HABERLER
Dini Haber
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

BAKÜ'NÜN KARANLIK TARİHİ

Hazırlayan: A.Kara

BAKÜ’NÜN (SURLU ŞEHİR) KARANLIK TARİHİ

Azerbaycan’ın surlarla çevrili başkenti Bakü neredeyse 20.yüzyıla kadar kanlı bir kargaşa içindeydi. Surlarla çevrili deyince şaşırmayın, çünkü Surlu Şehir (İçerişehir), Bakü’nün en eski kısmıdır. M.S. 12. yüzyıla kadar uzanan şehir birçok rejim değişikliğinden ve birkaç istiladan kurtulmayı başarmıştır.

Şehrin çevresine sürekli olarak takviye yerler yapılıyordu çünkü sürekli saldırıya maruz kalıyorlardı. 10.yy’dan önce Hazarlar tarafından defalarca saldırıya uğramışlardı. 10.yy’dan itibaren Ruslar Bakü’ye baskınlar düzenlemeye başladı. I. Şirvanşah Bakü limanında büyük bir donanma inşa ettirip 1170’de büyük bir Rus saldırısını püskürtünce bu dönem sona ermiş oldu.

1191’de Şamahı şehrinde büyük bir deprem olunca Şirvanşah’ın sarayı Bakü’ye taşındı. Şirvanşah geçmişte komşularının onlara düzenlediği saldırılardan habersiz değildi. Bu yüzden şehri güçlendirmek ve darphane inşa ettirmek için çalışma başlattı. Ölümünden sonra, 12-14. yüzyıllar arasında Bakü surlarında büyük bir artış olmuştu.

14.yüzyıl bu şehrin en iyi dönemiydi denebilir. Çünkü şehrin sorumlusu olan Muhammed Olcaytu ağır vergileri indirmiş, böylece büyüme başlamış ve refah artmıştı. Şehir kısa süre sonra bir ticaret limanı haline geldi, öyle ki Marco Polo'nun kayıtlarında yazanların Bakü’deki petrol-yağ zenginliği hakkında olduğu düşünülür:

"Gürcistan sınırına yakın bir yerde, o kadar bol miktarda yağ fışkıran bir kaynak var ki yüz gemi oraya aynı anda yüklenebilir. Bu yağın yenmesi iyi değil; ancak yakmaya ve kaşıntı veya kabuktan etkilenen deve ve erkeklere merhem olarak faydalıdır. Erkekler bu yağı almak için uzun bir mesafeden geliyorlar ve tüm mahallelerde bundan başka petrol yakılmıyor."

Altın Orda Devleti, Moskova Prensliği ve Avrupa ülkeleriyle ticaret yapılıyordu. Ani bir büyüme gösteren şehir kısa süre sonra kendi başarısının kurbanı haline geldi. Çünkü Hazar Denizi’ndeki zenginliği ve stratejik konumuyla ünlü olan şehir Safevi Devletinin kurucusu ve ilk lideri olan Şah İsmail’in (1. İsmail) dikkatini çekmişti. 1501’de şehri kuşattı. Bakü halkı direndi çünkü şehri geliştirmek için 200 yıldan fazla zaman harcamışlar ve güçlü duvarlar inşa etmişlerdi. Bu duvarların onları koruyacağına inanıyorlardı; ki pek öyle olmadı. İsmail adamlarına surları yıkma emri verdikten kısa bir süre sonra şehrin savunması düştü. Halk İsmail’in adamları tarafından kılıçtan geçirildi.

İsmail belli şartlar eşliğinde ve Safevi yönetimi altında Şirvanşahların Bakü’de kalmasına izin vermişti fakat halefi 1. Tahmasb onları iktidardan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Şirvan Evi etkili bir şekilde yok edildi, zaten daha sonra tekrar da kurulamadı. Şirvanşah 9-16. yy aralığında Şirvan hükümdarları için kullanılan bir unvandı. [Barthold, W., C.E. Bosworth "Shirwan Shah, Sharwan Shah]

RUSYA VE İRAN’IN BAKÜ İÇİN SAVAŞMASI

Rus İmparatorluğu ile İran (Kaçarlar) arasında 1813’de imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü resmi olarak Rusya yönetimine geçmişti. O zamana kadar şehir çeşitli İran hanedanlıklarının egemenliği altında kalmıştı. Bu Bakü halkına en büyük zararı getirmişti çünkü Bakü’deki kontrollerini sürekli olarak kaybediyorlardı, barışçıl bir dönem değildi. Bu yüzden Bakü’nün nüfusu uzun bir süre 5.000’in üzerine çıkma şansına sahip olamamıştı. Sürekli meydana gelen savaşlar yüzünden bir zamanlar oldukça hareketli olan ekonomi büyük zarar görmüştü.

1578-1590 Osmanlı-Safevi Savaşı sırasında Bakü Osmanlı’nın eline geçmişti; ki kısa bir süre sonra, 1607’de tekrar Safevi Devleti’nin kontrolüne geçti. 1722’de Safeviler İran’a geri dönünce Rus İmparatorluğunun başındaki Büyük Petro fırsat bu fırsat diyerek Bakü’yü işgal etti. Safeviler zaten kargaşa içindeydiler, bu yüzden Bakü’yü Ruslara bıraktılar. Fakat bu kısa süreli bir zafer olmuştu. Çünkü hemen 3 yıl sonra, 1725’te Rus hükümdarı Büyük Petro ölmüş, Rusya’da karışıklıklar başlamıştı. Böylece 1735’te imzalanan Gence Antlaşması ile Rusya Bakü de dahil olmak üzere aldığı her bölgeyi onlara geri vermeyi kabul etti. [Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Bilge Umar, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 32.]

Yine de Bakü sevdaları bitmemişti. Bu sefer Rusya, Kırım’ı Rus topraklarına katmasıyla tanınan II. Katerina emrinde 1796’da 13.000 kişilik ordu ile Bakü’ye saldırdı, kolayca ele geçirdi. Yine de bu Bakü’nün tarihteki en kısa işgali olmuştu. Sadece 1 yıl sonra, Katerina’nın oğlu I. Pavel Rusya’nın yeni imparatoru olmuştu. Rus-İran düşmanlığına son verilmesini emredince Ruslar Bakü’yü geri vererek terk etmişlerdi.

Ne yazık ki Bakü’deki kargaşa bitmiş değildi. Kısa bir süre sonra Rus İmparatorluğu ve İran tekrar savaşmaya başladılar ve 1804-1813 Rus-İran savaşının sonucunda imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü Ruslara geri verildi. Birkaç yıl sonra, 1826-1828 yılları arasında tekrar Rus-İran savaşı patlak verdi. Kısa bir süreliğine de olsa Bakü tekrar İran’ın eline geçti. Ancak bir kez daha Rusya’ya yenildiler. Bu çok daha kötü bir sonuç doğurdu çünkü 1828’de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Bakü’yü resmen Rusya’nın kalıcı parçası yapmışlardı.

Rus hükümdarları şehrin surlarını onarmak ve genişletmek için çalışmışlar yaptırmış, bu sırada surlara “artık burada kalıcıyız” mesajı veren düzinelerce top yerleştirmişlerdi. Sürekli ortaya çıkan savaşlar sona erince Bakü halkı tekrar ticarete odaklandı, liman yeniden açıldı. Yani Bakü tekrar işbaşı yaptı.

Surlu Şehir geliştikçe surlarınının dışında yeni mahalleler inşa edildi. Bu sırada Bakü, İç Şehir ve Dış Şehir olarak ikiye ayrılıyordu. Surların içinde yaşayanlar kendilerini gerçek Bakü yerlileri olarak görüyor, surların dışında yaşayanlara tepeden bakıyorlardı. Şehre para geldikçe mimari de değişmeye başlamış, bir kısmının yerini Gotik ve Barok tarzındaki Avrupa mimarisi almıştı.

PETROL

Bakü’de petrol keşfedilmesiyle şehrin büyümesi hız kazandı. Rus yetkililer Bakü topraklarını özel yatırımcılara satmaya başladı. Bunlar arasında Nobel Kardeşler ve Rothschild Ailesi gibi tanınmış isimler vardı. Bakü’nün petrol dolu olduğu ortaya çıkmıştı. 18.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar neredeyse uluslararası olarak satın alınan petrolün yarısı buradan çıkarılıyordu. Petrol parayı, para gelişim ve genişlemeyi getirdiği için surlarla çevrili şehir büyüyemezken dış şehrin nüfusu oldukça hızlı artmıştı. Ancak bu refah ortamı Bakü’de tekrar kan dökülmeyeceğinin garantisi değildi; hatta Bakü’nün en kanlı dönemi yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği yıkılana kadar defalarca kan akacaktı.

1905’te Rus işçi sınıfı Çar’a ve soylulara karşı ayaklanınca (1905 Rus Devrimi) Rusya’da siyasi huzursuzluk patlak vermişti. Bu sırada Bakü’de Ermeni ve Tatarlar (Azerbaycan Türkleri) arasında şiddet olayları yaşandı ve iki taraftan da binlerce insan hayatını yitirdi.

Bakü bir türlü nefes alamadı, 1. Dünya Savaşı sırasında Almanların hedefi oldu. Almanya, müttefiklere petrol tedarik etmekle sorumlu olan Bakü topraklarına girmek için Gürcistan’a asker gönderdi. Karşı hamle olarak İngiltere bölgeye kendi askerlerini gönderdi.

1917’de Bakü sokakları bu sefer Rus devrimi ile kana bulandı (1917 Şubat Devrimi). Rusya İmparatorluğunun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğu sırasında Bolşevik ve Taşnaklar (Ermeniler) Bakü’yü ele geçirmeye çalıştı. Azerbaycan Türkleri şehri korumak için dirense de gerçekleşen katliamlarda yaklaşık 13.000 kişi hayatını kaybetti. Bunlar 1918 Mart Olayları adıyla bilinir.

Dökülen onca kanın sonunda Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Fakat Cumhuriyetin bir sorunu vardı. Ordu olmadan kendilerini savunamazlardı. Geçmişte yaşadıkları onca işgal ortada iken bu oldukça önemli bir sorundu. Azerbaycan Osmanlı’dan yardım isteyerek Bakü’ye yürüyüşe geçti. Böylece 1918 Bakü Muharebesi gerçekleşti. Savaş kazanılmış, Bakü Azerbaycan’ın olmuştu.

Ama hasta adam denen Osmanlı zaten zayıftı ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti savunmasız kalmıştı. Diğer yandan Ruslar kaybettiklerini geri almaya can atıyorlardı. 28 Nisan 1920’de Bakü Kızıl Ordu tarafından işgal edilince Bolşevikler yeniden iktidara geldi.

Sovyetler Birliği’nin ele geçirdiği Bakü tekrar zenginleşmişti. Sovyet ülkeleri Bakü’nün petrolüne bağımlı olduğundan şehir Sovyetlerin baş tacı olmuştu. Ruslar Bakü petrol sahalarına büyük yatırımlar yaparken Bakü’nün çehresi büyük oranda değişti.

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bakü ve Azerbaycan bağımsızlıklarını kazanmış oldu.

FİRAVUN "SAHURE"

Hazırlayan: A.Kara

BARIŞÇIL MISIR FİRAVUNU : SAHURE

Sahure, Eski Krallık döneminde yaşayan bir Mısır firavunuydu. 5. Hanedanlığın hükümdarıydı ve saltanatı boyunca barış ve refah hüküm sürmüştü. Bunların yanı sıra yabancı topraklarla ticaret yapmış, bir donanma geliştirmiş ve madenler açmıştı.

Sahure, özellikle kendisi için inşa ettirdiği Sahure Piramidi ile tanınır. Bu piramit Mısır'da Kahire yakınlarındaki Ebûsir'de (ابو صير) bulunur. Sahure'nin halefleri de o bölgede kendi piramitlerini inşa ederek onun izinden gitmişlerdir.

Sahure Piramidi, daha önce inşa edilmiş olan Giza'daki üç ana piramitten çok daha küçüktür. Bunu piramit yapımında bir düşüş olarak yorumlamak mümkündür. Öte yandan bu piramit kompleksi, yapımında kullanılan taşların kalitesi ve ölüm tapınağının zengin kabartma süslemeleri ile dikkat çekicidir. Dolayısıyla söz konusu eski Mısır piramitlerinin kalitesi olduğunda boyut tek kriter olmamalıdır.

Adı “Re'ye yakın olan” anlamına gelen Sahure, MÖ 3. binyılın ortalarında doğmuştur. Genellikle babasının 5. Hanedanlığın kurucusu Userkaf olduğu düşünülmektedir. Çünkü Userkaf'ın saltanatı sırasında antik Mısır'ın güneş tanrısı Ra ve Ra kültü önem kazanmıştır. Oğlunun adı olan “Sahure”, Userkaf'ın güneş tanrısı Ra'ya yaptığı atıfın bir yansımasıdır.

Babası bellidir ama annesinin kimliği biraz muammalıdır. Userkaf'ın 4. Hanedanlığın üçüncü firavunu olan Redjedef'in soyundan geldiğine inanılır. Zaman geçtikçe hanedanlık mücadelelerine neden olan rakip dallar ortaya çıkmıştır. Pozisyonunu güçlendirmek isteyen Userkaf, kraliyet ailesinin ana kolunun soyundan gelen Khentkaues ile evlenir. Bu, hanedan mücadelelerini sona erdirerek Userkaf'ın yeni bir hanedan kurmasına olanak sağlar. Bu nedenle geleneksel olarak Sahure'nin annesinin Khentkaues olduğu varsayılmıştır. 

