aynı yıl Apo Kenya’da yakalanıp (CIA yardımıyla) Türkiye’ye getirildi. Ancak buna rağmen yine de devletin içindeki organize yapı sayesinde ve kurumların birbiri ile ilişkisi nedeniyle Gülen Hareketi amacına ulaşamıyordu. 3 Ağustos 2000’de Savcı Nuh Mete Yüksel, Ankara 1 No’lu DGM’ye başvurarak Gülen’in tutuklanmasını istedi. Mahkeme talebi kabul etti ve 11 Ağustos 2000 günü Gülen için yakalama kararı verdi. Fethullah Gülen yakalanamadan sağlık bahanesiyle (İshak Alaton, Gülen için “Türkiye’de tedavi edilemez” raporu almıştı) CIA tarafından ABD’ye kaçırıldı. Bu gelişmeler CIA’in yeni bir planlama yapmasını gerektirdi. 2002 yılında suni geliştirilen bazı olaylar sonucu ülkede ekonomik bir deprem yaşanması sağlandı. Bunun sonucu olarak Bülent Ecevit ve hükümeti düşürülerek yeni bir seçim ve yeni bir hükümetin iktidarı alması sağlandı.

Gülen hareketi yeni dönemine geçtiğinde artık Gülen Yapılanması şeklini alacaktı. Yeni kurulan hükümet içinde gizli ortak olan Gülen, daha kolay ve rahat davranarak istediği yapılanması sağlayabiliyordu. Bu şekilde Adalet Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, İç İşleri Bakanlığı başta olmak üzere diğer bazı önemli bakanlıkları ele geçirerek istediği yapılanmayı sağladı. Bu dönemde ordu tamamen kontrolden çıkartıldı. Ordunun en gizli yerlerine (Kozmik Oda) kadar girilerek çok gizli ve değerli bilgiler ele geçirildi. Fakat Gülen’in aşırıya kaçan faaliyetlerine dur demek gerektiğini düşünen iktidarın lideri önce Gülen’in yapılandığı bakanlıklardan atılmasını sağladı. 15 Temmuz olayı Gülen’in Türkiye’deki sonu oldu.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-10

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-10
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “GÜLEN HAREKETİ’nin EĞİTİM FAALİYETLERİ”

1971 yılında tutuklanan Fethullah Gülen gizli eller sayesinde önce tutuksuz yargılandı daha sonra da 1974 yılındaki genel af sayesinde özgür kaldı. Fethullah Gülen 1974 yılından 1980 yılına kadar yurt içinde ve dışında, (Almanya) değişik yerlerde vaazlarına ve eylemlerine devam etti. Fethullah Gülen’e bu serbestliği ve rahatlığını, ne zaman tanıştığını bilmediğimiz Kasım Gülek sağlamıştı. Kasım Gülek 1980 yılında Güney Koreli Rahip Sung Myung Moon’un tarikatı olan Moon Tarikatı’na bağlı "Professors World Peace Academy"(PWPA)'nın Türkiye sorumlusu olarak görev alıyordu. Gençlerin, gelecekte devletin yapısında görev alacakların eğitilmesi ve yetiştirilmesi CIA’in en çok ilgi duyduğu konulardan biriydi. Kasım Gülek bu konuda daha sonra Fethullah Gülen’in organize olmasına yardım edecekti.

1980 yılının Haziran ayında gelecekten haber veren bir bilge gibi İzmir’de bir camide verdiği vaazda, Orduyu darbe yapmaya çağırıyordu. Dört göze beklediği askeri darbe, 12 Eylül’de gerçekleşti. Fethullah Gülen CIA’in askeri darbeyi yaptıracağını biliyordu ama askeri darbeyi yapanlar, Fethullah Gülen ile CIA arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. İhtilalden sonra Gülen, başına gelecekleri biliyormuşçasına 45 günlük rapor alıp ortadan kayboldu. Bu arada sürekli bir yerlere ataması yapılan Gülen, hastalığını bahane ederek vaizlik görevinden istifa etti. Gülen askeri yönetime itaat beyanına rağmen yine de hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. 6 yıl boyunca Anadolu’nun dört bir yanını dolaşan Gülen nedense hiçbir yerde yakalanamamıştı. Bir gün Burdur-Isparta arasında 3 araba ile seyahat ederken yanındaki 13 kişi ile beraber yakalanıp tutuklandı. Fakat dönemin Başbakanı, ABD’den Prens olarak gelip Türkiye’de padişah olan Nakşibendi Turgut Özal, irade sahiplerinin emri ile Fethullah Gülen’in serbest bırakılmasını sağladı.

Fethullah Gülen, ciddi anlamda okul yapılanmasını ilk kez proje alanı seçilmiş olan İzmir’de gerçekleştirdi. Okulun müdürlüğünü, Rize Pazar doğumlu, öğretmen ve il eğitim müdürlüğü yapmış olan Sami Yıldırım (Sezen Aksu’nun babası) yapıyordu. Okul 15 Kasım 1982 yılında Bozyaka’da kurulan Yamanlar Kolejiydi. İlk kayıtlarda okula 28 adet öğrenci kaydolmuş ancak sezon sonunda ayrılanlardan sonra 12 öğrenci mezun olmuştu. Okulu Sami Hoca yönetiyordu ama Fethullah Gülen haftada birkaç gün okula misafir gibi gelip vaaz vermeyi sürdürüyordu.

Fethullah Gülen CIA’den aldığı destekle diğer dinsel yapılanmalar (Moon, Opus Dei, Vatikan) gibi oluşmaya ve gelişmeye başlamıştı. Bir yandan türlü türlü dergiler ve gazeteleri dağıtarak tanıtım yaparken diğer yandan iş dünyası içinde görünmez bir ağ ile ticari ilişkilerden gelir sağlamaktaydı. Müridi olan büyük patronların şirketlerine pazar sağlayarak, ticaretlerini geliştirip yüksek kazançlar sağlıyordu. Bu kazançlardan yaptığı kesintilerden dev bir yapılanma ortaya çıkıyordu. Fethullah Gülen eğitim sektöründe Yamanlar Koleji gibi başka okulları da uygulamaya sokmuştu. Farklı isimlerle tüm Türkiye’de 985 adet okulu vardı. Yurt dışındakileri de ilave edersek sayısı 1000’den fazlaydı. Okulların yanında kız ve erkek yurtları ile üniversiteye hazırlık kursları bulunuyordu. Ülkenin dört bir yanında şirket ortaklıkları her hafta Cuma günleri kahvaltı toplantısı yaparak birlik içindeki ticari haberleşmeyi sağlıyorlardı. İstanbul’da bulunanların son durağı her zaman Eyüp Sultan oluyordu. Birlik içindeki politikaları Moon ve Opus Dei tarikatlarında olduğu gibi kendilerini belli etmeme, açığa çıkmama üzerine kuruluydu. Basit bir örnek vermek gerekirse aşırı dini kurallara bağlı olan müritler, badem bıyıklı olsa bile kravatlı takım elbise giyiyorlardı. Zorunlu durumlarda şarap da dahil her türlü alkollü içki içerler hatta “Deccal” adını taktıkları Atatürk’e methiyeler bile düzerlerdi. Bu davranışlar onların çok iyi gizlenmelerini sağlıyordu.

CIA, Fethullah Gülen’i Türkiye yanında Türki cumhuriyetlerde de kullandı. Dağılmış Sovyetler Birliğinden kopan Türki cumhuriyetler ABD’ye yaranmak için önce Fethullah Gülen’i bağırlarına bastılar ancak Viladimir Putin’in Rusya’nın başına geçmesi ve KGB’nin aktif görevine başlaması Fethullah Gülen’e Türki cumhuriyetlerin kapısını kapatmaya yetti. Sonraki yıllarda ABD doğrudan giremediği Afrika ülkelerine Fethullah Gülen’in okulları aracılığı ile girmeyi sürdürdü.

Fethullah Gülen’in tüm okullarında sistem 2 şekilde uygulanıyordu. Türkiye’deki okullarda özellikle seçilen dar gelirli ailelerin inançlı çocukları üzerine yoğun çalışma yapılarak önce nefer sonra mürit yapılıyordu. Öğrencilere Saidi Nursi’nin öğretileri yüklenerek kadroya dahil ediliyorlardı. Seçilmiş öğrenciler yeteneklerine bakılmaksızın ABD’ye gönderilip eğitimini orada sürdürüyordu.

Gülen yapılanması hücre evlerden oluşup sonra belli rütbelerle daha yükseklere doğru ilerliyordu. Rütbeleri yükselen seçilmiş yöneticiler CIA’in kurduğu öyle bir sistemin içinde hareket ediyorlardı ki hiç kimse bir diğerini gerçek isimle bilmez tanımazdı. Yalnızca takma ve kod isimler kullanılan organizasyonda kendilerine özel şifreli haberleşmeleri vardı.

Yurt dışı okullarda sistem biraz daha farklıydı. Önce bir grup Müslüman Misyoner seçilen ülkeye giderdi. Başkent ya da en büyük kentin uygun bir yerinde okul yapılması şartı ile yerel yönetimden arazi istenir ve iyi ilişkilerin ilk kurulumu sağlanırdı. Doğal olarak yerel yöneticinin çocukları okulda %100 burslu yani bedava okutulurdu. Okuldaki eğitim yerel dilde, Türkçe ve İngilizce (Amerikan İngilizcesi) yapılırdı. Yerel dil, bulunan ülkeye saygıdan ve hukuki şartlardan dolayıydı. Türkçe, daha sonra Fethullah Gülen’in Türkiye’de reklamını yapmaları içindi. Türkiye’de Türkçe Olimpiyatına katılan ve Türkçe konuşup şarkı, türkü söyleyen yabancı öğrencileri görenlerin dili tutuluyordu. İngilizce ise seçilen öğrencilerin ABD’ye giderek beyinlerinin yıkanabilmesi içindi. Okulda öğrencinin gerçekten çok başarılı olması gerekmiyordu. İletişimde sorunu olmasın yeter gözü ile bakıyorlardı. Seçilen üst sosyeteye sahip (geleceği parlak) öğrenciler ABD’de kazanmaları garanti olan özel bir sınava alınarak okullarına yerleştirilirlerdi. En az 5-10 sene ABD’de kalan proje öğrenciler, 25-30 yaşlarına geldiklerinde tam bir Amerikalı gibi ülkelerine dönerek uygun sektörlerde, uygun makamlara yerleştirilip ülkelerine daha doğrusu ABD’ye hizmet etmeye hazır duruma getirilirlerdi. Bu proje öğrenciler, bulundukları makamlarda ABD ve onların şirketlerine ülkelerinin değerli madenlerinin (Petrol, Altın, Gümüş, Uranyum, Bor vs) işletilmesi haklarını verirlerdi. Bu arada Fethullah Gülen’e bağlı Türk şirketleri de bu ülkelere yerleşip ticaret yaparak Gülen ve örgütüne gelir sağlamasına yardımcı olurdu. Bir zamanlar Turgut Özal’ın Prenslerini hatırlayın. Hatta Prens gelip Padişah olan Turgut Özal’ı da unutmayın.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-9

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-9
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “GÜLEN HAREKETİ”

ADANA 1905; 13 Aralık günü Adana’nın zengin bir ailesi bir erkek çocuğa sahip olmuştu. Baba Mustafa Rıfat Bey Kurtuluş Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyetinin Çukurova sorumlusuydu. Anne Tayyibe Hanım ise Adana’nın ünlü ailelerinden Ramazanoğlu ailesinin kızıydı. Oğullarına Kasım adını verdiler. Küçük Kasım ilkokulu Adana Turan mektebinde okudu.

İSTANBUL 1918; Sevr antlaşmasından sonra Fransızlar Çukurova’yı işgal edince aile İstanbul’a taşındı. Küçük Kasım 13 yaşında İstanbul’da Mekteb-i Sultani’ye 17 yaşında da Robert Kolejine gitti ve 21 yaşında mezun oldu. Bu sırada aile, soyadı kanunu çıktığında yaşadıkları coğrafyadan kendilerine bir isim bulup Gülek soyadını aldılar. Baba Rıfat Gülek oğlu Kasım’ın ilk dini eğitimini yakın arkadaşı CHP’li Prof. Dr. Şemseddin Günaltay’dan almasını sağladı.

PARİS 1926; 1926 yılında 21 yaşında Robert Kolejinden birincilikle mezun olan Kasım Gülek, yüksek öğrenim için Paris Siyasal Bilgiler (Paris Ecole Des Sciences Politiques) okuluna gönderildi. 27 yaşında bu okuldan mezun oldu. Robert Kolejinde Amerikalı yetkililerin dikkatini çekmiş olan genç Kasım Gülek, Rockefeller Bursunu kazanarak Paris sonrası ABD Columbia Üniversitesine İktisat alanında doktora yapmaya gitti. Böylece ABD’nin etki alanına girmiş oldu. Amerikalıların Osmanlı tarzı “Devşirme” planları bitmemişti ki ardından yine bir Rockefeller bursu ile bu kez İngiltere Cambridge Üniversitesinde Ekonomi alanında ardından da Berlin Üniversitesinde Hukuk alanında doktorasını tamamladı.

İSTANBUL 1934; Kasım Gülek tüm eğitimlerini tamamlayarak 1934 yılında 29 yaşında Türkiye’ye döndüğünde babası tarafından Mustafa Kemal Atatürk ile tanıştırıldı. Atatürk, babası Rıfat Gülek’i çok sever ve sayardı. Özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında eczacı Rıfat Bey’in Cumhuriyet ordusuna karşılıksız yaptığı tıbbi yardımları unutmamıştı. Bu yüzden sevdiği ailenin evladı olan bu genç ve zeki gencin CHP’ye üye ve Türkiye’ye faydalı birey olmasını istedi. Kasım Gülek CHP’ye üye oldu ve yedek subay olarak askere gitti. Askerlik dönüşü Adana’da aile şirketi Gülek Ltd. Şti’nin Genel Müdürü olarak ticaret ve çiftçilikle uğraştı. 1940 yılında vefat eden CHP Bilecik Milletvekili Besim Ömer Akalın’ın yerine yapılan seçimlerde milletvekili seçildi. 1942 yılında da CHP’de Genel İdare Kurulu (GİK) üyesi seçildi.

ERZURUM 1941; 27 Nisan’da Pasinler’in Korucuk köyünde bir bebek dünyaya geldi. Köyün camisinin imamı olan babası Remzi Gülen, oğlunun adını Fethullah koydu. Küçük Fethullah, 1945’ten itibaren kuran öğrenmeye başladı. 1946 yılında İlkokula gitti. Babasının başka bir köye imam olması sebebiyle 1949 yılında İlkokulu ve eğitimini bıraktı. Tek sahibi olduğu ilkokul diplomasını daha sonra dışarıdan gireceği sınavla alacaktı.

ANKARA 1947; Milletvekilliği sırasında 1947-1948 arası Bayındırlık Bakanı, 1948-1949 arası Ulaştırma Bakanı oldu. 1949 yılında kendisine bilgi verilmeksizin Devlet Bakanı yapılmasına tepki gösterip istifa etti. Bu tarihten sonra parti içinde İnönü’ye muhalif oldu. Kasım Gülek bu yıldan itibaren dünya siyasetinde yükselişe geçti. 1949’da Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi Başkan Yardımcısı, daha sonra BM Kore Komisyonu Başkanlığına atandı. Bu görevindeki hizmetlerinden dolayı “Kore Üstün Hizmet Madalyası” almaya hak kazandı. Bu noktada kenara not etmekte fayda var; Kasım Gülek madalyayı ABD teklifiyle Amerikalıların sayesinde aldı. Bu süreçte babasının İslami dini eğitim aldırdığı Kasım Gülek, Kore’de Moon Tarikatı üyesi olmuştu.

ZONGULDAK 1948; 1945 yılında İsmet İnönü’nün Sovyetler Birliği korkusu nedeniyle ABD’ye yanaşmasıyla beraber ülkenin yönetimi konusunda tavizler vermeye başladı. Böylece ABD, Emperyalist uygulamalarını başlatabilecek uygun ortamı sağlamış oldu. ABD’nin bu dönemde Türkiye’de yıldızı parlamış, milletvekili ve gazeteciler (O dönemde basın dışında başka medya grubu yoktu) ile etkin ilişkilerini yürütmekteydi. Amerikancı ideoloji bu ilişkiler sonucunda ilk anti-komünist çalışmalarını gerçekleştirdi. Milliyetçi görüşe sahip Demokrat Parti üyesi Fethi Tevetoğlu (Tarkan’ın babasının amcası), Demokrat Parti kurucularından milliyetçi ve gazeteci İlhan Egemen Darendelioğlu, Nur Cematinin kurucu üyelerinden ve Saidi Nursi’nin avukatı Bekir Berk gibi isimler “Komünizmle Mücadele Derneğini” kurdular. Dernek ilk kuruluş başvurusunu 1948 yılında Zonguldak ilinde yaptı. Ancak faaliyete geçebilmesi için 2 sene beklemesi gerekti. Dernek 1950 yılında faaliyete başladı.

ANKARA 1950; Kasım Gülek’in yükselişi devam ediyordu. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin zaferi sırasında Kasım Gülek milletvekili seçilemedi ama başka bir el onu NATO Parlamenter Asamblesi üyeliğine seçiverdi. Aynı el ona CHP’deki statüsü için de yardımı oluyordu. İsmet İnönü’nün adayı Nihat Erim’e karşı zafer kazanarak 9 yıl boyunca CHP Genel Sekreteri oldu.

ERZURUM 1951; İlkokulu bırakmak zorunda kalan Fethullah, başka bir ilkokula devam etmek yerine babasından Arapça, Hacı Sıtkı Efendiden Kuran dersleri aldı. Daha 1951 de 10 yaşındayken hafızlığını tamamlamıştı.

ANKARA 1953; 22 Haziran’daki seçimlerde Kasım Gülek yeniden Genel Sekreter seçildi. Bu dönemde CHP’de İnönü’den sonra 2. Adam durumundaydı. Gülek bu dönemde köy köy eşek sırtında sıkça çıktığı memleket gezilerinde sürekli olarak Demokrat Partiyi eleştirdiği için kendisine yasal baskı uygulanıyordu. Her seferinde verdiği zekice cevaplarla bunları bertaraf etmesi ona seçmenlerden ve diğer milletvekillerinden sevgi ve saygı duyulmasını sağladı.

EDİRNE 1959; 1959 yılına kadar çeşitli din hocalarından ders alan Fethullah Gülen 1959 yılında Edirne’ye gitti ve Üç Şerefeli Camide 4 yıl süre ile imamlık yaptı.

ANKARA 1959; 28 Eylül günü Kasım Gülek, CHP Genel Sekreterliğinden istifa etmek zorunda kaldı. Buna sebep olan 2 olaydan birincisi Atatürk’ün altın sigara tabakasına el koymasıydı. Ama asıl konu NATO toplantısına katılmak için NATO Parlamenter Asamblesi Başkanı Albay Johannes J. Fens’e yazdığı mektuptan dolayıydı. Yazdığı mektupta davet edilen CHP’li Nüvit Yetkin’i karalayarak onun yerine kendisinin davet edilmesini istemişti.

ANKARA 1960; Demokrat Parti, ABD’den istediği maddi yadımı alamayınca yönünü Sovyetler Birliğine çevirdi. Hatta bu konuda ikili görüşmeler bile yapmıştı. ABD ise Menderes’in bu davranışını hainlik olarak değerlendirip ipini çekiverdi. 1960 yılında yapılan askeri darbe ile Demokrat Partinin miadı dolmuştu.

Edirne’de görevi biten Fethullah Gülen 10 Kasım 1961 tarihinde Ankara, Mamak’taki askeri birliğine teslim oldu. Askere 6 gün geç gitmişti. Bu 6 gün boyunca Ankara’da Salih Özcan ile görüşmekteydi. Salih Özcan, Saidi Nursi’nin bilinen 5 öğrencisinden biriydi. Görüşmeler daha sonra da devam edecekti. Gülen’in askeri birliğe teslim eden kişi Üsteğmen Mehmet Mutlu idi. Mehmet Mutlu Gülen’e hamilik yaparak birliğine teslim edip, konumunu ve önemini belirterek hem 6 günlük gecikmeden dolayı ceza almasını önledi hem de İstihbarat bölüğünde telsizci olarak görevlendirilmesini sağladı.