I. Khentkaus, Giza'daki mezarında 'iki kralın annesi' olarak anılır ve muhtemelen bunlardan biri Sahure'dir. [7] Khentkaus, mezarında kraliyet kobrası (uraeus) ve sakal ile tasvir edilmiştir, bu da Sahure'nin vekili olarak hizmet etmiş olabileceğini düşündürmektedir. Ancak annesi olduğu anlamına gelmez. Sahure piramidinin geçidinde yapılan kazılarda, firavunun annesinin Userkaf'ın diğer eşlerinden II. Neferhetepes olduğunu gösteren kabartmalar bulunmuştur. [4][5][6]

Sahure MÖ 2.487 civarında firavun olmuştur. Turin Kral Listesi'nde yazanlara göre toplam 12 yıl hüküm sürmüştür. Antik Mısır'ın Eski Krallık döneminden kalma Kraliyet Yıllıkları olarak bilinen bir dikili taşın geniş bir parçası olan Palermo Taşına göre ise Mısır'ı yönettiği toplam süre 13 yıldır.

Fakat Firavunlar, tıpkı diğer onca Sami halkları gibi işgalci, yağmacı, yayılımcı bir politika izlerken Sahure'nin hükümdarlığında bunlar pek yaşanmamıştır. Onun saltanatı sırasında krallığında barış ve refah hakim olmuş, bu durum komşu halklara kadar yayılmıştır. Bunun sonucunda Mısır ile komşuları arasında her iki tarafa da fayda sağlayan ticaretler yapılır olmuştur. Yani diğer firavunların yaptığı gibi saldırıp işgal ederek mallara el koymak yerine ticarete yönelmiştir.

Cenaze tapınağını süsleyen rölyeflerde ticaret faaliyetlerini anlatan sahneler-çizimler yer almaktadır. Örneğin bir sahnede Mısır gemileri, günümüzde Lübnan'da bulunan bir kıyı kasabası olan Biblos'tan evlerine dönerken gösterilirler. Tasvirlerde ayrıca Lübnan'ın ünlü sedir ağaçlarıyla doldurulan gemiler yer alır. Diğer gemilerde köle ya da tüccar olan ve Sahure'yi selamlayan yetişkin ve çocuklardan oluşan "Asyalılar" ile yüklü olarak temsil edilmiştir. [2][3][8][9]

Sahure'ye şöyle demektedirler:
Selam sana ey Sahure! Yaşayanların Tanrısı, güzelliğini görüyoruz!. [10]

Aynı kabartma, yabancı topraklar arasında ticareti kolaylaştırmak için gemilerde tercüme yapmakla görevli tercümanların bulunduğunu kuvvetle göstermektedir. Mısır sanatına özgü kabartmalarda muhtemelen Doğu Akdeniz kıyılarından açık deniz gemileriyle getirilen birkaç Suriye boz ayısını tasvir eder. Bu ayılar, Suriye ortaya çıkan 12 adet kırmızı boyalı, tek kulplu kavanozlar ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bazı Mısırbilimciler, birlikte ele alındığında, ayılar ve kavanozların muhtemelen bir haraç olduğunu öne sürmüşlerdir. [11][12]

Yağma, saldırma yerine izlediği işbirlikçi politikanın kanıtları Lübnan'da ortaya çıkan eserlerde görülmektedir. Bunlar arasında Sahure'nin mührü ile damgalanmış taş kaplar ve ince bir altın parçası üzerinde damgasının bulunduğu sandalye yer alır.

Firavunun, Lübnan dışındaki Punt ülkesine bir ticaret heyeti gönderdiği de kayıtlar arasındadır. Bu, Punt'a yapılan ilk belgelenmiş Mısır seferidir. Mısırlılar bu efsanevi topraklardan kendi topraklarında bulunmayan çeşitli mallar almışlardır. Bunların en değerlisi ise 80.000'lik ölçü ile alınıp Mısır'a getirilen mür'dür. Mür, ilaç yapımında ve parfümlerde kullanılan, kokulu, yapışkan bir reçine türüdür. [13][3] [15]

Alınan mallar arasında ayrıca 23.030 tahta ve doğal bir altın ve gümüş alaşımı olan 6.000 ölçülük elektrum bulunur. Punt'a yaptığı seferin ticaret açısından önemine ek olarak, bu olay aynı zamanda onun Mısır donanmasını kuruşu olarak kabul edilir.

Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı ticari sefer, sonraki firavunlar için bir emsal teşkil ettiği için uzun vadeli bir etkiye de sahipti. Örneğin Orta Krallık döneminde, kendinden sonraki çeşitli firavunlar tarafından da Punt ülkesine ticaret amaçlı seferler düzenlenmiştir. [14]

Tabi o zamana kadar seferlerin ölçeği muazzam bir şekilde artmıştı. Örneğin MÖ 1985'te gerçekleştirilen ticari amaçlı bir keşif gezisinde 3.000 erkeğin bu olaya dahil olduğu iddia edilir. 50 yıl sonra gerçekleştirilen bir başka seferde ise 3.700 erkeğin katıldığı yazılmış ve bununla övünülmüştür.

Ancak Punt'a yapılan en ünlü sefer, Yeni Krallık firavunu Hatşepsut'un düzenlediği seferdir. Bu, bilinen ve en iyi şekilde belgelenmiş en büyük keşif gezisiydi. Şüphesiz tüm bu keşif gezileri Sahure'den ilham alınmıştı ve düzenleyen firavunun saltanatının refahını sağlamaya hizmet edecekti.

Fakat ne kadar barışçıl politika izlersen izle, eğer bir firavun ya da kralsan mutlaka atalarının sana öğrettiği, metinlerin övgüyle kaydettiği şeyi yapacaksındır; Savaşmayı.

Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı seferi ticaret amaçlı ve barışçıl olmasına rağmen, onun denizaşırı ülkelerde askeri seferler yürütmüş olabileceği anlaşılmaktadır. Çünkü Mısırlıların, komşuları olan Libyalılara yaptığı baskını tasvir eden kabartma sahneleri bulunmaktadır. Bir sahnede firavun, korku içinde önünde çömelmiş olan Libyalı esirleri cezalandırmak üzere iken tasvir edilmiştir. Bu baskından başarı elde eden Mısırlılar, düşmanlarının yanı sıra onların hayvanlarını da ülkelerine getirmişlerdir.

Sahure'nin Libyalılara karşı düzenlediği askeri harekatın tasviri olduğu düşünülen ve dolayısıyla firavunun saltanatının o kadar da barışçıl olmadığını gösteren kabartmanın gerçek bir olayı tasvir etmeyebileceği, sadece bir tür "ayini" anlattığı da ileri sürülmüştür.

Alternatif bir görüş, Sahure'nin seleflerinden birinin başarısını kopyaladığı şeklindedir. Firavunun düşmanlarını cezalandırmak üzere olduğu aynı sahnenin, 6. Hanedan firavunu II. Pepi'nin cenaze tapınağında ve 25. Hanedan firavunu ve Kuş Kralı Taharka'nın Sudan'ın Kava ilindeki Tapınağı'ndaki bir kabartmada da yer alabileceğine dikkat çekilmiştir. Bu nedenle eğer bu firavunlar söz konusu sahneyi Sahure'den kopyalamışlarsa, Sahure'nin de bu sahneyi seleflerinden birinden kopyalamış olması mümkündür. Yani Sahure belki de hiç savaşmamış, yağma yapmamış, sadece hanedanlığı için önemli olan olayları anlatan kabartmalara yer vermiştir.

Sahure'nin en bilinen yönlerinden biri madenler açtırmasıdır. Örneğin Sina yarımadasında turkuaz madenleri açtırmıştır. Bu madenlerin Mısır'daki "Mağara Vadisi" (وادي مغارة) ve "Harita Vadisi"nde (وادي الخريط) bulunduğu tahmin edilmektedir. [1]

Güneydeki Nübye'de diyorit yani yeşiltaş madenleri açtırmıştır. Bu madenlerden çıkan taşlar genellikle anıtsal binaların yapımında kullanılmıştır ve Sahure'nin gerçekten de birkaç anıt inşa ettiği bilinmektedir.

Firavunun inşa ettiği anıtlardan biri de bir güneş tapınağıdır. Güneş tanrısı Re yani Ra'nın kültü 5. Hanedanlık döneminde baskın hale geldiğinden firavunlarının bu tanrıya adanmış tapınaklar inşa etmesi gayet doğaldır. Bu tapınağa 'Re'nin Tarlası' anlamına gelen Sekhet-Re denildiği bilinmektedir. Ne yazık ki tapınağın yeri tarihe karışmıştır ve belki de asla tespit edilemeyecek.

Sahure'nin inşa ettirmiş olduğu bilinen bir diğer anıt ise "Uetjes Neferu Sahure" adı verilen ve 'Sahure'nin Görkemi Cennete Yükseliyor' anlamına gelen saraydır. Bu ismin Sahure'nin haleflerinden biri olan Neferefre'nin cenaze tapınağında yakın zamanda ortaya çıkarılan yağ kaplarında da yazılı olduğu görülmüştür. Güneş tapınağı gibi, sarayın da yeri bilinmiyor ancak Abusir'de olabileceği tahmin edilmekte. [16]

Neyse ki Sahure'nin anıtsal yapı projelerinden biri bugüne kadar ayakta kalmış; Abusir'deki piramit kompleksi. Bu isim, Grekçedeki Busiris'in Arap versiyonudur ve eski Mısır'da "Osiris'in Evi" anlamına gelen "Pr-vsir" kelimesinden türetilmiştir. Bu isim söz konusu alanın Osiris'e adanmış bir tapınakla ilişkili olduğunu gösterir.

Abusir, kuzeyde Giza ve güneyde Sakkara olmaz üzere iki kabristan (nekropol) arasında yer alır. Sahure bu bölgede bir piramit kompleksi inşa eden ilk firavundur.

Giza ve Sakkara'nın zaten piramit ve mezarlarla dolu olması nedeniyle Abusir'de yeni bir mezarlık (nekropol) kurulduğu düşünülüyor. Buna ek olarak söz konusu alan Abusir Gölü üzerinden Nil Nehri'ne bağlanmış, bu da yapı malzemelerinin yeni mezarlığa tekneyle taşınmasını kolaylaştırmıştır.

Sahure, Abusir'de piramit kompleksi inşa eden ilk firavun olmasına rağmen orada bir anıt inşa eden ilk kişi değildir. Bu başarı onun selefi Userkaf'a aittir.

Abusir'de bir firavun tarafından inşa edilen ilk anıt eski Mısırlılar tarafından "Re'nin Kalesi" anlamına gelen Nekhen-Re olarak bilinen Userkaf'ın Güneş Tapınağı'ydı. Bu, Abusir'deki bilinen ilk güneş tapınağıdır. Ancak Sahure'nin Sekhet-Re'sinden farklı olarak Userkaf'ın güneş tapınağının yeri arkeologlar tarafından tespit edilebilmiştir. [17]

Sahure'nin yerine geçen 5. Hanedan firavunları Abusir'de piramitler inşa etmeye devam ettiler ve burayı bu hanedanlığın ana kraliyet nekropolü haline getirdiler. Bir zamanlar Abusir'de 14 kadar piramit olduğuna inanılır. Ancak bugün sadece Sahure, Neferirkare, Niuserre ve Neferefre'nin piramitleri tanımlanabilmekte.

Buna ek olarak, 5. Hanedan firavunları Abusir'de başka güneş tapınakları inşa ettiler ve bunların sonuncusu, hanedanlığın yedinci hükümdarı Menkauhor döneminde inşa edildi. İlginç bir şekilde Userkaf gibi Menkauhor da piramidini Abusir'in dışında Dahšūr'un (دهشور) yakınında inşa ettirmiştir. Menkauhor'un saltanatından sonra Abusir, firavunlar tarafından terk edilmiş olsa da eski Mısır soyluları arasındaki popülerliğini korumuştur.

OSMANLININ ÇOCUK GELİNLERİ - 1

Yazan: Sedat Karadayı

I. AHMET'İN KIZI, AYŞE SULTAN, 3 YAŞINDAN İTİBAREN 8 KOCA

Osmanlı devletinde şehzadeler ve padişahlar kendilerine cariyelerden harem kurarken kızları olan sultanlar da önemli devlet adamları ile evlendirilerek yüksek rütbeli memurların hanedan ile akrabalık bağı oluşturuluyordu. Böylece önemli görevlerde bulunan devlet adamları bir taraftan onurlandırılıyor diğer taraftan sürekli göz önünde olmaları sağlanmış oluyordu. Osman Gazi döneminden itibaren bu evlilikler diğer beyliklerin beyleri ya da bey oğulları ile gerçekleşiyordu. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in harem sistemini kurup padişahların cariyelerle evlenmeye başlamasından sonra Padişah kızları Vezirlerle, Kaptan-ı Deryalar ya da Sadrazamlarla evlendirilmeye başlandı.

Buraya kadar her şey normal denilebilir ancak bir şekilde saraya Damat olarak gelenler cezalandırılarak ya da doğal ölümlerinden sonra Padişah kızı ya da kardeşi olması sıfatıyla dul kaldıktan sonra saraya akraba olması gereken başka görevlilerle evlendirildiler. Bu sayı bazen 7-8 eşe kadar çıkmıştı.