Fethullah Gülen bir süre sonra İskenderun’a gönderildi. Buradaki görevi sırasında sarılık olduğu gerekçesiyle 3 ay hava değişimi alıp Erzurum’a gitti. Erzurum’da bulunduğu süre içerisinde camilerde vaaz verdi. Süresi yetmeyince 1 ay daha uzattığı izin ile vaaz vermeye devam etti. Yine 7 gün gecikerek geldiği birliğinden 1963 yılında terhis olup yeniden Erzurum’a döndü.

Türkiye’de görev yapan CIA, her türlü fikir ve düşünce yapısına sahip gruplarla iş birliği içindeydi. Hatta bu amaçla yapılanmaları organize ediyordu. Bir taraftan Milliyetçi (Ülkücü) gruplarla yapılanma sağlarken diğer taraftan Radikal dinci grupları da kontrol edebiliyordu. Bunların yanında demokrat liberallerle ya da sol görüşlü demokratlarla da ilişkisini kesmiyordu. Hem de tüm bu grupları birbirine düşman yaparak amacına ulaşabiliyordu.
27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askeri darbeden sonra Komünizmle Mücadele Derneği’nin 7 şubesi kapatılmıştı. Darbeden sonra aynı dernek bu kez Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği olarak yeniden kuruldu. Derneğin yönetiminde aydın ve liberal demokratlar bulunuyordu. Ancak şubelerde radikal dincilere de görev verilmekteydi. 1963 yılına kadar faaliyete geçirilen 20’den fazla şubenin bazılarında radikal dinciler de bulunmaktaydı. Erzurum’da kurulan şubenin kurucu üyeleri arasında Fethullah Gülen, Diyarbakır şubesinin kurucu üyeleri arasında ise Recai Kutan vardı. Bu çalışmalara CIA “Yeşil Kuşak Projesi” adını vermişti.

Erzurum’da işi biten Gülen ailesinin evlendirme isteklerine karşı gelerek yeniden görev yeri Edirne’ye döndü. Bu kez 3 Şerefeli Cami yerine Dar’ül Hadis caminde kuran kursu öğretmenliği ve fahri imamlık görevine başladı. Bu arada Eski Camide konuşmalarına devam ediyordu. Bu konuşmalarından dolayı birkaç kez karakola çağrılıp ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Konuşmalarına devam edince karakoldan uyarılarak serbest bırakıldı. Hala konuşmalarına devam edince mahkemeye sevk edildi ancak ceza almadan yine serbest bırakıldı. En büyük arzusu İzmir’e gitmekti bu yüzden İzmir’e tayinini istedi ancak başaramadı. İzmir’e gidemeyince, Edirne’de de faaliyetlerini sürdüremeyeceğinden dolayı Kırklareli’ne tayinini istedi. Edirne’deki faaliyetlerini Kırklareli’nde sürdürdü. En büyük arzusu olan İzmir tayini ise Mart 1966’da gerçekleşti.

Türkiye Komünizmle Mücadele Derneğinin son dönemlerdeki fahri başkanlığını askeri darbenin lideri Cemal Gürsel yapmaktaydı. Ancak 16 Temmuz 1965 tarihinde Türkiye İşçi Partisinin düzenlediği Bursa mitinginde yapılan saldırıdan sonra başkanlıktan ayrıldı. Bu tarihten itibaren başkanlığına İhsan Egemen Darendelioğlu’nun geçmesiyle dernek faaliyetleri yaygınlaştı. Bu tarihlerde 27 olan şube sayısı kısa sürede 110’a çıktı. Derneğin bir alt grubu olarak kurulan gençlik örgütüne Milli Türk Talebe Birliği adı verilmişti. Birliğin genç ve sağcı üyeleri sahada yani sokaklarda, meydanlarda aktif görev yapmaktaydı. Görevleri karşıt fikirlere saldırmak, halkı kışkırtmak ve olay çıkartarak anarşi yaratmaktı.

Kasım Gülek 1967 yılında yapılan Genel Sekreterlik seçimlerinde rakibi olan Bülent Ecevit’e kaybedince CHP’den istifa ederek ayrıldı. Artık Kasım Gülek için yeni bir dönem başlıyordu. 1968 yılında NATO Parlamenter Asamblesi Başkanlığına seçildi. Bu görevi sırasında Vatikan’a giderek Papa 6. Paul’u ziyaret etti. Bu yöntem CIA’in yöntemiydi. Yıllar önce Opus Dei, Papa’nın rızasını almış ve onu yeryüzündeki her şeyden üstün tutmuştu. Daha sonra Moon Tarikatı lideri Sun Myung Moon da Papa’nın onayını almıştı. Şimdi sıra Kasım Gülek’teydi. Yıllar sonra da bu yola Fethullah Gülen gelecekti. Papa 6. Paul ile yaklaşık 1,5 saat görüşen Gülek, Türkiye’ye döndükten sonra Tarsus’ta (Aziz Paulus’un doğduğu kent) Saint Paul Cemiyetinin kurulmasını gerçekleştirdi. Amaç her zamanki gibi “Dinler arası Diyalog” olarak geçiyordu. Yine her zaman olduğu gibi Papa, Kasım Gülek’e diyalog çalışmasından dolayı Nişan verecekti ancak ömrü yetmeyince nişan, kızı Tayyibe Gülek’e verildi.

İzmir’in ABD ve CIA için ayrı bir önemi vardı. NATO’nun Müttefik Kara Komutanlığı İzmir Buca’daydı. O güne kadar yalnızca camilerde vaaz veren Fathullah Gülen, İzmir’de ilk kez Opus Dei’de ya da Moon tarikatında olduğu gibi gençlere yönelmişti. 1968 yılında oluşturmak istediği Gençlik Kampı için ihtiyacı olan parayı kendisine inanan müritleri tüccarlardan topladığı 3000 liralık senetlerle sağladı. Bu senetleri kırdırarak nakde çevirip ilk kampını oluşturmayı başardı. Kamplarda gençlere yaptığı öğretilerde din dersi vermiyordu. Gençleri komünizme karşı savaşacak duruma getirmeye çalışmaktaydı. Yani amacı İslam’a hizmet değil CIA’e hizmetti.
İzmir Kestanepazarı’ndaki faaliyetlerine bölgede bulunan İmam Hatip Lisesi ve Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilerini de dahil etti. Ayrıca Milli Türk Talebe Birliği ile de doğrudan ilişki kurmaktaydı. Bu süre içinde İzmir’de kendisine yakın hissettiği öğrencileri ile “Diriliş Derneği” isimli bir dernek kurup, çalışmalar yaptı. Ancak dernek çalışmaları istediği gibi ilerlemeyince İzmir’de yeni hücre evler (Buca, Bornova, Hatay semtlerinde) oluşturup buralara yoğunlaşarak faaliyetlerini hücre evlerde sürdürdü. Fethullah Gülen’in Mason Locası ile ilişkileri ilk kez 1969 yılında başladı. Bu dönemde yaptığı çalışmalar karşısında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası tarafından Taltif Madalyası ile ödüllendirildi.
2,5 senelik çalışmalarından sonra Fethullah Gülen İzmir’deki resmi memur olarak devam ettirdiği çalışmalarını bırakmıştı. Ancak CIA adına yaptığı çalışmalarına devam ediyordu. 1971 yılında gerçekleşen 12 Mart muhtırası sonrasında hakkında tutuklama kararı çıkarılan Gülen hapse atıldı.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-8

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-8
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “OPUS DEI”

ABD, Anti-komünist faaliyetlerini hemen hemen her ülkede yürürlükteydi. Ancak bazı ülkelerde bu aktivitelerini bir adım öteye götürebiliyordu. Uzak doğuda Güney Kore, Filipinler, güney Amerika’da Şili, Arjantin, doğu Akdeniz’de Türkiye, Avrupa’da İtalya ve İspanya gibi ülkeler bu tip ülkelerdendi.

“Opus Dei” (Tanrı’nın eseri), orijinal ve uzun ismiyle "Sociedad de la Santa Cruz de Opus Dei”;2 Ekim 1928 tarihinde Madrid’de sıradan bir papaz olan Jose Escriva de Balaguery Albas tarafından kurulmuştu. Henüz 26 yaşındayken; Tanrı’dan ilham aldığını söyleyerek birkaç arkadaşıyla beraber kendi cemaatini kurmuştu. Aziz olabilmek için illa din adamı olmanın zorunlu olmadığını savunuyordu. Sıradan insanlar da bu mertebeye ulaşabilirlerdi. Escriva 1972 yılında öldü. Türlü entrikalarla Papalık onu 2002 yılında Aziz ilan etti.

Hristiyanlığın Katolik mezhebine ait bir tarikat olmasına rağmen yapılanması ve dış bağlantıları ile aslında gizli bir örgüttü. II. Dünya savaşı sonuna kadar lokal bir kurum olarak faaliyetini sürdüren Opus Dei, ABD’nin dünya çapında anti-komünist harekete start vermesiyle tanınmaya başlandı. Ancak yine de gizliliğini muhafaza etmeyi başardı.

Opus Dei, 1950 öncesine kadar aşırı dinci ve aşırı milliyetçi düşünceye sahip insanların katıldığı İspanya’ya özgü bir birlikti. 1945-50 arasında ABD’nin örgüt faaliyetlerini destekleme ve kontrol etmesiyle Opus Dei yükselişe geçti. İlk kez 1950 yılında Vatikan tarafından resmen onaylandı. Sonraki gelişimi CIA tarafından organize edilmesi ve Papalığın da açık ve güçlü destek vermesiyle uluslararası statüye sahip oldu. 1982 yılında Vatikan Opus Dei liderine ve tarikat başkanlarına Piskoposluk unvanını verdi.

CIA tarafından ele alınan yapılanması ve ağ kurulumu Moon Tarikatı ve Gülen Cemaati ile birebir benzemektedir. Üye alımları üniversite öncesinde başlar. Alınan genç üyeler kendi üniversitelerinde eğitilerek beyinleri istedikleri şekilde yıkanır ve hizmete hazırlanır. Eğitimlerde kullanılan kitaplar seçilmiş özel kitaplardır. Bunların dışında birçok kitabın okunması yasaklanmıştır. Yasak kitapların en başında Protestanların okuduğu İncil ile Charles Darwin’in Evrim Teorisi gelmektedir.

Opus Dei tarikatı faaliyete geçtiği İspanya’da özellikle aşırı dinci ve milliyetçiler tarafından desteklendi. İspanya’da aşırı sağcı faşist General Francisco Franco’nun kurduğu 9. Hükümette görev yapan 19 bakanın 12’si tarikata üyeydi. CIA tarafından dünyaya pazarlanan tarikat, Latin Amerika’da ve Avrupa’nın bazı Katolik ülkelerdeki aşırı sağcı ve dinciler tarafından sahiplendi. Tarikata üyelik her ne kadar gizli olmasına rağmen bazı tanınmış kişiler üye olmalarını gizlemek yerine açıklamaktan gurur duyduklarını belirttiler. Ünlü üyelerden birkaçı; İngiltere Milli Eğitim Bakanı, Polonya hükümetinde görev yapan 3 bakan, Peru hükümetinde görev yapan 2 bakan, ABD Anayasa Mahkemesinde görevli 2 yargıç, Amerikan Kongresinde 50-60 kadar üye, FBI Başkanı Louis Freeh ve FOX Televizyonu yorumcusu Robert Novak. Hepsi Opus Dei müridi olmalarını gizlemek bir yana açıklamayı tercih ettiler.

Opus Dei’nin faaliyette bulunduğu her ülkede sorumlu olarak bir kardinal bulunmaktadır. Örgüte üye olanlar içinde bir rütbe yapısı söz konusudur.

Numerari (Tam üyeler): Katolik rahipler gibi hiç evlenmezler. Genellikle Opus Dei evlerinde hep beraber yaşarlar. Kazançlarının, gelirlerinin tamamını Opus Dei’ye bırakırlar. Kendilerine sadece ihtiyaçları için yetecek kadar para ayırırlar. Normal üniversitelerde eğitildikten sonra, doktora yapmaları şartı vardır. Bunun dışında teolojik eğitimlerini tarikata bağlı üniversitelerde gerçekleştirmek zorundadırlar.

Sopranumerari: Opus Dei’ye üye olmalarına rağmen evlenip, çocuk sahibi olabilen sıradan normal ailelerdir. Opus Dei’ye karşı tüm sorumluluklarını yerine getirmek zorundadırlar ancak kendi evleri, aileleri olduğu için örgüt evleri dışında kendi evlerinde yaşarlar. Her birinin meslekleri olup kazançlarını çalıştıkları işlerden sağlarlar. Bu üyeler çok varlıklı, maaşlı insanlar olabildiği gibi zengin patronlar ya da üst kademe yöneticileri de olabilir. Bazı durumlarda örgüt işi olmayanlara diğer üyelerin yardımı ile iş temin ederler. Örgüte düzenli olarak aidat öderler.

Aggregati: Üçüncü tip üyeler ise evlenmedikleri halde çeşitli nedenlerle Opus Dei’in evlerinde yaşayamayacak insanlara tanınan bir üyelik biçimidir.

Cooperatori: Opus Dei’in yardım ve eğitim çalışmalarına katılan gönüllüleridir.

Bunların dışında Opus De, yapılanmasının ardında Katolik tüccarların kendi aralarındaki dayanışma yatmaktadır. Bir ticaret ağı ile karşılıklı birbirlerini destekleyerek elde edilen yüksek kazançların bir kısmı Opus Dei tarikatına gelir olarak kaydedilir. Opus Dei, topladığı gelirleri kendisi ile ilgili yatırımlara harcayarak büyüyüp gelişmesini sürdürdü. Bu kazançları, propaganda yapabilmek ve üyelerinin gelişimi ve eğitilmesi yolunda harcandı. Opus Dei’nin bilinen 3 milyar dolar serveti vardır. Bunun yanında 600 medya aracı, 15 üniversitesi, 97 teknik okula sahip olduğu bilinmektedir.

Opus Dei hakkında yakın tarihte çıkan Dan Brown’ın kitabından sonra çok şey konuşulmasına rağmen yine de hiçbir şey bilinmemektedir. Örgüt çok gizliliğini oldukça iyi koruyabildiği için dışarıya bilgi sızdırılması an alt seviyede kaldı. Buna rağmen bazı kişiler tarafından yapılan açıklamalar ilgiyle ve merakla karşılandı. Bunlardan İsviçreli parlamenter ve toplum bilimci Jean Ziegler tarikat hakkında “Opus Dei kendisiyle terörizm kadar mücadele edilmesi gereken gizli çalışan, aşırı sağcı bir örgüttür” İngiliz araştırmacı Michael Walsh ise “Bu örgüte Opus Dei (Tanrının Eseri) değil Actapus Dei (Tanrının Ahtapotu) denilmesi gerekir” demişlerdir.

Opus Dei tarikatı en geniş ve en açık haliyle Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi kitabında işlendi. Tüm bilgilerin ve kuruluş efsanesinin ne derece doğru olduğu tartışılabilir. Yine de şimdiye kadar elde edilmiş en detaylı bilgilerdi bunlar. Daha fazla bilgiye sahip olanlar da bildiklerini açıklama cesaretini gösteremiyorlar. Bilindiği ya da sanıldığı kadar örgütün açıklanması istenilmeyen bilgileri sızdıranlara karşı bir de cezalandırma yöntemleri var.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-7

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-7
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “MOON TARİKATI”


Rus Emperyalizmi, dinleri reddederken ABD Emperyalizmi dinleri kullanma konusunda başarılı bir yol izlemekteydi. CIA yönetimi Vatikan ve uluslararası bağlantılarının topladığı bağışlarla büyük bir nakit birikimine sahip olduklarını keşfettiler. Bu birikimlerin Papa vasıtasıyla uygun olmayan illegal ortamlarda kullanılması ve değerlendirilmesi Vatikan’ı doğrudan bir suç imparatorluğunun içinde yer almasını sağlıyordu. Bu keşiften sonra CIA ile Vatikan ilişkileri karşılıklı çıkar dayanışması ile gelişmeye başladı. Özellikle Katolik Hristiyan dünyasında çok etkin olan Vatikan, seçtiği kardinaller ve rahipler vasıtasıyla anti komünist eylemleri organize etmeye çalışıyordu.

Bu eylemlerin yanında lider kişiliğe sahip dini karakterleri de kullanmaktan geri kalmadılar. Sovyetler Birliğinin gücünü gösterdiği dönemden itibaren CIA, seçtiği dinsel karakterleri kullanarak kendi toplumlarında, devletlerinde ve daha sonra dünyaya açılmalarını sağlayarak bir nevi ajanlık faaliyetlerinde kullandılar. Bu karakterlerden medyaya en çok yansıyanlarına değinmek istedik.

MOON TARİKATI, Sun Myung Moon

Sun Myung Moon 25 Şubat 1920 tarihinde Kore’de dünyaya geldi. Ailesi Budist inancına aitken Hristiyanlığa dönerek Presbiteryen kilisesine katıldı. 1945 yılından itibaren “İlahi İlke” olarak adlandırdığı mesajlarını duyurmaya başladı. 1946 yılında tek başına gittiği Pyongyang’da Güney Kore lehine casusluk yaptığı gerekçesiyle tutuklandı. Hüngnam Çalışma kampına 5 yıllık ceza için gönderildi. 1950 yılında Kore savaşı sırasında ABD kuvvetleri tarafından bölge ele geçirildiğinde kurtarılarak serbest bırakıldı. İlahi İlke, ikinci kez daha genişletilmiş olarak yayımlandı. Pusan kentinde ilk kilisesini inşa etti.

Kore savaşının bitmesiyle Güney Kore’de Amerika etkisi yoğunlaşmıştı. Bu tarihten itibaren Kore halkının Hristiyanlığa geçişi hızla artmaya başlamıştı. 1 Mayıs 1954 tarihinde Seul’de “Dünya Hristiyanlığının Birleşmesi İçin Kutsal Ruh” derneğini kurdu ve hızla genişleyen dernek 1955 sonunda 30 merkeze ulaştı. Kutsal Ruh derneği ABD’nin etkisinin yoğun olduğu uzak doğu coğrafyasında hızla çoğalmaya başladı. Güney Kore dışında Japonya, Filipinler ve Uzakdoğu Asya’daki diğer ülkelere hatta dünya çapında yayıldılar. 1959 yılından itibaren Amerika’ya misyonerler gönderildi. 1971 yılında 500 üye 1973 yılında ise 50 eyalette 5-6 bin üyeye ulaşmıştı.

1968 yılında Çekoslovakya’da “Prag Baharı” adı ile başlayan liberalleşme ve özgürlük hareketi sırasında Moon tarikatı, Kutsal Ruh derneği ile ülkeye giriş yaptı. Ancak Varşova Paktı ülkelerinin Çekoslovakya’yı işgal etmesi ve direnişi bastırması ile dernek faaliyetleri 1990 yılına kadar yer altı örgütü olarak sürdürüldü. Bu tarihten itibaren Sovyetler Birliğinin çözülme sürecine girmesi ile Kutsal Ruh derneği Rusya ve diğer eski komünist ülkelerde misyonerlik faaliyetlerine başladı. 1994 yılında Moon’un eşi Hak Ja Han, Rusya’da Kremlin sarayından radyo yayını yaptı. Sadece Rusya’da 5000 üyeye sahip olmuştu. Aynı yıl Rusya’dan 500 öğrenci, ABD’ye 40 günlük çalışmalara katılmak amacıyla götürüldü.

Moon, 1971 yılında merkezini ABD’ye taşıdı. 1976 yılına kadar ABD’nin büyük kentlerindeki dev stadyumlarında milyonlarca kişiye “Amerika için Tanrının Umudu” isimli konuşmasını yaptı.