Bu durumun bile normal sayılabileceği yönler olabilir. Fakat I. Ahmet’ten sonra evliliklerde yaş sınırı ortadan kalktı. Çocuk yaşta evlendirilme uygulaması başladı. Önceleri hiç uygulanmayan bu yöntem sonraları devletin İslami geleneklerine bağlı olarak bir nevi sünnet tanımı ile gerçekleştirildi.

Bu örneklerden biri de I. Ahmet’in Kösem Sultan’dan olma kızı Ayşe Sultandı. Ayşe Sultan 1608 yılında dünyaya geldi. IV. Murat ile İbrahim’in (Deli) ablasıydı. Ayşe Sultan 1611 yılında daha 3 yaşında iken Kuyucu Murat Paşa’nın yerine Sadrazam olan Gümülcineli Nasuh Paşa ile evlendirildi. 1614 yılında Sinop’ta gelişen bir olay nedeniyle Nasuh Paşa suçlu bulundu. I. Ahmet’in emri ile Paşakapısı’ndaki ikametgahında Ohrili Hüseyin Ağa ve 100 kadar silahlı Bostancı tarafından boğularak idam edildi. Böylece Ayşe Sultan 6 yaşında dul kalmıştı.

Ayşe Sultan yaklaşık 1 sene sonra 7 yaşında Budin beylerbeyi olan Karakaş Mehmed Paşa ile evlendirildi. Karakaş Mehmed Paşa 1621 yılında Lehistan Seferine katılmıştı. II. Osman ile zaferden zafere koşulan bu sefer sırasında Hotin Kalesi kuşatması sırasında Karakaş Mehmed Paşa öldü. Ayşe Sultan 13 yaşında yine dul kaldı.

Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa Bağdat kuşatmasında yaşadığı başarısızlıktan dolayı Sadrazamlıktan ve Serdar-ı Ekrem’likten azil edilerek İstanbul’a 2. Vezir olarak çağrıldı. Bu gelişinde 18 yaşına gelmiş olan dul Ayşe Sultan ile evlendirildi. 1632 yılına geldiğinde 7 Şubat günü askerler ayaklandı. İçlerinde Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa’nın da bulunduğu 17 kişinin cezalandırılmasını istemişlerdi. IV. Murat bunu kabul etmemesine rağmen askerler inatla direndiler. Ahmet Paşa, padişaha “Yolunuza canım kurban” diyerek elindeki hançerle isyancıların arasına daldı. İsyancıların hançerlemeleri sonucu 17 yara ile hayatını kaybetti. IV. Murat bu bağlılık karşısında ağlarken Ayşe Sultan yine dul kalmıştı. Ayşe Sultan hangi tarihte olduğu bilinmeyen bir evlilik daha yapmıştı. Hakkında tam bir bilgi sahibi olamadığımız bu damat Diyarbakır valisi Murtaza Paşa idi. Murtaza Paşa ile olan evliliğin bitmesinden sonra, Ayşe Sultan 1639 yılında 31 yaşında iken Vezir Celep Ahmet Paşa ile evlendirildi. Celep Ahmet Paşa, Şam’da valilik yaptığı sırada işlediği bir suç yüzünden İstanbul’a çağrılıp mallarına el konularak hapse atıldı. Ayşe Sultan, bu olaydan sonra Celep Ahmet Paşa’dan boşandırıldı. 1648 yılında 40 yaşında iken Kaptan-ı Derya Voynuk Ahmet Paşa ile nikahlandı. Voynuk Ahmet Paşa Suda Kalesinin kuşatması sırasında 1649 yılında öldü.

41 yaşında yine dul kalan Ayşe Sultan, bu kez de yeğeni IV. Mehmed tarafından (Ayşe Sultan IV. Mehmed’in halasıydı) 1649 yılında Şam eyaletine vali olarak gönderilen İbşir Mustafa Paşa ile evlendirildi. İbşir Mustafa Paşa bazı suçlamalarla karşı karşıya kalınca 1655 yılının Nisan ayı sonlarında Topkapı Sarayında devlet erkanının da katıldığı ortamda bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda devlet ileri gelenlerinden hiç kimse İbşir Paşa lehinde görüş bildirmediği için Paşa sadaret mührünü Padişaha teslim edip sadrazamlık görevinden ayrıldı. İbşir Mustafa Paşa bir süre hapis tutulduktan sonra At meydanında toplanmış sipahilerin istekleri üzerine 11 Mayıs 1655 tarihinde idam edildi.

47 yaşında tekrar dul kalan Ayşe Sultan bu kez de vakit kaybedilmeden Kubbe Vezirliğine atanmış olan Ermeni Süleyman Paşa evlendirildi. Bu evlilik Ayşe Sultan’ın son evliliğiydi. Damat Süleyman Paşa ile olan evliliğinin 6. Ayında eceliyle vefat etti.

3 yaşında başlayan ve 47 yaşında biten evlilik sürecine 8 adet koca sığdırmışlardı. Ayşe Sultan Osmanlı’da başlayan bu geleneğin birincisiydi ama sonuncusu olmayacaktı.

DEDE KORKUT’TAN DEDEM KORKUT’A TÜRKÇE YAZILAR - 2

Yazan: Sedat Karadayı

DEDE KORKUT’TAN DEDEM KORKUT’A TÜRKÇE YAZILAR - 2

1200’lerde

10. Yüzyıldan itibaren Türkler batıya doğru yürüdükçe İranlı kavimlerle karşılaşıp Farsça kelime ve sözcükleri dilleri içinde daha yoğun kullanır oldular. Daha önce obalarda, otağlarda kullanılan Türkçe artık saraylarda Farsça ile beraber duyulmaya başlamıştır. Bu şekilde günümüzde kullandığımız Türkçeye biraz daha yaklaşır oluverdi. Artık nispeten daha anlaşılabilir. Aşağıda Yunus Emre’den Kara Veba’yı anlatan bir şiirden bir örnek var. Hemen altında da günümüz Türkçesi ile açıklamaları.

HİÇ BİLMEZEM KEŞİK (SIRA) KİMİN

Hîç bilmezem kezek kimün aramuzda gezer ölüm
‘Âlemi bostân eylemiş râyihanın keser ölüm
(Hiç bilmezim keşik kimin, aramızda gezer ölüm,
Alemi bostan eylemiş rayihanın keser ölüm)

Alur yigidi çagında bülbüli ötmez bâgında
Kimse komaz ocagında yigitleri alur ölüm
(Alır yiğidi çağında, bülbülü ötmez bağında,
Kimse komaz ocağında, yigitleri alır ölüm)

Bir niçenün bilin büker bir niçenün mülkin yıkar
Bir niçenün yaşın döker var güçini üzer ölüm
(Bir nicenin belin büker, bir nicenin mülkün yıkar,
Bir nicenin yaşın döker, var gücüyle üzer ölüm)

Birinün alur kardaşın revân döker gözi yaşın
Hiç onarmaz bagrı başın hayır işden bezer ölüm
(Birinin alır kardaşın, revan döker gözü yaşın,
Hiç onarmaz bağrı başın, hayır işten bezer ölüm)

Yigidi koca kılınca komaz kendüyi bilince
Birini koyup gelince gözlerini süzer ölüm
(Yiğidi koca kılınca, komaz kendini bilince,
Birini koyup gelince, gözlerini süzer ölüm)

Alur yigidi kocayı yakar ananun içini
kızlarun sarı saçını teneşirde çözer ölüm
(Alır yiğidi kocayı, yakar ananın içini,
Kızların sarı saçını teneşirde çözer ölüm)

Alur yigidün âlâsın dîvâne ider anasın
Gelinlerün el kınasın topraklara karar ölüm
(Alır yiğidin alasın, divane eder anasın,
Gelinlerin el kınasın topraklara karar ölüm)

Alur yigidün hâsını döker gözlerin yaşını
Mecnûn ider anasını yüreklerin yakar ölüm
(Alır yiğidin hasını, döker gözlerin yaşını,
Mecnun eder anasını, yüreklerin yakar ölüm)

Kanı anun sevdük yari kıl tâ‘atun arı yüri
Miskîn Yûnus eydür bunı ejderhâlar yudar ölüm
(Hani onun sevdik yari, kıl taatın arı yürü,
Miskin Yunus söyler bunu, ejderhalar yutar ölüm)


Yunus Emre

DEDE KORKUT’TAN DEDEM KORKUT’A TÜRKÇE YAZILAR - 1

Yazan: Sedat Karadayı

DEDE KORKUT’TAN DEDEM KORKUT’A TÜRKÇE YAZILAR - 1

Türkçe dönem olarak 5’e ayrılır:

Antik Türkçe MÖ? – 1 YY
Eski Türkçe 1-13 YY
Orta Türkçe 13-16 YY
Yeni Türkçe 15-20. YY
Modern Türkçe

700’lerde Köktürk’lerden kalan Kültigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk anıtları en eski ve en büyük Türkçe metinleri oluşturmuştur. Tamamı Köktürk alfabesi ile yazılmıştır. O zamanlarda konuşulanlar şimdi konuşulsaydı hemen hemen hiçbir şey anlaşılmayacaktı.

Bu yirde olurup Tabğaç budun birle tüzültüm
Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım
Altun kümüş işgiti Kutay burisuz anca birür
Altını gümüşü ipeği (ipekliyi) sıkıntısız öylece veriyor.
Tabğaç budun sabi süçig ağısı yımsak ermiş
Çin milletinin sözü tatlı ipek kumaşı yumuşak imiş
Süçig sabin yımsak ağın arıp
Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp
Irak budunuğ anca yağutır ermiş
Uzak milleti öylece yaklaştırmış
Yağuru kondukda kirse ariyığ bilig anda öyür ermiş
Yaklaştırdıktan sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş
Bir kişi yarigılsar, oğuşı budunı bişükinge tegi kıdmaz ermiş
Bir kişi yanılsa kabilesi milleti akrabasına kadar barındırmazmış
Süçig sabıriga yımsak ağısıriga arturup öküş Türk budun öltüg. Türk budun ölsikirig.
Tatlı sözüne yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok Türk milleti öldü. Türk milleti öleceksin


1000’lerde Türkçe’nin durumu

1077 yılında Kaşgarlı Mahmut Dîvan-ı Lûgati’t Türk’ü yazıp zamanın halifesi Muktedî-Biemrillah’ın oğlu Ebu’l Kasım Abdullah’a hediye etmesinin sebeplerinden biri de Araplara Türkçe öğretmek idi. Kaşgarlı’nın kitabından alınan bazı atasözlerine bakacak olursak yine anlaşılması o kadar kolay olmayacak.

Köklüg tonug özkünge, tatlı aşıg adınka, Tutkil konukş agırlıp, yadsun çavıng budunka
(Güzel elbiseyi kendine, tatlı aşı başkasına ayır. Konuğu iyi ağırla yaysın ünün millete.)
Agılda oglak toğsa, arıkta otı öner
(Ağılda oğlak doğsa ırmakta otu biter)
Kız kişi savı yarıglı bolmas
(Pinti kişinin iddiası geçerli olmaz)
Tegirmendi togmış sıçgan kök kökregüge korkmas
(Değirmende doğmuş sıçan gök gürlemesinden korkmaz)
Korkmuş kişige koy başı körünür
(Korkmuş kişiye koyun başı çift görünür)
Koş kılıç kınga sıgmas
(Çift kılıç bir kına sığmaz)
Kaynar öküz keçiksiz bolmas
(Coşkun ırmak geçitsiz olmaz)
Bir tilkü terisin ikile soymas
(Bir tilkinin derisi iki kez soyulmaz)
Teve silkinse eşgekke yük çıkar
(Deve silkinse eşeğe yük çıkar)
Ermegüge bulıt yük bolır
(Üşengece bulut yük olur)
Köp sögütke kuş konar, körlük kişige söz kelir
(Çok söğüde kuş konar, güzel kişiye söz gelir)

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 6

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-6

SULTAN BERKYARUK VE I. KILIÇARSLAN’IN ÖLÜMÜ

Melikşah’ın ölümünden sonra oğulları ve kardeşleri taht kavgasına girmişlerdi. Türklerin ve dolayısıyla Selçukluların geleneğine göre hanedana ait tüm erkekler Tanrıdan Kut almış olduğu varsayılarak mutlaka bir bölgenin yöneticiliği verilmesi gerekirdi. Bazıları sahip oldukları bölgeyi sevip rıza göstermelerine karşın bazıları da kendilerine verilen bölgeden hoşnut kalmayıp daha çok yer istiyor ya da zorla sahip olmaya çalışıyordu. Melikşah’ın üvey kardeşi Arslan Argun bunlardan biriydi. Arslan Argun kendi payına düşen Hemedan’ı yeterli görmediği için istemiyordu. Ağabeyi Melikşah’ın ölümünden sonra Horasan, Belh gibi bazı toprakları ele geçirdikten sonra yeğeni Berkyaruk’tan Nişabur hariç dedesi Çağrı Bey’in sahip olduğu tüm bölgenin kendisine verilmesi karşılığında Berkyaruk’un sultanlığını tanıyacağını haber etmişti. Ancak Berkyaruk başındaki Tutuş sıkıntısı nedeniyle 1094 yılında ona cevap veremedi. Cevabını 1095 yılında diğer amcası Börü Bars’ı ordusuyla Arslan Argun’un üzerine gönderdiğinde vermiş oldu. Börü Bars oğlu Mesud ile beraber yaptıkları savaşta kardeşi Arslan Argun’u yendi. Argun, Belh’e çekilmek zorunda kaldı. Belh’e kardeşi Arslan Argun’un üzerine yürüyen Börü Bars yapılan savaşta yenildi. Arslan Argun, kardeşini 6 ay hapsettikten sonra öldürdü.