Rahip Moon’un kurduğu tarikatın diğer mezhep ve tarikatlara göre bazı farklılıkları vardı. Bunların içinde en belirgin olanlarından biri tarikat üyeleri arasındaki cinsel ilişkilerin bir aile kavramı altında uygulanması emriydi. İsa döneminde yeni ve temiz Yahudiliğin başlangıcı olarak Yahya’nın vaftiz geleneğini başlatması ve sürdürmesi, Moon tarikatında kutsal aile ve kutsal evlilik olarak şekil bulmuştu. Aile kavramına bu kadar düşkün olduğunu ifade eden Moon aslında 1953 yılında ilk eşinden boşandıktan sonra 1954 yılında evlilik dışı bir çocuk sahibi olduğunu açıklamıştı. Rahip Moon’un aile ve yuva düşüncesini pazarlamasındaki amacı, tarikata üye olan kişilerin tarikat dışında yaptıkları evliliklerle eşlerini de üye yapmak ve tarikatın pozitif bakışını dünya kamuoyuna sunmak amacı güdüyordu. Tarikatın başka bir farkı da kendini İsa’nın yerine gerçek mesih olarak tanımlamasıydı. Çünkü İsa ölüp göğe çıktığında henüz bir aile kurmamıştı oysa Moon bir aile sahibi olduğu için mesih olarak kendisi dünyaya yeniden geri gelip düzeni kuracaktı. Aile ve yuva anlayışı üzerinde yoğun çalışarak bunu siyasi ortama taşımaya çalıştı. Bu amaçla 2003 yılında Güney Kore’de “Tanrı Barış Birleşme ve Yuva Partisi” isimi siyasi bir partinin kurulmasını sağladı. Benzer siyasi partilerin Japonya ve ABD’de de başlatılacağını açıkladı.

Bu inançları ve fikirleri yüzünden Hristiyanlığın yerleşmiş mezhepleri olan Ortodoks, Katolik ve Protestan kiliseleri ile anlaşmazlığa düşüyordu. Ancak Rahip Moon her fırsatta tüm inançlarla barış içinde olmaya çalışmaktaydı. 1976 yılında Amerikan Yahudi Komitesi Moon tarikatının inançlarını Yahudi ve Hristiyan inançlarını aşağılamakla suçladı. Bir süre sonra Evrensel barış Federasyonunun Orta Doğu girişiminde Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında saygı ve uzlaşmayı teşvik için İsrail ve Filistin’e grup seyahatleri düzenlenmeye başlandı.

Moon tarikatının İslam dünyası ile ilk ilişkisi Rusların Afganistan işgali sırasında gerçekleşti. Moon tarikatı İslamcı anti-komünistlerle birleşme kararı aldı. 1987 yılında tarikat üyesi Lee Shapiro belgesel çektiği iddia edildiği sırada Afganistan’da öldürüldü. Rahip Moon, dünya genelinde ABD desteğinde, yakın tarihte İslam’ı tercih etmiş toplulukların liderleri ile toplantılar düzenledi. Bu barış toplantıların arasında Fethullah Gülen ile yapılan barış görüşmeleri de vardı.

Gençliğinde Japon işgaline karşı özgürlük için Kore’de Komünist Parti üyeliği yapmış olan Moon, Kore savaşı sonrasında ABD Birliklerinin ülkeye girmesinden itibaren Anti-komünist olmuştu. İlahi İlke isimli kitabında komünistliğin 70. Yılında yok olacağı konusuna yer verdi. 1977 yılında ABD Temsilciler Meclisinin Uluslararası ilişkiler komitesi, Güney Kore istihbarat teşkilatı KCIA ile ortak çalışmalar yaptı. Moon tarikatı kendi bünyesinde tüm dünyaya dağılmış merkezleri olan birçok kurum oluşturdu. Bu kurumlarda görünüşte sosyal faaliyet yapılıyor görünmesine rağmen arka planda devletlerle ve devlet yönetici ya da çalışanları ile kurulan ilişkilerden dolayı ajanlık faaliyetleri sağlanıyordu. CARP (İlkeler Araştırmaları Kolejler Derneği), Aile Barışı Derneği, Evrensel Barış Federasyonu, Dünya Barışı İçin Kadın federasyonu, Barış İçin Hizmet gibi aynı konularda faaliyet gösteren kurum ve kuruluşları oluşturdu. 15 adet içinde dinsel eğitim de veren eğitim kuruluşları, G. Kore ve ABD’de kurulmuş ve faaliyet gösteren 7 adet kültür örgütü, 6 adet uluslararası spor organizasyonlarının da sahibiydiler. 14 adet siyasi alanda faaliyet gösteren partiler, gazete, radyo, dernekler ve örgütlerle bağlantıları ortaklıkları vardı. G. Kore’de Pyeonghwa Motors ile ortak olarak Kuzey Kore Ryonbong General Corp şirketi adına Fiat lisansı altında iki küçük halk tipi araç üretimi sağladılar. Aynı Kore şirketi ile Güney Kore’de ikinci el araç ticareti yapmaya tek yetkili şirket oldular. Çinli Dandong Shuguang şirketi ile kamyonet üretimi yaptılar. G. Kore’de Cheongshim Hastanesini kurup, işlettiler. Tüm bunların yanında denizcilik alanında gemi inşaatı ve balıkçılık şirketlerine, ABD, G. Afrika, Mısır, Japonya, G. Kore ve Latin Amerika’da gazetecilik alanında faaliyet gösteren kuruluşlara ve emlak şirketlerine sahipti. Ayrıca bunların yanında sahip olduğu finansman kuruluşları ile birçok şirkete fon sağlıyordu. Moon tarikatı tüm bu faaliyetlerinin yanında ABD desteği sayesinde Birleşmiş Milletler bağlantısı ile dünyadaki birçok sivil toplum kuruluşlarında ve organizasyonlarda etkin çalışmalarda bulundu.

Rahip Moon Kore’de sıradan bir Budist olarak başladığı hayatını önce Hristiyan sonra tarikat sahibi ve lideri olarak sürdürdü. ABD ve CIA desteğinde önce yardımlarla sonra ticari şirket ve kuruluşlarla büyük bir finansman sahibi oldu. Dünyadaki birçok noktalarda ABD ve CIA adına faaliyetlerde bulunarak dini inançları kullanıp anti-komünizm çalışmaları ile ABD emperyalizmine hizmet etti. 1950’den öldüğü 2012 yılına kadar Güney Kore nüfusunun tam olarak yarısını Hristiyan dinine geçirdi.

15 Ağustos 2012'de Moon'un ağır hasta olduğu bildirildi ve Seul'deki Kore Katolik Üniversitesi St. Mary's Hastanesinin yoğun bakım ünitesinde solunum cihazına bağlandı. Eylül ayında kaldırıldığı hastanede öldü. Ölümünün ardından özellikle Rusya ve ona bağlı (Fethullah Gülen ve Rahip Moon ile ilgili eski Sovyet Türki Cumhuriyetlerde yasak getirilmişti) diğer ülkelerde faaliyetlerine yasak getirildi. Kesin bilgi olmamasına rağmen bugün Rahip Moon’un mirasını ailesi ve yakın iş arkadaşlarının sürdürdüğü sanılmaktadır.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-6

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-6
ANTİKOMÜNİST KURUMLAR, "GLADIO"

ABD Nato yapılanmasını sağladıktan sonra olası bir Sovyet işgaline karşı Nato üyeleri içinde sivil savunmayı sağlayabilecek bir oluşumu planlamıştı. Bunun için örnek aldığı yapı ise II. Dünya savaşı sırasında Fransa’da aktif görev yapan ve tarihte “Fransız Direnişi” diye bilinen hareketti.

Bu yapılanmada General De Gaulle radyolardan halka seslenerek askeri deneyimi ya da yetenekleri olsun ya da olmasın Fransa’nın özgürlüğü yolunda mücadele vermek isteyenlere çağrı yapmıştı. Çağrıya katılan insanlar Londra’da toplanarak eğitimlerden geçirilip görevleri belirlendi. Seçilen kadın ve erkekler De Gaulle önderliğinde ve Jean Moulin yönetimi altında askeri ve siyasi bazı eylemlere katılmışlardı. Genelde yapılan uygulamalar, genel itaatsizlik ile başlayan ve sahte kimlikler yapmak, suikastler düzenlemek, suikastçilere ve ABD, İngiliz askerlerine lojistik destek verme gibi eylemleri kapsıyordu. ABD bu tür sivil savunma uygulamalarını bir kurum ya da kuruluş olarak Nato kontrolünde her üye ülkede yapılanmasını sağladı. Bu kurumlar Nato’ya üye ülkelerin her birinde farklı isimlerle anıldı. Ancak en çok bilineni ve medyaya en çok yansıyanı belki de en çok sevileni İtalyanların “Gladio” isimli kuruluşları oldu. Gladio’nun tam Türkçe karşılığı “Kısa kılıç” anlamına geliyordu. Bu isim Roma ordusunun ya da gladyatörlerin kullandığı kılıcın ismiydi. Zaten Gladyatör’ün ismi de bu kılıçtan kaynaklanıyordu. Gladio’nun dışında “Stay Behind” denilen bir nevi “Geri Hizmet” adı da kullanılmaktaydı. Bazen de “Süper Nato” deniliyordu. Kuruluşundan itibaren tamamen gizli olan bu kurumlar yıllar sonra yapılan bazı operasyonlarda sonra ortaya çıktı.

Örgüt tamamen ABD desteği ile antikomünist hareketi desteklemek amacıyla kurulmuştu. Finansmanını CIA sağlıyordu. İlk uygulama olarak casusluk ve gerilla savaşına hazırlanmak amacıyla Sardunya adasında bir eğitim kampı kuruldu. Kuzey İtalya’da 139 yerde silah ve mühimmat depoları oluşturuldu. Resmi olarak geçen adı ise “Müttefik Koordinasyon Merkezi” (Allied Coordination Committee) idi. 1952 yılında kurulan ana yapıdan sonra 1956 yılına kadar ikisi kadın olan toplam 622 kişi ABD ve İngiliz Gizli Servisleri tarafından eğitilip yetiştirildiler. 1972 yılından sonra organizasyon resmen dağıtıldı ama ortadan kaldırılmadı. Bu tarihten itibaren yer altı örgütü olarak yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler.

İtalya’da adı Gladio olan örgüt, Yunanistan’da “B-8” veya “SheepSkin”, Belçika’da “SDRA-8”, Hollanda’da “NATO Command”, Batı Almanya’da “Gehlen” ya da “Sword”, Avusturya’da “Schwert”, Fransa’da “Rüzgâr Gülü”, İspanya’da “GAL”, İngiltere’de “Secret British Network” olarak kaydedildi. Türkiye’de ise bu kurumun ilk adı “Seferberlik Tetkik Kurulu” idi. Sonra ismi “Özel Harp Dairesi” olarak değiştirildi. Daha sonra birkaç kez farklı isimlerde medyada ve siyaset sahnesinde adı değişik isimlerle anıldı. Bir zaman “Kontrgerilla” denilen yapılanma daha sonra “Derin Devlet” olarak anılmaya başlandı. Ama hepsinin arkasında en üst yönetici olarak ABD’nin CIA kurumu vardı.

ABD güçlü ekonomiye ve siyasal yapıya sahip NATO’ya üye ülkeler ile iyi iş birliği içindeydi. Ancak ekonomisi ve siyasal yapısı zayıf olan ülkelerin doğrudan yönetimine müdahale ederek ilişkilerini iyi tutuyordu. Türkiye, Güney Kore ve İsrail bu açıdan sıralamada en üstte bulunan ülkelerdi. Güney Kore ve İsrail’in Türkiye’den en büyük farklılıkları ABD için en öncelikli ve alternatifleri olmayan ülkeler olmasıydı. Türkiye bu açıdan ikinci planda kalıyordu çünkü ondan daha önemli olduğu kabul edilen İsrail vardı. ABD de, Türkiye için ikinci plandaydı çünkü ülkede ABD sempatizanları olduğu kadar onun varlığından hoşlanmayan ve rahatsız olan ciddi sayıda bir nüfus vardı.

Cumhuriyet öncesinde Manda talebi ile ülkeye girmeye çalışan ABD bunda başarılı olamayınca Cumhuriyet’in kurulması sonrasında yeni muhalif partilerin oluşumunu sağlayarak denemelerini sürdürdü. O günün koşullarında genç Cumhuriyet’in tam oturmamış demokratik sisteminde Mustafa Kemal Atatürk’ün dikkati sayesinde bunu başaramadı. Bu yüzden Mustafa Kemal Atatürk’e defalarca suikast girişiminde bulunulmuştu ki İzmir suikasti bunların sonuncusuydu.

Atatürk’ün vefatı ve II. Dünya savaşının bitmesini takip eden yıllarda Sovyetler Birliğinin saldırgan politikaları yüzünden Türkiye, ABD’ye yanaşmaya çalışıyordu. ABD yönetimi bunu memnuniyetle karşılarken tek şartı demokratik rejimin gereği çok partili siyaset ve liberal ekonomik yapılanmayı şart koştu. Böylece 1950 yılında ABD güdümünde CHP’den ayrılan Bayar ve Menderes Demokrat Parti’nin kurulumunu gerçekleştirdi.

Tüm dünyada ve Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de Amerika hayranlığı giderek yükseliyordu. Demokrat Partinin kurduğu hükümetlerde Türkiye’nin “Küçük Amerika” olacağı vaatleri söyleniyordu. Oysa ABD Türkiye’ye verdiği kredilerle; süt tozu, otomobil, genetiği değiştirilmiş buğday, soya yağı gibi ürünler satıp, fabrikaları kapattırıyor, demiryolu yerine kara yolu inşa ettiriyor ve Türkiye’nin geleceğini oluşturacak Köy Enstitülerini komünizm propagandası yapıyor diye kapattırıyordu.

Türkiye bu süreçte NATO’ya üye olarak askeri donanımlarını ve gücünü tamamen NATO’ya endekslemişti. Yine bu dönemde silahlı kuvvetler içinde kurulan Gladio benzeri Seferberlik Tetkik Kurulu tüm parasal kaynağını CIA’den karşılıyordu. Bu yüzden de CIA yönetimine ve direktiflerine maruz kalmaktaydılar. Üstelik bu durumdan hiç kimsenin hatta Genel Kurmay Başkanının dahi haberi yoktu.

Osmanlı döneminde Anadolu topraklarında Misyoner okulları ile beyin yıkayan ABD, Cumhuriyet sonrasında 1948 yılında Türk Silahlı Kuvvetlerinden 16 personeli yetiştirip eğitmek amacıyla ABD’ye götürdü. Gidenler arasında Alparslan Türkeş de vardı.

Ekonomik olarak dibe doğru giden Türkiye’nin başbakanı Menderes, ABD’den istediği parayı alamayınca Sovyetler Birliği ile görüşmelere başladı. Çok sürmeden 1960 ihtilalini gerçekleştiren Türk Silahlı Kuvvetleri, yönetime el koydu. Görünüşte ön planda Cemal Gürsel başkanlığında 38 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi vardı ama arka planda emirleri verenler kimdi?

Bu 38 subaydan 24’ü askeri yönetimin bir an önce sivil yönetime bırakılmasını savunuyordu. Diğer 14 subay ise askeri yönetimin devam etmesi arzusundaydılar. Tarihte “Ondörtler” diye geçen bu kişilerin başında Kurmay Albay Alpaslan Türkeş vardı. Şu anda meclis üyesi olan Ümit Özdağ’ın babası Kurmay Yüzbaşı Muzaffer Özdağ da onların arasındaydı. Ondörtler grubu Milli Birlik Komitesinden çıkartılarak uzak ülkelere konsolosluk görevlisi olarak sürgün edildiler.

1961 yılında yeni anayasa yapılarak Türk demokrasisi yeniden elden geçirildi. ABD, kaybettiği Demokrat Parti’nin yerine yenisinin kurulmasını gerçekleştirdi. Artık Adalet Partisi Türkiye’nin yeni liberal, Müslüman demokrat ve Amerikancı partisi olmuştu. Bir noktayı göz ardı etmemek gerek; aslında Türkiye’deki tüm partiler Amerikancı idi ancak ABD, içlerinden bir tanesine çok yakın ve sıcaktı.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-5

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-5
ANTİKOMÜNİST HAREKETLER, NATO VE KORE

Sosyalizm ve komünizmin doğuşu ile beraber aynı anda karşıt siyasi ve düşünce akımları da ortaya çıktı. Bu konudaki ilk hareket 1840’lı yıllarda konuşulmaya başlandı. Sosyalizm ve komünizmin batı demokrasilerinde yarattığı tedirginlik ve korku ile tedbir alınması zorunlu hale gelmişti.

Batı demokrasileri, sosyalizm ve komünizmi anarşist bir yapı olarak tanımlıyordu. Anarşi, antik Yunancadan alınmış ve “Yöneticisiz” (an archos) anlamına geliyordu. Batı demokrasisinin tanımlamasına göre toplumun bir grup tarafından kollektif idare edilmesi, yöneticisiz toplum olduğunu ifade ediyordu. Monarşi ise toplumun “Tek Yöneticili” (Mono archos) olmasını gösteriyordu. Batı demokrasisine göre toplumun monarşi ya da cumhuriyet olması o kadar önemli değildi ama anarşist olması kabul edilemez bir durumdu.

İlk ciddi antikomünist hamle Hristiyan dünyasında meydana geldi. Sosyalizm ve komünizmin dine karşı olması, Hristiyan ve daha sonra da İslam dünyasında tepki buldu. Yahudiler bundan çok fazla etkilenmedi çünkü Yahudilerin siyasal ve sosyal yapıları komünizme uygundu. Hatta ilginç bir şekilde sosyalizm ve komünizmi ortaya çıkartıp geliştiren sosoyologlar ve filozofların çoğu Yahudi kökenliydiler. Mesela Marksizmin babası Karl Marx bir Yahudiydi.

İkinci etkin antikomünist hareket ABD, İngiltere ve Fransa’nın Sovyetler Birliğinin yıkılmasına destek verme amaçlıydı. I. Dünya savaşının ortalarında Ekim Devrimi sonucu yıkılan Rus çarlığını yeniden diriltmeye çalışıyorlardı. Bu amaçla, Sovyetlerin Kızıl Ordusuna karşın oluşturulan ve Çarlığı geri getirmek isteyen Beyaz Ordu, bu ülkelerin silah, asker ve her türlü desteğine rağmen başarılı olamadı.

II. Dünya savaşı öncesinde Batı Avrupa’da sosyalist ve komünist partiler, faaliyetlerini güçlendirerek büyüyorlardı. Almanya’da Nasyonal Sosyalistler, İtalya’da Ulusal Faşistler iktidara gelerek Sovyet sosyalizmini engellemişlerdi. Fakat bu, daha büyük başka sorunları da beraberinde getirdiğinden dolayı kesin çözüm olamıyordu. Çözüm, Avrupa’nın keşfettiği, ABD’nin geliştirdiği anti-komünist hareket olacaktı.

II. Dünya savaşı sonrasında Sovyetlerin etkisi altında birçok Avrupa ülkesi “Halk Demokrasisi” adı altında, sosyalizmi tercih etmişti. ABD, bu konuya müdahale etmek amacıyla savaş ekonomisinden olumsuz etkilenmiş olan Avrupa’nın sosyalist olmayan ülkelerine ekonomik yardımda bulunmayı amaçladı. Henüz sosyalist ve komünist olmayan, ayrıca ABD için önemli olan ülkelere, “Marshall Planı” adı verilen bir yardım programını yürürlüğe koydu. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall tarafından hazırlanan bu programın birkaç amacı vardı. Birinci amacı, sosyalist olmayan, demokrasi ile yönetilen ülkelerin ekonomisini canlandırarak halkın sosyalizme olası olumlu bakışını engellemekti. İkinci amacı, bu ülkelerin ekonomik kalkınmalarını sağlayarak ABD’nin potansiyel ihracat yapabileceği Pazar olmalarını sağlamaktı. Üçüncü amacı ise ülkelerin siyasi yapılarına göre mümkün olabildiğince devlet yönetimlerinde etkin bir güç olabilmekti. Sovyetler Birliği Marshall Planına karşı olarak “Komünform” adı verilen başka bir plan geliştirdi. Sovyetler Birliği bu amaçla, Polonya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Fransa ve İtalya komünist partileri liderlerini bir araya getirerek çözüm geliştirme yollarını denediler.