1096 YILI

Ağustos’un başında keşiş Pierre L’Ermite idaresindeki Fransız, İtalyan ve Alman işsiz ve serseri takımından oluşan disiplinsiz ilk haçlı ordusu Avrupa’da geçtikleri yerleri yağmalayarak Konstantinopolis’e. Anadolu Selçuklu ordusu Eylül sonunda 6 bin kişilik İtalyan ve Almanlardan oluşan haçlı ordusunun İznik’te ele geçirdiği kaleyi geri aldı. Bu yenilginin intikamını almak için harekete geçen Haçlılar 20 bin kişilik ordu ile İznik üzerine yürüdüler. Ermeni Gabriel’in elindeki Malatya şehrini kuşatan Kılıçarslan meşgul olduğu için onları karşılayan kardeşi Kulan Arslan ve ordusu tüm Haçlıları yok etti. Bu sırada Avrupa’dan yola çıkan asıl ve profesyonel Haçlı ordusu başında Fransız ve Alman şövalyeler komutasında kadınlı çocuklu 600 bin kişilik güçle Konstantinopolis’e yaklaşmaktaydı.

1097 YILI

Arslan Argun’u cezalandırmak isteyen Berkyaruk 12 yaşındaki kardeşi Sencer’i ordusuyla amcasının üzerine gönderdi. Ancak Sencer daha Horasan’a varmadan Arslan Argun kölesi tarafından halka zulmettiği için öldürülmüştü. Sencer Berkyaruk tarafından Horasan Melikliğine atandı. Bu dönemde Muhammed Tapar Gence Meliki, dayısı İsmail’in oğlu Mevdud Azerbaycan Meliki, amcası Tutuş’un oğullarından Rıdvan Halep, Dukak Şam Meliki, babası Melikşah’ın kuzeni (Kavurd’un oğlu) Turan Şah Kirman Meliki unvanları ile Berkyaruk’u Büyük Selçuklu Sultanı olarak tanıyorlardı. Aynı zamanda Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın oğlu, Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan da batıda Haçlılarla uğraştığı için doğuda bir sorun yaşamamak adına Berkyaruk’un Sultanlığını kabul etmişti. Fakat bu uzun sürmeyecekti.

Konstantinopolis’e gelen Haçlı ordularından haber alan Kılıçarslan Malatya kuşatmasını bırakarak İznik’e doğru yola çıktı. Ancak İznik’e vardığında kale büyük bir haçlı ordusu tarafından kuşatıldığı için savaşmadan kaleyi teslim ettiler. Konstantinopolis’e götürülen eşleri ve çocukları fidye ödenerek sağ olarak kurtarıldı. Kılıçarslan geri çekilmesine rağmen Haçlı ordusunu izlemekteydi. Önceleri vur-kaç taktiği ile haçlı ordusunu yıprattı ancak Eskişehir’de meydana gelen Dorileon Muharebesinde başarı sağlayamadı ve yenildi. Yenilmesine rağmen hiç esir bırakmadan düşmana 4000 zaiyat verip esir alarak yine de etkili olmuştu. Haçlı ordusunun ağır zırhlı askerleri ve Boemondo, Godefroy de Bouillon, Hugue, Saint Gilles, Robert Curthose, Tancred, Blois kontu Stephen gibi güçlü şövalyeleri karşısında vur kaç taktiğine devam etmesi ve gerilla savaşı yürütmesi gerektiğini anlamıştı. Bundan sonraki süreçte haçlı ordusunun geçeceği yerlerde yiyecek ve içecek tedariklerini ortadan kaldırarak ve ufak tefek kayıplar verdirerek yine de başarılı bir süreç sağlayabilmiş bu sırada ordusunun kayıp vermesini engellemişti.

1099 YILI

Muhammed Tapar elindeki toprakların yetersizliğini bahane ederek isyan edip Sultanlığını ilan etti. Tapar ile Berkyaruk arasında uzun süren savaşlardan sonuç alınamadı. Batıdaki Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan ise Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasındaki bu gerginliği fırsat bilerek bir yandan Haçlılarla mücadele ederken diğer yandan güneydoğu Anadolu’da bulunan Büyük Selçukluya bağlı beylerin topraklarını nasıl ele geçireceğinin hesaplarını yapıyordu.

1104 YILI

Bu sıralarda Berkyaruk’un sağlık durumu kötüye gidiyordu. Tapar ile bir türlü yenişemedikleri savaşlara son vermek için aralarında antlaşarak Azerbaycan, Diyarbakır, Bağdat, Isfahan, Rey, Hemedan gibi önemli kentler Muhammed Tapar’a bırakıldı. 1104 yılının sonuna doğru 22 Aralık’ta Berkyaruk 23 yaşında veremden öldü. Vasiyeti gereği yerine veliaht olarak oğlu II. Melikşah geçecekti. 5 yaşındaki II. Melikşah amcaları Muhammed Tapar ve Ahmed Sencer’in kararı ile Sultan olarak tahta oturmuş olsa da kontrol kendilerindeydi. Bu da uzun sürmedi, 1 yıl sonra Tapar yeğenini hepse atarak Selçuklu devletinin başına geçti. Ancak ordu gücü açısından doğuda bulunan Ahmed Sencer daha güçlüydü.

1105 – 1107 YILLARI

Haçlıların hakkından gelen Kılıçarslan, Anadolu’daki zaferleri ve ele geçirdiği yerlerden sonra saygınlığı ve gücü artmıştı. Bir zamanlar topraklarına göz koyduğu Selçuklu Beyleri şimdi ona itaat ettiklerine dair mesajlar gönderiyorlardı. Bunu öğrenen Muhammed Tapar, Emir Çavlı’yı görevlendirip Musul’a gönderdi. Ancak o daha kente giremeden Musul halkı, Kılıçarslan’a haber gönderip şehri teslim almasını istedi. Kılıçarslan Mart 1107’de Emir Çavlı ile Nusaybin’de yapılan savaşı kazanarak Musul’a girdi ve Tapar’a ait olan hutbe yerine kendi adına hutbe okutturdu. Yanında Yinal oğlu İbrahim ile beraberken Musul’da tüm vergileri kaldırarak halkı memnun etti. Kılıçarslan’ın bu yükselişinden rahatsız olan Artuklu Beyi İlgazi ile Halep Meliki Rıdvan, Tapar’ın Emiri Çavlı’ya katıldılar. Bu sırada Kılıçarslan’ın ordusu ikiye bölünmüştü. Ordusunun bir kısmı Bizans ordusu ile beraber ittifak ederek Urfa Kontu Bohemond’a karşı gitmişti. Geri kalanların bir kısmını veliaht oğlu 11 yaşındaki Mesud ve komutanı Bozmış Bey ile bırakarak kendisi de 6 bin kişilik ordusu ile Emir Çavlı, İlgazi ve Rıdvan’ın üzerine yürüdü. Kılıçarslan’ın ordusu daha az olmasına rağmen başlarda başarılı savaş çıkardı. Bir süre sonra kendisine bağlı beyler az sayıda olduklarını göz önüne alarak taraf değiştirdiler. Kılıçarslan, bozguna uğrama endişesi ile Emir Çavlı’ya saldırıp onu yaralamasına rağmen sonuç alamayacağını düşünerek geri çekilmeye çalıştı. Bu sırada Habur Çayını geçerken düşünce zırhlarının ağırlığı sebebiyle 14 Haziran 1107’de boğularak öldü.

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 5

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-5

BÜYÜK SELÇUKLULARIN MİRASYEDİ SULTANLARI

Melikşah İslami geleneklere göre 3 evlilik yapmıştı. Türk geleneklerine göre de eşlerinin hepsi de Türk soyundan geliyordu. Hatta bir tanesi doğrudan amcasının kızıydı.

Melikşah ilk evliliğini Karahanlı Devletin başı Tamgaç Han’ın kızı Terken Hatun ile yaptı. Aslında adı Terken olmamakla beraber tam adı bilinmediği için Türkler ve Moğollar arasında (Tengriken’den türetilmiş olduğu iddia edilir) bir nevi Prenses ya da Kraliçe anlamına da geldiği için kullanılmıştır. (Terken Arapça yazıldığında noktalamalardan dolayı Türkan olarak okunur). Alparslan’ın siyaseti gereği yapılan bu evlilik iki devleti daha uyumlu bir ilişki içine sokmak içindi. Melikşah Terken Hatun ile evlendiğinde Isfahan valisi olup henüz 12 yaşındaydı. Melikşah ikinci evliliğini amcası Emir Yakuti’nin kızı Zübeyde Hatun ile yaptı. Bu evliliğin de bir aşk evliliği olduğunu söylemek güç olur. Yine aile içinde olası isyanlara dur demek açısından yapılmış bir siyasi evlilik gibi görünüyor. Son eşi olan Başulu Hatun sıradan bir Kıpçak Türküydü. Melikşah’ın yaptığı bu evlilik Türk hanedanları içinde cariye ile yapılan ilk evlilik olması açısında önemliydi. Başulu Hatun olan ismi evlilikten sonra Taceddin Seferiyye Hatun olarak değiştirildi. Melikşah’ın eşleri içinde en çok sevdiği, en çok saygı duyduğu eşi olmasının yanında, Başulu Hatun Selçuklu Devleti için en yararlı eşi olmuştu.

Melikşah ilk oğlu Adudüddevle Ahmed’i 10 yaşındayken veliaht olarak tayin etmişti fakat Ahmed 1 yıl sonra 1088 yılında öldü. Diğer oğlu Davut ise 1 yaşındayken ölmüştü. Oğullarından sağ olan en büyüğü Zübeyde Hatun’dan olan Berkyaruk 8 yaşındayken veliaht ilan edildi. Melikşah 1092 yılının sonunda zehirlenerek öldürüldüğünde, Berkyaruk 12, Başulu Hatun’dan olan oğlu Muhammed Tapar 10, Sencer ise 8 yaşındaydı. En küçük oğlu Terken Hatun’dan olan Mahmud, babası öldüğünde 5 yaşındaydı. Melikşah’ın daha başka Tuğrul ve Humar adında 2 oğlu çocuk yaşlarında ölmüştü. Mah Melek Hatun, Gevher Hatun ve Seyyide (Sitara) Hatun isimlerinde 3 de kızı vardı.

1092 yılı;

Melikşah ölünce veliaht olan Berkyaruk tahta geçecekti. Ancak acele davranan Terken Hatun 6 gün içinde gelenekleri bir kenara iterek kendi oğlu 5 yaşındaki Mahmud’u Sultan ilan etti. Ayrıca Emir Kur Boğa’yı İsfahan’daki Berkyaruk’u tutuklaması için görevlendirdi. Ancak daha çabuk davranan Vezir Nizamülmülk Berkyaruk’u Rey şehrine kaçırarak Sultan ilan etti. Aynı yıl Nizamülmülk Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından öldürüldü. Yerine Tacülmülk vezir oldu.

Melikşah’ın sağlığında Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Tutuş ile olan savaşı kaybettiğinde oğulları Kılıçarslan ve Kulan Arslan Melikşah tarafında tutuklanıp hapsedilmişti. Melikşah’ın ölümünden sonra Berkyaruk tarafından serbest bırakılan Kılıçarslan ve kardeşi İznik’e geçerek Anadolu Selçuklu Devletini Vali Ebu’l Gazi’den teslim alıp Sultanlığını ilan etti. Kılıçarslan Sultan olduktan sonra bölgede hakimiyetini sağlamış ve denizcilik konusunda başarılar elde etmiş olan Çaka Bey ile ittifak kurmak amacıyla kızı ile evlendi. Karadan Kılıçarslan denizden de Çaka Bey Bizans’a nefes aldırmıyor Bizans’ın sürekli toprak kaybetmesine sebep oluyorlardı. Bizans İmparatoru I. Aleksios bir yandan Çaka Bey ile Kılıçarslan’ın arasını açmaya çalışırken diğer yandan da Avrupa’nın Katolik Papasından yardım istemişti. Çaka Beyin Çanakkale boğazının tam ortasında antik “Abydos” (Bugünkü Kilitbahir’in biraz kuzeyi) kentini kuşatması yüzünden Bizans İmparatoru I. Aleksios, Kılıçarslan’a Çaka Beyin asıl amacının İznik’i ele geçirmek olduğunu söyleyerek onu kışkırttı. Kılıçarslan bu dedikodudan etkilenerek Abydos kuşatmasında Bizans saflarında yer alıp karadan Çaka Bey’e saldırdı. Çaka Bey gelişmelerden habersiz Kılıçarslan ile görüşmek istediğinde verilen ziyafet sırasında Kılıçarslan tuzağa düşürdüğü kayınpederi Çaka Beyi kılıcıyla öldürdü.