Sovyetler Birliğinin hızla büyüyerek Avrupa’da yeni sosyalist ülkeler yaratması batının demokratik ülkelerini tedirgin etmişti. Bu endişeden dolayı, 1948 yılında Belçika, İngiltere, Fransa, Hollanda veLüksemburg Sovyet tehdidine karşılık olarak aralarında anlaşarak 17 Mart’ta “Brüksel Antlaşması” ile “Batı Avrupa Birliğini” oluşturdular. Ancak Batı Avrupa Birliğinin sahip olduğu savunma gücü yine de Sovyetler Birliği karşısında yeterli olmadığı gibi zayıf bile kalıyordu. Batı Avrupa Birliği ülkeleri durumlarını daha güçlendirmek amacıyla ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall aracılığı ile Amerikalı askeri yetkililerle Pentagon’da görüşme yaptılar. Birkaç görüşmeden sonra 4 Nisan 1949 tarihinde Washington’da Kuzey Atlantik Antlaşması adı ile “NATO” kurulmuş oldu. NATO’yu kuran devletler, Batı Avrupa Birliğine üye olan ülkelerin yanı sıra ABD, Danimarka, İtalya, İzlanda, Kanada, Norveç ve Portekiz idi. İlk NATO Genel Sekreteri Lord Ismay 1949 yılında bir toplantı sonrasında örgütün kuruluş amacını; “Rusları dışarıda, Amerikalıları içerde, Almanları aşağıda tutmak” olarak açıklamıştı.

1905 yılındaki Rus-Japon Savaşından galip çıkan Japonya 1910 yılında Kore’yi işgal etmişti. Ancak 1945 yılında Japonya’nın ABD’ye teslim olmasıyla Kore işgali de son bulmuştu. Bu tarih itibarı ile Kore, Sovyetler Birliği ve ABD arasında anlaşmazlığın en yoğun olduğu yerlerden birisi olacaktı. Kore bu tarihlerde ikiye bölünmüştü. Emperyalist arzularından vazgeçmeyen her iki ülke de Kore’yi paylaşmıştı. Sovyetler Birliği Kuzey Kore’yi, ABD ise Güney Kore’yi işgal etti. 15 Aralık 1945 tarihinde anlaşmazlığın giderilmesi amacıyla ABD ve İngiltere ile Sovyetler Birliği ve Çin Moskova’da toplandılar. Alınan karara göre geçici de olsa Kore birleştirildi. Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Kore’de bir komisyon gözetiminde seçim yapılmasına karar verdi. Sovyetler Birliği Birleşmiş Milletlerin Kuzey Kore’ye girmesine izin vermeyince 10 Mayıs 1948 tarihinde aralarında sınır olan 38. Paralelin güneyinde yapılan seçimde Syngman Rhee başkan seçildi. Kuzeyde ise Kim İl Sung Sovyetler ve Çin’in desteğinde komünist bir rejim kurdu.

25 Haziran 1950 tarihinde hiçbir neden olmaksızın Kuzey Kore 38. Paralelin güneyine inerek Güney Kore’yi işgal etti. Güney Kore bu durum karşısında Birleşmiş Milletlerden yardım istedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde ABD teklifi 9 kabul 1 çekimser (Yugoslavya) oyla kabul edildi. Sovyetler Birliği, Çin’in Birleşmiş Milletlere alınmamasını protesto etmek için temsilcilerini konseyden çekmişti dolayısıyla bu kararı Veto edemedi. ABD, Güney Kore’ye askeri destek verirken Birleşmiş Milletlerin Güney Kore’ye askeri kuvvet yollaması ile Kuzey Kore gerilemeye başladı. Güney Kore ve Birleşmiş Milletler güçleri Çin sınırına kadar dayandığı noktada Çin kuvvetleri de savaşa katıldı. Çin sınırından Kore’ye sızan “Çin Halk Gönüllü Ordusu” adı altındaki Çin kuvvetleri Amerikan ordusunu dağıttı. Artık savaş Kuzey-Güney Kore değil ABD-Çin savaşına dönüşmüştü. Çin kuvvetlerinin ilerlemesi üzerine yeniden Güney Kore’nin işgali söz konusu iken yetişen Birleşmiş Milletlere ait ordu Çin Kuvvetlerini 38. Paralelin kuzeyine püskürttü ve sınır olarak belirlendi.

Birleşmiş Milletler ordusunda aktif ve başarılı rol üstlenen Türkiye 1952 yılında NATO’ya alındı. Türkiye’nin NATO’ya alınmasındaki neden, hem Türk askeri kuvvetleri ile NATO’nun güçlenmesi hem de Türkiye’nin Sovyet tehlikesine karşı NATO savunmasına dahil edilmesiydi.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-4

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-4
SOVYETLERİN AVRUPA EMPERYALİZMİ

II. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanlar doğuda Ruslarla olan muharebelerini iyi yönetememesi ve kışın bastırması ile cephelerde kaybetmeye başlamıştı. Batıda ise ABD’nin savaşa katılması ve Fransa’da oluşturulan direniş hareketleri sonucu Almanya gerilemekteydi. İki cephede birden kaybeden Almanya, ordularını işgal ettiği topraklardan geri çekmeye çalışırken Sovyetlerin orduları hızla batıya doğru ilerleyişe geçtiler.

Sovyetler Birliği batıya doğru ilerlerken ordularının geçtiği her ülkede varsa bir komünist ya da sosyalist partinin desteklenmesini ve kuvvetlenmesini sağladılar. Eğer amaçlarına uygun bu tür bir parti yoksa, kurulmasını ve yönetime aday olmasını sağladılar. Stalin’in politikası ve siyaseti gereği destekledikleri partinin iktidarı ele geçirmesinden emin olmadan ülkeyi terk etmediler. Kendilerinin erişemediği diğer yakın ülkelerde destekledikleri siyasi partilerin iktidarı ele geçirmesini sağladılar. Bu amaçla ilk büyük hareketleri Doğu Almanya’da sonuca ulaştı. Nazi Alman ordularının teslim olması sonrasında işgal ettikleri Berlin’den hemen çıkmadılar. Savaşın bitiminde “Üç Büyükler” olarak adlandırılan İngiltere’den Churchill, ABD’den Truman ve Sovyetlerden Stalin’in Postdam Konferansında aldıkları ortak karara göre Avusturya Almanya’dan ayrılacak, Polonya ve Almanya arasındaki yeni sınır belirlenecek ve en kısa zaman içinde Almanya’nın demokratikleşmesi sağlanacaktı. Postdam Konferansında alınan karalardan bir kısmı; eski Almanya topraklarının bir bölümü ve Danzig kenti Polonya’ya bırakılacak, doğu Prusya’nın kuzey yarısı Sovyetler Birliğine bırakılacak ve ülkenin doğu kesiminin (Doğu Almanya) yönetimi Sovyet askerlerine bırakılacaktı. Sovyet yönetimi, hükmü altındaki topraklarda bulunan özel bankaları, şirketleri tazminat ödemeden devletleştirdi. Halkın elindeki para, altın, senet ve değerli tüm eşyalarına el koydu. Sökülen fabrikalar, vagonlar, lokomotif ve raylar savaş tazminatı olarak Sovyetler Birliğine götürüldü. 100 hektar üzerindeki tüm topraklara bedelsiz olarak el konuldu. 1946 Ekim’inde, Komünist ve Sosyal Demokrat Partinin birleşmesiyle “Almanya Sosyalist Birlik Partisinin” kurulması sağlandı. 1948’de yeni anayasanın hazırlanması için yapılan kongrede Halk Konseyi oluşturuldu. 1949’da yapılan seçimlerle Sosyalistler %66 ile iktidara geldiler. Böylece II. Dünya savaşı sonrasında Sovyetler Birliğinden sonra Avrupa’da ikinci sosyalist devlet ve hükümet kurulmuş oluyordu. Stalin ve Sovyet yönetimi yalnızca Doğu Almanya ile yetinmeyeceklerdi. Arkasından diğer ülkeler katıldı.

Polonya’da Kızıl Ordu her yerdeydi. Batılı devletlerin Polonya’yı demokratikleştirme çalışmalarına rağmen ilk seçimlerde Komünist aday Boleslaw Bierut cumhurbaşkanı seçildi. 1948 yılında sosyalist ve komünistler “Polonya Birleşik İşçi Partisinde” birleşerek iktidarı ele aldılar. Macaristan’da da Sovyetler birliğinin desteğinde ve biraz da zorlama ile kurulan Komünist Parti ülkede iktidarı ele geçirip sosyalist bir devletin oluşumunu gerçekleştirdiler. Aynı şekilde yine Sovyetlerin Kızıl Ordusunun denetiminde olan Çekler ve Slovakların birleşerek kurduğu Çekoslavakya’da da sosyalist hükümet başa geçmişti. Romanya’da da benzer bir hikâye yaşanmıştı. Rusların Çarlık döneminde Prut savaşı sonrasında Osmanlı’dan aldığı Besarabya toprakları, Sovyetler Birliği döneminde Moldova Sovyet Cumhuriyeti adı ile kurulmuştu. Romanya II. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanya’sı yanında yer aldığından dolayı Sovyetlerin Kızıl Ordusu tarafından işgal edilmişti. Kızıl Ordu’nun denetim ve gözetiminde kurulan sosyalist parti 1947 yılında Romanya Halk Cumhuriyeti adı altında yeni bir devlet olarak ilan etti. Bulgaristan ise o sıralarda Monarşi olarak yönetiliyordu. Başta bir kral olmasına rağmen meclis ülke yönetiminden sorumluydu. Bulgaristan’da Kızıl Ordu olmasa bile Sovyetlerin siyasi etkileri ile 1945 seçimlerinde oluşturulan Vatan Cephesi hükümetinde sosyalizmi savunan 4 partiden toplam 15 bakan yer almıştı. 1946 yılında yapılan tercih seçiminde %93,63 oyla Monarşi kaldırılarak Krallığa son verilip yerine Bulgaristan Halk Cumhuriyeti kuruldu. Siyasi partiler kendi aralarında birleşerek “Bulgaristan Komünist Partisi” adını aldı. Arnavutluk 1946 yılında Nazi Almanlarının işgalinden kurtulduktan sonra ülkede Enver Hoca’nın liderliğinde ve Sovyetlerin desteğinde Sosyalist bir hükümet yeni Arnavutluk Halk Cumhuriyetini kurdu.