1093 yılı;

Terken Hatun ordunun desteğini almak için Emirlere ve askerlere 20 bin altın dinar dağıttı. Oğlunun Sultanlığını kesinleştirmek için Sultan Naibi olarak11 Ocak’ta Berkyaruk’a karşı savaştı. Savaşı kazanan Berkyaruk 6 gün sonra Isfahan’ı kuşatınca Terken Hatun antlaşma önerdi. Buna göre Berkyaruk’a 500 bin Dinar ödeme yapacak, Terken Hatun oğlu adına Sultanlık talebinden vaz geçecek ancak İsfahan ve çevresini elinde tutacak şekilde Mahmud, Melik olarak kalacaktı. Berkyaruk antlaşmayı kabul etti ve ordusunu çekti. Bir ay sonra Terken Hatun yeni planını devreye sokarak Azerbaycan Emiri İsmail’e (Emir İsmail Berkyaruk’un dayısıydı. Melikşah’ın kardeşi Emir Yakuti’nin kızı Zübeyde Hatun, Melikşah’ın eşiydi, oğlu da Azerbaycan Valisi Emir İsmail idi) Berkyaruk karşısında kendisi ile birlik olması şartı karşılığında evlenme teklifinde bulundu. Emir İsmail bu teklifi Selçuklu Sultanı olma şansı olarak görüp kabul etti. Fakat Şubat 1093’deki savaşı Berkyaruk kazandı. Daha sonra Halife tarafından bir kez daha Sultan ilan edildi ve adına hutbe okundu.

1094 yılı;

Melikşah’ın ölümü sonrasında kardeşi Tutuş, Büyük Selçukluya bağlı olan Suriye’de kendini Sultan ilan ederek Suriye Selçuklu Devletini kurmuştu. Yeni Suriye Selçuklu Sultanı Tutuş, yeğeni Berkyaruk’un çocukluğunu ve toyluğunu dikkate alarak ondan toprak kazanmak amacıyla üzerine yürümeye karar verdi. Ekim 1094’teki savaşı kaybeden Berkyaruk en yakınındaki kardeşi ve İsfahan Meliki Mahmud’a sığındı. Terken Hatun bu durumu fırsat bilerek Berkyaruk’u tutuklattı. Fakat birkaç gün içinde Mahmud hastalık nedeniyle ölünce Emirleri taraf değiştirdi ve Berkyaruk serbest bırakıldı. Birkaç gün sonra da Terken Hatun öldü.

1095 yılı;

Berkyaruk yeni bir ordu hazırlayıp 26 Şubat 1095 tarihinde Tutuş’a saldırdı ve bu kez savaşı kazandı. Amcası Tutuş’un ölümünden sonra bir oğlu Dukak Şam’da diğer oğlu Rıdvan ise Halep’te Melikliğini ilan etti. Her iki Melik de Berkyaruk’a bağlı olarak hüküm sürmeye devam ettiler.

1096 yılı;

Avrupa’da Papa’nın isteği le hazırlanan Haçlı orduları Konstantinopolis’e doğru yola çıktı.

Berkyaruk Büyük Selçuklu Devlet sınırları içinde kontrolü ele geçirebilmişti. Kardeşlerine verdiği Meliklik onları geçici de olsa sakin kalmalarını sağlayacaktı. Bu durum 3 yıl daha bu şekilde sürecekti.

SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 4

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-4

BÜYÜK SELÇUKLU’NUN SONU

Alp Arslan henüz sağlığında büyük oğlu Melikşah’ı veliaht olarak tayin etmişti. Uzun denilebilecek boyu olan Melikşah biraz da kiloluydu. Çocukluktan itibaren babasının yanında savaşçılığı ve devlet adamlığını öğrenip beraber seferlere çıkıyorlardı. Doğu Anadolu’da Ani ve çevresindeki birçok bölgenin fethini vezir Nizamülmülk ile beraber yapmışlardı. Sadece Malazgirt savaşında bulunmamıştı. Muhtemelen onun sebebi Alp Arslan’ın olası bir ölümü sonrasında Selçuklu devletinin başına geçebilmesi için bir önlemdi. Alp Arslan oğlu Melikşah’ın tam bir devlet adamı olabilmesi için daha 12 yaşındayken ona ikta olarak Isfahan’ı verip yönetmesini sağlamıştı. Aynı yıl Karahanlıların kızı Terken Hatun ile evlendirildi.

Alp Arslan Malazgirt zaferinden sonra ordu komutanları olan Gazileri Anadolu’ya fethe gönderirken kendisi de doğuya Türkistan üzerine sefere çıktı. Emrindeki 200 bin kişilik ordu ile zaferlerine devam ederken bir süre kuşatma altında tuttuğu Barzam Kalesini de ele geçirdi. Kalenin kumandanı olan Yusuf Harizmi’yi gerekli güvenlik önlemlerini almadan huzuruna kabul etmişti. Oysa Yusuf Harizmi çizmesine sakladığı küçük hançerini birden çıkartıp Alp Arslan’a sapladı. Çevresindeki Alpler Yusuf’u yakalayıp etkisiz hale getirmiş olsalar da ağır yaralanan Alp Arslan 4 gün süren tedaviden sonra hayatını kaybetti. Cenazesi Merv’e getirilip defnedilirken oğlu Melikşah 17 yaşında tahta çıktı.

Alp Arslan ölüm döşeğindeyken oğluna karısı ve Melikşah’ın da annesi olan Seferiye Hatun’un kardeşi Kavurd Bey ile evlendirilmesini vasiyet etmişti. Oysa Selçuklu’da sular dinmek bilmiyordu. Alp Arslan oğlu Melikşah tahta çıktığında amcası Kavurd yine isyan ederek Selçuklu tahtında hak iddia etti. Amca-Yeğen’e ait ordular İran’ın Karaç mevkiinde karşılaştılar. Melikşah’ın ordusu içinden birçok Türkmen’in Kavurd’un saflarına geçmesine rağmen Melikşah amcasıyla olan savaşı kazandı. Melikşah amcasını affetmekten yanaydı ancak vezir Nizamülmülk buna engel oldu ve Kavurd Bey idam edildi. Bunun yanında dört çocuğundan yetişkin olan ikisinin de gözlerine mil çekildi.

Melikşah çok uzun olmayan Sultanlık döneminde doğuda büyük zaferler kazanmış ve fetihlerin yanında kendisine boyun eğen devletleri kontrol altında tutmayı başarmıştı. Batıda ise genellikle orta doğu bölgesinde hakimiyetler sağlamış, doğu Anadolu ve Azerbaycan topraklarındaki Ermenilere hamilik yapmıştı. Urfa ve Ani bölgelerinde yaşayan Ermeni halka özellikle de Hristiyan din adamlarına yaptığı yardımlarla büyük saygı kazanmıştı.

Melikşah’ın Selçuklu Sultanı olduğu sıralarda Anadolu’da kuzeni Kutalmışoğlu Süleyman Şah batıya doğru ilerleyip İznik ve İzmit’i fethederek Büyük Selçuklu’dan bağımsız olarak Anadolu Selçuklu devletini kurdu. Alp Arslan’ın danışmanlarından Danişmend Gazi ise Alp Arslan’dan aldığı buyruk ile Sivas ve bölgesinde kendisine ait fakat Selçuklu Sultanı Melikşah’a bağımlı Danişmendli Beyliğini kurmuştu. Saltuk Gazi de aynı şekilde Erzurum’da Melikşah’a bağlı Saltuklu Beyliğini kurdu. Diğer Gazilerden Artuk Bey, Mardin merkezli, Emir Çavuldur Maraş, Mengücek Gazi Erzincan merkezli beyliklerini kurup Melikşah’a bağlılıklarını bildirdiler. İçlerinden Çaka Bey daha da batıya giderek İzmir bölgesinde denize kavuşmuştu. Bunun anlamı Büyük Selçuklu İmparatorluğu doğuda Hazar’dan güneyde Akdeniz, batıda Ege denizine kadar geniş bir alana hükmettikleri anlamına geliyordu.

Melikşah’ın ordusu babası Alp Aslan’dan kalan ordu gibi değildi. Eskiden tamamen atlı Türkmenlerden oluşan ordunun yanına yaya (Piyade) birlikler olarak “Gulam” denilen paralı ya da esir alınmış askerlerden oluşan birlik de vardı. Bu tür askerlerin sayısı sürekli olarak 50 bin civarındaydı. Ancak komutanları tamamen Türkmenlerden seçiliydi. Emir Savtekin, Emir Bozan, Emir Porsuk, Emir Atsız, Emir Yağı-Basan, Emir İsabörü, Emir Yakup, Emir Çabak, Emir Aksungur, Emir Ahmed, Emir Goharayın ve Emir Kumaksürekli merkez orduda komuta eden emirlerdi. Bu emirler devlet için önemli olan kentlerin valisi olarak görevlendirilmişlerdi. Ayrıca Anadolu’da beylik olarak hüküm sürenler de ihtiyaç olduğunda orduları ile desteğe gelirlerdi.

Melikşah döneminde üstesinden gelemediği sorunların en önemlisi Haşhaşiyun tarikatı idi. Etkin eylemlerde bulunan Haşhaşiler, Nizamülmülk’ü ve daha birçok önemli kişileri intihar saldırıları ile öldürmüşlerdi. Hatta Melikşah’ın ölümünde dahi Haşhaşiler ile karısı Terken Hatun’un adları geçmektedir.

Selçuklu Sultanları dönem dönem farklı İran şehirlerinde ikamet etmişlerdi. Melikşah’ın tercih ettiği yer kendisine ikta olarak verilen Isfahan bölgesiydi. Savaşta, seferde olmadığı zamanlarda sürekli Isfahan’da olurdu. Hazinesi ve ordunun depoda bulunması gereken silahları Isfahan’ın 8 km güneyindeki Soffa Dağında bulunan Dezkûh kalesinde saklanıyordu. Son dönemlerinde sarayını Bağdat’a taşıma kararı almıştı.

Melikşah bilime ve ilime önem verirdi. Kendi döneminde Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medreseleri gerektiği gibi yönetilip idare edilebilseydi muhtemelen çok daha başarılı olacaklardı. Medreselerin başına getirilen yöneticilerin (Gazali, Ebû İshak eş-Şîrâzî) pozitif bilimden uzak eğitim sistemleri yüzünden beklenen başarıyı sağlayamadı. Dönemin bilim açısından yüz akı Ömer Hayyam idi. Matematikçi ve astronom olan Ömer Hayyam’ın, Melikşah’a atfettiği Celali Takvimi o döneme kadar yapılmış takvimler içinde en az hatalı olandı.

Selçuklular kısa zamanda Oba’dan Devlet’e, Devlet’ten İmparatorluğu dönüşmesine rağmen yine kısa sürede yeniden birçok küçük devletlere dönüşmek zorunda kaldı. Bunun en büyük sebebi, Selçuklularda yakın akrabalara Melik unvanı ile yönetmeleri için verilen beylikler olmuştu. Sultan’ın gücü ne olursa olsun kardeşi gibi en yakını dahi isyan edebiliyor, Sultan’ın tahtına göz koyabiliyordu. Melikşah döneminde Afganistan’ın Kunduz Vilayetinin sorumluluğu amcası Osman’a, Toharistan kardeşi Ayaz’a ve sonra da onun oğlu ve torununa, Herat kardeşi Börübars’a, Kirman isyan eden amcası Kavurt’un oğulları Sultanşah ile Turanşah’a, Azerbaycan amcası Emir Yakuti’nin oğlu İsmail’e, Hemedan kardeşi Arslan Argun’a, Belh kardeşi Tekiş’e, Suriye kardeşi Tutuş’a verilmişti.

Melikşah’ın ölümünden önce Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Büyük Selçuklulara ait olup Tutuş’un sorumluluğu altındaki Suriye’yi ele geçirmek için kuzeni Tutuş’a saldırdı. Tutuş ise Artuk Bey’den destek alarak Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile çarpıştı. Savaşı kaybeden Süleyman Şah nehirde attan düşerek (Babası Kutalmış da Alp Arslan’a isyan ettiğinde kayalıklarda attan düşüp ölmüştü) öldü. Suriye’yi tamamen ele geçiren Tutuş Büyük Selçuklunun valisi olmak yerine bu toprakları kendi malı olması için isyan ettiğinde Melikşah Tutuş üzerine yürüyerek bu planını bozdu.

Melikşah 1092 yılının sonuna doğru zehirlenerek öldüğünde kendisinden sonra Selçuklu’nun artık Büyük’lüğü kalmayacaktı. Kardeşler, kuzenler, amcalar birbirine girip tek bir imparatorluk yerinde birçok güçsüz ve zayıf devletler olarak ortaya çıkacaktı.

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 3

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-3

ALP ARSLAN’IN BİTMEYEN ZAFERLERİ

Horasan Meliki Çağrı Bey 1060 yılında öldü. Onun yerine Horasan Melikliğine oğlu Alp Arslan geçti. Tuğrul Bey kendisinden sonra yerine Çağrı Bey’in oğlu Süleyman’ın geçmesini istiyordu. Süleyman’ın Sultan olmasına Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış itiraz etti.

Kutalmış da diğer kuzenleri gibi yiğit ve savaşçı karaktere sahipti. Dandanakan zaferi sonrasında Bizans saldırılarına karşı başarılı savunma savaşları yapmıştı. Şeddadoğulları’nın elindeki Gence kalesini kuşatarak alamasa da 4 yıl sonra 1045 yılında Bizans, Gürcü ve Ermenilerden oluşan 25000 kişilik ordu karşısında zafer kazanmıştı. Kutalmış 1055 yılından İbrahim Yinal isyanına kadar Tuğrul Bey’in yanında kaldı.

Tuğrul Bey yakınlarını kaybetmenin üzüntüsü ile gelecekte taht kavgası olmaması adına 1061 yılında Çağrı Bey’in oğlu Süleyman’ı tahta aday gösterince Kutalmış Bey isyan etti. Kutalmış Bey’in iddiası Gaznelilere esir düşmeden önce babası Oğuzların başında Yabgu idi. Ayrıca kendisi de yaşça Tuğrul Bey’den hemen sonra geldiği için tahtın onun hakkı olduğunu düşünüyordu. Tuğrul Bey Kutalmış Bey’in isyanı karşısında üzerine bir ordu gönderdi fakat ordu başarısız oldu. Tuğrul Bey bu kez bizzat kendisi yeni bir birlik ile Kutalmış’ın bulunduğu kaleyi kuşattı ancak sonuç alamadı. Sonunda vezir Kündüri barış görüşmelerini sürdürürken Kutalmış bazı şartlar öne sürdü. Buna göre isyan etmesi yüzünden kendisine bir ceza verilmeyeceği konusunda talak üzerine yemin edilecek, Çağrı Bey’in kızı (Süleyman’ın kız kardeşi) ile evlenecek ve kendisine valisi olacağı, geliri bol bir vilayet verilecekti. Bu şartlardan talak üzerine yemin edilmesi konusu Tuğrul Bey’e söylenemediği için barış gerçekleşmedi. Kuşatma sürerken 1063 yılında Tuğrul Bey vefat etti. Fakat Tuğrul Bey son zamanlarda fikrini değiştirmişti. Kendisinden sonra yerine Süleyman değil Horasan Meliki Alp Arslan’ın geçmesini istemişti. Ancak Alp Arslan’dan başka kişilerin de tahtta gözü vardı.

Tuğrul Bey’in ölümü sonrasında Vezir Kündüri acele olarak Rey’e geri döndü. Bu arada kuşatma sona erdiği için Kutalmış çevrede serbest yaşayan obalardaki Türkmenlerden 50 bin kişilik bir ordu toplamıştı. Kardeşi Resul Tegin’in de ona katılması ve teşvikiyle ordusunun önünde Rey üzerine yürüdü. Bu sırada Alp Arslan da kendi ordusu ile Rey’e doğru gelmekteydi. Vezir Kündüri, Rey’de Alp Arslan’ın gelişini öğrenince Süleyman yerine Alp Arslan adına hutbe okutup, ordusu ile Kutalmış’a karşı koymak için sefere çıktı. Kutalmış, Vezirin ordusunu yense dahi Alp Arslan’ın yaklaştığını öğrenince ona doğru ilerlemeye başladı. Aralarında çıkan çarpışmada kardeşi Resul Tegin ile oğlu Süleyman Şah esir alındı. Kendisi ise kaçarken kayalıklarda attan düşerek öldü. Alp Arslan’ın Kutalmış Bey’in ölümüne çok üzüldüğü söylenir. Cenazesi Rey’e getirilerek Tuğrul Bey’in türbesine koyuldu.

Selçuklularda isyan bitmek bilmiyordu, bilmeyecekti de. İbrahim Yinal’ın iki kez isyanından sonra Kutalmış isyan etmişti. Ondan sonra da Alp Arslan’ın öz kardeşi Kavurd isyan edip ordusunu Alp Arslan’ın üzerine gönderdi. Gönderdiği ordusu savaşı kaybedince Kavurd kardeşinden özür dileyip af edilmesini istedi. Alp Arslan kardeşini affedip yine Kirman Meliki olarak kalmasına rıza gösterdi. Fakat Kavurd 3 sene sonra yeniden isyan etti. Yine Alp Arslan ordusunu kardeşi üzerine gönderse de çarpışma olmadan geri döndüler.

Alp Arslan ömrü boyunca 2 evlilik yaptı. Eşlerinden biri Seferiye Hatun’dan 7 evladı oldu (Melikşah, Tutuş, Arslan Argun, Tekiş, Züleyha Hatun, Fülane Hatun ve Ayşe Hatun). Diğer eşi Aka Hatun’dan ise 5 oğlu oldu. (Börü Bars, Tuğrul, Ayaz, Togan, Arslan). Selçuklu geleneklerine göre hemen hemen her Selçuklu Melik’ine sorumlusu olduğu bir bölge verilirdi. Ancak hepsi merkezdeki Sultan’a bağlı olurlardı. Alp Arslan Ayaz isimli oğluna Harezm Melikliğini vermişti. Melik Tutuş Suriye’de, Melik Tekiş Belh’te Arslan Argun ise Hamedan’da görevliydiler. Melikşah geleceğin Sultanı olacağı için hep babasının yanında kalıyordu.

Alp Arslan doğu Anadolu’da at koştururken ordusunda görevli Emirleri Anadolu’da fetih yapmak için gönderiyordu. Bu sırada Konstantinopolis’ten yola çıkan Diyojen Selçuklu ordusu üzerine doğru ilerlemekteydi. Alp Arslan Doğu Anadolu’da fetihlerini tamamladıktan sonra Mısır’a kadar inmeyi planlıyordu. Güneydoğu Anadolu’da zaferlerini sürdürürken Diyojen’in yaklaştığı haberini alır almaz kuzeye yöneldi. Diyojen ise Bizans, Ermeni, Gürcü, Got, Germen, Frank, Slav, Peçenek, Kıpçak ve Uzlardan oluşan yaklaşık 300 bin kişilik ordusu ile Sebaste’ye (Sivas) kadar gelmişti. Burada bir süre geçirdikten sonra Theodosiopolis’e (Erzurum) geldiler. Diyojen hiç beklemeden hareket edip henüz uzakta olduğunu düşündüğü Alp Arslan gelene kadar Malazgirt ve Van’ı almayı planlıyordu. Alp Arslan ise Diyojen’in asıl niyetinin Isfahan’a kadar ilerleyip Selçukluyu yıkmak olduğunu anlamıştı. Acilen savaş toyunu toplayıp komutanlarla Kurt Kapanı taktiğini uygulama konusunda fikir birliğine vardılar.

Alp Arslan savaşın yapılacağı alana geldiğinde Malazgirt ovasındaki kalabalık düşman askerlerini gördü. Bir heyet göndererek barış teklifinde bulundu. Diyojen gelen elçileri ancak Hristiyan olmaları şartı ile barış yapabileceklerini söyleyip ellerine birer haç vererek geri gönderdi. Alp Arslan Bizans ordusunu kalabalığından dolayı bunun ölüm kalım savaşı olacağını biliyordu. Bu yüzden atının kuyruğunu bağlayarak (Türklerde ölmüş askerin atının kuyruğu bağlanırdı) ölmesi halinde öldüğü yere gömülmesini vasiyet ederek atına bindi. Ordudaki tüm askerler aynı davranışta bulunup atlarının kuyruklarını bağladılar. Ordular son düzenlerini alıp savaşa başladılar.

Selçuklu ordusunun çoğu Türklere özgü atlı (Süvari) birliklerden oluşuyordu. Geride kalan yaya askerlerin hemen hemen hepsi okçulardan oluşuyordu. Selçuklular savaşa hem geriden hem de atlı birliklerden ok atışı ile başladı. Bu Bizans tarafında çok fazla asker kaybına sebep oldu. Alp Arslan ön cepheden saldırıya geçip biraz yaklaşınca geri çekilerek kaçma görüntüsü verdi. Bunu gören Diyojen Türklerin korkup kaçtığını düşünerek topluca saldırı emri verdi. Oysa biraz ilerde

yanlarda bekleyen gizlenmiş Selçuklu ordusu bulunuyordu. Ağır zırhlı donamış Bizans atlıları önlerinde çok daha hızlı at süren hafif zırhlı Türkleri yakalayamasalar da kovalamayı sürdürdüler. Bu sırada yanlardan gelen ok atışları ile birer birer yere düşen Bizans süvarilerine rağmen takip sürdü. Diyojen tuzağı çok geç fark etmişti. Yanlarda çoğalan okçuların atışları Bizans ordusuna kayıplar verdiğini görünce geri çekilme emri verdi. Bu kez de önde giden Türk askerleri Hilal (Kurt Kapanı) taktiği gereğince geri dönüp Bizans ordusuna saldırmaya başladı. Bizans ordusu dağılıp kaçmaya çalışırken kendilerine ağırlık veren zırhlarını atıp kurtulmaya çalışıyorlardı. Bu sırada Türk askerine yakalananlar ise kılıçlardan canlarını veriyorlardı. Savaşın en kızıştığı anda Türk komutanları askerlere Türkçe emirler yağdırdığını, üstelik atlarının kuyruklarının bağlı olduğunu gören Peçenek, Kıpçak ve Uz askerleri düşman denilenlerin Türk olduğunu anlayınca taraf değiştirdiler. Bozguna uğradığını kavrayan Romen Diyojen küçük bir birlik ile kaçmaya çalışsa da başaramadı ve omuzundan yaralı olarak yakalandı. Alp Arslan, Romen Diyojen’in hayatını bağışladı ama Diyojen savaşı kaybetti, fidye vermek zorunda kaldı, Bizans kralı olacaktı tahtı kaybetti üstelik Konstantinopolis’e döndüğünde hayatını kaybetti.

Alp Arslan Malazgirt savaşından sonra doğuya dönüp seferlerine devam etmeyi planlıyordu. Batının fetihlerini ise ordusundaki emirleri olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Danişmend Gazi, Saltuk Gazi, Mengücük Gazi, Çaka Bey ve Artuk Beylere bıraktı.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-14

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-14
STK, ÖHD, KONTRGERİLLA VE DERİN DEVLET

CIA Güney Amerika’da Condor Planını uygulamayı sürdürürken aynı tarihlerde benzer statüdeki ülkelerde benzer uygulamaları yürürlüğe koymuştu. Bu ülkelerden biri de Türkiye idi.

ABD Nato üyesi olan Türkiye’de TSK içinde bir yapılanma sürecine girdi. Bu yapılanma 2. Dünya savaşının bitiminden itibaren başlamıştı. İlk etapta TSK’den seçilen belirli ordu mensupları ABD’ye giderek eğitime tabi tutuluyorlardı. 1948 yılında sınavla seçilen 16 kişi arasında Alparslan Türkeş de bulunuyordu. Türkeş önce Kansas’ta Amerikan Harp Akademisinde daha sonra da Georgia’da Amerikan Piyade Okulunda 2 yıl “Gerilla Harbi” konusunda eğitim aldı. Türkeş Türkiye’ye döndükten sonra Çankırı Gerilla Okuluna Yüzbaşı rütbesi ile atandı ve burada 2,5 yıl “Gerilla Hocalığı” görevinde bulundu.

1952 yılında, "Hususi ve Yardımcı Muharip Birlikleri” olarak kurulan teşkilatın adı, 1953 yılında da “Seferberlik Tetkik Kurulu” şeklinde değiştirildi. Bu yapı, siyasi partilerin hatta hükümetin dahi bilgisi dışında Genel Kurmay Başkanlığı bünyesinde oluşturulmuş gizli bir yapıydı. Tamamen ABD’nin kontrolünde gerçekleşen bu yapılanma ilk bakışta olası bir Sovyetler Birliği saldırısına karşı sivil savunma, milis birliklerini silahlandırarak direniş yapılmasını sağlayan hareketleri ve örgütlenmesini içeriyordu. Teşkilatın yapısı gizli tutulduğu için her türlü harcamaları ABD-JUSMAT (Amerikan Yardım Heyeti) tarafından karşılanıyordu. Alparslan Türkeş ABD’ye ikinci seyahatini 1955 yılında Pentagon’a yaptı. Daha sonra ise 1958 yılına kadar Washington’daki NATO Daimî Komitesinde Türk Genel Kurmayı temsil eden heyetteydi.

Kurulan bu örgütün ilk faaliyeti Kıbrıs’taki Türk direnişini organize etmek amacıyla “Türk Mukavemet Teşkilatı”nın kurulmasıydı. Teşkilatın ikinci faaliyeti 1960’lı yıllarda öğrenci ve işçi hareketlerini bastırmak olmuştu. Seferberlik Tetkik Kurulu ABD’nin planlarını değiştirmesinden sonra 1967 yılında Tuğgeneral Cihat Akyol tarafından kapatılarak, Özel Harp Dairesi’ne dönüştürüldü.

“Özel Harp Dairesi” yine Genel Kurmay Başkanlığı bünyesinde ancak hiçbir kurumun bilgisi olmaksızın ABD, CIA ve NATO ile iş birliği içinde olan bir teşkilattı. Adı değişmiş olmasına rağmen işlevi ve amacı değişmemişti. Teşkilat için önceden askerliğini yapmış kişiler seçiliyordu. Görevleri, işgal durumlarında direniş faaliyetlerini başlatarak, düşmanı yıpratma ve engellemekti. Arazide görev yapacaklar “Siyah Kuvvet”, yerleşim yerlerinde görev yapacaklara ise “Beyaz Kuvvet” deniyordu. Görev yeteneğini kaybeden ya da görevden düşenler ise “Turuncu Kuvvet” olarak tanımlanmıştı. Gerektiğinde kullanmak üzere belirli bölgelerde toprağa gömülü silah, cephane ve mühimmat bulunuyordu.