Tam Türkçesi “Güney Slavları” anlamına gelen Yugoslavya bir krallık iken Almanlar tarafından işgal edilmişti. Özgürlük yolunda savaşırken ülkede iki farklı grup oluşmuştu. Birincisi Albay Draza Mihailoviç liderliğinde kurulan ve tamamen askeri direniş gösteren “Çetnikler” grubu Karadağ merkezli faaliyet gösteriyordu. Diğeri ise Josef Broz Tito önderliğinde hareket eden “Yugoslavya Komünist Partisine” ait Partizan grubu Sırbistan ve Bosna merkezli başlayarak tüm ülke topraklarına yayıldılar. Tito’nun Partizan grubu önce Çetnikler ile olan mücadelesini kazandı daha sonra 5 yıl boyunca İtalyan ve Alman kuvvetlerine karşı mücadeleye girişti. İtalya’dan çıkartma yapan ABD ve Müttefiklere teslim olan İtalya bertaraf edilince Tito, Almanlara karşı savaşmayı sürdürdü. Sovyet Kızıl Ordusunun Bulgaristan sınırına kadar Almanları takip etmesi ile Kızıl Ordu desteğini de arkasına alan Tito Yugoslavya içinden Almanların çıkartılmasını sağladı ve ardından son Çetnik kalıntılarına da son verdi. Önce krallık kaldırılıp Federal bir cumhuriyet kuruldu daha sonra da sosyalizme geçildi. Ancak Tito’nun sosyalizmi daha önce bilinen ve Sovyetlerin uyguladığı sosyalizmden çok farklıydı. Bu yüzden Stalin ile ters düştüler. Hatta zaman zaman Sovyetlere muhalefet yaptığı çok olmuştu.

Sovyetler Birliği diğer ülkelerde de etkin faaliyet göstererek onları sosyalistleştirmeye çalışsa da bunda başarılı olamadılar. Batı Avrupa ülkelerinde demokratik sistemden dolayı Komünist partiler kurulmuştu ancak etkin olamadılar. Yunanistan bu konuda en çok sıkıntı çeken ülke olmuştu. II. Dünya savaşında işgalden kurtulduktan sonra bile neredeyse 15 yıl milliyetçiler ile komünistler arasında iç savaş yaşandı. Sovyetler Birliği Türkiye’ye de baskı yapmayı sürdürdü. Bu baskılar Atatürk döneminde başarısız şekilde gelişirken Atatürk’ün vefatından sonra daha istikrarlı baskılar oluştu. Özellikle II. Dünya savaşından galip çıkması ve Avrupa’da yeni sosyalist devletleri kontrolü altına alması ve Türkiye’nin Boğazlar gibi önemli bir coğrafi özelliğe sahip olması baskının sürekli artarak sürmesini sağladı.

ABD ve diğer batılı ülkeler II. Dünya savaşındaki başarısından dolayı Sovyetlere askeri bir müdahale yapmaya çekindiler. Bu süre içinde Avrupa’da 8 devletin demokrasi yerine sosyalizmi tercih etmeleri tehlikenin boyutunu göstermeye yetmişti. Başta ABD olmak üzere batılı demokratik ülkelerde “anti komünist” harekete yeni bir oluşum ve şekil verilmeye başlandı. Bu amaçla ABD’nin oluşturduğu yeni siyasi, ekonomik ve askeri sistemler başka ülkelerin de komünist olmasını engelleyecekti.
Yazan: Sedat Karadayı

SOĞDLAR VE SOĞDYA

Yazan: Sedat Karadayı

SOĞDLAR VE SOĞDYA

Kuruluşları MÖ 700’lere dayanan Soğdlar, Andronovo kültürüne ait bir ulus olup günümüzdeki en yakın akrabaları Tacikler ve İranlılardır. Hiçbir zaman büyük bir devlet yapısına sahip olamadılar. Bunun yerine bir ya da birkaç şehirden meydana gelen küçük prenslikler şeklinde yaşamlarını sürdürdüler. Yaşam yerleri Amuderya ve Siriderya arasındaki topraklar olup en önemli kentleri de Buhara, Semerkant idi. Soğdların büyük bir devlet olmamasının en önemli sebeplerinden biri savaşçı bir ulus olmamalarıydı. Bu yüzden düzenli orduları ve askeri sistemleri yoktu. İpek Yolu üzerinde bulunan ülkelerinde ticarete önem veriyorlardı. Ticaret konusundaki yeteneklerinden dolayı diğer tüm devletlerde imtiyazlar elde etmişler ve böylece serbest ticaret yapabiliyorlardı. Bu yüzden çevrelerinde bulunan halklarla araları her zaman barış içinde olmuştu.

Soğdlar uzun süre İran dini olarak da bilinen Zerdüşt ve Ahura Mazda inancını yaşadılar. Daha sonra Budizm ve Maniheizm inançlarını benimsediler. Özellikle Türk devletleri ile olan iyi ticari ilişkileri sebebiyle zenginliklerini de propaganda malzemesi olarak kullanarak hem dinlerini hem de dillerini Göktürk ve Uygur gibi Türk devletlerine kabul ettirdiler.

Soğdların dilleri olan Soğdca Orta Farsça dili olarak tanımlanmasına rağmen bildiğimiz Fars diline benzememekteydi. Çok ayrı bir yapısı olan Soğdca kendine özgü ve kendine özel bir dildi. Varlıklarını sürdürdükleri zaman içinde ticaret amaçlı ilişkilerde tercih edilen bir dil olması diğer halkların kimliği üzerinde etkili olmuştu.

Soğdlar tarihleri boyunca bölgede hakim olan imparatorların, hakimiyetleri altında oldukları görülür. Uzun süre Sakaların hükümranlığı altında yaşadıktan sonra MÖ 200’lü yıllarda Büyük Hun İmparatoru Mete Han daha sonra yine Türk kabilesi olan Yüe Chi’lerin yönetiminde yaşadılar. Onlardan sonra bir süre Kuşhanların hakimiyetinde daha sonra da Al Hunlar (Xionitler) ve Ak Hunlar (Eftalitler) tarafından yönetildiler. Sonraki yıllarda Soğdlar Göktürk ya da Uygur gibi Türk devletlerinin yönetiminde değil fakat himayesinde yaşamlarını sürdürdüler. Bu durum Selçuklular, Harezmşahlar, Karahanlılar ve Gazneliler ile de sürdü. Ancak Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın ülkelerini ele geçirmesinden sonra batıya giden Türklerle beraber Soğdlar da göçerek İran ve Doğu Anadolu coğrafyasına yerleştiler.

Özellikle Sakaların (İskitler) idaresinde oldukları dönemlerde Sakalar, Soğdca dilini kendi dilleri ile harman ederek kullanıyorlardı. Bu yüzden araştırmacılar ve arkeologlar, buldukları kurgan yazıtlarındaki dilin Soğdcaya benzetilmesinden ötürü Sakaların da Soğdlar ile ilintili bir kabile olduğu varsayımı üzerinde duruyorlar. Oysa atlı süvarilerle donatılmış savaşçı bir kabile olan Sakaların, Soğdlarla ilişkileri sadece dillerini kullanmalarından dolayıdır.

Ahura Mazda inancına sahip olan Soğdlar, Halife Ömer’in İran’da Sasanileri yenmesi ile İran’ın İslamlaşması sonrasında etkilenerek Müslüman olmaya başladılar. Bu noktada bir konuya açıklık getirmeli. Tarihte sürekli olarak anlatılan Türklerin Talkan ve Curcan katliamları sonrasında Müslüman oldukları konusu, büyük bir yalandır. Kuteybe b. Muslim 706-715 yılları arasında bu bölgeye yaptığı saldırıların amacı kimseyi Müslüman yapmak değil bilakis zengin Soğd halkının varlıklarına el koyarak topladığı ganimetleri ve esirleri Emevi sarayına götürmekti. O tarihte o bölgede Soğd halkı ticaretten doğan zenginliklerini henüz devletleşmemiş Türk beylikleri kontrolü altında sürdürüyorlardı. Bu savaşlarda Kuteybe b. Müslim büyük orduları ve biraz da sahte siyaset yaparak 3-4 adet olan küçük Türk beyliklerini ele geçirdi ancak katliam Soğd halkına yapılmıştı. Soğdiana’dan kaçan Maniheizm inancına sahip Mani rahipleri MS 764 yılında Uygurlara sığındıktan bir süre sonra Uygur Kağanı Bögü Kağan, devlet olarak mani inancını benimsediler. Soğdların dil açısından da Türklere etkisi büyük oldu. Türkçede daha önce kullanılan Şehir anlamındaki “Balık” (Hanbalık, Han Şehri yani Başkent anlamına geliyordu) kelimesi yerinde Soğdca “Kend” (Kent) kelimesi gibi daha birçok kelime Türk diline girdi.,

Her ne kadar Soğdlar Türkleri dilleri ve dinleri ile etkilemiş olsalar da uzun süre Türk hakimiyetinde kalmaları sebebiyle zaman içinde asimile olmaktan kurtulamadılar. Moğolların baskısı ile batıya göç eden Türklerle beraber Soğdlar da göçtüler. Bir kısmı İran’da kaldı bir kısmı da Anadolu topraklarında yerleşerek yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler. Şu anda halen Tacikistan dağlarında yaklaşık 30 kadar Soğdca konuşan insanlar bulunmaktadır. İran’da ne kadar olduğu konusunda fikir sahibi olmamakla beraber Doğu Anadolu’da da bir miktar Soğd kökenli insanların varlığı bilinmektedir.