1970’den itibaren ABD daha doğrusu CIA, gizli kurulan Özel harp Dairesi gibi resmî kurumların yanında o kadar da gizli olmayan ve komando eğitimi yapılan bazı kampların kuruluşunu da organize etmişti. Türkiye’de toplanan bir grup genç özel hazırlanmış komando kamplarında belirli süre gerilla eğitimine tabi tutuldu. Bu kamplarda gerilla eğitimi alanlar 1970’li yıllarda hem sol hem de sağ kaynaklı öğrenci ve işçi hareketlerine karşı sağ eğilimli ve milliyetçi veya sol eğilimli devrimci düşünce ile eylemlere giriştiler. Gerilla eğitimi almış gençlerin içinden çıkan özel birkaç kişi daha önemli operasyonlarda kullanılmak için özel olarak yetiştirildiler. Bu tip seçilmiş kişiler topluluğuna genel olarak “Kontrgerilla” adı verildi (Reis olarak bilinen Abdullah Çatlı ve emrindeki kadrosu, Mehmet Ali Ağca).

Kontrgerilla aslında CIA tarafından NATO iç bünyesinde oluşturulan sivil savunmanın Türkiye versiyonu olarak tanımlanıyordu. İtalya’da Gladio adı ile faaliyet gösteren yapı diğer NATO üyesi ülkelerde de farklı isimlerde varlığını koruyordu. Fakat aslında Türkiye’de bu amaçla oluşturulan yapı ÖHD olmasına rağmen daha serbest hareket edebilmeleri için Kontrgerilla tercih edilmişti. Kontrgerilla’nın merkezi Ankara’daki Amerikan Askeri Yardım binasında bulunuyordu. Finansmanı CIA tarafından sağlanmaktaydı. Kontrgerilla bünyesine daha sonra MİT elemanları da dahil edildi. Ya da başka bir deyişle Kontrgerilla elemanları MİT bünyesinde faaliyet gösterdiler.

1971 yılında Özel Harp Dairesinin başına o dönemde Tuğgeneral olan Kemal Yamak getirilmişti. Kemal Yamak ABD’nin Türkiye’deki önemli bağlantılarından biriydi. O dönemde CIA, ÖHD hesaplarına yıllık 1 milyon Amerikan Doları para transfer ediyordu. CIA’in gizli kapaklı işleri devam ederken 1974 yılında ABD’nin de bilgisi dahilinde Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleşti. Kıbrıs çıkartması sonrasında ABD Türkiye’ye her türlü askeri malzeme ve nakit yardımı kesince doğal olarak Özel Harp Dairesinin finansmanı da kesilmiş olmuştu. Dönemin Genel Kurmay başkanı Semih Sancar, Bülent Ecevit’ten Örtülü Ödenek kasasından ödeme talep edince ÖHD’nin varlığı ortaya çıkmış oldu.

1980’deki Askeri Darbeden sonra askeri istihbaratın devreye girmesiyle Kontrgerilla’nın resmi üyeleri sessizliğe bürünmüştü. Gayri resmi üyelerin bir kısmı gizlenmiş, bir kısmı yurt dışına kaçmış, bir kısmı ise tutuklanmıştı. Kurulan mahkemelerde süren yargılamalardan sonra komünist olarak tescillenmiş sosyalist görüşlü gruplar üzerinde neredeyse kıyıma varan sistemli uygulamalar yapılırken karşı görüşte olan milliyetçi gruplara da baskılar yapılsa bile o kadar etkili olmamıştı. Her şey bitip yeni bir siyasi hayata geçildiğinde sosyalist örgüt liderleri dağıtılmış olduğu halde kontrgerillada hizmet vermiş milliyetçi grupların liderleri korunarak kimisi yeni dönemde siyasete kimisi ise yeni kimliklerle yeni görevlere atıldılar.

Bu dönemde 1970’li yıllardan beri eğitilen seçilmiş kişiler CIA tarafından yeni örgütlerin liderleri olarak karşımıza çıktı. Bu kişilerin bazıları sosyalist ve etnik terör örgütü lideri (Abdullah Öcalan), bazıları sosyalist parti lideri (Doğu Perinçek), bazıları ise milliyetçi liderler (Muhsin Yazıcıoğlu) olarak sahnedeydi. Bunların içinde en çok sözü edilecek olanlardan birisi Abdullah Öcalan ve örgütü PKK idi. Diğeri ise henüz bir örgüt adına sahip olmayan Fethullah Gülen olmuştu.

Yeni hükümetin başına organize edilerek geçirilen Özal döneminden itibaren eski Kontrgerilla elemanlarına yeniden görev verilmesinin yanında siyasi yapısı ve düşüncesi uygun olan mafya liderleri de kadroya dahil edildi. Özellikle suç unsuru olan bol kazançlı işlerde gözlerin ve kulakların kapatılması, bazı işlerin görülmemesi ve duyulmaması karşılığında planlanmış cinayetler bu tip kurumlar kullanılarak sağlandı. Bu tarihten itibaren artık Kontrgerilla yerine “Derin Devlet” terimi kullanılmaya başlandı.
Yazan: Sedat Karadayı

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 2

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-2

İBRAHİM YİNAL İSYANLARI

Mikail Yabgu oğulları Çağrı ve Tuğrul beyler babaları öldükten sonra dedeleri Selçuk Bey tarafından yetiştirildiler. Selçuk Bey’in vefatı ve Arslan Yabgu ile oğlu Kutalmış’ın esir edilmesinden sonra boşalan tahta Çağrı Bey’in rızası ile daha küçük olan Tuğrul Bey geçti. Selçuklu geleneklerine göre aile fertlerinden her birine bir bölgenin sorumluluğu verilirdi. Tuğrul Bey merkezde Selçuklu tahtında Sultan olarak tüm bölgelere hükmetmekteydi. Ağabeyi Çağrı Bey Horasan Meliki idi ve oğulları Alp Arslan, Süleyman ve diğerleri seferlerde onun yanında orduya komuta ederlerdi. Diğer oğlu Kavurd adı ile bilinen Kara Arslan İran’ın güneyinde Kirman Meliki idi. Tuğrul Bey’in amcası Musa Yabgu ise Harezm Meliki olarak görevlendirilmişti. Yusuf Yinal’a bir görev verilmedi zaten çok uzun da yaşamamıştı. Onun yerine oğlu İbrahim Yinal ile Gaznelilerin elinde tutuklu olan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış da merkezde Tuğrul Bey’in yanında hizmet ediyorlardı. Ancak bir süre sonra Tuğrul Bey İbrahim Yinal’ı Musul Valiliğine atadı.

Babaları Mikail Yabgu, oğullarına yırtıcı kuşların isimlerini vermeyi uygun görmüştü. Büyük oğluna verdiği Çağrı ismi Türkçede Doğan, Çakır ya da Boz Doğan gibi yırtıcı kuşlara verilen isimdi. Tuğrul ismi de aynı zamanda Turul, Toğrul, Doğrul, Dumrul gibi benzer isimler de verilen Atmacagillerden bir kuşun adıydı. Çağrı beyin uzun ismi “Ebu Süleyman Davud Çağrı Bey bin Mikail”, Tuğrul beyin uzun ismi de “Rükneddîn Ebû Talîb Muhammed Tuğrul Bey bin Mikail” idi. İki kardeş de aralarında uyumlu ve anlaşarak ortak şartlarda Selçukluları yönettiler.

Abbasi Halifesi El-Kaim döneminde Sünni Halifenin yaşadığı Bağdat, Büveyhiler ve Fatımilerin terörü altındaydı. Tuğrul beyin Bağdat’ı Büveyhiler ve Fatımilerin baskısından kurtarınca Abbasi Halifesi hutbeler okutturarak Tuğrul Beyi Sultan ilan etti. Ayrıca Abbasi Halifesi El-Kaim, kızı Seyyide Fâtıma el-Betül’ü Tuğrul Beye eş verip, Çağrı Beyin kızı Hatice Arslan Hatun'u da kendine eş aldı.

Çağrı ve Tuğrul Beyler amcaları Arslan Yabgu’yu, Gaznelilerin elinde tutuklu bulunduğu Kalıncar Kalesinden kurtarmak için birkaç deneme yapışlardı. Savaşarak kurtaramayacaklarından dolayı Gazneli Mahmud’un ölmesini beklediler. Mahmud ölünce oğlu I. Mesud’dan amcalarını serbest bırakmasını istedikleri iddia edilir. Ancak bu konuda bazı şüpheler de yok değil. Çünkü Arslan Yabgu serbest kaldığında tahta aday olma ihtimali çok yüksekti. Selçuklu, daha doğrusu Türk geleneklerine göre, sıra ailede en büyük kişide olmalıydı. Gerçi bunun için de gücünü ispat etmesi gerekiyordu fakat bu da aile içinde savaş anlamına geldiği gibi aynı zamanda devletin parçalanması demekti. Zaten I. Mesud Arslan Yabgu’yu serbest bırakmadı.

Çağrı Beyin birkaç eşinden sahip olduğu 7 oğlu (Alp Arslan, Kavurd, Emir Yakuti, Süleyman, Behram Şah, İlyas, Osman) ve 3 kızı (Hatice Arslan Hatun, Cevher Hatun, Safiye Hatun) olmuştu. Tuğrul beyin de 3 evliliği olmuştu. Birisi Karahanlı hükümdarı Yusuf Kadir Han’ın kızı Aka Hatun idi. Diğeri Halife El Kaim’in kızı Seyyide Fâtıma el-Betül’dü. Ancak biri vardı ki onu en çok onu sevmişti. Altuncan Hatun daha önce Yengi Kent ve Cend kentindeki Oğuzların Yabgusu Şah Melik’in eşiydi. Çağrı Beyin 1042 yılındaki savaşta Şah Melik’i öldürmesinden sonra Tuğrul beyin emri ile Vezir Kündüri tarafından Altuncan Hatun 1043 yılında Tuğrul Bey’in nikahına alındı. Fakat Tuğrul Beyin üç evliliğinden de hiç çocuğu olmadı. Öldüğünde tahtı ağabeyi Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan’a bıraktı.

Selçuk Bey’in 4 oğlundan sonra torunları ve onların da çocukları arasında taht kavgası hep sürecekti. Bunlardan ilki Yusuf Yinal oğlu İbrahim Yinal tarafından ardından da Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış tarafından başlatılacaktı. Daha sonra da sular durulmadan kardeşler, amcalar ve yeğenler arasında iç savaşlar sürmeye devam edecekti.

Selçuk Bey’in küçük oğlu Yusuf Yinal, ölmüş ağabeyi Mikail Yabgu’nun dul eşi ile evlendikten sonra ondan sahip olduğu oğlu İbrahim Yinal Selçuklu ordusunda görev aldı. Güçlü ve savaşçı yapısıyla zafere erişmesi zor olmuyordu. Selçukluların devleti kurmasına ön ayak olan Dandanakan Savaşından sonra İbrahim Yinal, Tuğrul Bey tarafından batı sınırlarında görevlendirildi. Bir süre önce Gürcüler tarafından tuzağa düşürülen kuzeni Hasan Bey’in (Musa Yabgu’nun oğlu) öldürülmesi nedeniyle İbrahim Yinal ve amcaoğlu Kutalmış ile beraber Gürcülerin üzerine yürüdü. Gürcülerle beraber olan Bizans ordusuna karşı yapılan Pasinler savaşını kazanan İbrahim Yinal, emrindeki Türkmen ordusu ile kendini güçlü hissediyordu. Bu gücünden ve uç bölgelerde aldığı sorumluluktan dolayı kendini Selçuklu tahtına aday gördüğü için anneden bir kardeşi, babadan kuzeni olan Tuğrul Bey’e karşı isyan etti. Tuğrul Bey karşısında çarpışmayı kaybeden İbrahim Yinal yakınlardaki Sarmaç kalesine sığındı. Tuğrul Beyin kaleyi kuşatmasından sonra teslim olmayı kabul etti. İsyan etmesine rağmen Tuğrul Bey İbrahim Yinal’ı affedip görev vermeyi sürdürdü.

Tuğrul Bey daha önce vermediği Melikliği bu kez İbrahim Yinal’dan esirgemeyip onu Musul Meliki yaptı. İbrahim Yinal bir süre sakinliğin sürdürdükten sonra yine hırsına yenik düşüp Selçuklu tahtı için harekete geçmeye karar verdi. İkinci kez isyan ederek ordusu ile beraber devletin merkezi olan Hemedan’a yürüdü. O sırada Nusaybin’de bulunan Tuğrul Bey, İbrahim Yinal’dan önce Hemedan’a ulaşıp hazinesini güvence altına aldı. Ancak Hemedan’ın hemen dışında az sayıda askerle yakalandığı İbrahim Yinal’a karşı etkili olamadığı için Hemedan Kalesine sığındı. Tuğrul Bey haber göndererek o sırada Bağdat’ta bulunan veziri Kündüri ve sevdiği eşi Altuncan Hatun’dan ayrıca ağabeyi Çağrı Bey ile Alp Arslan’dan yardım istedi. Abbasi Halifesi El Kaim kendi güvenliğini düşünerek Altuncan Hatun’a ordu ile kentten ayrılmasına izin vermedi. Vezir Kündüri de Altuncan Hatun’u Hemedan’a gitmemesi için ikna etti. Vezir Kündüri’nin asıl amacı Altuncan Hatun’un ilk eşinden olan oğlu Enuşirvan’ı Selçuklu tahtına oturtmaktı. Bunu anlayan Altuncan Hatun, Sultan Tuğrul’a sadık kalarak veziri ve oğlunu tutuklatmak için harekete geçtiğinde her ikisi de Bağdat’ın 100 km güneyinde bulunan El Hille şehrine kaçtı. Altuncan Hatun, Halife’nin isteklerini göz ardı edip Bağdat’taki Selçuklu askerlerini toplayarak, Hemedan’a doğru yola çıktı. Çağrı Bey’in oğulları Alp Arslan, Kara Arslan (Kavurd) ve Alp Sungur Yakuti ile Altuncan Hatun’un orduları Hemedan’a geldiklerinde İbrahim Yinal ağabeyi Tuğrul’a karşı olan savaşını kaybetti. İbrahim Yinal ve yeğenleri kaçmaya çalıştılar ama uzun bir kaçış sonunda İbrahim Yinal’ın atı çatlayacakken Alp Arslan tarafından yakalandı. Tuğrul Bey’in huzuruna getirilen İbrahim Yinal ikinci isyan girişiminde affedilmedi ve bizzat Tuğrul Bey kendi eliyle kardeşini yay kirişi ile boğarak infaz etti.

NOSTRADAMUS'UN VE HİTLER KEHANETİ

Hazırlayan: A.Kara

NOSTRADAMUS HİTLER'İ ÖNGÖRDÜ MÜ?

Michael Nostradamus ve kehanetleri hakkında ileride detaylı makaleler yayınlayacağım. Bu yüzden bu makalede kısaca birkaç kehanetine ve Hitler konusuna değineceğim.

Nostradamus, Fransa Kralı II.Henri'nin ölümünden tutun da Hiroşima ve Nagazaki bombalarına dair birçok kehaneti ile kendinden yıllarca söz ettirmiştir.

O, hayatının büyük kısmında vebaları ve etrafındaki dünyayı inceleyen, güvenilir bir bilim insanıydı. İtalya'ya gerçekleştirdiği bir ziyaretten sonra tıptan uzaklaşıp okültizme odaklanmaya başlamıştı. Popüler akımları takip etmiş ve 1550 yılında bir almanak yazmıştı. Yazdığı almanak'ın başarısı onu o kadar cesaretlendirmişti ki, her yıl bir tane ya da daha fazla yazmaya karar vermişti. Yaşamının sonlarına doğru, yıllar içinde tarihi olaylarla örtüşür şekilde şiirler yazmaya başlamıştı. Tümü ele alındığında en az 6.338 kehaneti bulunuyordu.

Peki bu kehanetler ne kadar tutarlıydı? Aralarında Hitler'in dünyaya geleceği ve büyük suçlar işleyeceği hakkında bir şeyler yazılı mıydı, bu konuda öngörüde bulunmuş muydu?

Nostradamus olarak bilinen Michel de Nostradame 1503'te Fransa'da doğmuş ve Rönesans'ın en çok okunan kahinlerinden biri haline gelmişti.

Tıbbi uygulamalarına 1530'larda başlayan Nostradamus, tıp fakültesinden kovulmasına rağmen veba konusundaki yenilikçi tıbbi tedavisi ile ün kazanmıştı. 1540'larda bir doktor olarak ünü yayılmıştı. Ancak 1555'te kehanetler içeren kafiyeli şiirler yazmaya başlamış ve "Yüzyıllar" adlı bir kitap yayınlamış, ikinci baskısını Fransa Kralı II.Henri'ye adamıştı.

Bir kahin olarak o kadar ün kazanmıştı ki II.Henri'nin eşi Kraliçe Catherine de' Medici'nin ailesi için burçlar yaptığı mahkemeye davet edilmişti.

Nostradamus'un popülerliğini arttıran en önemli olaylardan biri II.Henri'nin ölümünü tahmin ettiğine dair inanıştı. Savaş alanındaki genç aslanın, yaşlı aslanın gözünü delerek onu yeneceğini iddia etmişti. Daha sonra II.Henri'nin katıldığı bir mızrak dövüşü turnuvasında parçalanan bir mızrak parçası Henri'nin gözüne isabet ederek gözünü delmiş ve yara alan kral ölmüştü. 

Nostradamus hayatı boyunca gut hastalığından çok çekmiş ve 1566 yılında ölmüştü. Söylenene göre ölmeden önceki gece sekreterine "Güneş doğarken beni canlı bulamazsınız" diyen Nostradamus o gecenin sabahında ölü bulunmuştu. 

Peki Nostradamus'un kehanetleri gerçekleşen olaylarla şans eseri örtüşen tahminler miydi yoksa ileri görüşlü biri miydi?

Yazdığı şiir ve dörtlüklerin muğlaklığından dolayı birçok kişi geçmişte onun yazdıklarına bakarak bunları geleceği tahmin ettiği şeklinde değerlendirmişti. II.Henri olayından sonra yazdıklarında görülen yüz kızartıcı, kötü şöhretli ve büyük etki yaratan olaylar ile ünü daha da büyümüştü. 

1666 yılında gerçekleşen Büyük Londra Yangını'nda birçok kişi ölmüştü. Yazdığı şu dörtlük bu olayı öngördüğü şeklinde yorumlanmıştır:

"Adillerin kanı Londra'da bir hata yapacak,
Altı ve yirmi üçlüğün şimşekleriyle kavrulacak:
Yaşlı kadın yüksekteki yerinden düşecek,
Aynı tarikattan birkaç kişi öldürülecek."

Buradaki "altı ve yirmi üçlüğün" ifadesi 20 x 3 + 6 = 66'ya denk gelmektedir. Bunun yangının gerçekleştiği 1666 yılını işaret ettiği iddia edilmektedir. Dörtlük hakkında farklı birçok yorum vardır.

Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarını önceden bildirdiği düşünülen sözü şöyledir:

"Kapıların yakınında ve iki şehir içinde
Benzeri görülmemiş belalar olacak,
Vebadaki kıtlık yayılacak, insanlar çelik tarafından söndürülecek
Büyük ölümsüz Tanrı'ya yardım için ağlayacaklar"

Kimilerine göre Nostradamus burada Japonya'ya atılan atom bombalarından ve onların meydana getirdiği yıkıcı etkilerden, radyasyon kaynaklı kıtlık ve vebadan bahsetmiş, bunu öngörmüştür.

Kenedi suikastını bile öngördüğünü düşündüren dörtlüğü şöyledir:

"Eski bir iş sonunda yapılacak,
Yükseklerden gelen şey ile büyük adamın üzerine kötülük düşecek
Bu işten, zaten ölü olan bir masumu sorumlu tutacaklar
Asıl suçlu sisin içinde saklanacak."

John F. Kennedy yüksek bir pencereden keskin nişancı tarafından vurularak öldürülmüştü. Suikastı yapan keskin nişancının Lee Harvey Oswald olduğuna hiçbir zaman tam olarak inanılmamıştı. Üstelik Oswald yargılanmadan önce öldürülmüştü. Bu olayı çevreleyen gizemler Nostradamus'un kehanetinin doğru-tutarlı görünmesini sağlamıştı.

HİTLER

Peki Nostradamus, Hitler'i öngörmüş müydü?

Gelelim Adolf Hitler'e. Adolf Hitler muhtemelen yakın tarihteki Avrupa ülkelerinin en kötü liderlerindendir. 1889'da Avusturya'da doğmuş, 1.Dünya Savaşı'nda savaşmış ve 1920-21'de Nazi Partisi'nin lideri olmuştur. 1933'ten öldüğü 1945 yılına kadar Almanya'nın führeriydi. Görevde bulunduğu süre boyunca Almanya sınırlarını genişletmiş, Fransa ve Polonya'yı ele geçirmiş ve 2. sınıf olarak gördüğü, istemediği insanlara karşı büyük suçlar işlemişti. Öyle ki toplu soykırım kampları oluşturulmuştu. 

Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler Hitler'in terör saltanatına son vermek ve ezilen milyonlarca insanı kurtarmak için bir araya gelmişti. Peki Nostradamus bu olayları 500 yıl önce görmüş olabilir miydi? 

Hitler ile ilişkili olduğu düşünülen kehanetleri okumaya başlamadan önce enteresan bir bilgi vermek istiyorum. Hitler 2. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında çalışanları aracılığı ile Nostradamus'un kehanetlerini çevirmesi için İsviçreli bir astrolog olan Karl Ernst Krafft'a başvurmuşlardı. Yüksek rütbeli Nazi subayları onun mektubunu okuduklarında yazanları olumlu karşılamış ve Kraft'ı kullanmaya başlamışlardı. Yani Hitler'in, Krafft'ın çevirisi ile ona iletilen Nostradamus kehanetlerinden ilham almış olma ihtimali göz ardı edilmemelidir.  

Şimdi Hitler'i ve onun eylemlerini öngördüğü düşünülen metinlerine bakalım.

Şimdiki dörtlüğün Hitler'in çocukluk ve kişiliğinden, Alman-Japon ittifakından bahsettiği düşünülüyor: 

Du plus profond de l'Occident d'Europe,
De pauures gens vn ieune enfant naistra,
Qui par sa langue seduira grande troupe,
Sont bruit au regne d'Orient plus croistra.

"Batı Avrupa'nın derinliklerinden,
Fakir insanlar arasından küçük bir çocuk doğacak,
Büyük bir topluluğu diliyle baştan çıkaracak;
Şöhreti Doğu alemine doğru artacak." [III, 35]

Başka dörtlüklere bakalım:

Il entrera vilain, mechant, infame
Tyrannisant la Mesopotamie,
Tous amis fait d'adulterine d'ame,
Terre horrible, noir de phisonomie. 

O çirkin, tehditkar, kötü şöhretli,
Mezopotamya'ya (Güneydoğu Avrupa) zulmederek girecek,
Zina eden kadından olan tüm arkadaşları
Yeryüzünün çehresini korkunç bir şekilde karartacak. [VIII, 70]

Tasche de meurdre, enormes adulteres,
Grand ennemy de tout le genre humain:
Que sera pire qu'ayeuls, oncles ne peres,
Enfer, feu, eaux, sanguin & inhumain

Cinayet ve muazzam zinaların çelikte, ateşte, sudaki kanlı ve insanlık dışı lekesi,
Tüm insan ırkının büyük düşmanının:
Dedesinden, amcasından, babasından beter olacak kimsenin üzerinde olacaktır. [X, 10]

Une nouuelle secte de Philosophes,
Mesprisant mort, or, honneurs & richesses:
Des monts Germanins ne seront limitrophes,
A les ensuyure auront appuy & presses. 

Filozofların (fanatikler?) yeni bir mezhebi
Ölümü, altını, onurları ve zenginlikleri hor görecek
Alman dağlarının sınırında olmayacak:
Onları takip etmek için güçleri ve kalabalıkları olacak. [III, 67]

La mort subite du premier personnage
Aura changé & mis vn autre au regne:
Tost, tard venu à si haut & bas aage,
Que terre & mer faudra que on le craigne.

İlk şahsın ani ölümü
Bir değişikliğe sebep olacak ve başka bir hükümranlık koyacak:
Yakında, çok yüksek ve düşük yaşa gelir,
Öyle ki, karada ve denizde ondan korkmak gerekir. [IV, 14]

Nostradamus'un, Hitler'in nehirleri geçip yeni yerler ele geçireceğini fakat sonunda yenileceği öngördüğünü düşündüren başka bir dörtlük şöyledir:

Bestes farouches de faim fleuues tranner;
Plus part du champ encontre Hister sera,
En cage de fer le grand fera treisner,
Quand rien enfant de Germain obseruera

"Açlıktan vahşi hayvanlar nehirleri geçecek,
Savaş alanının büyük kısmı Hister'e karşı olacak.
Büyük olan demirden bir kafese çekilirken,
Almanya'nın çocuğu hiçbir şey göremeyecek." [II, 24]

Birçok kişi Nostradamus'un bu kehanetlerine korkuyla bakmıştı çünkü Hitler'in yükselişi ile oldukça uyumluydu. Başlarda önemsiz biri olarak görülen ve maşa olarak kullanılan Hitler karizmatik bir kişiydi ve ekonomik sıkıntılar çeken Alman halkına tam da duymak istediği şeyleri söylüyor, Yahudileri suçluyordu. Zamanla çok popüler hale gelmişti. Ebeveynleri de daha düşük bir ekonomik geçmişe sahipti. Tüm bunlar, Nostradamus'un Hitler'i öngördüğü konusundaki teoriyi güçlendirmektedir.

"Savaş alanının büyük kısmı Hister'e karşı olacak" sözündeki Hister'in sözcüğünün Hitler adının hatalı çevirisi olduğunu düşünenler vardır. Enteresan olan şudur ki Hister olarak bilinen yer Adolf Hitler'in doğduğu Tuna Nehri bölgesidir. Tuna Nehri'ne Latince'de Ister ya da Hister denmektedir.

Nostradamus'un kehanetlerini ve yazılarını okuduğunuzda geçmişteki bir çok olay önlenebilirmiş gibi bir hisse kapılabilirsiniz. Ancak bu olaylar yaşandıktan ve geriye dönüp yazılara örtüşüp örtüşmediğine bakıldıktan sonra bağlantı kurmak mümkün olmaktadır.

Üstelik kehanetleri çok belirsizdir, bu yüzden onlara farklı bir çok anlam yüklemek, farklı olaylarla eşleştirmek kolaylaşmaktadır. Yine de birçok kişi onun kehanetlerini tarihsel olaylarla örtüştürmek için çaba sarf etmekte.

Nostradamus'un bu yaşananları ön görmüş olması imkansız fakat kehanetlerin sahip olduğu belirsiz dile onları dünyadaki birçok olaya uyacak hale getiriyor. Belki bunu kasıtlı olarak yapmış bile olabilir. Ne olursa olsun görünen o ki, Nostradamus ve kehanetleri konusundaki gizemler yıllarca konuşulmaya, irdelenmeye devam edecek.